17 f 2014 | Sinema, Yüzey ve Hacim Sanatları
- Yönetmen: Alastair Siddons,
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013, ABD, Fransa
- Süre: 70 dk
“2011 yılında TED ödülünü kazanan Fransız sanatçı JR dünyanın en geniş katılımlı küresel sanat projesini başlatarak yüz binlerce insana yaşadıkları sokakları fotoğraflarla yeniden sahiplenmenin yolunu açar.
Her sene yalnızca bir kişinin layık görüldüğü prestijli TED Ödülü’nü 2011 yılında kazanan Fransız sanatçı JR’a dünyaya ilham verecek dileğinin ne olduğu sorulur. “İnandığınız bir şey uğruna harekete geçerek küresel bir sanat projesine dahil olmanızı diliyorum. Birlikte dünyayı tersyüz edelim,” der. Kurallar basittir: kendinin veya tanıdığın birinin fotoğrafını çek, gönder, büyük boy kâğıda basılan resimleri sokaklara yapıştır ve sesini duyur. Tüm baskı masrafları JR tarafından karşılanan bu proje çok kısa sürede dünyanın her tarafında binlerce takipçi buldu. Cezayir’den Haiti’ye, Kuzey Dakota’dan Pakistan’a, insanlar organize olarak çektikleri fotoğrafları sokaklara ve binalara yapıştırmaya başladılar. Sanatı izleyen değil, sanatı icra eden oldular. Zaman geçtikçe proje de evrildi; Arap Baharı, Londra’daki ayaklanmalar, Occupy hareketi ve Haiti’deki deprem derken, doğrudan olayları yaşayan insan ve toplulukların hikâyelerine tanıklık etmeye başladı. Gözümüzün önünde küresel bir hareket doğdu; ilham arayanlar, kaçırmayın!”
Hep söylüyorum: Festivallerin belgesel bölümleri benim için en önemli olan bölüm. Çoğu zaman galalar, ödüller daha az umurumda oluyor zira her seferinde acayip insanlarla ve dünyalarla tanışıyorum. İşte onlardan biri:
JR bir sokak sanatçısı. Eserlerini galeriler yerine duvarlarda sergileyen bir sanatçı. 1983 yılında doğduğu bilinen fakat kimliğine dair bilgi sahibi olmadığımız JR, dünyanın en büyük galerisi olan sokaklara sahip olduğunu söyleyen, özgürlük, kimlik ve limitler konusunda sanat ve aksiyon yapmaya çalışan, kazandığı ödülle tüm dünyada değişimler yaratmak isteyen biri.
Önceleri sokaklarda graffiti yaparken, bir gün Paris metrosunda bir kamera bulan ve arkadaşlarını ve kendisini graffiti yaparken kayda almaya ve fotoğraflamaya başlayan JR, henüz 17 yaşındayken çektiği bu fotoğrafların kopyalarını şehrin duvarlarına asmaya başlar ve Expo 2 Rue adını verdiği açık galeriyi başlatır. Bu sergiler 2001-2004 yılları arasında devam eder.
Expo 2 Rue / 2001-2004
Avrupa’yı gezen ve galeri olarak kullandığı sokak duvarları ve bina cepheleri konusunda limitlerini sorgulamaya başlayan sanatçı, bodrum kattan çatılara kadar her yükseklikte çalışmalarını sergilemeye başlar.
2004-2006 yılları arasında Portrait of Generation adını verdiği projesini gerçekleştirir. Ayaklanmaların olduğu Fransız banliyölerinde çektiği fotoğrafları, önce illegal daha sonra legal olarak, sermayenin popüler semtlerini içeren doğu Paris’in sokaklarında sergiler.
28 Millimeters, Portrait of a Generation / Collage Ladj Ly by JR, Montfermeil, Les Bosquets / 2004
2007 yılında ise Face 2 Face adlı projesini gerçekleştirir. Arkadaşı Marco ile birlikte Ortadoğu’ya gidip 1 hafta kadar zamanı İsrail ve Filistin’de geçiren ikili, iki ülkenin insanlarının her anlamda birbirlerine çok benzediklerini ama bunun farkında olmadıklarını görürler. Bunun üzerine aynı işi yapan İsrail ve Filistinlilerin fotoğraflarını çekip, bu fotoğrafların büyük ebatlı hallerini, yan yana olacak şekilde İsrail ve Filistin’i ayıran duvarların iki tarafında (muhtelif şehirlerde) sergilerler.
28 Millimeters, Face2Face
Separation Wall, Palestinian Side In Bethlehem/ March 2007
2008 yılında ise Brezilya’da Women Are Heroes adlı projesini gerçekleştiren JR, Rio de Janerio’nun adı şiddetle özdeşleşmiş gecekondu (favela) bölgesi Moro de Providencia’ya fotoğraflar yerleştirir. Uyuşturucu satıcılarının yaşadığı, silah seslerinin susmadığı bu mahalledeki çocuk ve özellikle kadınların mahallelerine ve yaşantılarını bakışını ortaya koymaya çalışan bu proje, mahallenin ilk kez polis kovalamacası nedeniyle değil, bu serginin haberi için televizyonda görünmesini sağlar. 2011’e kadar devam eden projeyi Kamboçya, Hindistan, Kenya, Liberya, Sudan gibi bir çok farklı ülke ve coğrafyada gerçekleştirir.
28 Millimeters, Women Are Heroes
Action dans la Favela Morro da Providência, Favela de Jour, Rio de Janeiro, Brésil/ 2008
28 Millimeters, Women Are Heroes
Action in Kibera Slum, Rooftops View, Kenya / 2009
2008 yılında başladığı ve halen devam etmekte olan projelerinden The Wrinkles of the City, şehrin ya da hayatların geçirdiği değişiklikleri duvarlarda sergilemek amacıyla başlar. 2008 yılında Cartagena-İspanya’da şehrin yaşadığı iç savaş sonrasına vurgu için kentin yaşlıların fotoğraflarını, 2010’da Şangay’da kent hafızasını temsilen yaşlı kentli fotoğraflarını, 2011’de Los Angeles’ta, Hollywood’un, güzelliğin ve estetiğin şehrinde geçmişini kırışıklıklarıyla yaşatan ve yansıtan kişilerin fotoğraflarını, 2012’de Havana-Küba’da, Küba asıllı sanatçı Jose Parla ile birlikte Havana bienali için Küba devrimini yaşamış 25 kişinin fotoğraflarını ve 2013’de Berlin’de eski jenerasyondan önemini kaybetmiş gibi duran kimseleri tekrar görünür ve değerli kılmak için seçtiği kentlilerin fotoğraflarını şehirlerin/binaların duvarlarında sergiler.
The Wrinkles of the City
Los Surcos de la Ciudad, Marino Saura Oton, Night View, Cartagena, Espagne / 2008
The Wrinkles of the City
Action in Shanghai, Zhai Zhixin, Chine/ 2010
The Wrinkles of the City
La Havana, Alfonso Ramón Fontaine Batista, Cuba/ 2012
The Wrinkles of the City, Berlin / 2013
JR’ın 2010 yılından beri Marsilya-Fransa, Grottaglie-İtalya, Vevey-İsviçre ve Sao-Paulo-Brezilya’da gerçekleştirdiği bir diğer projesi olan Unframed ise şehirlerin fotoğraf albümlerinde kalmış fotoğrafları kentlilere sunmaya çalışıyor.
UNFRAMED, John Phillips revu par JR
“Workshop in Corpus Christi, 1940” Vevey, Switzerland/2010
Ve izlediğim belgeselin konusu olan, son ve en büyük çaplı projesi Inside Out. 2011 yılında TED ödülünü kazandığında açıkladığı bu projesi ile şimdiye kadarki kariyeri boyunca yaptıklarıyla paralellik gösteren biçimde, fakat tüm dünyayı kapsayan bir sanat çalışması yapmak ister. Uluslararası katılımcı bir sanat projesi olan Inside Out’un katılım süreci şöyle işliyor: Dünyanın herhangi bir yerinden katılımcılar, bir fikri, projeyi, hareketi veya deneyimi paylaşmak için portre fotoğraflarını çekip iletiyorlar. JR ve ekibi fotoğrafı duvara yapıştırılacak boyutlarda, siyah-beyaz olarak basıp katılımcıya gönderiyor. Ve katılımcı fotoğrafı duvara yapıştırarak sergiliyor.
Belgesel kapsamında bazı ülkelerdeki süreçler gösterildi. En çok aklımda yer eden Tunus’ta 50 yıldır yöneticilerin fotoğraflarının yer aldığı billboardlara ve duvarlara, devrimden sonra halkın fotoğraflarının yerleşmesini sağlayan çalışma oldu sanırım. Bir de Haiti’deki Tele-Ghetto oluşumu ayrıca belgeseli yapılacak kadar enteresandı.
INSIDE OUT PROJECT
Tunisia, Ex Ben Ali Billboard on La Goulette Road/ 2011
Mart 2011’den bu yana 108 ülkeye, 170.000’in üzerinde poster gönderen proje, hala katılıma açık. Hem gelişmeleri öğrenmek, hem hangi ülkelerde ve şehirlerde neler olmuş görmek için internet sitesini buyurun. Occupy hareketinin en etkili sanat hareketlerinden biri olan Inside Out ve JR bundan böyle sıkı takibimde, daha başka neler olacağını merak ediyorum.
kaynak: jr-art.net, .insideoutproject.net
15 f 2014 | Mimarlık, Sinema
- Yönetmen: Perihan Bayraktar
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013 Türkiye
- Süre: 98 dk
“Türkiye’nin ilk şehir plancısı Aron Angel’in (1916-2010) onurlu yaşamı çerçevesinde, yaptığı planlar, çalışmalar ve İstanbul örneği ile Türkiye’de şehircilik anlatılıyor. erken Cumhuriyet döneminden günümüze kadar şehirlerimiz, özellikle İstanbul nasıl bir değişim geçirdi. Huzurlu bir kent yaratmaya nereden başlamalı?”
Benim için festivallerin en önemli kısmı genelde belgeseller oluyor. Zira diğer filmleri bir şekilde bulup buluşturup izleme şansımız olsa da, belgeseller için sınırlı gösterim tarihlerini kovalamak gerekiyor.
