1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

Kişisel eve kapanmamın üstünden tam bir yıl geçti.  Mart 2020’den Mart 2021’e kadar evden çalıştığım için bu sürede resmen sayabildiğim kadar az kere dışarı çıktım.

Fakat geçen ayın ortasında, havaların müthiş sıcak olduğu bir dönemde, evde Esra Ceyhan’ın programındaki Uçan Adam Sabri gibi krizler geçirmeye başladım.

Sanatsız kalmış, hayat damarlarımdan biri kesilmiş gibi bir haldeyken, yolculuğu hayalimde 45 kere filan canlandırıp tüm kovid risklerini hesap edip en aza indirmeye çalışarak kendimi dışarı attım.

Buyurun kısaca binayı tanıtayım ve sergilerden minik minik bahsedeyim: 

Arter Dolapdere Binası

Arter’in İstiklal Caddesindeki yerine sayısız kere gittim. 2019 yılı sonunda taşındıkları yeni yerlerini hemen görmek istemiştim zira mimari projelerini inceleme fırsatım olmuştu. Fakat bir şekilde gidemedim ve işte sonrası pandemi malum…

Şubat sonu evde fenalık geçirince hem binayı hem de sergileri görmek üzere Arter’e gitmeye karar verdim.

18bin metrekarelik bu binada sergi ve etkinlik alanları, kütüphane, kitapevi ve bistro var. Dolapdere’nin bir şekilde koruduğu o karmaşık yapısının içinde, Bilgi Üniversitesi kampüsünün hemen yakınında bulunan bu yapı, örneğini bir çok farklı Avrupa şehrinde de gördüğümüz gibi, yeri itibariyle mahallenin dönüşümü için oldukça kıymetli.

Özellikle Barcelona’da örneklerini gördüğüm, içinde bulunduğu toplumu kapsayıcı kültür merkezleri gibi geniş bir iç avlusu ve güvenliği olmayan açık bir kapısı yok belki ama en azından binanın içindeyken dışarıyı dışlamıyorsunuz, tam tersine katlardaki farklı bölümlerden dışarısı tamamen görülebiliyor. (Yandaki bu videoyu kitapçının hemen yanından arka giriş tarafından çektim.)

Sayısı ve niteliği nüfusumuza oranla oldukça az olan, özellikle/sadece kültür-sanat için tasarlanmış bu tip binalardan daha fazla olmasını ummakla birlikte, her şeyin normalde döndüğü günlerde Dolapdere halkı ile bu binanın daha bütünleşik bir hal aldığı zamanların olmasını dilerim.

Zira bina, kapısından girdiğim andan çıktığım ana kadar oldukça keyifli, kaliteli bir mimari ve sanatsal deneyim sundu bana. Ve çıkışta havayı güzel görünce, Dolapdere’den yürüyerek Taksim’e mi gitsem diye düşündüm.

En son Dolapdere’nin sokakları içinde 2000li yılların sonunda dersler için dolanmış, kaldırımda kendinden geçmiş yatanlar ve evlerine yeni dönen seks işçileri dışında, bildiğimiz arka sokaklar kirliliği ve yoksulluğu dışında bir şey görmemiştim. Bu sefer öğlen vakti sadece 2 sokak ilerleyebildim çünkü sokaklar anormal kalabalıktı. Ve o kalabalığın içindeki karmaşa biraz tedirgin ediciydi. Siyahiler, Suriyeliler, çıplak ayaklı çocuklar, pek kendinde olmayan adamlar ve kadınlardan oluşan, üst başlarından kötü durumda oldukları belli olan bu kalabalık hiç bir şey yapmadan sadece sokaklardaydı. Mimarlık öğrencisi olduğumuz yıllarda İstanbul’un bu tip yoksul semtlerine çok fazlaca girip çıktığımdan başıma geleceği az çok tahmin edebildim: cüzdandan olacak gibiydim. = ) Çok acayip bir koku ve garip bakışlar arasında, büyük bir hata yaptığımın farkında fakat bir şekilde de geri dönememiş ve  2 sokak ilerlemiştim ki tesadüfen yoldan geçen taksiyi görünce, hemen atladım.

Dolapdere’nin dönüşümü yıllardır konuşulup tartışıladursun, gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk çok daha fazla artmış.

O yüzden ilerleyen zamanlarda bu müthiş mekanda daha kapsayıcı etkinlikler yapmanın çok kıymetli olacağını düşünüyorum. Vehbi Koç Vakfı’nın ise böyle önemli bir yatırımla bölgeye bir kültür-sanat binası katarak bunun ilk adımını attığını, devamını getireceğini umut ediyorum.

KP Brehmer: The Big Picture (10/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Selen Ansen 

İlk durağım 3. ve 4. kata yayılmış olan Alman Sanatçı KP Brehmen’in esin kaynaklarını ve çalışmalarını da içeren kapsamlı sergisi oldu.

Özellikle içinde yaşadığı dönemin politik ve ekonomik durumunu verilerle ortaya koyup eserlerinde mevcut durumu ve kendi bakışıyla eleştirisini harmanlamış olan sanatçı, hayatın verilerini görsel olarak ortaya çıkarmaya uğraşmış.

Örneğin 1970lerin sonunda Bir İşçinin Ruhu ve Duyguları adlı serisinde, fabrika işçilerinin günlük ruh hallerini kayıt ederek bunları grafiklere dönüştürmüş. Uzaktan bakıldığında bir müzik partisyonu gibi görünen bu grafiklerde aslında mutludan korkuluya günbegün değişen ruh halleri görünüyordu.

Sanatçının “kendi çağının titiz bir gözlemcisi” olması gerektiğini vurgulayan KP Brehmer, günün Alman toplumunu geçmişin merceğinden bakarak eleştirir.

Sanat eseri nedir ve kayıt altına alınmış bilgilerin grafikleri sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi gibi sorular aklımda gezdim 4.katın tamamını. İlgilendiği konular ve gözlem çabası gerçekten etkileyici olsa da grafiklerin sanatsal değerini tam olarak anlayamadığımı belirtebilirim.

3. katta karşıma çıkan 1985 yılında yaptığı Paul (Klee) için Mona (Lisa) ve Yılan Beni Nasıl Görüyor – Ben Yılanı Nasıl görüyorum adlı eserlerini oldukça muzip ve yenilikçi buldum. Hatta önce eseri görüp anlam veremedim, fakat yaklaşıp alttaki metal plakada adını görünce kahkaha attım. =)

Altan Gürman (13/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Başak Doğa Temür

Erken yaşında kaybettiğimiz Altan Gürman’ın 1965 yılından vefat ettiği 1976’ya dek yaptığı çalışmaları içeren sergide, en çok dikkatimi 1965 yılındaki eserlerinden oluşan İstatistik Serisi çekti.

İstatistik serisi, içerdiği katmanlarla Gürman yapıtının tekilleşme tarzını çok güzel örnekliyor. […]
Gravür görünümü her şeyden önce zeminle figürü birbirinden ayırmaya yarıyor. Öte yandan, bu baskı görünümü resim tarihini tuvale geri çağırıyor. Musluk gibi sıradan nesneler sanki kutsal kitapları süsleyen
baskılarmışçasına tuval yüzeyini kaplıyor. Nesne olarak varlıkları resim tarihi tarafından onanan ikonalara dönüşüyorlar.

Dinleyen Gözler İçin (10/09/20 – 02/01/22)

Küratör: Melih Fereli

2.katta ise Arter Koleksiyonundan oluşan bir grup sergisi vardı.

John Cage’in müzikte olduğu kadar tüm sanatsal üretiminde sessizlik, belirsizlik ve rastlantısallığı bir arada kullanan deneysel yaklaşımını ve Fluxus sanatçılarını referans alan sergide, ziyaretçiler galeri alanına hâkim olan sessizliğin içinde yapıtlardan yükselen “sesleri” keşfetmeye ve hayal etmeye davet ediliyor.

Serginin bu bölümündeki bir çok eseri deneyimlemek çok keyifli ve değişik bir tecrübeydi fakat özellikle iki eser dikkatimi çekti. 

1- Osman Dinç’in Ahlat Ağacına Ağıt adlı eserinde, nota sehpalarının üzerinde birer müzik eseriymişçesine ağaç fotoğrafları vardı. Bu ağaçlar 1984-2010 yılları arasında Denizli şehrinde bulunan farklı tarlalarda tek başına bırakılmış, hayvanlara ve tarlada çalışan insanlara gölgelik yapan ahlat ağaçlarıymış. Onların yalnızlığı ve sessizliği beni oldukça etkiledi.

2- Yeni medya sanatının öncülerinden biri kabul edilen Michael Snow‘un bir odanın dört duvarına yansıttığı dört farklı videoda piyano üzerinde farklı şeyler çaldığı Piyano Heykeli adlı çalışmasında videolardaki ellerin hareketi ile odaya verilen kakafonik seslerin uyuşup uyuşmadığını anlamak ve o gürültü içinde bulunmak oldukça enteresan bir deneyimdi.

Yağmur Ormanı V (varyasyon 3)  (10/09/20 – 30/01/22)

Küratör: Melih Fereli

… Bu etkileşimli yerleştirmede büyük şamandıralar, plastik fıçılar, bakır bir kazan, bir saksı ve bir badminton raketi gibi 20 buluntu ve yapılandırılmış nesne havada asılı şekilde mekâna yayılırken, farklı biçimlerde müdahale edilip birleştirilmiş nesneler önceden kaydedilmiş ses dosyalarından gelen sinyallerle titreşerek izleyicilerin keşfine açık bir biçimde gelişimini sürdüren bir ses ortamı meydana getiriyorlar.

Arter’in kara kutusu içine yerleştirilmiş ve havadan asılmış çeşitli nesnelerin her biri ayrı aydınlatılmış ve her birinden bambaşka sesler geliyordu. Mekanın içinde nesnelerin arasında dolaşırken her adımda değişen kompozisyon ve değişen ses yoğunluklarını deneyimlemek oldukça etkileyiciydi. Bu nesnelerin bulunduğu sahneden uzaklaşıp seyir platformuna geçtiğimde ise seslerin ve nesnelerin bütününü görüp dinleyerek çalışma başkalaştı. Sanıyorum yarım saatten fazla zamanı bu çalışmanın olduğu kısımda dolanarak ve oturarak geçirdim.

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Günümüz dünyasında insanlık hallerine odaklanan Şimdinin Peşinde adlı koleksiyon sergi 2018-2020 yılları arasında İstanbul Modern’in Beyoğlu’ndaki geçici mekanında ziyarete açıktı.

33 sanatçının 42 çalışmasına yer veren, insanın kentle, doğayla, fiziki çevresiyle ve kendi benliğiyle olan ilişkisini; tarihsel, toplumsal ve kişisel bağlamda irdeleyen yapıtları bir araya getiren sergi pandemi döneminde online ziyarete açıldı. 

Sanki sergiyi gerçekten geziyormuşçasına hareketlenen kamera ile belirlenen yerlerde durup, yakınlaşıp uzaklaşarak bir kamera gözünden dokusu, hissi ne kadar algılanabilirse, o kadar algılanıyor eserler. Ayrıca eser açıklamalarının kimini yazı olarak okuyabiliyorsunuz, kimini ise sanatçının sesinden kendi açıklamasıyla dinleyebiliyorsunuz. 

Ne kadar süre daha açık kalır bu online sergi bilmiyorum ama fırsatınız varken güzel bir zamanınızı ayırıp ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sergi linki için tıklayınız.

Sergide özellikle dikkatimi çeken bazı eserlerle ilgili bir iki kelam edeceğim. 

Yandaki bu eser Necla Rüzgar‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı ve akrilik boya ile yapılmış İç Fauna adlı 130x200cm boyutundaki bu eser aslında yurtlarından ettiğimiz hayvanlardan yola çıkan bir üst anlatıya sahip. Sanatçının kendi sesinden anlattığı yorumunda yerinden ettiğimiz hayvanlarla aramızda oluşan uçurumdan ve kimi hayvanları ise evcilleştirerek artık hayvan bile diyemeyecek hale getirişimizden bahsediyor. Eserinin temel anlatısında ise içimizde yaşayan farklı hayvanları, bunların farklılıklarından beslendiğimizi ve uykunun uyanmaya yakın evresinde geleceğe hazırlanma halimizi resmettiğini söylüyor. 

Bu çalışma vahşi hayvanları içerse de garip bir huzur ve sakinliğin yanında, resimdeki kadının gücünü ve doğayla uyumunu da insana geçiriyor. Oldukça etkilendiğim, bir çok hisler bütününü oluşturan bir eser.

Yandaki eser ise Murat Akagündüz‘e ait. 2015 yılında tual üzerine reçine ile yapılmış Soma adlı 200x300cm boyutundaki bu eseri ilk gördüğüm an, kompozisyon oldukça dikkatimi çekti. Hikayesini okumadan önce dakikalarca inceledim fakat sonra hikayesi gerçekten uzun süre aklımdan çıkmayacak şekilde beni etkiledi. 