Daha önce varlığından haberdar olmadığım İstanbul Hayali’ni İf’in listesinde görünce hemen biletimi aldım. Daha önce odalarda, üniversitelerde, Mimarlık ve Kent Festivali’nde, Gezi Parkı’nda ve park forumlarında gösterimleri yapılan film, tek bir seansla İf’in İstanbul ayağında yer aldı. Ve gündüz seansı olmasına rağmen dolu bir salonda izleyiciyle buluştu.
Filmi izlerken ufak ufak notlar aldım ve üzerine bir hayli fazla okuma yapmak istiyorum/ihtiyacındayım. Fakat yazıyı hemen yazmak istedim, zira sizin de henüz haberiniz yoksa ve bir şekilde bir yerlerde yeniden gösterimi olursa kaçırmanızı istemem.
İstanbul Hayali, aslında hem Aron Angel’in İstanbul şehircilik planlamasına katkısı çerçevesinde Angel Bey’in hayatını, hem de İstanbul’un cumhuriyetin kuruluşundan itibaren başına gelenleri kısa bir özet olarak sunuyor.
1916 yılında İstanbul’da doğan Aron Angel’in ailesinin İstanbul’a gelişi, ki hayli enteresan bir “dişçi” hikayesi, filmin başlangıcı. Önceleri Yeldeğirmeni’nde, sonraları ise Avrupa yakasında ikamet eden Angel Bey, Galatasaray Lisesi’nden sonra 1934-37 yıllarında Yüksek Mühendis Mektebinde mühendislik, Paris Ecole Speciale d’Architecture’da mimarlık, Institut d’Urbanisme’de şehircilik, Güzel Sanatlar Akademisinde mimarlık yüksek lisansı ve son olarak 1945 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Bizantoloji dalında doktorasını yapar.
Paris’e mimarlık okumaya gittiği yıllarda tanıştığı Henri Prost’un yönlendirmesiyle girdiği şehircilik bölümü eğitimi, Paris’de II.Dünya Savaşı yıllarında zorlu geçer. Okulları bitirip İstanbul’a döndüğü 1942 yılında, Henri Prost da Mustafa Kemal Atatürk’ün özel davetiyle İstanbul’un nazım planlarını yapmak üzere şehirdedir. Prost’un yanına giden Angel Bey kendisinin yardımcısı olarak çalışmaya başlar.
Bu çalışmalar şimdiki Unkapanı Köprüsü’nün devamındaki Atatürk Bulvarı’nın düzenlenmesi, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve çevresinin düzenlenmesi, hayata geçirilmeyen Karaköy ve Eminönü meydanlarının düzenlenmesi ve Galata Köprüsü’nün aksının kaydırılması, Bağdat Caddesi ve etrafının düzenlenmesi gibi önemli projeleri içerir.
Belgesel, İstanbul’un bugünkü haline gelişindeki önemli noktaları hem tarihsel bilgiler, hem akademisyenlerin ve Angel Bey’in eleştirel yaklaşımlarıyla anlatıyor. Bir çok konu başlığını daha detaylı araştırma yapmak için filmi izlerken not ettim. Notlarımı aşağıda paylaşacağım.
Filmin sonundaki söyleşide yönetmen Perihan Hanım, bundan sonraki gösterimler için “talep gelen her yerde seve seve filmimizi gösteririz” dedi. Tüm İstanbulluları ilgilendiren konular olsa da, özellikle şehircilik, mimarlık ve inşaat bölümlerinden profesyonellerin, akademisyenlerin ve öğrencilerin izlemesi dileğiyle,
İyi seyirler,
Notlar:
- 1936larda İstanbul nüfusunun yarı yarıya azalması ve yeni şehircilik planlaması ihtiyacı
- “Bakırköy sahil yolunun yaya kullanımında olması ve yolun altından giden araç yolu” şeklindeki Angel Bey’in projesi
- Prost’un İstanbul silüetini koruma çabası! (bugün hala bir silüet varsa, onun sayesinde…)
- Günümüzde yeni bir korumacılık anlayışı olarak tarihi binaların üstüne, cam cepheli katlar çıkmak!
- Erken cumhuriyet dönemi planlarında yeşile saygı.
- Angel Bey’in Levent bölgesi için önerdiği yüksek kullanım yoğunluğu olan bina alternatifi: Bodrumda otopark, girişte çarşı, üstü kreş (çalışan kadınlar için) ve üst katlarda istenilen yemeklerin sipariş de edilebileceği restoranlar. Reddedilen proje, o günün gerçekliğine hizmet etmiyor olsa da, çalışan kadın düşünülerek planlama yapması.
- Angel Bey’in Hilton Oteli’ne itirazı ve istifası. (195oler)
- 1955-56 yıllarında Menderes yönetimi ve imar planları… sürekli açılan yollar ile artan kentleşme.
- Tekeli’nin açıklaması : O dönemlerde para (sermaye) yok, fakat büyüyen bir ülke ve İstanbul’da iş gücü ihtiyacı var, Anadolu’dan göç edenlerin barınma ihtiyacı var = sonuç gecekondular.
- 1961 yılında Odtü’de ülkenin ilk şehircilik bölümünün açılması.
- Dalan dönemi
- Angel Bey’in İstanbul’un bir “zone”laması olmaması üzerine eleştirisi.
- 12 Eylül ve 70ler sonrası
- Şehircilikten kopuk site (özellikle Ataşehir bölgesi gösterildi.) anlayışı ve TOKİ!
- Kentsel dönüşümün mali yükü ve olumsuz sonucu olarak sosyal eşitsizlik.
- Kent merkezlerinin boşalması, yeni kamusal alanların AVMler olması, kendi içine kapanan bir sosyal yapı kuran şehirden kopuk siteler, bu sitelerde bulunan (aslında yaşadışı olduğu söylenen) özel güvenlikler, hem lüks sitelerin hem yoksul mahallelerin gettolaşıp yalnızlaşması ve kendi içine kapanması, aradaki uçurumun artması
- David Harvey’in İstanbul’daki panelinde söylediği iki cümle:
- İstanbul’da her yerde vinçler var!
- Kredilerle yaşıyorsunuz!
Not2: İlgilenenler için H.Tarık Şengül ile İstanbul Hayali üzerine söyleşi. Tıklayın.
13 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Alexander Payne
- Tür: Komedi, Dram
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular: Bruce Dern, Will Forta, June Squibb
- Süre: 121 dk
İyiden iyiye yaşlanmakta olan alkolik baba Woody Grant, piyangodan büyük ödülü kazandığını öğrenerek ödülünü almak için Montana’dan Nebraska’ya doğru uzun bir yolculuğa çıkmaya karar verir. Ailesinden kimse söylediklerini ciddiye almasa da yirmili yaşlardaki oğlu pek de istemeyerek bu yolculuk esnasında babasının yanında yer almaya karar verir.
About Schmidt, Sideways ve son olarak The Descendants filmleriyle tanıdığımız yönetmen Alexander Payne’in yeni filmi siyah beyaz çekilmiş bir kara komedi. 6 dalda Oscar adayı olan filmin neden siyah beyaz olduğuyla ilgili bir kaç fikrim var fakat daha ziyade kılıf uydurma. Siyah beyaz filmleri pek sevemiyorum, renklere ihtiyaç duyuyorum. Ve bu filmde American taşrasının renklerini görmeyi çok isterdim.
Filmin neredeyse tek sevmediğim yanı siyah beyaz olması. Onu da ilk söyleyip geçtim. Bundan sonrası övgü dolu.
Öncelikle hikaye, senaryo çok başarılı olmuş. Hiç dile getirilmese de Alzheimer olduğunu sandığımız Woody’nin bir piyango peşinden gidiş esnasındaki yolculuğunun eşiyle, çocuklarıyla, geçmişiyle, hayatının son anlarına bakışıyla yüzleşmesi halini alması gerçekten çok ince düşünülmüş detaylarla doluydu. Spoiler olmaması açısından başka detay yazmıyorum.
Siyah beyaz olmasını sevmememe rağmen özenli görüntü yönetimi, harika seçilmiş country müzikleri ve diyalogları çok sevdim. Ayrıca tüm oyuncuları, özellikle Bruce Dern’i çok beğendim.
Küçük hayalleri olan insanların yaşamlarına, aileye, paraya ve çevrelerine verdiği değerleri naif bir hikayede zaman zaman gülümseyerek, zaman zaman içiniz burularak izleyeceksiniz.
Biraz süresi uzun gelebilir ama yine de vizyonda kaçırmayın derim.
İyi seyirler,
12 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Stephen Frears
- Tür: Dram,
- Yapım: 2013, ABD, İngiltere, Fransa,
- Oyuncular: Judi Dench, Steve Coogan, Anna Maxwell Martin
- Süre: 98 dk
Oğlunu arayan bir kadının hikâyesi Dünyaca tanınmış bir politika yazarının dikkatini çeker. Oğlu küçük yaştayken kendisinden koparılan kadın yıllarca, bir manastırda yaşamaya zorlanmıştır ve şimdi oğlunu bulmaya kararlıdır?
Oscar ödüllü İngiliz oyuncu Judi Dench’i en son The Best Exotic Marigold Hotel’de izleyip, yine hayran kalmıştık. Philomena’da bu hayranlığım iki katına çıktı diyebilirim. Yine kendisinden beklenildiği üzere mükemmel bir performansa imza atan oyuncu, tüm filmi Steve Coogan ile birlikte sırtlamış.
Gerçek bir hikayeyi anlatan filmin senaryosu, içinde birden fazla ters köşe barındırıyor. Bu anlamda hikayeyi ve senaryoyu sevdim. Ayrıca geçmiş görüntülerin aralara serpiştiriliş şekli de hoşuma gitti. Bu görüntüler hem merak uyandırdı, hem de kurgusal olarak filmi sıradanlıktan kurtardı. Ve müzikler gerçekten çok iyiydi. Yer yer görüntü yönetimini de beğendim.
Dram dozu yüksek filmde beğendiğim çok şey olmasına rağmen bir şeyler eksikti. Ne olduğunu tam olarak anlayamadım ama belki Coogan yerine daha başka bir oyuncu tercih edilebilirdi, belki süre işlenen sürece göre biraz kısa kaldı, belki karakterleri çok tanıyamadık. Bilemiyorum.
Tam tanımlayamadığım eksikliğe rağmen yine de özellikle Judi Dench için izlenesi bir film olmuş diyebilirim.
İyi seyirler,
11 f 2014 | Kısa Kısa, Sinema
İlk Kısa Kısa yazısından sonra ikincisi ile karşınızdayım efenim. Malum Oscarları kimlerin kucaklayacağını öğrenmemize az kaldı. Hal böyle olunca günde 1-2 film izleme ortalamasıyla yaşamaya başladım. Üstüne bir de !F başlayacak. İşim çok dolayısıyla… O nedenle hakkında uzun uzun yazmayı düşünmediğim filmleri tek bir yazıda irdeleyeceğim.
Blue Jasmine
- Yönetmen: Woody Allen,
- Tür: Romantik, Dram,
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular. Cate Blanchett, Alec Baldwin, Sally Hawkins
- Süre: 98 dk
“New York’lu çekici ve göz alıcı bir ev kadını olan Jasmine, milyarder kocası Hal ile birlikte son derece gösterişli bir yaşam sürmektedir. Yatırımcı olarak çalışan Hal, son işlerinden birinde battığında, parasını bu denli cömertçe harcaması nedeniyle büyük bir mali krizin içine sürüklenir ve iflas etmenin eşiğine gelir. Jasmine evi terk eder ve bir süreliğine, San Francisco’nun taşrasında yaşayan üvey kız kardeşinin yanına gider. Tek çıkış yolu burada hayatını tekrar düzene sokup, zenginlik ve lüks içerisinde yaşamaktır. Bu süreçte modacı olarak kısa yoldan zengin olmayı ya da varlıklı birileriyle tanışmayı dener ancak içerisinde bulunduğu depresyona alkol ve antidepresan bağımlılığı da eklenince kendisini büyük bir karmaşanın tam ortasında bulur.”
Bu sene üç dalda Oscar adayı olan film, ortalama-vasat arası Woody Allen işlerinden biri. Sırtını Cate Blanchett’in üstün performansına dayayan film, mizah-dram dozajları dengeli duygusu ve kurgusuyla artı puanları alsa da, karikatürize edilmiş yan rolleri (Woody Allen klasiği absürd tarz) ve sıradan hikayesiyle puanlarını kaybediyor. Filmle ilgili tek aklımda yer eden Cate Blanchett’in oynamaktan ziyade yaşadığı nevrotik kadın performansı ve özellikle final monologu. Filmi izlemek için en önemli (belki tek) neden de bu oyunculuk başarısı.
Agust : Osage Country / Aile Sırları
- Yönetmen: John Wells,
- Tür: Dram,
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular. Meryl Streep, Julia Roberts, Ewan McGregor
- Süre: 121 dk
“Weston ailesi tam bir karmaşa ve kaos içerisindedir. Beverly ve Violet Weston’ın üç kızı ve bir torunu vardır ve günleri bir hayli şamatalı geçmektedir. Tüm aile biraraya gelir ve Ağustos ayında Oklahoma’da büyük bir evde geçirecekleri bir tatile çıkar. Ancak bu kalabalık bir araya geldiğinde cennet gibi bir tatili hayal etmek imkansızdır. İlaç bağımlısı Violet’ın çocuklarıyla, özellikle de Barbara ile pek de iyi bir ilişkisi yoktur ve sürekli tartışmaktadırlar. Ailenin en büyük kızları ise, kendisini aldatan kocasıyla ve ergenliğe giren kızının sorunlarıyla uğraşmaktadır. Her bir aile ferdinin kendini aşacak sorunları vardır ve gidişat tüm ailenin dengesini sarsar. Weston ailesi, geleceklerini tamamen değiştirecek bir yere doğru sürüklenmeye başlar…”
Senaryoyu okuyacak olsak dramı dozu çok fazla gelir, fakat olan biten öyle bir karmaşa içinde ve Meryl Streep öyle çatlak bir kadını oynuyor ki, izlediğimiz hikaye dram-kara mizah-komedi üçgeni içinde bir yerlerde gidip geliyor. Tony ödüllü Brodway oyunun sinema uyarlaması olan filmin oyuncu kadrosu yıldız takımı gibi, görüntü (özellikle ışık) yönetimi mükemmele yakın, tek aile üzerinden anlattığı bir dolu hikaye ile içi dolu bir senaryosu var fakat Streep’in oyunculuğunu biraz abartılı buldum. Bu nedenle, Streep’in ekrana geldiği sahnelerde hikayeye konsantrasyonumu çok kaybettim. Julia Roberts ne denli doğal bir oyunculuk sergilediyse, Meryl Streep de o derece yapaydı bence.
Before Midnight / Geceyarısından Önce
- Yönetmen: Richard Linklater,
- Tür: Dram, Romantik
- Yapım: 2013, ABD, Yunanistan
- Oyuncular. Julie Delpy, Ethan Hawke, Seamus Davey-Fitzpatrick
- Süre: 108 dk
“Paris’teki ikinci buluşmanın ardından Jesse ve Celine bir kez daha vedalaşıp kendi yollarına devam eder. İlk buluşmanın ardından geçen uzun yılların ardından tekrar, bu kez Yunanistan’da karşılaştığımız ikili, bu süreçte bir yığın değişim yaşamış, çeşitli sürprizlerin yaşanacağı bir hayata doğru yelken açmıştır. Tüm sorunlara ve değişikliklere rağmen, değişmeyen tek şey ise birbirlerine duydukları naif aşktır. Yunanistan’da geçirdikleri bir tatil günü, geçmişlerini muhakeme edip ilişkilerini masaya yatırdıkları içten bir sohbete tanık olacaktır.”
Before Sunrise ve Before Sunset’ten sonra üçlemenin son filminde çiftimiz evli ve çocuklu haldeler. Uzun sohbetlere tanık olduğumuz kesintisiz planlarla pek keyifli bir film olan Before Midnight, oyuncuların upuzun sahnelerdeki performanslarıyla göz dolduruyor. Bu kadar gerçek hissiyatı veren ilişki film(ler)i daha izlememişizdir sanıyorum, zira Julie Delpy çok beğendiğim ve ünlü bir oyuncu olmasına rağmen, her “before” filminde gerçekten Jesse ve Celine’in aşık olduklarını ve bir filmi değil de, gerçekten olanları izliyormuşum hissine kapılıyorum. İkilinin her filmde gelişen ve değişen hayat görüşleri, aşkları, pişmanlıkları, olgunlukları öyle doğru tespitlerle aktarılıyor ki, senaryo ayakta alkışlanmayı hak ediyor. Diyalog filmi sevenlere üç filmi kronolojik sırayla izlemelerini tavsiye ediyorum. Hatta sinefil çiftler için güzel bir 14 Şubat planı bile olabilir…
30 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Spike Jonze
- Yapım: 2013, ABD
- Tür: Dram, Romantik
- Oyuncular: Joaquin Phoenix, Scarlett Johansson, Amy Adams
- Süre: 120 dk
“Theodore Twombly hayatını, yakın gelecekte nadir bulunan bir şeye dönüşecek olan el yazımı mektupları yazarak kazanmaktadır. Ve bugünlerde artık insanların işlerini bilgisayar programları yerine getirmektedir. Theodore, karısından boşandıktan sonra bir apartman dairesinde tek başına yaşamaya başlar ve bir gün karşılaştığı bir teknoloji reklamıyla birlikte hayatı değişir. Kusursuz bir yapay zeka sistemi sunan yeni bir telefon modeli, onu son derece çekici bir kadın olan Samantha ile tanıştırır. Sanal bir varlık olan Samantha, Theodore’u dünya ve hayat üzerine sorduğu sorularla bambaşka bir gerçeklikle tanıştırır. Ağır bir depresyonun içerisinde olan Theodore, yavaş yavaş hayatın keyifli yanlarını fark etmeye başlarken yapay zeka programıyla arasındaki ilişki de gitgide tuhaflaşır.
1999’da Being John Malkovich filmiyle Oscar adaylığı kazanan çok yönlü sinemacı Spike Jonze’un son uzun metrajlı filmi, yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazarın dram ve komediyle yoğrulan öyküsünü beyazperdeye taşıyor. Filmin başrolünde Joaquin Phoenix yer alırken, Scarlett Johansson da gizemli bilgisayar uygulamasına sesiyle hayat veriyor.”
Çok beğendiğim filmlerin yorumunu yazarken zorlanıyorum, zira ne kadar iyi olduğunu izlemeden anlamanız zor gibi geliyor.
Spike Jonze senenin en beğendiğim, en çarpıcı ve en melankolik filmlerinden birine imza atmış. Senaryo bence kusursuz. Derdini, anlatmak istediklerini öyle temiz ve nokta atışlarıyla anlatıyor ki, ne bir eksik, ne bir fazla.
Bilmediğimiz bir yakın gelecekte geçen film, Los Angeles’ın silüetiyle tamamlanmış ama bilim kurgu gelecekleri gibi abartılar yerine daha sade bir gelecek tasarlanmış. Hem mekan seçimleri, hem kıyafetler (yüksek beller ve ana renkler geri dönmüş, malum moda tekrar eder), hem teknolojik gelişmelerle yaratılan bu geleceği hemen içselleştirmemiz için harika görüntü yönetimi yapmış Hoyte Van Hoytema. Hem iç mekan çekimlerinde, hem dış mekanlarda ışık kullanımı çok başarılıydı. Hele finalde gün ışığında uçuşan o toz zerrecikleri…
İnsanın boğazına koskoca bir yumruk tıkayan filmde halihazırda çok beğendiğim Joaquin Phoenix inanılmaz bir iş çıkarıyor. Film boyunca beni defalarca ağlatan Phoenix, karşısında bir oyuncu olmadan aşkı maksimum bu kadar iyi anlatabilirdi diye düşünüyorum ve Oscar adaylığı almamasına inanamıyorum! The Master’daki performansını da çok çok başarılı bulmuştum ve henüz kısa bir zaman geçmişken, Thedore rolüyle kendi başarısının üstüne çıktığını düşünüyorum.