Anadolu^da ağrıların giderilmesi için tülbent üzerine sürülerek uygulanan çam reçinesini kullanarak yaptığı eserinde Akagündüz, 2013 yılında Soma faciasında hayatını kaybedenler anısına Soma’nın Google Earth’teki harita görselini resmeder. Dünyadaki diğer madenler gibi kuşbakışı bakıldığında cerrahi bir yaraya benzeyen bu coğrafyada gelişme ve kalkınma adı altındaki hedeflere giderken insan hayatına verilen değeri sorguladığı eseri. beni anlam, amaç ve yöntemleri bakımından derinden etkiledi. Sanatçının bundan sonraki eserleri yakın takibimde olacak.

Bu eser Taner Ceylan‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı boya ile yapılmış. Beyaz Fonda Alp adlı 115x180cm boyutundaki bu eser iki an arasındaki arayı ve sonsuz olanakları resmeden, hiperrealist çalışmalarına aşina olduğumuz Ceylan’ın “an” dışında zamanı resme dahil etmeye çalıştığı bir deneme.

Bir erkeğin bir Prima Donna’ya dönüştüğü anı, içimizde bizden kaç tane olduğu sorusunu ve gerçeği/gerçekçiliği sorgulamayı hedefleyen eser, tekniği ve yarattığı etki ile oldukça değerli.

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett’e açıldığından beri gitmek istiyorum. Belki 40 defa bilet için Biletix’e girdim ama bir türlü elim gitmedi. 

Birincisi, tecrübeyle sabit, çok yüksek beklentilerimin olduğu yerler ve çalışmalar ilk zamanlarında mutlaka can sıkacak aksaklıklarla dolu olur. Çocuğunun müsameresine gidip onun düşmesini izleyen veli gibi hissediyorum kendimi böyle durumlarda. O yüzden biraz daha “otursun” kafasında bir bekleme süreci yaşıyorum.

İkincisi ilk zamanlar oynayan Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nın en düşük bilet fiyatları bile iki-üç kişi gitmek istediğimizde pahalıydı. (Şu aralar para o kadar değersiz oldu ki, 150TL bilet fiyatı ortalamanın azcık üstü gibi geliyor bana… Ama daha önce daha fazla gibi geliyordu. bknz. sadece Türkiye’de olan problemler!)

Velhasıl Dada Salon’a yolumun düşmesi Temmuz sonundaki son etkinlik olan Ceyhun Yılmaz’ın Nekre gösterisine kısmet oldu.

Ceyhun Yılmaz – Nekre

Dada Salonla ilgili izlenimlerimi paylaşmadan araya gösteriyle ilgili görüşlerimi yazayım istedim. Ceyhun Yılmaz’ı şiirleri ve radyo programları ile tanıyan biri olarak gösteri yapacağını duyduğumda iyi bir hikaye anlatıcısından güzel hikayeler dinleriz diye düşündüm. Fakat onun da ilk oyunuydu (maalesef). 

Öncelikle teknik bir sıkıntı oldu. Ceyhun Yılmaz bütün şovu bir takım görseller ve müziklerle desteklemişti fakat görsellerin yansıtılacağı perde iplerden oluştuğundan biz seyirciler o görselleri düzgün göremedik. Dolayısıyla her görseli izah etmek durumunda kaldı. Ayrıca müzikler çok istediği yerlerde giremedi, sanıyorum bir koordinasyon eksikliği ya da ilk gün günahları oldu.

Fakat esas büyük sıkıntı birbirinden bağımsız hikayelerdeydi. Hiç bir ortak noktası ve bağlantısı olmayan hikayelerde giriş-gelişme-sonuç olmadığı gibi birinden diğerine geçişte de büyük kopukluklar vardı. Ceyhun Yılmaz büyük bir heyecanla sıra sıra dizdi kurguyu belli ki fakat biz seyirciler ne bu kısa kısa anlatımların içine girebildik ne de ne ara başladı ne ara bitti gösteri anlayabildik.

Fakat salon o kadar hoşuma gitti ve nereye bakacağımı şaşırdım ki, Ceyhun Yılmaz’ın bu vasat performansını görmezden gelip salonu anlatmaya geçmek istiyorum.  

Dada Salon Kabarett

Mecidiyeköy’deki Quasar Tower’ın içinde bulunan mekana hem toplu taşımayla ulaşım çok rahat, hem de arabanız varsa otoparkı var. Kulenin henüz bomboş ve ürpertici atmosferini, kabarenin ihtişamlı karşılaması sonrası unutuyorsunuz ve giriş kapısı yanındaki camekanların içlerine odaklanıyorsunuz. Salonun kapısından içeri girince ise başınız dönmeye başlıyor.

Tavanda 24 farklı sanatçının yaptığı gergedan çizimleri/boyamaları ışık kutuları içinde boynunuzu ağrıtana kadar baktırıyor, Sahneye doğru uzanan kırmızı beyaz çizgili dalgalanan kaplama başınızı döndürüyor. Duvarlardaki sanat eserleri, aynalar, mottolar, asma kat ve pirinç korkulukları, kristalli avizeler, zemindeki damalı desen ve derken müthiş dev kitaplık…

D&R’a utanmasa çadır kuracak kadar çok kitap karıştırmayı ve keşfetmeyi seven biri olarak kitaplık dişlerimi kamaştırdı ama bu mekanda odağınızı bir yerde tutabilmek biraz zor. Kitaplığın üstünde yine farklı illüstratörlerin işlerinin yer aldığı mini bir sergi vardı, bu çalışmalara yöneldi ilgim. Ve tek tek bakarken en sol üstte bir illüstrasyon gördüm. Çok çok beğendim ama yukarıda olduğundan imzayı okuyamadım. 

Gösteri sonrası çıkarken bir kez daha şansımı denedim imzayı okumak için ama baktım olmuyor eserin fotoğrafını çektim ve eve dönünce Dada Salon’un Instagram sayfasından eserin sahibini sordum. Sağolsunlar hemen yanıt verdiler, Gizem Vural’ın çalışmasıymış. 

Bir mekanın içine bu kadar sanat doldurursanız olacağı bu ama Dada Salon’a ara verip Gizem Vural’dan bahsetmeliyim. Şu anda Amerika’da olan illüstratör müthiş bir yetenek. The New York Times’tan tutun The New Yorker’a kadar bir çok ünlü yayında çalışmaları basılan, özgür renk paleti ve hafif ama etkili çizgisiyle kendi stilini yaratmış sanatçının baskılarını şu adresten satın alabilirsiniz. Daha bir çok güzel çalışması içinse websitesini ziyaret edebilirsiniz. Bir Türk illüstratörün bu kadar özgün ve sanatsal işler yaratıyor olmasından ve kendisiyle bir sanatsever olarak tanışmaktan çok memnun oldum.

 

 

Dada Salon’a dönersek… Okan Bayülgen gibi ilk gençlik yıllarımızdan itibaren yaptığı tüm programlarla bizleri bir anlamda büyütmüş olan birinin sanata sadece mekansal bir artı katıp bu işin tüccarı olmasını tabi ki beklemezdim. Kendisinin sıklıkla söylediği esnaflık bakış açısı işin ticari yanı için doğrudur ve zorunludur elbet ama bir mekanı bu kadar sanatla doldurup gelen her izleyiciye mutlaka bir şey katarak o mekandan göndermek de ancak kendisi gibi vizyoner ve zeki birinin işidir.

İki temel sorunu var insanlığın. Adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuku bulduk, diğerine karşı sanatı. Ama insanlar hukuka ulaşamadı. Ve sanat insanlara….

Blogumu açtığım ilk günden beri Nietzsche’nin bu sözü yazar alt bölümde. Ve bu blogda bahsettiğim her filmden, her oyundan, her sergiden bu yüzden bahsediyorum hep derim. Kimsenin bir şeyi araştıracak vakti, yeni yerleri görecek hevesi yok gibi geliyor bazen. Oysa Okan Bayülgen’in yıllardır söylediği gibi hayat sokaklarda ve hayatınızı anlamlandıracak sanat her yerde ama ona ulaşmak için siz de çaba göstermelisiniz. Bir gün evinizden çıkmanız lazım! Çıkın ki o salona gidip başınızı döndüren onlarca çalışmayı görün ve aslında sevmediğiniz bir gösteride mükemmel bir illüstratörle ve onun işiyle göz göze gelin.

Dada Salon’un yeni sezonu Eylül ayında açılıyor, biletler şimdiden satılıyor. Ben mutlaka güzel bir başka oyunu izleyeceğim, sizlere de tavsiye ederim.

Şimdiden iyi seyirler,

Not: Bu arada bahsetmeyi unuttum, salonda oyun izlerken içkinizi içebiliyorsunuz. Çok büyük ve güzel bir barı da var! 

 

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

ÜVERCİNKA

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu 
 

                                                              kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
                           Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o 
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse  

                                                  değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
 

                                                            diziyorlar
Bütün kara parçalarında
                            Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika hariç değil

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Necmi Sönmez

” Son üç yıldan beri Modern Türk Edebiyatı’nın ustalarının yapıtları ışığında Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’na bakarken günümüz sanatının farklı tekniklerle sosyal, siyasi, ekonomik olgular karşısında imgelere dayalı nasıl bir
tanıklık geliştirdiğine şahit oluyoruz.

Bu tür tanıklıkları destekleyen Üvercinka sergisi ismini ünlü şair Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabından ödünç alıyor.

1958’de yayınlandığında edebiyat ortamında adeta bir bomba gibi patlayan
Üvercinka bünyesinde barındırdığı yeniliklerle Modern Türk Şiiri’nin kült kitaplarından biri. Yirmi yedi yaşındaki genç şair, aşk, sevda, tutku üzerine yazdığı şiirleriyle kendisine yeni bir ifade alanı açmakla kalmıyor, aynı zamanda 1950’lerden sonra gündeme gelen İkinci Yeni akımının da bayraktarlığını üstleniyordu. Süreya daha kitabının isminden başlayarak yeninin, farklının peşine düşerek Türk şiirine yeni bir kanal açıyordu.

Universal Everything sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Üvercinka sergisi, Cemal Süreyya’nın şiirine atıf yapan eserleri Necmi Sönmez’in küratörlüğünde bir araya getiriyor.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Hafta sonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk işleri olan boğaz manzaralı kattaki “Unicus-Cavum ad initium” ve “Jet Hiatus” adlı Kuzey Koreli sanatçı U-Ram Choe’nin kinetik heykelleri. metal ama zarif, kırılgan ama güçlü, hantal ama hareketli görüntüleriyle kuş ile kadın arasında kalan tanımsız varlığı betimleyen Üvercinka’ya anlamlı atıflar yapıyordu. 

Aslında kişiye özgü olduğu söylenen parmak izlerini dijital bir ekranda bir araya toplayarak motifler oluşturan “Nabız Endeksi“, birbirinden çok farklı olduğunu düşündüğümüz insanların tektipleşmesini sorgularken, “Dikilitaş” adlı ışıklı heykel serginin içindeyken binanın dışından görüntüsünü vurgulayarak içeride-dışarıda kavramlarını düşündürtüyor.

Aynalarla kaplı bir kutu içindeki “Vorteks” adlı çalışma, dönen çubukların uçlarında bulunan değişen zamanlarda yanıp sönen ışıklar ile hiptonize eden bir şov sunarken, tüm bu hareketleri katman katman üst üste koyunca ortaya çiçek motifi çıkarıyor(muş).

Dominick Harris’in “Çırpınış” adlı eserinde, eserin önünde bulunan hareket sensörlerine göre hareketlenen bir dijital bir kelebeği deneyimlerken, Marina Zurkow’un kıtalar arası taşımacılığın neden olduğu çevre kirliliğine dikkat çektiği “Daha ve Daha” adlı animasyonu ve sergilediği kutu hem anlaşılır hem de etkileyici bir dil oluşturuyor.

30dan fazla sanatçının birbirinden farklı ama ilginç işlerini deneyimleyebileceğiniz bu sergiyi keyifli bir hafta sonu planına dahil etmenizi rica ederim.

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Conrad Bodman

” Universal Everything, Birleşik Krallık’ta çalışmalarını sürdüren Yaratıcı
Direktör Matt Pyke’ın liderliğinde, sanatçı, tasarımcı, animasyoncu,
müzisyen ve yazılımcılardan oluşan küresel bir kolektiftir.

Bu sergide, Universal Everything’in insan biçimine duyduğu ilgi, bireyin
karakteristik özellikleri ve daha büyük bir yapı olan kolektifin parçası olarak
davranışlarımız üzerinden inceleniyor.”

Üvercinka sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Akışkan Bedenler Sergisi, çoğunlukla içine giremekten ve duygusunu hissedememekten yakındığım çağdaş video sanatına beni yaklaştırdı.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Haftasonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk gördüğümüz işi olan “Makine Öğrenişi“, robotların ne zaman insanlar kadar kıvrak olabileceklerini sorguluyor ve aslında bir tür yapay zeka gibi görünen ve kendini geliştiren robotlara dansçılar yol gösteriyor.  Fütüristik mekanlarla bir tür “Black Mirror” etkisi yaratan bu çalışma, serginin diğer işleri gibi gözlerinizi ayıramayacağınız bir döngüsellik yaratıyor. 