Filmin naif, romantik, melankolik ve sade haline hizmet eden Arcade Fire grubunun imzası bulunan müziklerini filmden bağımsız olarak mutlaka dinlemelisiniz. Ayrıca Scarlett Johansson ve Phoenix’in beraber söylediği The Moon Song, gerçekten hem filmi, hem filmin vurguladığı yalnızlık duygusunu öyle bir anlattı ki… Aşağıya ekledim.
Her şeyini beğendiğim filmde Scarlett Johansson’a ayrı bir parantez açmalıyım. Zira hiç görünmeyip, sadece sesiyle var ettiği Samantha’ya öyle bir ruh veriyor ki film boyunca hiç sorgulamadan inanıp izliyorsunuz (dinliyorsunuz). Amy Adams ise duru oyunculuğu ile bekleneni veriyor.
İzledikten günler sonra bile kafamı meşgul etmeye devam eden, büyük bir boşluğa düşüren bu filmi mutlaka izleyin. Senenin ve belki uzun yılların başyapıtlarından olduğunu düşünüyorum.
İyi seyirler,
httpv://www.youtube.com/watch?v=Ml00a-o6VDI
29 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Destin Cretton
- Yapım: 2013, ABD
- Tür: Dram
- Oyuncular: Brie Larson, John Gallagher Jr, Kaitlyn Dever, Rami Malek, Keith Stanfield, Melora Walters
- Süre: 96 dk
“Tek katlı bahçeli bir evden yarı çıplak koşarak kaçan bir yeniyetmeyle açılıyor film. Gözetim altında tutulması gereken, risk sınırındaki gençlerin bakıldığı bir merkezdeyiz. Duygusal ve fiziksel yaralarla yaşayan bu çocuklarla ilgilenen Grace ve Mason, aynı merkezde çalışan ve birlikte yaşayan iki sevgilidir. İşlerine ve birbirlerine tutkuyla bağlı olmalarının yanında, özel hayatlarında belli belirsiz bir gerginlik yaşıyorlar. Grace, bakımevine yeni gelen bir kız çocuğuyla bağ kurar. Onun hayatını normalleştirme çabasının kendi hayatına da dokunuyor olduğunu zamanla fark eder. Sıkıntılı geçmişi, onu öngöremediği bir geleceğe taşıyacaktır. Kısa Dönem 12, Amerika?nın en büyük bağımsız film festivallerinden birini bünyesinde barındıran SXSW?de, hem Jüri Büyük Ödülü?nü hem de İzleyici Ödülü?nü aldı.”
Bu senenin bağımsızları arasında çok konuşulan film, çocuk bakım evinde çalışan Grace’i merkez alarak hem merkezdeki çocukları ve sorunlarını, hem de kadının kendi sorunlarını ele alıyor. Giriş ve kapanış sekanslarına bayıldığım filmin yönetmeni ve senaristi kısa filmleriyle ünlü Destin Cretton.
Cretton oldukça sade olan senaryosunu abartısız ve samimi bir dille anlatmış. Hayatın acı yanlarından kesitler sunan film konusu itibariyle dramaya çok yatkınken, Cretton duyguları abartmadan, olduğu gibi yansıtmayı seçmiş. Bu sadelik oyunculuklara da yansıyınca ortaya bu senenin en iyi seyirliklerinden biri çıkmış.
Filmin tamamını çok beğendim. Oyuncular, senaryo, kurgu… Hepsi iyiydi. Vizyonda şans bulamayacak gibi görünen filmi !f Film Festivali’nde kaçırmayın derim.
İyi seyirler,
- Not: Filmde Mason ve Marcus’un rap yaptığı sahne (aşağıda) ve Jayden’ın ahtapot hikayesi sahnesi çok beğendim.
- Not2: John Gallagher Jr Halil Sezai’ye çok benzemiyor mu?
httpv://www.youtube.com/watch?v=Mftc6GS1CWw
29 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Jean-Marc Vallée
- Yapım: ABD, 2013
- Tür: Biyografik, dram
- Oyuncular: Matthew McConaughey, Jennifer Garner, Jared Leto
- Süre: 117 dk
“Film, uyuşturucu bağımlısı ve HIV taşıyıcısı Ron Woodroof’un hayatından esinleniyor. Ron Woodroof’a 1986 yılında AIDS yüzünden 30 günlük ömür biçilir. Teşhiş sonrası FDA kurumundan yasal onaylı olarak kullanabileceği tek ilaç olan AZT’yi almaya başlayan Ron hızla ölümün eşiğine doğru sürüklendiğini fark eder. Çareyi ABD’de yasal olmayan ama dünyanın dört bir yanında bulunan, doğal ilaçlara başvurmakta bulur. Kendisiyle ilgilenen doktorlardan biri olan arkadaşı Eve Saks’ın da yardımıyla Ron farkıdna olmadan çevresindeki hastalar içinde bir iletişim ve satış ağı kurmuş olur. “Dallas Buyers Club” olarak bilinen bu oluşum FDA’nın tedavisi yerine alternatif tıbbı tercih edenlerin çaresi olur ve dahası hastalar üzerinde onaylı AZT’den daha çok işe yarar. Fakat durum çok geçmeden fark edilir ve ilaç firmaları ve FDA Ron’a karşı büyük bir savaş açar.
Film 30 günlük ömrü kaldı dendikten sonra kendi doğal yöntemleriyle 2191 gün daha yaşamayı başaran Ron Woodroof’un kişisel mücadelesine odaklanıyor.”
Filmografisi pek de kalabalık olmayan yönetmen Jean-Marc Vallee’nin son filmi Dallas Buyers club, AIDS olduğunu öğrenen bir adamın yaşam mücadelesini anlatıyor. Kalan 30 günlük ömrünü kendi yöntemleriyle 2191 güne çıkarıp, ilaç sektörü ve sağlık sistemini ilişkin derin eleştirilerde bulunuyor.
Gerçek bir hikayeden yola çıkan filmde, kuşkusuz en çok konuşulan konu Matthew McConaughey ve Jared Leto’nun performansları. Hali hazırda her ikisine de Oscar adaylığı getiren, hem karakter yönetimi hem de fiziksel değişimleri anlamında zirveye çıktıkları filmi bu iki oyuncunun sırtladığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle mimiklerinden çok vücuduyla görmeye alışkın olduğumuz, yakışıklılık kategorisinden oyuncu olduğunu düşündüğümüz McConaughey’in fiziksel dönüşümü (yaklaşık 20 kilo vermiş) ve oyunculuğu hayranlık uyandırıcı. Ayrıca Leto’nun filmin başlarındaki hali ile sonlarına doğru hastalığının artmasıyla kararan ruh halini yansıtışı gerçekten iyiydi.
Filmin başlangıcı biraz uzun, sonucu ise biraz kısa tutulmuş gibi geldi fakat gelişme bölümünün oldukça iyi kotarıldığını söyleyebilirim. Kurgu olarak biraz boşluklu ve zaman zaman dram dozu çok ağırlaşıyor olsa da, izlemesi zor bir film olmamış. Orijinal senaryo, kurgu ve makyaj dallarında da Oscar adayı olan filmin, en iyi filmde bir iddiası olmasa da oyunculuk dallarında ödül alabileceğini düşünüyorum. Ayrıca hem görüntü yönetimi, hem de kostüm-makyaj seçimlerini fena bulmadım.
Vizyonda ve !f Film Festivali’nde yer bulacak filmi izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
29 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Martin Scorsese
- Yapım: ABD,2013
- Tür: Biyografik, Dram, Polisiye,
- Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Jonah Hill, Margot Robbie,
- Süre: 180 dk
“Jordan Belfort 24 yaşında genç ve hırslı bir adamdır. Para kazanma arzusuyla Wall Street borsasında önce komisyoncu ve ardından Stratton Oakmont adında bir yatırımcı firmasında zengin olmak için her şeyi yapmaya hazır bir CEO olur. 90’ların en hızlı günleridir ve New York işlem salonunda her şey olabilmektedir. Önemsiz tahvillerle birçok yatırımcıyı aldatarak, Belfort kısa zamanda bir para makinasına ve aynı zamanda bir harcama makinasına dönüşür. Bir günde hesapları milyon dolarlarla doldururken o gece hepsini aynı hızda harcayabilir. Profesyonel hayatının yanı sıra uyuşturucu, fahişeler, son derece pahalı lüks fantezilerle dolu kirli bir oyunun içindedir. Bu karakterin hayatındaki her şey abartılı bir şekilde devam ederken, çöküş ise çok uzakta değildir…”
Amerikan borsasında komisyoncu olan Jordan Belfort’un biyografisinden uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda Martin Scorsese var. Çalışkan yönetmen her filminde üzerine bir şeyler koyuyor ve her seferinde seyir keyfi daha da yükselen filmler yapıyor sanki.
The Wolf of Wall Street enerjisi ile upuzun (yaklaşık 3 saat) süresine rağmen hiç sıkmadan izlenebiliyor. Aslında bir yükseliş ve sonrasında çöküş hikayesi izlerken, harika kurgusuyla bir saniye bile filmden kopmadım ve yer yer işlenen komedi unsurlarıyla bir hayli gülümsedim.
Jordan Belfort’un hikayesi üzerinden Wall Street’in kirli yüzü ile hırs ve para aşkını konu alan film seks, küfür ve uyuşturucuyu bol bol kullanıyor. Kimilerini rahatsız etmiş olabilir ama benim rahatsız olduğum herhangi bir sahne olmadı. Wall Street’in o kalabalığı ve hareketi , ve de komisyoncuların yaşadığı şaşalı ve hareketli hayatı seyirciye birebir geçiren yönetmenin bir kısmı rahatsız eden bu ögeleri kullanmaması durumunda filmin eksik kalacağını bile düşünüyorum.