Benzer işlerden olan, performans ve yeni teknolojiler üzerinden insan-makine işbirliklerini inceleyen “Akıllı Malzeme“, bir önceki kadar etki yaratmazken, yakın gelecekte görebileceğimiz bir takım bilimsel gelişmeleri gösteren ekranlar grubu “Geleceğin Ekranları” ilgi çekiyor. Tuvalde canlanan fırça darbelerinin hareketiyle oluşan “Portre II” ise hem tablo yaratım sürecine atıf yaparken hem de ortaya çıkan portreyi sanki kan akışı olan canlı bir yüz gibi görünüyor.

Serginin gözlerimi ayıramadığım ve bence en etkileyici işi olan “Yüce İnananlar II” bir yere ulaşmaya çalışanların mücadelesini, tıpkı hayat boyu devam eden savaşma hali gibi ortaya koyuyor. Sonucun hep yok olarak bitmesi, bütün o çabaya rağmen zerrelere bölünerek kayboluş, bazı anlarda yalnız bazı zamanlarda kadın erkek bir arada o mücadele aslında hayatın kısa bir özeti sanki.

Durmadan yürüyen ve yürüdükçe karşılaştığı ortama göre hareketini değiştiren video heykel “Yürüyen Şehir“, görüntüye eşlik eden sesleri ile dikkat çekerken, “Oluşum” adlı interaktif sanal ortamda, binlerce kişilik bir ortamda bir joystick yardımıyla dolaşarak adeta günümüz popüler “influencer”ları gibi etrafınızdaki insanları etkileyip kendi kitlenizi yaratabileceğiniz bir dünya oluşturuyor.

Yüce İnananlardan sonra en etkileyici bulduğum “Kabileler” ise insan davranışlarının koreografisini, tavana asılı projektörle yerdeki yuvarlak platforma aktarıyor. Aşağıda bulunan kitapçık açıklamasındaki gibi videoyu bütününe bakarak izlediğinizde tıpkı sürüler gibi hareket eden insan toplulukları görürken, detaylı bakıp bir kişiyi takip ettiğinizde o kişinin bazen farklı farklı gruplara entegre olduğunu, bazen birlikte hareket ettiği gruptan hiç ayrılmadığını, bazense başka insanları peşinden sürükleyen birini olduğunu görüyorsunuz.

“Birbirlerine senkronize olmuş bir şekilde hareket eden binlerce insan, peyzajda kolektif desenler oluşturarak ortak bir amaçları varmış gibi gözükür. Yukarıdan bakıldığında birbirinden ayırt edilemeyen insanlar, bir kütle oluşturarak, akışkan bir renk hareketi oluşturur. Yakından bakıldığında kalabalığı oluşturan bireyler kendini belli eder, her biri özgün bir gidişata sahipmiş gibi gözükür.

Otonomi, öz organizasyon ve grup içi ilişkileri inceleyen çalışma, grubun birey üzerindeki etkisini sorgular.” 

Aslında çoğunlukla video sanatını, hatta neredeyse her zaman animasyon-video sanatını, içine girmesi/anlaması zor ve duygusuz bulan biri olarak bu çoğunluğu fütüristik ve tamamı animasyon işleri oldukça etkileyici buldum. O nedenle şahsi sanatseverlik tarihimde bu serginin kıymetli bir yeri oldu. 

Keyifli bir hafta sonu planına bu sergiyi dahil etmenizi tavsiye ederim.

İki Dans Gösterisi: Maria Pages ve Anadolu Ateşi

İki Dans Gösterisi: Maria Pages ve Anadolu Ateşi

Şimdi Dünya’nın en saçma şeyini yapıp, klişe tanımıyla elma ve armutu kıyaslayacağım. Zira sürekli dans gösterisi izleyen biri değilim ve yakın aralıklarla iki gösteri izleme şansım oldu. Bu konudaki sığ bilgilerimle bir takım eleştirilerde bulanacağım, affola.

maria pages13 Aralık’ta CRR Konser Salonu’nda ünlü flamenko dansçısı Maria Pages’in gösterisine flamenko sevdalısı bir arkadaşımın davetiyle gittim. Şahsen Maria Pages kimdiri bilmediğim gibi 2 saat flamenko izlemenin de bir noktadan sonra sıkıcı olacağını düşünüyordum. Tamamıyla dolu salonda; 1963 doğumlu Pages, dansçıları, müzisyenleri ve solistlerinin sahnede yerini almasıyla sonsuza kadar sürse izleyebileceğim bir dans ve müzik şöleni başladı…

1990 yılında kurduğu dans topluluğuyla çok sayıda ödül alan ve “sonsuz kollu” sanatçı olarak ünlenen Maria Pages inanılmaz bir kadın. Daha önce bir kere canlı flamenko gösterisi izlemişliğim vardı. O da İspanya ziyaretimde izlediğimdi ve klasik bir dans gösterisiydi… Onları da çok başarılı bulmuştum fakat Pages’in tutkusu, gücü, estetiği, zarifliği, enerjisi tarif edilemez derecede iyiydi. Her biri ortalama 5-6 dakika süren klip gibi koreografilerde, dansçılar ve müzisyenler de muazzamdı. Ayrı ayrı her biri kendi gösterisini yapsa izlettirirdi kendini, o derece.

maria pages2Tüm gösteride her şeyi çok beğendim. Işık kullanımı, dekorlar, koreografi, müzikler, solistler, dansçılar… Ve kostümler… Klasik ve abartılı flamenko giysileri yerine çok daha modern ve renk geçişli kıyafetleri vardı. Kostümlerindeki bu modern yorumu da çok beğendim. (ay ne çok beğendim dedim!)

Ayrıca Pages’in yalnız dans ettiği bir bölümde tekerlekli bir boy aynasıyla yaptığı gösterisi ise, kişisel sanat arşivimde unutulmazlar arasında yerini aldı. Autorretrato (Otoportre) adındaki sanatçının kişisel imzası olan bu parçada Pages, zorlu kendini bulma sürecini keşfetmek için, bir kişinin aynada kendine baktiğinda, ilk defa kendisiyle tanışması gibi; düşleme, yol gösterme, başlangıç araştırmasından itibaren her bir ayrıntıyı sahneye aktarabilmek için sanatsal sürecin her yönüne kendini dahil eden dört resim oluşturuyormuş. Çok çok etkileyiciydi.

Size bu yazdıklarımı gösterebilmek için aradım taradım ve bir video buldum. Canlısı gibi olmaz ama en azından neden bu kadar beğenip etkilendiğimi bir nebze anlarsınız. İşte Maria Pages ve dans grubunun 2012’deki Utopia gösterileri.

13 Şubat Cumartesi günü ise Ataşehir’deki Ülker Sports Arena’da Anadolu Ateşi’nin 15.yıl gösterisi vardı. Daha önce 3 kere grubun gösterilerini izlemiş olan bir başka arkadaşımın davetiyle de bu gösteriyi izlemeye gittim. (Yaşasın arkadaşlar!) Tahmin edebileceğiniz üzere daha önce Anadolu Ateşi’ni de canlı olarak izlemişliğim yoktu.

7bin kişilik bilet satılmış gösteriye ve bu kalabalıkla ülkemizdeki mükemmel bina planlaması ile birleşince önce yarım saat otoparka giriş kuyruğunda bekledik, sonra 20TL verdiğimiz otoparkta 10 tur atıp yer bulamayıp ortaya bir yere arabayı bırakmak zorunda kaldık. Bu kadarla kalsa iyiydi de, giriş kapısına gidince mahşer yeri kalabalığını gördük. Tek tek arama yapmaya çalışan güvenlik hızlı çalışamadığından salonun yarısı kapıya yığılmış durumdaydı. Gösteri saati geldiğinde biz hala dışarıdaydık. Kalabalıkta protestolar başladı, hal böyle olunca aramadan vazgeçtiler. Yani salonun yarısı aranarak, yarısı aranmadan içeri alındı! Madem aranmadan girecektik niye kış günü 1 saat kuyruk bekledik bilemiyoruz.

anadolu atesiNeyse yerimizi aldık. Gösteriyi geç başlattılar tabi. İlk olarak sahneye Mustafa Erdoğan ve bir grup dansçı çıkıp, Anadolu Ateşi’nin 15. yılıyla ilgili görüşlerini ve duygularını anlattılar. Sonrasında 150 kişilik dansçı kadrosuyla ritm, uyum ve dans yeteneğinin en güzel örneklerini izledik.

15.yıl olması sebebiyle yaşları 4’ten başlayan çocuk ve genç dansçıların modern danslarına da yer verilen akışta, klasik Anadolu Ateşi gösterileri ağırlıklıydı. Müthiş bir uyumla dans eden grubun çok büyük emekler vererek çalıştıkları çok belliydi. Fiziksel olarak nasıl başardıklarını anlamadığım (bence imkansız!) çok etkileyici bölümler vardı gösteride. Ayrıca tüm kostümler (özellikle oryantal dans yapılan bölümdeki kostümler) çok iyiydi.

Fakat bu başarılı gösteriye bence yakışmayan bir iki şey vardı. Birincisi müzikler! Keşke canlı bir orkestra olsaydı. Playback müzikler üzerine dans edilmesi olayı çok basitleştiriyor maalesef. Diğer gösterilerinde orkestra oluyor muydu bilmiyorum ama bu denli büyük bir ekibin böyle özel bir etkinlikte canlı bir orkestrayla sahnede olabilmesini dilerdim.

anadolu atesi01İkinci konu ise arka plandaki görseller ve ışık kullanımıydı. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden ve medeniyetlerinden kalıntıların ve motiflerin gösterildiği görsellerle danslar bütünleşemedi maalesef. Bu memlekette yaşayan bizler bile olayın içine giremediysek, yurtdışı gösterilerinde çok daha eksik kalıyordur diye düşünüyorum. Tüm sahnelerde böyle mi oluyor, bize mi denk geldi bilmiyorum ama Ülker Arena’daki gösteride durum böyleydi. Keşke daha üzerinde çalışılmış, profesyonel görseller, ışık tasarımı ve daha açıklayıcı bir şeyler olsaydı.

Maalesef müzikler ve sahne tasarımı yetersiz olunca dansçıların o kadar emeği de biraz havada kalıyor. Kaç kilometre öteden gelen İspanyol dansçının yarattığı ortamdan dolayı hayran kalmışken, yaşadığımız topraklardan gelen dansı hissedememek biraz üzücü. Hoş bu kadarını bile görmediğimiz için yine de Mustafa Erdoğan ve ekibinin çabası takdire şayan ama umarım daha akıcı, daha etkileyici, sahneyle ve müziklerle daha bütünleşmiş bir gösteriye dönüştürebilirler zamanla…

Şimdi planım en yakın zamanda Maria Pages’in başrolünde oynadığı flamenko temalı filmleri izlediğimiz bir gece tertip etmek sevgili arkadaşlarımla… Zira kendisine doymadım doyamadım…

ArtInternational’da Beğendiklerim ve Keşfettiklerim

ArtInternational’da Beğendiklerim ve Keşfettiklerim

Çağdaş sanat başlı başına ilgimi çeken bir konu olduğundan fuar haberini alır almaz gitmeyi düşünmüştüm. Taner Ceylan, Anish Kapoor, Maria Abromoviç isimlerini duyuncaysa gitmek görmek farz oldu.

Daha önce Haliç Kongre Merkezi’nde konserler izlemiştim fakat ilk defa bir fuar-sergi için mekana gittim. Öncelikle Haliç Kongre Merkezi’nin İstanbul’un benim için ulaşımı en keyifli mekanlarından biri olduğunu belirtmek isterim. Üsküdar’dan Haliç hattına binip Sütlüce İskelesinde indikten sonra 5 dakikalık yürüme mesafesinde ulaşılabiliyor. Üstelik Haliç kıyısında olduğundan fuar aralarında dinlenmek ve manzaraya karşı oturmak çok keyifli.

Fuarın ulaşım ve mekan seçimini övdükten sonra, ücretini de övmek isterim. Zira bu denli çok, kapsamlı ve güzel eseri bir arada görmek için makul bir fiyatı konulmuştu. Tek beğenmediğim yanı ise ışıklandırma oldu. Cepheye yakın galerilerde gün ışığının patlamaları rahatsız ediciydi. Diğer galerilerde ise bazı spotlar eserleri düzgün görmeyi engelliyordu.

Neyse bu detaylar mühim değil. Önemli olan konuya gelelim: Galeriler, sanatçılar ve eserler!

Uzun yıllardır gittiğim fuarlar arasında en çok eser beğendiğim fuar olarak aklıma kazıldı ArtInternational 2014. Gerçekten her galeri çok özenli parçalar getirmişti ve fuarı gezen kitlenin tüm bu özene ilgisi büyüktü. Ben de her seferinde olduğu gibi beğendiklerimi, araştırmak istediklerimi, gördüğüm detayları fotoğrafladım ve not aldım. İşte fuarda en beğendiklerim:

  • Taner Ceylan‘ın ne büyük bir hayranı olduğumu artık blogumu takip edenler biliyorlardır. Fuarın iç mekan girişindeki ilk galeri, Taner Ceylan’ın 4 eserinin sergilendiği Paul Kasmin Gallery (Newyork) idi. Ceylan’ın ilk heykeli olan MoonTale küçük boyutları ve detaylarıyla çok ilgi çekiciydi fakat Ceylan’ın o müthiş yeteneği olan iç içe geçmiş geyik ve adamların olduğu Cyparissus adlı karakalem çalışmaya bakmaya doyamadım.