Ve gelelim Leonardo DiCaprio’ya. Halihazırda zaten beğenirdim kendisini fakat bu filmde her şeyini ortaya koymuş. Şirketteki konuşmaları, uyuşturucu sonrası sahneleri, gözlerinden akan hırs… Gerçekten çok çok iyiydi. Oscar heykelciğine çok yakın olduğunu düşünüyorum. DiCaprio dışında Jonah Hill ve Margot Robbie’de isteneni vermişti fakat öyle abartılı başarıları yoktu.
Senenin en iyi seyirliklerinden biri olduğunu düşündüğüm filmi izlemenizi tavsiye ederim.
İzleyeceklere bir not (OscarBoy’a teşekkürlerimle,): Final sahnesinde DiCaprio’yu konuşma için sahneye davet eden kişi Jordan Belfort’un kendisiymiş. Fyi,
29 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Steve McQueen (II)
- Yapım: 2013 ABD
- Tür: Dram, tarihi
- Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Lupita Nyong’o
- Süre: 133 dk
“1841’de New York’ta yaşayan Solomon Northup, kendisini müziğe adamış siyahi bir adamdır. Ailesiyle birlikte yaşayan Solomon, özgür yaşayan ve istediği şeyleri yapabildiği için mutlu bir adamdır. Fakat bir gün bir müzik işi için 2 adam ile tanışır ve çalışmak için Washington’a gider. İnandığı medeni dünya alt üst olur çünkü kendisini kaçırıp Güney’de bir çiflikte köle olarak çalışması için satarlar. Özgürlüğünü korumak için verdiği tüm emekler ve mücadele yerle bir olmuş, hayatı kabusa dönmüştür. Bu cehennemde Solomon acıyı, şiddeti, küçük düşürülmeyi yeniden öğrenecek ve isyan etmeye cesareti olmayan bir grup insanın umutsuzluğuna şahit olacaktır.”
Hunger ve Shame filmleri ile ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu kanıtlayan Steve McQueen, yine çok başarılı bir yapımla karşımızda. Gerçek bir olayı anlatan kitaptan yola çıkarak çektiği film 12 Yıllık Esaret, özgür bir adamın köle olmasını ve geçirdiği 12 yılda yaşadıklarından kesitleri sunuyor. McQueen’in gerçekçi tarzı, uzun sayılabilecek film boyunca defalarca gözlerinizin dolmasına, boğazınızın düğümlenmesine neden oluyor.
Filmi hem başrol oyuncusu Chiwetel Ejiofor, hem de yan rollerdeki Michael Fassbender ve Lupita Nyong’o sırtlamış. Özellikle Ejiofor gözleriyle bile yaşadığı acıları geçirebildi izleyicilere. Çok etkileyici performansı vardı. Michael Fassbender ise aslında kötü bir karakteri içinde bulunduğu güç kaygısı, hırs ve duyduğu aşk ile birlikte o kadar iyi yansıttı ki, kölelere işkence yapacak kadar kötü bir adamla zaman zaman empati kurmamızı sağladı.
Oyuncu seçimi açısından tek yanlışın hem kendisine hem oyunculuğuna bayıldığım Brad Pitt olduğunu düşünüyorum. Zira hikayede çok önemli bir yere sahip olsa da kısacık olan rolünde yama gibi durmuştu.
Filmin kurgusu giriş bölümündeki flashback dışında sadeydi. Görüntü yönetimi ise muazzamdı. Salt mum ışığıyla çekilen sahneler ve gündüz çekimleri etkileyiciydi. Ayrıca kostümler ve prodüksiyon tasarımı da özenli ve zengindi. Müziklerde Hans Zimmer imzası vardı. Sevmemek mümkün değil. Ayrıca aşağıya bir bölümünü eklediğim mezar başında söyledikleri şarkı ve o sahnedeki Eijofor’un performansını çok başarılıydı.
9 dalda Oscar adayı olan filmin, en azından 3 ödül alacağını düşünüyorum. Vizyondayken izleyin derim,
İyi seyirler,
httpv://www.youtube.com/watch?v=mAZhQQN758g
21 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Paul Greengrass
- Tür: Gerilim, dram
- Yapım: ABD, 2013
- Oyuncular: Tom Hanks, Barkhad Abdi
- Süre: 134 dk
“2009 senesinin Nisan ayında yola çıkan MV Maersk Alabama isimli Amerikan kargo gemisi, Somali’nin doğu kıyılarında korsanlar tarafından saldırıya uğrar. Bu durum Amerikalılar’ın yaklaşık 200 yüzyıldır başına gelmeyen türden bir korsan saldırısıdır. Geminin dümenindeki deneyimli kaptan Richard Phillips, tayfasını kurtarabilmek için kendini rehine olarak feda eder. Korsan grubuyla, özellikle de liderleri Muse ile psikolojik bir savaşın içerisinde yer aldığı bu süreç, kendisini kurtarmaya çalışan bir kurtarma ekibinin de eşzamanlı çabasıyla oldukça yüksek tansiyonlu anlara ev sahipliği yapacaktır.”
Bu seneki Oscar’ın balonu da bu film sanırım. Olduğunun 10 katı abartılan filmi, aslında fragramanından bile neler olacağını az çok kestirerek izledim. Yine bir “God bless America” yapımı, yine ortalama oyunculuğuyla Tom Hanks, yine bilindik son.
Hikaye daha önce defalarca benzerini izlediğimiz bir korsan hikayesi. Gerçek bir hikayeymiş. Kurgu sıradan. Görüntüler ve teknikler sıradan. Oyunculardan Barkhad Abdi filmin tek iyi yanı. Onun dışında Tom Hanks çok sıradan. Neye istinaden kurgu, senaryo, en iyi film gibi dallarda Oscar adayı olduğunu anlamak zor. Bir tek ses konusunda fena olmadığını söyleyebilirim, o kadar.
Ben izlerken zaten yeterince vakit kaybettim, bir de yazarak kaybetmek istemiyorum.
Siz de vaktinizi boşa harcamayın derim.
20 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: David O.Russell
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: ABD, 2013
- Oyuncular: Christian Bale, Bradley Cooper, Amy Adams, Jennifer Lawrence, Jeremy Renner
- Süre: 137 dk
“1970’lerde geçen gerçek bir hikayeden uyarlanan filmde usta dolandırıcı Irving Rosenfeld ve ortağı Sydney Prosser genç ve yetenekli bir FBI ajanı olan Richie DiMaso tarafından yakalanır. Hüküm giymemelerinin ise tek bir yolu vardır: FBI için çalışmak… FBI’ın üst kademeli yöneticilerinden gelen bu teklifi kabul ederler; görevleri ise kendileri gibi usta bir şekilde dolandırıcılık yapan kimi insanları teşhis etmektir. Ajan DiMaso ve çalışma arkadaşları tarafından hazırlanan plana göre, bir kumar cenneti olan Arap Şeyhi?nin yönettiği Atlantic City’de ünlü kumarcıların katıldığı geniş çaplı bir oyun organize edeceklerdir. Başlarda son derece masumane ve zekice görünen bu plan, zamanla değişime uğramaya başlar.”
David O.Russell filmleriyle ilgili yorum yazarken zorlanıyorum. Çünkü neyi ne kadar beğendiğimi kafamda oturtamıyorum. Ama sırayla gidelim.
Yönetmenin Tesadüfler ve Üç Kral gibi pek de parlak olmayan filmlerinden sonra, 6 yıl ara verip geri dönüş yaptığı The Fighter, bir dolu ödül kucaklamıştı. Klasik dövüş filmlerinin yerine ağır bir aile dramasının üzerine temellendirilmiş bir hikayesi vardı. İki sene sonra gelen Silver Linings Playbook ise tam anlamıyla parladığı film oldu. Burada da romantik komedi anlayışına edebi ve sanatsal bir bakış açısı getirmişti. Şimdi, bir yıl sonra, yönetmen Fighter ve Silver L.P’daki başrolleriyle birlikte bir düzenbazlık hikayesi olan American Hustle ile karşımızda.
Diğer filmlerine nazaran daha az gerçekçi, karikatürize edilmiş karakterlerle dolu bir film var karşımızda. Üstüne 70lerin hem yaşam tarzı, hem moda anlayışı bakımından abartılı hali arka plana konulunca, film bir düzenbazlık hikayesinden çok komedi-müzikal etkisi vermiş. Yönetmenin istediğinin bu olmadığını ve karmaşa yaşadığını düşünüyorum. Bu karmaşa olduğu gibi bana geçti. Dolayısıyla filmle ilgili düşüncelerim karman çorman oldu.
Benim için hikaye bir işin olmazsa olmazı. Hikaye bu denli havada kalmışken sürenin bu kadar çok uzatılması da yorucu oldu. Çok çok daha kısa tutulabilirdi film, izlerken bu sahne olmasaydı da olurdu dediğim bir çok yer vardı.
Oyuncularını doğaçlama konusunda cesaretlendirdiği bilinen yönetmen, bu filmde de sırtını en çok onlara dayıyor. Sırayla bahsetmem gerekirse;
Christian Bale‘i değişmiş görüntüsüyle birlikte iyi buldum ama o kadar. Üzerine uzun uzun yazabileceğim bir performansı, örneğin bir Fighter performansı yoktu.
Filmin diğer erkek başrolü Bradley Cooper’ı ise oynadığı karakterlerle bir türlü kafamda oturtamıyorum. Her ekrana gelişinde, suratında “gülmemi tutuyorum” ve “ben niye buradayım” ifadeleri var gibi geliyor. Sanki komedi filmlerindeki o beceriksiz, nasıl ajan olduğunu anlayamadığımız tiplemeler gibiydi bu filmde. Adama ben zerre inanmadım, nasıl o kadar parayı emanet etti koskoca FBI? Bunlar hep soru işareti oldu. Hangover serisinden sonra ciddi filmlere henüz adapte olamadı sanıyorum. Hangi akla hizmet Oscar adaylığı aldı, onu da bilemiyorum.
Amy Adams’a gelince. Açık söyleyeyim abartılı dekoltesini incelemekten suratına her zaman bakamadım. Bundan mıdır nedir, kendisi itiraf edene kadar İngiliz aksanı taklidi yaptığını bile anlamamıştım. Bu aksan meselesi dışında, rolünü olması gerektiği kadar oynadı ve inandırıcı bir aşık kadın performansı çıkardı. Bu sene Her’deki duru performansı ve American Hustle’daki işiyle övgüleri hak ettiğini düşünüyorum. Ama Oscar alacak kadar mı? Sanmıyorum.
Ve gelelim filmin yıldızına. Henüz 23 yaşında olmasına rağmen Jennifer Lawrence o kadar başarılı ki. Bakışları, duruşu, konuşma tarzı. Bu filmin ayakları en yere basan karakterine o hayat verdi. Winter’s Bone‘da ne kadar iyi bir oyuncu olduğunun ilk sinyalini vermişti, ardından yine başarılı işlere imza attı. Geçen sene Oscar’ı hakkıyla kucakladı. Her canlandırdığı karaktere büyük bir derinlik katan oyuncu Rosalyn rolünde de çok çok başarılıydı.
En iyi film, yönetmen ve oyunculuklar dışında (ki yukarıda bahsi geçen 4 oyuncu da aday şu anda) orijinal senaryo, kurgu, prodüksiyon tasarımı, kostüm tasarımı kategorilerinde de aday olan film, iyi bir seyirlik ama senenin en iyisi kesinlikle değil. Hatta ilk 10’a bile girmiyor bence.
Tek bir cümleyle özetlemem gerekirse; İzlemesi keyifli, uzunluğuna rağmen tahammül edilebilir, kostümleri ve ünlü oyuncularıyla ortalama bir Hollywood filmi.
İyi seyirler.
10 f 2014 | Sinema
- Yönetmen: Alfonso Cuaron
- Tür: Bilimkurgu
- Yapım: ABD, İngiltere 2013
- Oyuncular: Sandra Bullock, George Clooney, Ed Harris
- Süre: 90 dk
“Dr. Ryan Stone zeki bir tıp mühendisidir ve emekliliğinden önce son görevine çıkan yetenekli ve deneyimli astronot Matt Kowalsky’nin yönetimindeki mekikte ilk uzay yolculuğuna çıkar. Herşey yolunda gibi görünürken rutin bir keşif yürüyüşü sırasında bir felaket yaşanır. Mekik çarpan bir cisim sonucu paramparça olur. İki bilim insanı uzay boşluğunda yapayalnız kalırlar. Yeryüzü ile iletişimleri tamamen kopmuştur ve sonsuz karanlıkla başbaşadırlar. Şimdi korkunun yerini panik alır, üstelik var olan sınırlı oksijenleri de gitgide tükenmektedir. İkili eve, dünyaya dönüş yolunu bulabilecek midir? “
Filmi sinemada 3D olarak izleyip etkilenmeyen birilerinin olabileceğini sanmıyorum. Konuya böyle bodoslama girdim ama son yılların en iyi açılış sekansını izledik. Net. Ve uzun yıllar geçse de unutulmayacak bir deneyim oldu. Uzayda, yerçekimsiz ortamı iliklerimize kadar hissedip gerim gerim gerildik.
Filmin kullandığı teknolojiye hakikaten şapka çıkarmak lazım. Öyle başarılılardı ki, ilk defa bir 3D filmde, bir çarpışma anında refleks olarak gözlerimi kapadım. Ayrıca neredeyse tamamı yerçekimsiz ortamda geçen sahnelerde gerçekçilik çok iyi yakalanmıştı.
Bu denli gerçek göstermeyi başardıkları hikayeyi anlatılırken no-name oyuncuların kullanılması daha iyi olabilirdi belki ama Sandra Bullock kendinden beklenmeyecek kadar iyi, George Clooney ise kendisinden beklenecek kadar ortalama oyunculuklarıyla işi kotardılar. Aşağıdaki videoyu izledikten sonra gerçekten oyunculuklara pek laf edesi gelmiyor insanın. Light box teknolojisinin kullanıldığı çekimlerde duyguyu bu denli geçirebilmenin büyük bir başarı olmasının yanı sıra, Sandra Bullock’un fiziksel kapasitesi de alkışı hakediyor.
Görüntü yönetimindeki Emmanuel Lubezki zaten A Tree Of Life ile gönlümüzü fethetmişti fakat bu filme yönetmeninden çok daha fazla katkıda bulunmuş ve çok iyi iş çıkarmış.
Teknik kategoriler ve görüntü yönetimi konusunda kesin olarak; kurgu, kadın oyuncu, yönetmen ve en iyi film kategorilerinde ise yüksek ihtimalde adaylık alacağını düşündüğüm filmi gerçekten beğendim.
Senaryonun altyapısal boşlukları soru işareti olsa da, amaç bir uzay survivalı çekmek ve bu sürecin gerilimini izleyiciye yansıtmaksa, başarılı olunmuş.
Film vizyondan çıkalı çok oldu ve 3D-DVD olayına pek hakim değilim ama ne yapıp edip izleyin derim.
İyi seyirler,
httpv://www.youtube.com/watch?v=QxHc8Ns5g1c
16 f 2013 | Anasayfa, Sinema
Geldik yeni bir sezon başlangıcına daha ve izlememizi tavsiye ettikleri bir dolu şey var. Ben geçen senelerde olduğu gibi yine kısaca kendi beğenilerimi yazayım istedim.
Bizim kanallarımızla başlamak gerekirse, yeni başlayan dizilerden bu sene ilgimi çeken pek fazla iş yok açıkçası. İşler Güçler, Behzat Ç., Leyla ile Mecnun kalitesi ve tadında bir şey henüz yakalamış değilim. Fakat ilk iki bölümü ile merak uyandıran Kayıp, baya iyi bir işe benziyor, takip ediyorum. Onun dışında denk gelirsem Yalan Dünya ve Bir Kadın Bir Erkek izliyorum. Ayrıca Güneşi Gördüm ve MedCezir’e de göz ucuyla bakmaktayım.
Diziler dışında, Okan Bayülgen haftada 3 gece program yapacağını söyledi ve geçen senelerdeki konseptte olacağını belirtti. Dolayısıyla kendisinin Makine Kafa, Muhallebi Kafa ve Çıplak Kafa programlarını ara ara da olsa izleyeceğim demektir. Bir de pek çok kişi esprilerini bayat bulsa da BKM Mutfak ekibinin gece şovu 3 Adam‘ı, Acun Medya’ya geçişi canımı sıkıyor olsa da, izliyorum.
Yabancı dizilere bakacak olursak, artık kabak tadı vermiş olsa da bunca senenin hatırına devam ettiğim How I Met Your Mother‘ın 9.sezonunu izliyorum. Son 3 sezonu son sezon diyerek izledik, o nedenle artık son mu bilmiyorum ama izleyip göreceğim. 7.sezonunda olan Big Bang Theory, 3.sezonundaki Two Broke Girls ve 5.sezonuyla devam eden Modern Family izlemeye devam ettiğim diziler.
Ayrıca 22 Ekim’de 4.sezonuna devam edecek olan Pretty Little Liars ve 2014te 3.sezonu başlayacak olan Girls‘ü merakla beklemekteyim. Bir de artık çok fazla kişiden tavsiyesini duyduğum Breaking Bad’i, bitmiş olsa da, izleyeceğim.
Bu sene televizyon/dizi programım pek yoğun değil. Hatta önceki senelere göre baya az. Filmlere daha çok vakit ayıracağım gibi gözüküyor.
Sezon arasında yine yazarım. Tavsiyelere de açığım.
İyi seyirler,
16 f 2013 | Sinema
- Yönetmen : Mahmut Fazıl Coşkun
- Tür: Dram, Komedi
- Yapım: 2013, Türkiye/ Almanya
- Oyuncular: Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak
- Süre: 96 dk
“Yetmişli yılların popüler şarkılarını söyleyen Yavuz artık kariyerinde bir çöküş eşiğine düşmüş ve bir alışveriş merkezinin zemin katında, küçük bir ses sistemi eşliğinde, düzensiz aralıklarla müşterilere şarkılar söylemektedir. Bunun yanı sıra bir belediyenin düzenlediği ücretsiz müzik kursunda katılımcılara müzik dersleri vermektedir.
Neşe, Yavuz?un belediye kursundan öğrencisidir. Marketlerde sucuk standında müşterilere sucuk tanıtımı yapmaktadır.
Yavuz, Yozgat?ta açılan bir gazinoda şarkı söylemesi için teklif alır. Neşe, Yavuz?a kendisinin de çalışmak istediğini söyleyip, birlikte gidebilmek için teklifte bulunur.
Yavuz ve Neşe birlikte Yozgat?a giderler. İkili bir süre sonra Yozgat?ta yaşayan berberlik yapan Sabri?yle (30) tanışırlar. Sabri?nin hayatında iki amacı vardır; bir kızla evlenmek ve kendi kuaför dükkanını açmak.
Yozgat?ta, İstanbul?dan gelen iki şarkıcı ve bir berber arasında kimi zaman dramatik kimi zaman da komik olaylar gelişmeye başlar.”
İstanbul Film Festivali’nde “Uzak İhtimal” filmi ile Altın Lale En İyi Yönetmen ödülü alan Mahmut Fazıl Coşkun‘un ikinci filmi olan Yozgat Blues, sıcak ve samimi bir hikayeyi beyaz perdeye taşıyor. İstanbul Modern’deki Biz De Varız! sinema günlerinde izlediğim film için ciddi bir kalabalığı yarmamız ve yer bulmak için koşturmamız gerekti.
Film sonunda senaryoyu Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun ile birlikte yazan Tarık Tufan ve Yapımcı Halil Kardeş söyleşi için geldiler. Dolayısıyla yazıda onlardan aldığımız bilgileri de ekleyeceğim.
Film, ilk dakikasından son ana kadar izleyiciyi yakalamayı Ercan Kesal‘ın mükemmel oyunculuğuyla başarıyor. Dolayısıyla önce kendisiyle başlamalıyım. İstanbul ve Altın Koza Film Festivallerinde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü bileğinin hakkıyla alan oyuncu, filme sonraları dahil olmuş, çokta iyi olmuş. Sevdiği kıza açılamayan, hakettiğini düşündüğü değeri bulamayan, kendini zor ifade eden, yaşı ilerlemiş ve birçok şeyi kaçırmış olan adamı bu kadar iyi oynayabilirdi. Çok çok çok iyiydi.