  • Singapurlu sanatçı Donna Ong‘un kağıtlarla bir ışık kutusunun içine yaptığı Gift adlı eseri Galeri Krinzinger (Vienna) tarafından sergilenmekteydi. Japon sanatçı William Farquar tarafından 1800lü yıllarda yapılmış bir resimden yola çıkarak hazırlanan bu çok katmanlı ormanı oldukça sevdim.

Donna Ong ,Gift, 2014 -  çin mücevher kutusu, kağıt, akrilik ve ışık kutusu - 30 × 20 × 20 cm

Donna Ong ,Gift, 2014 –
çin mücevher kutusu, kağıt, akrilik ve ışık kutusu – 30 × 20 × 20 cm

  • Bu sene fuara gelen işlerde ayna ve parlak malzemelerin kullanımı çok yaygındı. Ayna kullanımları içinde ise Barbarian Art Gallery (Zürich)’de sergilenen Irina Polin‘e ait eser çok ilgimi çekti. Sanatçının Manfredi serisinden olan bu fotoğraf baskının arkasına ayna konulmuştu ve açılan delikler esere çok değişik bir boyut katmıştı. (Ayrıca açılan deliklerden çıkan parçalar çerçevenin altında bırakılmıştı.)

Irina Polin, Miss Comfort Miss, 2013-4 - perfore edilmiş baskı, ayna ve çerçeve - 117x90cm

Irina Polin, Miss Comfort Miss, 2013-4 – perfore edilmiş baskı, ayna ve çerçeve – 117x90cm

  • Hangi galeri kapsamında olduğunu bilmediğim fakat teknoloji-sanat kesişiminde beni çok etkileyen işlerden biri Pascal Haudressy‘e aitti. Sanatçının Narcissus adlı eserinde dijital ortamda yaptığı insan figürleri ekranda hareket ederken, çizgilerin değişimini izlemek keyifliydi.

Pascal Haudressy, Narcissus, 2010 - dijital

Pascal Haudressy, Narcissus, 2010 – dijital

  • Yine dijital işlerden dikkatimi çeken bir diğeri Lisson Gallery (London, Milan, Newyork) ‘de bulunan Julian Opie‘ye ait çalışmaydı. Devam eden bir animasyon olan 55inç LCD ekranda gördüğümüz Imogen adlı çalışmadaki kızın yüz ifadeleri değişiyordu.

Julian Opie, Imogen, 2013 - animasyon, bilgisayar ve 55' LCD ekran - 121.9x69,2x10,8 cm

Julian Opie, Imogen, 2013 – animasyon, bilgisayar ve 55′ LCD ekran – 121.9×69,2×10,8 cm

  • Hosfelt Gallery (San Francisco) ‘de bulunan Emil Lukas‘a ait Moderate Cling isimli çalışmada, boyalı ahşap pano üzerinde iplerle oluşturulmuş bir doku çalışması vardı. Oldukça ince ve emekli bu eser boyamadan ötürü derinlikli, iplerden dolayı ise dokulu gözüküyordu. Bu çelişki oldukça hoş bir tezat oluşturmuştu.

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 - ahşap ve ip - 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 – ahşap ve ip – 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 - ahşap ve ip - 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 – ahşap ve ip – 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

  • Yine Hosfelt Gallery (San Francisco) ‘nin bölümünde bulunan hiperrealist sanatçı Patricia Piccinini‘nin görünce dehşete düşüren, dokunmak-dokunmamak arasında gidip geldiğim eseri Atlas! Sinir bozucu derecede gerçek deriye benziyor ve canlı gibi geliyor.

Patricia Piccinini , Atlas , 2012 - silikon, fiberglas, insan saçı ve boya - 84x54x50 cm

Patricia Piccinini , Atlas , 2012 – silikon, fiberglas, insan saçı ve boya – 84x54x50 cm

  • Artık herkesin tanıdığı, son dönemin en popüler sanatçılarından Liu Bolin‘in fon içinde kaybettiği adamları fotoğrafladığı serisi Hiding In The City ‘den bir eserinin de bulunduğu  Galerie Paris-Beijing (Paris, Brussels & Beijing)’in bölümünde ayrıca Hwan-Kwon Yi’nin Ali & Zehra adlı çalışması da vardı. Bir açıdan bakıldığında 3 boyutlu gibi gözüken fakat aslında 2 boyutlu olan heykelleri gerçekten görülmeye değerdi.

 

Yi Hwan-Kwon, Ali & Zahra , 2010 - 115,9x86,06x35,89 cm

Yi Hwan-Kwon, Ali & Zahra , 2010 – 115,9×86,06×35,89 cm

  •  Edouard Malingue Gallery (HongKong)’de sergilenen ve fuarın dikkat çekici heykellerden biri olan Stone of Madness, sanatçı Fabien Merelle‘nin eseri.

Fabien Me?relle, Stone of Madness, 2014 - 70 x 20 cm

Fabien Me?relle, Stone of Madness, 2014 – 70 x 20 cm

  • İsveçli sanatçı Assa Kauppi‘nin 7 çocuğu yüzme yarışına başlamadan önce heykelleştirdiği The Race is Over isimli çalışmasındaki gerçeklik ve enerji görülmeye değerdi.

Assa Kauppi, The Race is Over , 2011 - bronze ve granit kaide - 60 cm yüksekliğinde

Assa Kauppi, The Race is Over , 2011 – bronze ve granit kaide – 60 cm yüksekliğinde

  • Deweer Galery (Otegem) ‘nin sergilediği eserlerden olan ve Stephan Balkenhol‘a ait ahşap-rölyef çalışmaların derinliği, işçiliği ve sadeliği oldukça hoşuma gitti.

Stephan Balkenhol, Relief Frau, 2014 - boya ve ahşap - 80x60 cm

Stephan Balkenhol, Relief Frau, 2014 – boya ve ahşap – 80×60 cm

  • Tornabuoni Art Gallery (Florence, Milan & Paris)’de sanatçı Francesca Pasquali pipetler ve grapon kağıtları ile yaptığı tasarımları vardı. Bulunabilecek en basit malzemelerden oluşturduğu çalışmalar çok hoş görünüyordu.

  • Son olarak Mario Mauroner Contemporary Art Gallery (Salzburg & Vienna)’de bulunan Jan Fabre‘nin kafataslarının dikkat çekici olduğunu belirtmeliyim. Bok böceğinin kanatları, polimer ve gerçek dondurulmuş hayvanlarla oluşan koleksiyon değişikti.

Jan Fabre, Skull, 2010 - bok böceği kanatları, polimer, dondurulmuş hayvan - 28x23x19 cm

Jan Fabre, Skull, 2010 – bok böceği kanatları, polimer, dondurulmuş hayvan – 28x23x19 cm

Bu senekine gidemediyseniz bile seneye mutlaka kaçırmayın derim.

Sanat dolu günler dilerim…

Vermeer Sanatçı Mıydı Yoksa Mucit Mi? : Tim’s Vermeer / Tim’in Vermeer’i

Vermeer Sanatçı Mıydı Yoksa Mucit Mi? : Tim’s Vermeer / Tim’in Vermeer’i

  • tims-vermeerYönetmen:  Teller
  • Tür: Belgesel
  • Yapım: 2013, ABD
  • Oyuncular: Tim Jenison, Penn Jillette, Martin Mull, Philip Steadman, David Hockney, Colin Blakemore
  • Süre: 80 dk

“Tim Jenison post-prodüksiyon ve grafik alanındaki bilgisayar programlarıyla tanınan bir mucit. Garip hobiler edinmek için hem zamanı hem de tutkusu var. Hobilerinin en sonuncusu belki de en tuhaf olanı: Hollandalı büyük ressam Johannes Vermeer. David Hockney ve Philip Steadman?ın Vermeer hakkındaki kitaplarını okuması, Tim?i, Vermeer?in resimlerini optik bir alet yardımıyla yaptığına iyiden iyiye ikna eder. Hattâ, hemen garajında basit bir mercek ve ayna düzeneği kurup, ilk denemelere de başlar. Hayatında hiç resim yapmamış olan Tim, bu aleti kullanarak Vermeer?in ?Müzik Dersi? isimli tablosunun tıpatıp aynısını yapabilecek midir gerçekten? Tim?in yakın arkadaşları olan Penn ve Teller?in her daim komik ve eğlenceli müdahaleleriyle, Tim?in bu inanılmaz eğlenceli, icat etme tutkusunun hiç eksik olmadığı, ilham verici hikayesini adeta bir sanat dedektifliği öyküsü gibi izliyoruz.”

Şimdi ilk cümle olarak festivallerde keşfettiğim belgeselleri öveceğim ve siz bıkacaksınız ama, diğer filmleri bir şekilde(!) bulup izleme şansımız oluyor ama belgeselleri festivaller dışında izleyebilmek çok zor. O nedenle yakalamak ve izlemek için büyük çaba sarf ediyorum ve sonunda çok önemli şeyler öğrenmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Tim’s Vermeer’de bu filmlerden biri oldu.

vermeer-inci-küpeli-kızVermeer gündelik hayatı resmeden Hollandalı bir Barok ressam. 1632-1675 yılları arasında yaşayan, sayıca az ama detayı fazla tablolar yapan, tablolarındaki ışık kullanımı ile ün salan ressam, 1866 yılında tekrar keşfedildikten sonra ünlenir. Hollanda Altın Çağı’nın en ünlü ressamlarından kabul edilen Vermeer’in özellikle ressamlık kariyeri hakkında pek detaylı bilgi yoktur. Senede en fazla 3 eser ürettiği, yaşadığı dönemde kendi kasabası dışında tanınmadığı, kusursuz ışık ve boyutlarda resimler yapmasına karşın tablolarında hiç ön çalışma izinin olmadığı, “doğal lacivert” denilen o dönemin en pahalı boyalarından birini kullandığı ve tablolarından sadece 3 tanesine tarih attığı bildiğimiz konular.

Tim's Vermeer2Tim Jenison ise bir mucit. Vermeer’i araştırmayı bu kadar çok istemesinin bir çok nedeni var. Öncelikle ressamın bu denli başarılı oranlarda resmetmesi ve mükemmele yakın ışık kullanımı için eskiz yapmış olması gerektiği düşünülüyor. Fakat ne ressama ait eskizler bulunmuştur, ne de tablolarının altında bu izlere rastlanmıştır. Bu durum ressamın bir dahi olduğu ya da bir alet ile bu resimleri yapabildiğini akla getiriyor. Fakat bir alet kullanmış olacağı ihtimali daha ağır basıyor çünkü zaten çok fazla olmayan resimlerinin bir çoğunu aynı pencerenin önünde yaptığını görüyoruz. Bu yer seçiminin aletinin konumuyla alakalı olabileceğini düşündürüyor. Ayrıca film içinde izleyebileceğiniz bir çok ufak detay da Jenison’ı bu konuda araştırmaya itiyor.

İncelemelerini tamamlayan Jenison zaman içinde düşüncelerini destekleyecek aleti tasarlamaya çalışıyor. Başta basit bir mercek sistemi ile işe başlıyor ve yukarıda gördüğünüz fotoğrafı, hayatındaki ilk yağlı boya denemesinde, icat ettiği mercek sayesinde hiç taslak çizimi yapmadan birebir ölçülerde ve renklerde boyuyor.

tims-vermeer3Daha sonra yine yanda görülen kutu yöntemini mercek ile deniyor, fakat istediği sonucu alamıyor. Bir dizi denemeden sonra istediği aleti elde etmeyi başarıyor ve Vermeer’in Müzik Dersi isimli tablosunun tıpatıp aynısını yapmaya çalışıyor.

Philadelpia doğumlu, gösterileri Broadway’de sergilenen illüzyonist Teller’in yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj çalışması olan Tim’s Vermeer işte bu tablonun aynısının yapılmaya çalışması ile birlikte Tim’in 6 yıllık Vermeer hikayesini anlatıyor. Bu zorlu çalışmayı izlerken bazen hayret ediyor, bazen gülümsüyorsunuz fakat belgesel bitiminde aklınızda bir çok soru oluyor. Benim aklımdakiler: Vermeer bir sanatçı mıydı, yoksa bir mucit mi? Bunu 1600lü yıllarda keşfeden Vermeer’in sırrını ancak 2000li yıllarda öğrenmemiz onu bir dahi yapar mı? Başka hangi ressamlar bu veya buna benzer yöntemler kullanmıştır?

tims-vermeer-4   tims-vermeer-6

 

 

 

JR, Sokak Sanatı ve İnside Out: People’s Art Project / Tersyüz: İnsanların Sanat Projesi

JR, Sokak Sanatı ve İnside Out: People’s Art Project / Tersyüz: İnsanların Sanat Projesi

  • jr-insideout2Yönetmen: Alastair Siddons,
  • Tür: Belgesel
  • Yapım: 2013, ABD, Fransa
  • Süre: 70 dk

“2011 yılında TED ödülünü kazanan Fransız sanatçı JR dünyanın en geniş katılımlı küresel sanat projesini başlatarak yüz binlerce insana yaşadıkları sokakları fotoğraflarla yeniden sahiplenmenin yolunu açar.

Her sene yalnızca bir kişinin layık görüldüğü prestijli TED Ödülü?nü 2011 yılında kazanan Fransız sanatçı JR?a dünyaya ilham verecek dileğinin ne olduğu sorulur. ?İnandığınız bir şey uğruna harekete geçerek küresel bir sanat projesine dahil olmanızı diliyorum. Birlikte dünyayı tersyüz edelim,? der. Kurallar basittir: kendinin veya tanıdığın birinin fotoğrafını çek, gönder, büyük boy kâğıda basılan resimleri sokaklara yapıştır ve sesini duyur. Tüm baskı masrafları JR tarafından karşılanan bu proje çok kısa sürede dünyanın her tarafında binlerce takipçi buldu. Cezayir?den Haiti?ye, Kuzey Dakota?dan Pakistan?a, insanlar organize olarak çektikleri fotoğrafları sokaklara ve binalara yapıştırmaya başladılar. Sanatı izleyen değil, sanatı icra eden oldular. Zaman geçtikçe proje de evrildi; Arap Baharı, Londra?daki ayaklanmalar, Occupy hareketi ve Haiti?deki deprem derken, doğrudan olayları yaşayan insan ve toplulukların hikâyelerine tanıklık etmeye başladı. Gözümüzün önünde küresel bir hareket doğdu; ilham arayanlar, kaçırmayın!”

Hep söylüyorum: Festivallerin belgesel bölümleri benim için en önemli olan bölüm. Çoğu zaman galalar, ödüller daha az umurumda oluyor zira her seferinde acayip insanlarla ve dünyalarla tanışıyorum. İşte onlardan biri:

JR bir sokak sanatçısı. Eserlerini galeriler yerine duvarlarda sergileyen bir sanatçı. 1983 yılında doğduğu bilinen fakat kimliğine dair bilgi sahibi olmadığımız JR, dünyanın en büyük galerisi olan sokaklara sahip olduğunu söyleyen, özgürlük, kimlik ve limitler konusunda sanat ve aksiyon yapmaya çalışan, kazandığı ödülle tüm dünyada değişimler yaratmak isteyen biri.

Önceleri sokaklarda graffiti yaparken, bir gün Paris metrosunda bir kamera bulan ve arkadaşlarını ve kendisini graffiti yaparken kayda almaya ve fotoğraflamaya başlayan JR, henüz 17 yaşındayken çektiği bu fotoğrafların kopyalarını şehrin duvarlarına asmaya başlar ve Expo 2 Rue adını verdiği açık galeriyi başlatır. Bu sergiler 2001-2004 yılları arasında devam eder.

Expo 2 Rue / 2001-2004

Expo 2 Rue / 2001-2004

Avrupa’yı gezen ve galeri olarak kullandığı sokak duvarları ve bina cepheleri konusunda limitlerini sorgulamaya başlayan sanatçı, bodrum kattan çatılara kadar her yükseklikte çalışmalarını sergilemeye başlar.

2004-2006 yılları arasında Portrait of Generation adını verdiği projesini gerçekleştirir. Ayaklanmaların olduğu Fransız banliyölerinde çektiği fotoğrafları, önce illegal daha sonra legal olarak, sermayenin popüler semtlerini içeren doğu Paris’in sokaklarında sergiler.

28 Millimeters, Portrait of a Generation / Collage Ladj Ly by JR, Montfermeil, Les Bosquets / 2004

28 Millimeters, Portrait of a Generation / Collage Ladj Ly by JR, Montfermeil, Les Bosquets / 2004

2007 yılında ise Face 2 Face adlı projesini gerçekleştirir. Arkadaşı Marco ile birlikte Ortadoğu’ya gidip 1 hafta kadar zamanı İsrail ve Filistin’de geçiren ikili, iki ülkenin insanlarının her anlamda birbirlerine çok benzediklerini ama bunun farkında olmadıklarını görürler. Bunun üzerine aynı işi yapan İsrail ve Filistinlilerin fotoğraflarını çekip, bu fotoğrafların büyük ebatlı hallerini, yan yana olacak şekilde İsrail ve Filistin’i ayıran duvarların iki tarafında (muhtelif şehirlerde) sergilerler.

28 Millimeters, Face2Face Separation Wall, Palestinian Side In Bethlehem/ March 2007

28 Millimeters, Face2Face
Separation Wall, Palestinian Side In Bethlehem/ March 2007

2008 yılında ise Brezilya’da Women Are Heroes adlı projesini gerçekleştiren JR, Rio de Janerio’nun adı şiddetle özdeşleşmiş gecekondu (favela) bölgesi Moro de Providencia’ya fotoğraflar yerleştirir. Uyuşturucu satıcılarının yaşadığı, silah seslerinin susmadığı bu mahalledeki çocuk ve özellikle kadınların mahallelerine ve yaşantılarını bakışını ortaya koymaya çalışan bu proje, mahallenin ilk kez polis kovalamacası nedeniyle değil, bu serginin haberi için televizyonda görünmesini sağlar. 2011’e kadar devam eden projeyi Kamboçya, Hindistan, Kenya, Liberya, Sudan gibi bir çok farklı ülke ve coğrafyada gerçekleştirir.

28 Millimeters, Women Are Heroes Action dans la Favela Morro da Providência, Favela de Jour, Rio de Janeiro, Brésil/ 2008

28 Millimeters, Women Are Heroes
Action dans la Favela Morro da Providência, Favela de Jour, Rio de Janeiro, Brésil/ 2008

28 Millimeters, Women Are Heroes Action in Kibera Slum, Rooftops View, Kenya / 2009

28 Millimeters, Women Are Heroes
Action in Kibera Slum, Rooftops View, Kenya / 2009

2008 yılında başladığı ve halen devam etmekte olan projelerinden The Wrinkles of the City, şehrin ya da hayatların geçirdiği değişiklikleri duvarlarda sergilemek amacıyla başlar. 2008 yılında Cartagena-İspanya’da şehrin yaşadığı iç savaş sonrasına vurgu için kentin yaşlıların fotoğraflarını, 2010’da Şangay’da kent hafızasını temsilen yaşlı kentli fotoğraflarını, 2011’de  Los Angeles’ta, Hollywood’un, güzelliğin ve estetiğin şehrinde geçmişini kırışıklıklarıyla yaşatan ve yansıtan kişilerin fotoğraflarını,  2012’de Havana-Küba’da, Küba asıllı sanatçı Jose Parla ile birlikte Havana bienali için Küba devrimini yaşamış 25 kişinin fotoğraflarını ve 2013’de Berlin’de eski jenerasyondan önemini kaybetmiş gibi duran kimseleri tekrar görünür ve değerli kılmak için seçtiği kentlilerin fotoğraflarını şehirlerin/binaların duvarlarında sergiler.

The Wrinkles of the City Los Surcos de la Ciudad, Marino Saura Oton, Night View, Cartagena, Espagne / 2008

The Wrinkles of the City
Los Surcos de la Ciudad, Marino Saura Oton, Night View, Cartagena, Espagne / 2008

The Wrinkles of the City Action in Shanghai, Zhai Zhixin, Chine/ 2010

The Wrinkles of the City
Action in Shanghai, Zhai Zhixin, Chine/ 2010

The Wrinkles of the City La Havana, Alfonso Ramón Fontaine Batista, Cuba/ 2012

The Wrinkles of the City
La Havana, Alfonso Ramón Fontaine Batista, Cuba/ 2012

The Wrinkles of the City, Berlin / 2013

The Wrinkles of the City, Berlin / 2013

JR’ın 2010 yılından beri Marsilya-Fransa, Grottaglie-İtalya, Vevey-İsviçre ve  Sao-Paulo-Brezilya’da gerçekleştirdiği bir diğer projesi olan Unframed ise şehirlerin fotoğraf albümlerinde kalmış fotoğrafları kentlilere sunmaya çalışıyor.

UNFRAMED, John Phillips revu par JR "Workshop in Corpus Christi, 1940"   Vevey, Switzerland/2010

UNFRAMED, John Phillips revu par JR
“Workshop in Corpus Christi, 1940” Vevey, Switzerland/2010

Ve izlediğim belgeselin konusu olan, son ve en büyük çaplı projesi Inside Out. 2011 yılında TED ödülünü kazandığında açıkladığı bu projesi ile şimdiye kadarki kariyeri boyunca yaptıklarıyla paralellik gösteren biçimde, fakat tüm dünyayı kapsayan bir sanat çalışması yapmak ister. Uluslararası katılımcı bir sanat projesi olan Inside Out’un katılım süreci şöyle işliyor: Dünyanın herhangi bir yerinden katılımcılar, bir fikri, projeyi, hareketi veya deneyimi paylaşmak için portre fotoğraflarını çekip iletiyorlar. JR ve ekibi fotoğrafı duvara yapıştırılacak boyutlarda, siyah-beyaz olarak basıp katılımcıya gönderiyor. Ve katılımcı fotoğrafı duvara yapıştırarak sergiliyor.

Belgesel kapsamında bazı ülkelerdeki süreçler gösterildi. En çok aklımda yer eden Tunus’ta 50 yıldır yöneticilerin fotoğraflarının yer aldığı billboardlara ve duvarlara, devrimden sonra halkın fotoğraflarının yerleşmesini sağlayan çalışma oldu sanırım. Bir de Haiti’deki Tele-Ghetto oluşumu ayrıca belgeseli yapılacak kadar enteresandı.

INSIDE OUT PROJECT Tunisia, Ex Ben Ali Billboard on La Goulette Road/  2011

INSIDE OUT PROJECT
Tunisia, Ex Ben Ali Billboard on La Goulette Road/ 2011

Mart 2011’den bu yana 108 ülkeye, 170.000’in üzerinde poster gönderen proje, hala katılıma açık. Hem gelişmeleri öğrenmek, hem hangi ülkelerde ve şehirlerde neler olmuş görmek için internet sitesini buyurun. Occupy hareketinin en etkili sanat hareketlerinden biri olan Inside Out ve JR bundan böyle sıkı takibimde, daha başka neler olacağını merak ediyorum.

kaynak: jr-art.net, .insideoutproject.net

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

karanlikta_diyalogEtkinliği duyduğum andan itibaren gitmek ve bu deneyimi yaşamak istedim ama internet sitesinde yazan bir dolu açıklamaya, insanların paylaştığı deneyim hikayelerine rağmen o kapıdan girene kadar başıma tam olarak ne geleceğini kestiremedim.

Gayrettepe’deki metro istasyonunda bulunan 1.500 metrekarelik alanın bir kısmı kapatılmış. Açık olan alana girince önce danışmayla karşılaşıyorsunuz. Arkasında hediyelik eşyaların satıldığı bir bölüm, sağ tarafta çay kahve servis edilen bir bekleme alanı ve yanında karanlık İstanbul’a giriş kapısı var.

Biz biraz erken gidip içeride neler olacağıyla ilgili bilgi aldık. Bir kere içeri kesinlikle telefon alınmıyor. Saat, gözlük, çanta, mont her şeyinizi vestiyere (ya da kilitli dolaplara) bırakmanızı, yanınıza sadece 5-10 lira para almanızı söylüyorlar. Dediklerini yaparak hazırlandık.

Bilet saatimiz gelince 6 kişilik grubumuzla birlikte yarı karanlık giriş bölümüne alındık. Burada hepimize görme engellilerin kullandığı bastonlardan verdiler. Bastonları kullanırken vurarak değil, önümüzdeki alanı tarayarak kullanmamız gerektiğini anlattılar. Sanıyorum en başarılı yapabildiğim şey o bastonu kullanmak oldu zaten. Kapkaranlık bir ortamda gerçekten gözümüz o oldu.

fft64_mf1868464Neyse bastonlarımızı aldık. İçeride rehberimizin sürekli bizimle olacağını, sakin kalmamızı, gruptan ayrılmamız gerektiğini, bir sıkıntımız olduğunda rehberimize bildirebileceğimizi, olur da içeride fenalaşırsak hemen müdahale edileceğini, iki kişi gelenlerin çoğu zaman birbirine yapışıp el tutuşarak ilerleme gibi bir refleksi olduğunu ama mümkünse bu deneyimi tek başımıza yapmamızı söylediler ve görme engelli rehberimize doğru yola çıktık.