Kesal’a başrolde eşlik eden ve aslında hikayenin ana karakteri olan Neşe’ye hayat veren Ayça Damgacı‘da benzer şekilde oyunculuğuyla göz doldurdu. Fakat bu noktada, Neşe’nin Yozgat’tan önceki hayatıyla ilgili sadece bir-iki dakikada; sucuk sattığını ve belediyenin verdiği ve Ercan Kesal’ın canlandırdığı Yavuz’un hocalık yaptığı müzik kursuna katıldığını görüyoruz. Hikayenin devamındaki tüm gelişmeler Neşe’ye bağlı olduğundan, onun geçmişiyle ilgili biraz daha bilgimiz olsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Çünkü ben filmin sonuna kadar Neşe’yi kafamda oturtamadım. Bir adamla aynı otel odasında kalacak kadar açık görüşlü, blues yapacak kadar müzik bilgisi var, ama Yozgat’ta evlenmeyi düşünüyor? Pek eşleştiremedim parçaları.
Bu eşleştirememeler benim fazla deşmemle ilgili, bunu da belirteyim. Zira film su gibi akıyor ve son dönemde izlediğim en iyi Türk filmlerinden ama takıldığım şeyleri de yazmam lazım değil mi? =)
Örneğin Nadir Sarıbacak‘ın oynadığı karakter. Çok güldürdü fakat bu kadar gerçek bir hikayenin içinde fazla absürd kaldı maalesef. Keşke bu derece abartılı bir mizahı olmasaydı karakterin. Biraz daha tadında bırakılabilse, çok çok güzel olacaktı eminim.
***
Geneline baktığımızda, Yozgat Blues mesaj kaygısı olmayan, durumu olduğu gibi, abartmadan anlatma derdinde olan bir film. Bu yüzden gerçekliğine hemen alışıyorsunuz. Yönetmenin dediği gibi melankolik bir komedi. İnsan hikayeleri, taşra, gün gün kaybolan ve gerçekleşen hayaller… Hepsi çok güzel bir seyirlik yaratmıştı.
Ayrıca gerçekliği bu kadar hissetmemize yardımcı olan ışık ve mekanlardaki başarı için Görüntü Yönetmeni Barış Özbiçer‘i de kutlamalı. Sinemanın büyüsüne kapılıp abartılı ışıklar, abartılı güzellikler yapmak yerine tıpkı filmin anlatımı gibi saf gerçeği göstermeyi başarmış.
Yalnız artık kabak tadı vermeye başlayan omuz kamerası kullanımı, yine bu saf gerçeği gösterme derdine hizmet etme çabasıyla, o kadar yorucu olmaya başladı ki, başımız dönmeden film izleyemez olduk. Yani filmin içinde bir iki yerde kullanmanın bir esprisi oluyor, evet ama bu kadar çok kullanılması, titreyen görüntüler ve başı dönen seyirciler yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Bunu da şahsi fikrim olarak ekleyeyim.
***
Daha iyisi bulunana kadar, şu ana kadar duyduğum en iyi film isimlerinden birine sahip olan Yozgat Blues henüz vizyona girmedi. Girerse muhtemelen az salonda az kopya ile seyircisiyle buluşacaktır. Kaçırmayınız.
Şimdiden iyi seyirler,
29 f 2013 | Sinema
- Yönetmen: Hirokazu Kore-eda
- Tür: Dram
- Oyuncular: Masaharu Fukuyama, Machiko Ono, Yoko Maki, Lily Franky
- Yapım: Japonya, 2013
- Süre: 120 dk
“İnsan nasıl baba olur, kan mı çeker yoksa zamanla mı? Kimse Bilmiyor, Bitmeyen Yürüyüşve Bir Dilek Tuttum filmleriyle ünlenen Hirokazu Kore-eda’nın, ilk gösteriminde dakikalarca ayakta alkışlanan bu son filmi, Cannes’da 1987’den bu yana Jüri Ödülü kazanan ilk Japon filmi oldu. Doğumdan altı yıl sonra bebeklerinin hastanede karıştığını öğrenen, birbirinden çok farklı iki aileyi izleyen filmin başrolünde Japonya’nın şöhretli şarkıcılarından Masaharu Fukuyama var. Filmin çıkış noktası, Japonya’da 1970’lerde hastane doğumlarının artmasıyla yaşanan benzer karışıklıkların olması.”
Bu seneki FilmEkimi maceram Hirokazu Kore-eda’nın 2013 Cannes’da Jüri Ödülü’nü alan filmi ile başladı. Konusuyla ve karakterleriyle seyirciyi hemen içine alan film, doğumdan 6 yıl sonra bebeklerinin karıştığını öğrenen, hem ekonomik hem sosyal olarak bambaşka olan iki ailenin çocukları görmek için görüşmelere başlamalarını ve değişimlerini anlatıyordu.
Japon aile kültürünü göz önüne seren yönetmen, annenin ailedeki yerinin gerilerde olmasını ve çocukların söz hakkının olmamasını satır arasına alıp, bir babanın biyolojik oğlu ile yetiştirdiği oğluna yaklaşımını ve bu yaklaşımın değişimini/gelişimini ana tema olarak işliyordu.
Süresi bir miktar uzun olan film oyunculuklarla göz dolduruyordu. Hele miniklerin performansı müthişti. Başrolde bulunan Japonya’nın ünlü şarkıcısı Masaharu Fukuyama’nın performansı ayrı bir alkışı hak ediyordu. Babanın o ruh halini gerçekten çok iyi yansıttı.
Kurgusu ve mekan seçimleri biraz sıkıcı olsa da hikayesiyle ilgimi çeken filmi izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
29 f 2013 | Sinema
- Yönetmen: Kim Ki-duk
- Oyuncular: Cho Jaehyun, Seo Youngju, Lee Eunwoo
- Yapım: Kore, 2013
- Tür: Dram, Şiddet
- Süre: 89 dk
“Konusu nedeniyle ülkesi Kore’de sansür tartışmaları yaratan ve zar zor gösterim izni koparan Moebius, Kim Ki-duk’un geçen yıl Pieta ile Altın Aslan’ı kazandığı Venedik Film Festivali’nde Eylül’de ilk kez izleyici karşısına çıktı. Bir ailenin parçalanmasını cinsellik üzerinden ele alan Moebius, arzularına teslim olan bir baba, babasını kıskanan bir oğul ve ikisinin de trajik bir sona sürüklenmesine neden olan bir anneyi izliyor. Anne, kocasının sadakatsizliğini oğlunun cinsel organını kesip, onu yaralayarak cezalandırır. Suçlulukla ezilen baba, tüm bu felaketlerin kaynağı olan kendi cinsel organını keser ve kendini oğluna adar. Yaralar iyileşir, fakat felaketlerin sonu gelmez.”
- -“Deneysel seviyoruz tamam da bu nedir yahu?!”
- -“Bir daha film izleyebilecek miyiz acaba? Sinemaya küsmüş olabilirim!”
- -“Neden?!?!”
Bunlar filmden çıktığımızda söylediğimiz ilk cümleler!
Kim-Ki-Duk izlemeye bu filmle başladığım için mutsuzum şu an. Zira Acı (Pieta) , Zaman (Shi gan) ve İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve İlkbahar (Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom) filmlerini bir çok kişiden duydum fakat henüz izleyememiştim. Şu saatten sonra da izleyebilir miyim bilemiyorum.
Hiç bir sanat eğitimi olmaması ve 30lu yaşlarında ilk filmini izlemesine rağmen Uzak Doğu’nun en önemli iki yönetmeninden biri sayılan Kim Ki-Duk’u tek bir filmiyle değerlendirmemeliyim belli ki ama… ama…
Öncelikle Moebius izlemesi çok çok zor bir film. Yanlış anlaşılmasın, zorluğu konuşmanın olmamasından değil. Hatta konuşmasız olmasından hemen hemen hiç rahatsız olmadım. Yönetmenin de belirttiği gibi ağlama, gülme ve bağırmalar diyaloglardan daha fazla şey anlatabiliyor. Zorluğun nedeni, filmin uç konuları (ensest, tecavüz, yaralama, kavga…vb) bir araya getiren ağır mı ağır bir senaryoyu oldukça sansürsüz bir biçimde ve hatta gözümüze sokarak anlatıyor olması. Sahnelerin hemen hemen tamamında kan ve şiddet vardı. Bahsettiğim kan ve şiddet sahnelerinde penis kesildi, acı ile de orgazm olunabileceği öne sürülerek sırta bıçak saplanarak bir çeşit seks yapıldı, anne ile çocuk arasındaki ensest ilişki gösterildi… Zaten film, bu ve benzeri sahnelerin sıralanmasından mütevellitti.
Salonun hemen hemen tamamı ilk 15 dakikadan sonra habire fısıldaştı. Ama bu sefer ben bile kızamadım. Zira filme konsantre olmayı bırakın elimi yüzümden çekmeden izleyemedim resmen. Bir kere anlatılan hikaye parça parça düşünüldüğünde bile, yani sadece ensest, sadece tecavüz, sadece penis kesilmesi, sadece aldatma… başlı başına dikkat çeken konularken, bunların tamamını tek bir aile üzerinde toplama çabası oldukça zorlama duruyordu. Yönetmenin seyirciyi zorlamak istediği aşikar ve tabi ki dozajı yüksek bir film izleyeceğimizi bilerek gittik ama bir noktadan sonra gerçeklikten o kadar uzaklaştı ki her şey, seyirciler olayı şakaya vurup gülmeye başladı. (Ben gülmekten ziyade elimdeki bir yudum alıp gerisini içemediğim ice teanin içine kusmayı planlıyordum. Anne, oğlunun penisini uyurken bıçakla kesti, üstüne bir de dikilmesin diye yuttu!! Bu yazıya rağmen okumak isteyen olur diye giriş sahnesinden örnek verdim. Yarı spoiler! )
Hadi filmin konusunu bir kenara bıraktım diyelim, bir hafta da mı çekilmiş anlamadım ama en az bir düzine devamlılık hatası vardı. Ve bilerek yapıldığını umuyor olsam da titreyen görüntüler, orantısız çekimler, zoomlar çok rahatsız ediciydi. Amaç buysa; tebrikler! Film genel olarak rahatsız edici olmuştu!!!