Rehberimiz Murat Bey’e ulaşana kadar labirent gibi yollardan geçtik. Artık tamamen karanlıktı. Gözlerimiz ilk bir iki dakika etrafı taradı fakat bir yerden sonra artık bakmaya çalışmayı bıraktık. Sol taraftaki duvara elimizi koyup rehber alarak, sağ elimizde bastonlarımızla Murat Bey’in yanına gittik. Duvarı takip ederek yürümek nispeten kolay bir şey fakat duvar bittiğinde, bir boşluğa düşünce işte o zaman hissettikleriniz tarifsiz oluyor. Kaybolma korkusu, önüne bir şey çıkacak telaşı hepsi birbirine karışıyor. 6 kişi koskoca alanda birbirimize dolanarak rehberimiz Murat Bey’in sesine doğru gittik.

Murat Bey bize hep yanımızda olacağını, onun sesini rehber alarak bu gezintiyi yapacağımızı söyledi. Ve ilk tanıştığımız anda seslerimizle isimlerimizi ezberlemeyi başardı. Onun sesinin geldiği yöne hareket ederek (etmeye çalışarak) bir parkı gezdik, tahta köprüden geçtik, parktaki banka oturup sesleri dinleyerek etrafta neler olduğunu anlamaya çalıştık, manava gittik ve sebze meyveleri anlamaya çalıştık, trafik ışıklarından geçtik, tramvaya bindik, İstiklal’den Tünel’e giderken nerelerden geçtiğimizi tahmin etmeye çalıştık, motora bindik, film dinledik ve en sonunda kafeteryada oturup muhabbet ettik.

İçeride kimi insanlar zifiri karanlık olunca gözlerini kapatıyormuş, fakat benim gözlerim açıktı. Ayrıca uzun boylu bir genç arkadaş vardı aramızda, o da hep eğilerek gezmiş, başını bir yere vuracağı endişesiyle…

Garip ama dışarıdaki Dünya’da etrafı görüp mekana hakim olan sizken, içeri girdiğiniz andan itibaren o mekanların hakimi görme engelli rehberler oluyor. Gruptan ayrılıp sağa sola savrulduğumuzda rehberimizin bizleri bulup toparlayabilmesine gerçekten hayret ettim.

Bütün gezinti boyunca rehberimizin bizlerle diyalogu kesintisiz devam etti. Sürekli isimlerimizi tekrarladı ve bizden tepki bekledi. Bu sayede bizler de hem grup arkadaşlarımızın hem de rehberimizin nerede olduğunu anlamaya çalıştık. Ayrıca içeriye girerken yüzlerine bile dikkatlice bakmadığım diğer kişilerle, yeri geldi elimizi uzatıp birbirimize rehber olduk, yeri geldi oturacağımız koltukları bulmasına yardım ettik, yeri geldi önümüzdeki engeli arkamızda kalana bildirdik. Yani birbirini tanımayan insanlar olarak girdiğimiz mekanda, birden hepimiz birbirimizin gözü olduk.

Görme duyunuzu kaybedince empati ve yardımlaşma duygusu üst seviyeye çıkıyor. Ayrıca sesler ve elleriniz inanılmaz rehberlere dönüşüyor. Örneğin bir ATM’yi, bir direği, korkuluğu elleyerek anlamak ve ne olduğunu tahmin etmek gerçekten farklıydı.

Bir de sürekli diyalog halinde ve sesleri takip ediyor olmanıza rağmen bazen fark etmeden gruptan uzaklaşabiliyorsunuz. O anlarda bir şeye çarpma endişesi bir yandan, nereye gideceğini bulamayacak olma endişesi diğer yandan insanın içine yerleşiyor. Hatta gruptan bir arkadaş (normalde aklımda zerre isim tutamayan ben, herkesin ismini net hatırlıyorum! Esra.) biz tramvaydan indiğimiz sırada gruptan ayrılıp yanlış yöne gitmiş. Birileri bulup getirdi kendisini. Bir 4-5 dakika parklarda bahçelerde dolaşıp bizi aramış.

gorme-engellilere-braille-alfabesi_normal_1271621Kaybolmalar, birbirine çarpmalar eşliğinde devam ederken bir odaya girdik. Odanın duvarında harflerin Latin alfabesi ve braille (körler) alfabesiyle yapılmış kabartmaları vardı. Burada kendi ismimizin baş harfini bulduk ve rehberimiz bu alfabenin matematiğini hepimize tek tek anlattı. Artık Z yazabiliyorum!

***

Yaklaşık bir buçuk saat süren gezintinin sonunda kafeteryadan içecek bir şeyler alıp sohbet etmek için oturduğumuzda gerçekten yoğun duygular hissettim. Biz bu kadar korunaklı bir ortamda, sürekli rehberler varken bu denli zorlandık, gerçek hayatta bunu başarabilmek hakikaten zor.

Rehberimiz Murat Bey, gözlerini 4 sene önce kaybetmiş. İlk 6 ay bunu kabullenememiş ve bir bunalım halindeymiş fakat sonra hayata tutunmuş. Şimdi lisanslı bir sporcuymuş ve bilin bakalım hangi dalda? Judo!

Geçen 1,5 saatte yoğunlaşan duygularımdan mıdır bilmiyorum ama bunu duyduğum an burnumun direği sızladı ve Murat Bey’e sarılmak istedim. Fakat bu bir acıma duygusu değildi. Zaten bu deneyimi yaşayınca görme engellilere acımaktan çok büyük bir hayranlık ve saygı besliyorsunuz. Burnumun direği sızladı çünkü, birincisi gerçekten geçirdiğimiz zaman zarfında kendisi gözümde bir kahraman oldu ve ikincisi aslında engellilerin değil engeli olmayan bizlerin bu ayrımı yaptığımız için acınası olduğumuzu hissettim ve sanırım insanların başına gelenler için biraz isyan ettim.

engellilerin-engelleriSohbet devam ederken görme engellilerin dış dünyadaki problemlerini sorduk. Rehberimiz en büyük probleminin bina mimarilerinden kaynaklandığını söyledi. Ardından da yollarda bulunan (trafik ışıklarında ve kaldırımlarda görmüşsünüzdür, hani o sarı kabartmalar) kılavuz yolların onların rehberi olduğunu, bunların kapatılmaması gerektiğini söyledi. Bir de istihdam konusunda sıkıntı yaşadıklarını belirtti.

Sohbetimizin ardından dışarı çıkarken, 1,5 saattir ışığı görmeyen bizler hemen ışığın geldiği yöne hızlandık. Rehberimiz arkadan bize yetişti. Kendisinin elini sıkıp teşekkürlerimizi ilettik.

Bu deneyimden aslında çok şey öğrendik ve görme engellilerin yaşadıkları zorlukların milyonda birini bile hissetmiş olsak da empati yapabilmiş olduk. Bir de hayatın içinde görme engellilere yardımcı olmak için onları çekiştirmenin değil ( çünkü hareket edebiliyorlar!) yanlarına gidip “diyalog” kurup bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sormamız gerektiğini ve ya sesli olarak yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

Görmek belki de en güvendiğimiz duyumuz ama onu kaybedince işitmenin, dokunmanın, koklamanın farkına daha çok varıyor insan. Sırf bunu anlayabilmek ve diyalog olduğu müddetçe karanlığın olmadığını deneyimlemek için bu sergiyi kaçırmayın.

Detaylı bilgi için internet sitesi: http://www.dialogistanbul.com/

13. İstanbul Bienali’nden Kalan Notlar

13. İstanbul Bienali’nden Kalan Notlar

istanbulbienalAylar geçti, ben ancak yazabiliyorum. Bütün şehrin bienale dönüştüğü zamanlardan geçtik, geçiyoruz ve maalesef bu yazıyı bienalin hemen sonrası yazmaya fırsat bulamadım. Ama yazmasam da olmazdı. Sizlerin okuması için geç olmuş olsa bile, kendime Antrepo’dakini 3 kere gezdiğim bienalle ilgili notlarımı kaydetmeliyim.

Bu yıl 13.sü düzenlenen bienal “Anne, ben barbar mıyım?” başlığında kamusal alan fikrine odaklandı. 88 sanatçının katıldığı ve ücretsiz olan bienal sergileri Antrepo No3, Galata Rum Okulu, Arter , Salt ve 5533’de idi.

Salt ve 5533’ü gezemedim, fakat diğer sergileri görebilme şansım oldu. Öncelikle böyle büyük bir organizasyonu ücretsiz yapabilme ve koca bienal kitapçığını sadece 5 TL ye satabilme başarısından ötürü İKSV’ye bir teşekkür borcum var. Bu sebeple Antrepo’yu farklı zamanlarda 3 kere gezebilme lüksüm oldu. (Ücretsiz olmasının faydası olarak, 5 hafta açık kalan bienal mekanlarını yaklaşık 337bin kişi ziyaret etmiş. )

Bienal konu itibariyle, özellikle şehir plancıları ve mimarları yakından ilgilendiriyordu. Bu nedenledir ki, bazı eserler diğerlerinden daha çok ilgimi çekti fakat sergileri gezmek biraz emekliydi. Zira eserlerin yanında ismi ve sanatçı adı dışında pek bilgi olmadığından, tüm eserleri de sadece bakıp yorumlayacak bilgi birikimine sahip olmadığımdan, ya rehberli tura katılmalı ya da bienal kitapçığından tek tek eser açıklamalarına bakmam gerekliydi. Bu anlamda bienali gezmek emek ve zaman gerektirdi. Kısa bir zaman zarfında gezmeye çalıştığımız Arter’deki çalışmaların bir çoğundan bu nedenle verim alamadım.

Beğendiğim eserleri paylaşmadan yukarıdaki paragrafımdan devam ederek bir noktayı yazmalıyım. Mümkün mertebe anlamaya ve anlamlandırmaya çalışarak, zaman ayırarak ve okuyarak gezmeye çalışsam da içerikle bağdaştıramadığım, yorucu bir çok eser vardı. Kamusal alan gibi yeni yeni öğrenmeye başladığımız bir kavramı, farkındalık yaratarak anlatmak amacıyla yola çıkarken, bu kadar anlaması güç eserler mi sunmalıydı bienal? Özellikle Gezi sonrası yapılan en büyük etkinlik olan bienalin kamusal alan kavramını gözümüze sokarak anlatması daha iyi olmaz mıydı? Ziyaretçilerden sanat bölümü öğrencileri, sanatçılar, eleştirmenler… gibi konuya hakim olanlar dışında kalanları, bu kadar anlamadan gezince, hem sanata, hem bienale, hem de kamusal alana bakış açılarında ne derece etki yaratılabildi?

Bienali olumsuz eleştiren bir çok kişinin dile getirdiği üzere, benim blogumun alt kısmında da yazan Nietzschze sözüne göz kırparak, eserlerin sanat çevreleri dışındaki kişilere ne kadar ulaşabildiğini bilemiyorum. Ama asıl cevabı, koskoca Antrepo’da önünde uzun kuyruklar olan tek işin Halil Altındere’nin videosu olması gerçeğinin verdiğini düşünüyorum.  

Ve işte en beğendiğim 4 eser:

  • Harikalar Diyarı – Halil Altındere

bienal13

Sulukule’nin Son Hali!!

En son bu işten bahsetmişken, girişi de bu videoyla yapayım istedim. Mardin doğumlu, mizah ve ironi kullanarak oluşturduğu eserleriyle çağdaş sanat ortamında hayli tanınmış bir sanatçı olan Halil Altındere, Harikalar Diyarı isimli videosunda, 600 yıldır Roman nüfusuna ve kültürüne ev sahipliği yapan Sulukule’nin 2006 yılında “kentsel dönüşüm” adı altında yıkılmasından sonra o semtin çocuklarınca dillendirilen öfke, direniş ve umudunu anlatıyor. Klip ile video sanatı arasında bir film dili ile Roman kültürü içine hip-hop kültürünü de barındıran şarkı Tahribad-ı İsyan grubu tarafından yorumlanıyor ve yıkılan mahallelerinde TOKİ evlerinin vaad ettiği refahı, ardında yatan toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk meseleleri ile anlatıyor.

http://birtuzdenizisarkisi.blogspot.com/

http://birtuzdenizisarkisi.blogspot.com/

  • Şato – Jorge Mendez Blake

Antrepo No3’deki bienal alanının hemen girişinde ziyaretçileri karşılayan bu uzunca tuğla duvar, merkezinin en altına yerleştirilmiş Kafka’nın 1922 tarihli Şato isimli kitabıyla dengeyi bozuyor. Meksikalı sanatçının herhangi bir birleştirici (sıva..vb.) kullanmadan yaptığı bu tuğla duvar, görünürde kalıcı olanın geçiciliğine dair bir ipucu verirken, tek bir kitabın yıkılmaz sanılan bu duvarda yarattığı etki düşündürücü.

  • Yollar Açmak – Maider Lopez

İspanyol sanatçının yayaların davranışları üzerine yaptığı bu çalışması gerçekten acı ama ilham vericiydi.  Karaköy’deki trafiği kaydeden ve yayaların davranışlarını inceleyen Lopez, yayalar için bir klavuz üretmiş. Her gün binlerce kişinin geçtiği yolda, yayaların kendi kendilerine örgütlenmesini ve mekansal çelişkilerle başa çıkmak için geliştirdikleri yöntemi anlamaya çalışan sanatçının video çalışması ve klavuzu dikkat çekiciydi.

bienal13-2 bienal13-3

  •  Mülksüzleştirme Ağları

Kentsel dönüşümün sermaye-iktidar ilişkileri üzerine kolektif olarak veri derleme, haritalama ve yayınlama projesi olan Mülksüzleştirme Ağları, aslında internet üzerinden işlenmekte ve katılımcıların veri yüklemesine ve ürettiklerini paylaşmasına imkan veren bir proje.

Detaylı olarak bu adresten incelenebilir.

Bu ilişkiler haritasında projeler siyah renkle, bu projeleri üstlenen şirketler ise mavi renkle gösterilmiştir. Projeler değerlerine göre boyutlandırılmıştır.

Bu ilişkiler haritasında projeler siyah renkle, bu projeleri üstlenen şirketler ise mavi renkle gösterilmiştir. Projeler değerlerine göre boyutlandırılmıştır.

Not: Eserlere ait bilgiler bienal kitapçığından alınmıştır.

Anish Kapoor, Sergisi ve Ziyaretçiler Üzerine

Anish Kapoor, Sergisi ve Ziyaretçiler Üzerine

anish kapoorBir ara sergi ben görmeden bitecek sandım. Uzun süreli sergilerin böyle bir duygusu oluyor. “Nasıl olsa 2 ay daha devam ediyor?” diye düşünüyorum. Sonra bir bakıyorum, son haftası gelmiş bile.

İstanbul’da bu kış, bir haftalık kar soğuğu dışında sıcak gidiyor. Sabancı Müzesi‘de yeri itibariyle öyle yürünesi bir noktada ki, sergiyi gezmek keyifli ama gidiş yolundan da puan alır. Hal böyle olunca, son haftalarında sergiye gittik. Ben çok daha büyük bir kalabalık bekliyordum ama ortalama bir kalabalık vardı. Ve henüz içeri geçmeden Kapoor’un eserlerini görmeye başladık.

1954 yılında Mumbai’de doğan Anish Kapoor, çocukluk yıllarını burada geçirmiş. Hindu bir baba ve Yahudi bir anneye sahip olan sanatçı, 1971-73 yılları arasında kardeşiyle İsrail’e gitmiş ve elektrik mühendisliği bölümünde okumaya başlamış ama 6 ay sonra matematikle ilgili sorun yaşadığından okulu bırakmış. 1973’te Londra’ya gidip Hornsey College of Art ve Chelsea School of Art and Design?da sanat eğitimi görmeye başlamış.

1000names

1000 Names / 1980?1981
Ahşap, alçı taşı and pigment
102×102×102 cm

1980’lerden itibaren sanat çevresince tanınmaya başlayan Kapoor, granit, mermer, pigment ve alçı kullanarak yaptığı geometrik ve biomorfik (doğadan esinlenen şekiller) heykelleriyle dikkat çekmeye başlamış.  Yeni İngiliz Sanatı adı altında anılmaya başlanan sanatçı, 1987’den itibaren taş ile çalışmaya başlamış ve 90’lı yıllarla birlikte aldığı ödüllerle İngiliz sanat ortamının önemli isimlerinden biri haline gelmiş.

1995’te parlak yüzeyli paslanmaz çelik ile çalışmaya başlayan sanatçı, ayna benzeri yansıtmalı yüzeylerle formları bir araya getirerek derinlikli objeler yaratmaya başladı. Farklı malzemeler ve formları deneyimlemeyi seven, form ve boşluk kavramlarını büyüyen ölçekteki heykelleriyle sorgulamaya başlayan Anish Kapoor, 1999 yılında İngilitere’de 35 metre yüksekliğinde çelik ve PVC’den oluşan Taratanta adında bir çalışma yaptı.

httpv://www.youtube.com/watch?v=HJmQeuzOinA

Taratanta / 1999-2000 Baltic Floor Mills, Gateshead / Çelik ve Pvc - 35m

marsyas

Marsyas / 2002 / çelik ve PVC

Taranta’dan sonra benzer anlayışla 2002 yılında Unilever Serisi kapsamında Tate Modern?de gerçekleştirdiği ve yaklaşık 320 m2lik bir alanda yer alan, yine çelik ve PVC kullarak yaptığı Marsyas heykeli çok ses getirdi.

Paslanmaz çelik ile çok sayıda çalışma yapan sanatçı, dış mekanda bulunan bu eserleriyle hem çevreyi ve gökyüzünü yansıtmayı, hem de farklı bir bakış açısıyla derinlik yaratmayı başardı.

cloud gate

Cloud Gate / 2004 – Chicago / Paslanmaz çelik 10×20×12.8m

En çok bilinen eserlerinden olan Cloud Gate‘i 2004 yılında Chicago’da hayata geçirdi.  Millenium Park’ta bulunan yaklaşık 110 ton ağırlığındaki paslanmaz çelikten ayna yüzeyli bu heykel, ziyaretçileri muazzam büyüklüğüyle etkilerken, yansıyan şehir manzarası ve gökyüzü ile halen farklı bir deneyim yaşatıyor.

Kapoor, 2007 yılında Nantes Musée des Beaux-Arts’da balmumu ve yağlı boya ile yapılmış 1,5 merte yüksekliğindeki koca bir kütlenin, raylı bir sistem üzerinde sürekli sürülmesiyle oluşan hareketli çalışması Svayambh ile eserinin değişimini ve zaman-değişim kavralarını sorguladı. Diğer eserlerinde olduğu gibi endüstriyel tasarım, mimari ve sanatın sınırlarında malzeme ve mekanı kullanarak çalışmalar yapan sanatçının, 2008 yılında 150 parça ve toplamda 24 ton paslandırılmış korten çelik ile yaptığı Memory adlı çalışması Berlin ve Newyork’ta sergilendi.

svayambh

Svayambh / 2007 / balmumu ve yağlı boya

memory

Memory / 2008 / Korten çelik – 14.5×8.97×4.48m

shooting

Shooting into the Corner / 2008-2009

2009 yılında Londra Royal Academy’de yaşarken solo sergi yapabilen tek sanatçı olarak eserlerini sergileyen Kapoor, “kendini oluşturan eser”lerinden birine daha burada imza attı. Shooting into the Corner adlı bu çalışmasında balmumu dolu küpleri bir top ile duvara ateş ediyordu. Ve balmumları zamanla aşağıya süzülerek bu eseri oluşturuyordu.

turning

Turning the World Upside Down / 2010 – Crown Plaza, Israel Museum,Kudüs / Paslanmaz çelik 5×5×5m

2010 yılında Kapoor’un 5 metre yüksekliğinde, üzerinde ters ayna etkisi yaratarak dünyayı tepetaklak eden Turning the World Upside Down adlı paslanmaz çelik heykeli, Kudüs’teki İsrail Müzesi’nin bahçesine yerleştirildi. Bu heykel ile sanatçı şehir ve gökyüzünü yer değiştirerek bir nevi dünyevi ve kutsal kavramlarını göz önüne serdi.

leviathan

Leviathan / 2011 / PVC 33.6×99.89×72.23 m

2011 yılında ziyaretçilere şiirsel bir deneyim yaşatması amacıyla yaptığını söylediği oldukça büyük boyutlardaki PVC çalışması Leviathan‘ı Paris’te hayata geçiren sanatçı, tek obje, tek renk ve tek form ile büyüleyici bir etki yaratmayı başardı.

dirty corner

Dirty Corner / 2011 / Installation: Fabbrica del Vapore, Milan – 8.9×6.55×60m

Aynı sene Milano’da Dirty Corner aldı yine paslandırılmış çelik ile 60 metre uzunluğunda ve 8 metre yüksekliğinde bir eser ile ziyaretçilerin ölçek algısını altüst eden bir çalışmaya imza atan Kapoor, çalışmanın içini gezilebilir olarak tasarladı. Tünelin bir ucundan girip ilerledikten sonra zamanla ışığın azalması nedeniyle, sezgilerle yolun bulunması farklı bir deneyim yaşatırken, sergi boyunca 160m3 toprak mekanik bir alet ile heykelin üzerine döküldü.

orbit

Orbit / 2012 – Olympic Park, Stratford, Londra / Çelik – 115 m – Cecil Balmond, Arup AGU ile birlikte

2012’de Londra’daki Olympic Park için tasarladığı 115 metre yüksekliğindeki Orbit, İngiltere’nin en yüksek heykeli ünvanını aldı. Üzerinde seyir terası da bulunan ve hareketli izlenimi veren heykel, her açıdan farklı izlenimler verip, izleyicilerin katılımıyla şekillen bir çalışma olması amacıyla kurgulandı. Ayrıca yukarıyla asansör yerine dönerek çıkılması durumunda sürekli değişen manzara ve üstteki seyir terasında Kapoor’un ters aynalarıyla farklılaşan görüntüler denetimin bir parçası haline getirildi.

arcnova

Ark Nova / 2013 – Lucerne Festival, Matsushima, Japonya / P.V.C – 18×29×36 m

Sanatçının geçtiğimiz sene yapmış olduğu mimari-heykel çalışması Ark Nova ise içinde sahne ve ses sistemlerinin bulunduğu, taşınabilir bir etkinlik mekanı. 500 kişi kapasiteli bu mekanda rengin ve formun, yaratıcılık ve birleştiriciliğe hizmet etmesini amaçlayan Kapoor’a, tasarımda Arata Isozaki eşlik etti.

arcnova2

Ark Nova / 2013 – Lucerne Festival, Matsushima, Japonya / P.V.C – 18×29×36 m

anish-kapoorAnish Kapoor ile ilgili bu bilgilerden sonra gelelim Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergiye. Sergi binasına girmeden önce bahçede, sanatçının paslanmaz çelikten yaptığı ayna işlevi gören heykelleri vardı. Aynalara bakınca hem kendinizi, hem özelliğine göre küçülen, büyüyen, ters dönen çevreyi görmek, alternatif bir dünya varmış hissi yaratıyordu.

İçeride ise özellikle mermerler, granitler ile yaptığı ve nasıl yapıldığına akıl sır ermeyen heykelleri göze çarpıyordu. Oldukça etkileyici ve kusursuza yakın formları bayıla bayıla izledik. Gönül isterdi ki dokunalım, hissedelim ama izin yoktu maalesef.

22646561

Her eserinde ziyaretçilerin derinlik ve ölçek hissini şaşırtan sanatçının en çok aşağıdaki taş blok içindeki siyah boşluklu eseri beni etkiledi. Sağından baktık, solundan baktık, o dikdörtgen, taşın üzerine boyanmış gibi duruyor kesinlikle. Görevlinin bakmadığı bir an elimizi uzattık ve taşın içine doğru neredeyse 60-70 cm oyulmuş siyah bir boşluk olduğunu keşfettik. Gözle kesinlikle anlaşılmayan bu boşluk, insanın sinirini bozan ama bir o kadar da büyüleyen bir etki yaratıyor.

x

Sergiyi, eser sayısı ve düzeni anlamında çok beğendim fakat gezerken diğer ziyaretçiler beni çileden çıkardılar. Sergiyi gezerken sevdiğiniz eserleri fotoğraflamak isteyebilirsiniz tabi ki ama diğer ziyaretçilere “pardon, kenara çekilir misiniz?” demek de ne oluyor?

Uzaklaşıp uzaklaşıp fotoğraf çekecekler yüzünden, kimse beklemek ve/ya kenara çekilmek durumunda değil. Sanki etrafımız gazetecilerle kuşatılmış gibi, sürekli birilerinin kadrajını kapatıyorum tedirginliğiyle dolaşmak zorunda kaldık.

Eğer ki sanatçıya bu kadar düşkünseniz, çıkıştaki mağazada sergide bulunan bütün eserlerin isimlerinin ve güzel görsellerinin olduğu kitapçık satılmakta. Onu edinebilirsiniz.

Kaldı ki, kişisel bir gözlem olarak, 2 sn esere bakıp 50 sn fotoğrafını çekenler vardı ve kalabalığın yaklaşık %80ini oluşturuyorlardı (Şaka değil!). Yine kişisel bir tavsiye olarak, eğer profesyonel bir amaçla ve ekipmanla yapmayacaksanız çekimi, cep telefonlarınızla kalitesiz kalitesiz çekmeye uğraşmayın. Serginin tadını çıkarın ve bazı şeyleri belleğinize kaydedin.

Neyse sakinleşip son cümlemi yazıyorum. Anish Kapoor çağdaş sanatın yaşayan en önemli sanatçılarından. Böyle bir değer İstanbul’a gelmişken ve hazır serginin süresi uzatılmışken fırsatı kaçırmayın ve bir an evvel gidin.

İyi gezmeler,

kaynak: anishkapoor.com, wikipedia, sakıp sabancı müzesi, zaman gazetesi,

Contemporary İstanbul’da Beğendiklerim

Contemporary İstanbul’da Beğendiklerim

Güzel bir İstanbul gününde sanat fuarına gitmek için yola çıktık. Fakat önce, hazır yolum da düşmüşken Gezi Parkı‘na uğramak istedim. Park; oynayan çocuklar, banklarda oturan amcalar ve kitap okuyan gençlerle doluydu. Olması gerektiği gibi… Parktan sonra yürüyerek İKM (ICC-İstanbul Kongre Merkezi)’ye Cumhuriyet Caddesi tarafından girdik. Girişten sonra B5 katına indik.