Yazabileceğim pek bir şey yok. 2 esas mekan vardı. Çekimler kötüydü. Oyunculuklar eh işteydi. Bir an evvel unutmak istiyorum. Kalan tek sözüm: İzleyeceklere şimdiden sabır diliyorum!
30 f 2013 | Sinema
- Yönetmen: Joseph Kosinski
- Tür: Aksiyon, macera, bilim kurgu
- Yapım: ABD, 2013
- Oyuncular: Tom Cruise, Olga Kurvlenko, Morgan Freeman
“Askeri bir yönetim biri Jack adında deneyimli bir askeri , insanoğlunun bir zamanlar “Dünya” diye adlandırdığı terk edilmiş bir gezegene keşif için yollar. İnsanlığın büyük yok oluştan önce nasıl koşullarda yaşadığını araştırmakla dahası yaşayan her hangi bir canlı olup olmadığını bulmakla görevlidir. İnsanlığın bir zamanlar yuvası olan Dünya gezegeni birtakım uzaylı canlılar tarafından işgal edilmiştir ve gezegende hala varlıklarını sürdürmektedirler. Jack tüm bunları araştırmakla görevliyken, karşısına hiç beklenmediği sürprizler de çıkacaktır…
Joseph Kosinski’nin yönettiği film, yönetmenin kendi çizgi romanından sinemaya uyarlandı. Kıyamet sonrası bir kurguya sahip olan filmin kadrosunda Tom Cruise’un yanı sıra Olga Kurylenko, Andrea Riseborough, Nicolaj Coster-Waldau, Melissa Leo ve Morgan Freeman yer alıyor.”
Bilim kurgu sevmem dedikçe, bilim kurgu izliyorum. Üstelik Tom Cruise’u bilim kurgudan daha fazla sevmem! Neyse izlemiş bulundum, bari bir iki cümle kurayım.
Birincisi filmin herhangi bir distopyadan farklı olarak söylediği pek bir şey yok. İlk yarım saat değişik bir şey izleyecekmişiz havası veriyor fakat sonra aynı tas aynı hamam. İlla izleyeceğim derseniz Morgan Freeman ve müzikler tatmin edici iki konu, bilginiz olsun.
İyi seyirler,
29 f 2013 | Sinema
- Yönetmen: Neill Blomkamp
- Yapım: 2013, ABD
- Tür: Aksiyon, gerilim, bilim kurgu
- Süre: 110 dk
- Oyuncular: Matt Damon, Jodie Foster, Sharlto Copley
“Düşük bütçeli District 9 ile tanınan yönetmen Neill Blomkamp’ın yeni projesi yine uzak gelecekte, 2154 yılında geçiyor ve yine uzayla yakın temas halinde ilerliyor. Bu seferki görev ise çoktan çökmüş olan dünyayı ve beraberinde insanlığı daha temiz bir dünyaya taşımak. Tıpkı Prometheus’yi çağrıştırırcasına, Yunan mitolojisine göndermeler içeren Elysium’da, 2154 yılında dünyada hala varlığını sürdürebilen yegane iki sınıfın çatışması temel alınmakta. Elysium’un varsıl ve şanslı “egemenleri” teknoloji alanında üst düzey bir gelişim gösteren gezegenlerinde lüks içerisinde yaşarken; “çürümüş dünya”da geri kalan kalabalık insan topluluğu tedavi ihtiyaçları için bile Elysium’a ihtiyaç duymaktadır. Ancak iki gezegen arasında yapılan anlaşmalar gereğince Elysium’a girmeleri kesin suretle yasaktır. Ta ki Elysium’a gitmekten başka çaresi kalmayan Max isimli sıradan bir adam çıkana dek…”
District 9‘u gerçekten çok büyük bir beğeniyle izlemiştim. Belgesel ve bilim kurgunun bir arada olması beni çok etkilemişti. Yönetmenin yaklaşık 3 katı bütçeyle yaptığı bu yeni filmi ise District 9’ın yanına bile yaklaşamamış olmakla birlikte yine de kurgusal gerçekliği çok başarılı bir şekilde yaratıyor.
Ne demek istedi bu şimdi derseniz şöyle ki; Maalesef Holywood klişeleriyle dolu bir aksiyon/distopya filmi senaryosu yazmış Blomkamp. Fakat bu kötü senaryoya rağmen 2154 yılı, makine insanları dahil o kadar gerçek ki, hemen filme adapte oluyorsunuz. Hem de Matt Damon’un donuk performansına rağmen!
Şu sıralar vizyonda pek bir şey yok, hem o nedenden hem de gerçeklik başarısı için izlenesi fakat onun dışında District 9’u bir daha izleyin daha iyi derim.
Bir de Wagner Moura’nın oyunculuğunu çok acayip beğendiğimi unutmadan ekleyeyim.
31 f 2013 | Sinema
- Yönetmen: Juan Carlos Maneglia & Tana Schémbori
- Yapım: 2012, Paraguay
- Tür: Aksiyon, kara komedi, gerilim
- Süre: 105 dk
- Oyuncular: Celso Franco, Víctor Sosa, Lali González, Nico García, Paletita, Manuel Portillo, Mario Toñanez, Nelly Dávalos, Roberto Cardozo
“Paraguay´ın uzun yıllardan sonra çıkardığı bu ilk ticari yapım, içinde ne lüks arabalar ne de büyük patlamalar bulunmasına rağmen ülkesinde gişe rekorları kırdı. Slumdog Millionaire / Milyoner ile karşılaştırılan bu kovalamaca-gerilim filmi, Paraguay gerçeğini 17 yaşındaki Victor´un yaşadığı macera dolu bir günle su yüzüne çıkarıyor. Yoksulluğun göz kırpmadan can aldığı bu sokaklarda, pazar yerinde el arabasıyla hamallık yapan Victor´un en büyük hayali bir gün kendini televizyonda görebilmektir. Victor, görür görmez büyülendiği kameralı cep telefonunu satın alabilmek için, içinde ne olduğunu bilmediği yedi tahta kasayı taşımayı kabul eder. Polis, rakip hamallar ve işvereni peşindeyken, onun için önemli olan tek şey, önce kendi hayatı, sonra da kasaları yerine ulaştırabilmektir.
2012 San Sebastian Gençlik Jürisi Ödülü “
Bizim festival programımızın ilk filmi için heyecanla koşturarak Rexx sinemasına gittik. Tam herkes yerine oturdu ki yetkili bir kimse, filmin ilk kopyasında sorun olduğunu, o nedenle ikinci kopyayı oynatacaklarını, eğer sıkıntı olursa paramızın geri iade edileceğini söyledi. Heyecanımız kursağımızda filme bir şey olmasın diye dua ederek seyretmeye başladık ama….
Birinci dakikadan itibaren ikinci kopyaymış, bozulabilirmiş, para iadesiymiş… Hepsini unuttum. 105 dakika boyunca, son zamanlarda izlediğim en iyi filme gözlerimi diktim. Öyle ki Toronto Film Festivali dahil bazı festivallerde gösterilen, adaylıkları bulunan ve İstanbul Film Festivali – Dünya Festivallerinden bölümünde gösterilen film, benim şimdiye kadar izlediğim tüm filmler içinde ilk 10’a girebilir!
Hikayeyi anlatmadan (spoiler vermeden) açıklaması biraz zor ama öncelikle senaryodan bahsetmeliyim. Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilir. Benim için bir filmin hikayesi diğer her şeyden daha önemlidir. Bu yüzden 7 Kasa’yı tüm diğer etkenlerden önce hikayeyi çok beğendiğimden bu kadar çok sevdim.
Çok beğendiği kameralı cep telefonunu alabilmek için tesadüf üzerine bulduğu, yüklü miktarda para kazanacağı bir taşıma işi alan 17 yaşındaki Victor’un yaşadıkları ana hikaye gibi görünse de, film ana-yan-dış/ tüm karakterlerin hikayesini, ana hikaye için ne kadar gerekliyse o kadar anlatıyor ve tüm bu karakterler hikayenin akışı içinde öyle güzel kesişiyor ki… Klasik kesişim hikayelerinden farklı olarak burada beklenmedik anlarda, bazen komik, bazen çok acıklı bir biçimde bunlara şahit oluyoruz. Başlangıcından finaline kadar senaryo müthiş.
Ayrıca elinde bu güzel senaryoyu tutan ekip kurguda da mükemmel bir iş çıkarmış. Özellikle Victor’un ablasının arkadaşının verdiği adrese gittiği ve Victor’un kutunun içindekini öğrendiği sekanslar inanılmazdı.
Senaryo ve kurguda tam puan verdiğim ekip bir de üstüne inanılmaz kamera açıları yakalamış. Hemen hemen tamamı dış mekanda geçen çekimlerde, özellikle pazar yerinde geçen sahneler, kovalamacalar, Victor’un bir tekerinden, bir kasasından olan biteni izlememiz… Çok çok iyiydi.
Yahu kameralar da iyiydi de, oyunculuklarda mı bu kadar iyi olur! Tüm karakterler öyle güzel yerine oturmuştu ki, hiç biri sırıtmadı. Filmde üç-beş saniye görünen hırsız çocuk bile seyirciden reaksiyon alacak kadar iyiydi.
Artık övmekten sıkıldım ama müzikler mükemmeldi. Film zaten güzeldi ama müzikler de öyle güzel destek oldu ki…
Uzatmayayım, müthiş heyecanlı, son anına kadar soluksuz izleten, hem kahkaha attıran hem neredeyse ağlatan bu film için, bir an evvel diğer iki seansa ne yapıp edip bilet alın. Bir daha sinemada izleme şansınız olmayabilir. İyi seyirler,
httpv://www.youtube.com/watch?v=SfdBxqb2ERg
httpv://www.youtube.com/watch?v=N8XUM5VWdKI