Tüm dünyadan bir çok farklı galerinin işlerinin yer aldığı sergide beğendiğim tüm eserleri ve galerileri tek tek not aldım. Aşağıda bulabildiklerimi görselleriyle paylaşacağım. Fakat bir iki not daha aktarayım.Öncelikle fuar girişinde 20 TLye fuar kitapçığı satılıyor fakat almayın, zira galerilerin bazılarında ücretsiz olarak bulabilirsiniz.Bir de PDF hali burada. Ayrıca İKM tarafından fuara girdiyseniz aynı yerden değil Lütfü Kırdar(ICEC) tarafından çıkın. Çünkü fuarın devamı oradaki iki katta devam ediyor.

Fuarın tamamını, hızlı sayılabilecek bir tempoda, yaklaşık 4 saatte gezdik. Bir bütün günü ayırmanızı tavsiye ederim, zira gerçekten gezilecek çok yer var. Bir de bazı galerilerin standlarının önünden iki kere geçtik, bir baktık ki bazı eserler değişmiş. Satılanların yerini yenileri alabilyor bilginiz olsun.

Son bir not olarak da, fuara mutlaka ve mutlaka çocuklarınızı götürün. Minikler için sanat atölyeleri kurulmuş. Hem orada çalışmalar yapıyorlar, hem de onlara özel rehberlerle fuarı gezebiliyorlar.

Notlardan sonra gelelim benim galeriler ve eserlerle ilgili notlarıma. Biz fuara dediğim gibi İKMden girdik. Oradaki galeriler ve beğendiğim eserlerle başlıyorum:

Sergiye girişte video artların sergilendiği bir bölüm vardı. Benim pek ilgimi çeken bir dal olmadığında orayı hızlıca geçip Gallery Senda (Barselona, İspanya) ile başladık. Medya ve teknoloji kullanarak alternatif eserler üreten Amerikalı Sanatçı James Cların NASDAQ (Amerikada özel bir borsa) verilerine göre hazırladığı, Ekim 2007den Şubat 2011e kadar bu çember üst noktadan başlayıp saat yönünde devam ediyor.  2008 krizinde bir kırılma yaşayan ekonomik veriler 2011de başladığı düzeye erişiyor. Floresanlar üzerine filtrelerle yaptığı 220cm çapındaki bu çalışma gerçekten dikkat çekiciydi. Aynı galeride yer alan ışığın üstüste binmesiyle Sheep-Wolf yazan yine floresan çalışma da bir hayli güzeldi.

jamesclar

James Clar – NASDAQ Recursive Loop

Yavuz Fine Art (Singapur)’da bulunan Uttaporn Nimmalaikaew‘e ait Empty adlı çalışmasında 3-4 katman düz tel, arasında kıvrılmış teller ile katmanlı bir iş yapmıştı. Üç boyutlu gibi görünen bu 120 x 150 cm boyutlarındaki eseri pek beğendim.

Uttaporn

Uttaporn Nimmalaikaew – Empty

Yer alan hemen hemen tüm eserleri çok beğendiğim, dünya çapında çeşitli şubeleri de olan  Opera Gallery ( Cenevre, İsviçre)’de en beğendiğim eserlerden biri Amerikalı Sanatçı Robert Longo ‘nun karakalem çalışması köpekbalığıydı. 228.6 x 152.4 cm ebatlarındaki büyük eserde balığın o kaygan derisi gerçek gibi resmedilmişti.

Hayran olup “neyse parası verip alalım!” dediğimiz bir diğer çalışma ise, rengarenk çalışmalarıyla bilinen İzlandalı Sanatçı Katrin Fridriks’in Piece of Cake -Silver adlı 150 cm çapındaki eseriydi.  Renk kullanımı ile hayal gücünün ve  yaratıcılığın sınırını zorlayan bu kompozisyona hayran kaldık.

Aynı galeride Umberto Ciceri‘nin milimetrik olarak plakaları sıralayarak oluşturduğu 3 boyutlu gibi görünen çalışması, Alman Sanatçı Anselm Reyle‘nin renkli camlar ve parlak yüzeylerle oluşturduğu boyutlu çalışması ve İskoç Sanatçı David Mach‘ın dikenli teller ile yaptığı birebir boyutlardaki enfes kaplan heykeli gerçekten çok güzeldi.

robert longo - shark

Robert Longo – Untitled

Katrin Fridriks - Piece of Cake -Silver

Katrin Fridriks – Piece of Cake -Silver

Anselm Reyle - Untitled

Anselm Reyle – Untitled

David Mach - Tiger

David Mach – Tiger

Fuarın devamında Michael Schultz Gallery(Berlin, Almanya)’de Koreli Sanatçı Bong-Chae Son‘un Migrants serisinden bir çalışma dikkatimi çekti. İki katman olarak çalışılan ağaçlardaki derinlik hissi çok hoştu.

bong chae son

Galeri New (İstanbul, Türkiye)’de minimal çalışmaları ile  Sanatçı Nermin Er vardı. Katman katman kağıtları keserek yaptığı eserlerinin hemen hepsini çok beğendik.

Nermin Er - Untitled

Nermin Er – Untitled

Fuarın benim için en ilgi çekici çalışmalarından bir kısmı İsland 6 (Şanghay) adlı galerideydi. Normal bir tablo boyutlarındaki bu çalışmalarda dijital teknoloji kullanılmıştı. LED kullanılan tabloda çaydanlığa konan kuşlar beni büyüledi cidden. Daha bir çok dijital çalışma vardı. Buradan aşağıda fotoğrafı olan çalışmayı, şuradan ise galerinin diğer çalışmalarını izleyebilirsiniz.

İsland 6

İsland 6

Art on 56th (Beyrut, Lübnan) adlı galeride yer alan Sanatçı Bassam Geitani‘ye ait Merry-Go-Around adlı çalışmada; ortada bir paslanmaz çelik koni, etrafında ise çeşitli malzemelerden yapılmış bir kompozisyon vardı. 15.000 Euroya alıcısını bekleyen 102×97 cmlik çalışma dikkat çekiciydi.

Bassam Geitani - Merry-Go-Around

Bassam Geitani – Merry-Go-Around

Kare Art Galeri (İstanbul, Türkiye)’de yer alan Sanatçı Rüstem Kasapoğlu‘nun 90×120 cm boyutlarında yağlı boya olarak çalıştığı hiperrealist tablosu inanılmazdı. Dibine girip bakana kadar fotoğraf sandım!

Rüstem Kasapoğlu - Stolen Childhood İstanbul

Rüstem Kasapoğlu – Stolen Childhood İstanbul

16th Line (Rusya) adlı galeride bulunan Sanatçı Sonya Suhariyan‘ın rengarenk kompozisyonlarını çok sevdim.

Sonya Suhariyan

Sonya Suhariyan

Marina Gisich Gallery (St.Petersbug, Rusya) ‘de çok değişik çalışmalar vardı. Rus Sanatçı Alexeeva Marina‘ya ait lightbox içindeki bu video sanatlarda minik birer mekan maketi üzerine, animasyon çalışmalar yansıtılıyordu. Görmeden anlamak biraz zor. Aşağıda bir video buldum. Minik bir kutunun içine bakınca gördükleriniz bu:

 httpv://www.youtube.com/watch?v=YrDuH1cmFqA

Andipa Gallery (Londra, İngiltere)’de yayınlanan bu çalışmayı sevdim. Zira Sanatçı Damien Hirst tarafından yapılan 67x100cm  boyutlarındaki bu sevimli kuru kafanın dişlerine pırlanta tozu serpilmiş, parıldıyordu.

Damien Hirst - The Skull Beneath the Skin

Damien Hirst – The Skull Beneath the Skin

Galeria Filomena Soares (Lizbon, Portekiz)’de Alman Sanatçı Peter Zimmermann‘ın Telly adlı kompozisyonunda parlak malzemeyi görünce ne olduğunu merak ettim. Meğer tual üzerine epoksi kullanmış!

Peter Zimmelmann - Telly

Peter Zimmelmann – Telly

Heis Gallery (Fukuoka,Japonya)’de Sanatçı Emi Uchida‘nın kompozisyonları vardı. Mondrian renkleri, Kandinsky çizgileri…. Ba-yıl-dım çalışmalarına!

Emi Uchida

Emi Uchida

İKM’de beğendiğim eserler bunlardı. Bu kattaki gezintiden sonra Lütfi Kırdar’a doğru giderken bir ara kattan geçiliyor. Kafeterya gibi düzenledikleri bu alanın bir bölümünde de İKSV’nin, Patika Sanatevi’nin ve bazı diğer mağazaların satış standları vardı.

Buradan geçip bir üst kata çıktığımızda Burhan Doğançay için hazırlanmış, müzesinden parçaların ve hediyeliklerin olduğu özel bir bölüm vardı. Ustanın eserlerine tekrar hayran oldum görünce.

Bu bölümden sonra ise Lütfi Kırdar’daki iki katı gezdik. Son olarak oralarda beğendiğim çalışmaları da ekleyeyim.

Marlborough Gallery (Newyork, Amerika)’de sergilenen İspanyol Sanatçı Juan Genoves‘in minik adamları gerçekten çok başarılı bir teknikle yaratılmıştı. Çok beğendik.

Juan Genoves - Orchestra

Juan Genoves – Orchestra

Juan Genoves - Orchestra

Juan Genoves – Orchestra

Olcay Art (İstanbul, Türkiye) Galeri’de sergilenen, Bedri Rahmi Eyüboğlu‘nun öğrencilerinden ünlü Ressam Devrim Erbil‘in İstanbul tablolarından 150×100 cm boyutlarındaki Turuncu Yakamoz  adlı olanını çok sevdik.

Devrim Erbil - Turuncu Yakamoz

Devrim Erbil – Turuncu Yakamoz

C24 Gallery (Newyork – Amerika)’de çok sevdiğim Türk Sanatçılardan İrfan Önürmen‘in eserleri vardı. Daha önce kendisinden bu yazımda bahsetmiştim. Yine katman katman tüllerle yaptığı çalışmaları çok orijinal ve güzeldi.

İrfan Önürmen - Focus 3

İrfan Önürmen – Focus 3

Sanatla, özellikle videoart, resim ve heykelle ilgili olanların, koleksiyonerlerin ve çocukların fuara gitmesini tavsiye ederim.

İyi gezmeler,

Pin Art’ın Gözlüklü Hali : Philip Karlberg

Pin Art’ın Gözlüklü Hali : Philip Karlberg

1980lerde popülerleşen “Pin Art” (türkçesi “çivi sanatı” gibi bir şey oluyor) farklı versiyonlarıyla karşımıza çıkmaya devam ediyor. Son olarak Pin Art çalışmalarıyla dikkat çeken 1973 doğumlu Philip Karlberg, aslında bir fotoğrafçı. Birçok editoryal ve ticari çalışması olan fotoğrafçı, özellikle Pin Art/ Plaza serisi çalışmasıyla ses getirdi.

İsveçli fotoğrafçının binlerce tahta çiviyi bir çok tahtada özenle denemesiyle ortaya çıkan çalışmalarda, tanınmış kişilerin güneş gözlüğü ve uygun ışıkla oluşturulmuş portreleri bulumakta. Plaza Magazine için yapılan çalışma 1200 adet çivi ile 6 günde oluşturulmuş.

Aşağıda bu çalışmanın örneklerini görebilirsiniz.

 

Karl Lagerfeld (Alman moda tasarımcısı ve fotoğrafçı)

John Belushi (ABDli komedyen, oyuncu, yazar, müzisyen)

Jackie O ( ABD Başkanı John F. Kennedy’nin dul eşi )

Johnny Depp (ABDli oyuncu)

Lady Gaga (ABDli şarkıcı)

Steve McQueen (ABDli aktör)

kaynak: designboom, philipkarlberg.com

Kalem Fotoğrafa Karşı! Ben Heine!

Kalem Fotoğrafa Karşı! Ben Heine!

Hep böyle oluyor! Yazmam gereken bir sürü yazı birikiyor, fakat birden karşıma öyle bir şeyler çıkıyor ki, sıralamayı unutup hemen sizinle paylaşmak istiyorum. Bu sefer Ben Heine’nin çalışmaları aklımı çeldi. Hikaye aşağıda:

Bu dünyada yaşayan çok acayip insanlar var. Bence bunlardan birisi Heine. Acayipliği şuradan geliyor: Henüz 30 yaşında. Ama çalışmaları sayfalar dolusu… Yani hangi ara çalışmaya başlamış, hangi ara bu kadar başarılı olmuş.. Anlamak mümkün değil…

Belçikalı multidisipliner sanatçı, 1983 yılında doğmuş. 1990 yılına kadar hayatı standart bir şekilde sürerken, o yıl Brüksel’e taşınmaları ile her şey değişmiş. Yatılı okulda kalmasıyla birlikte çok daha disiplinli birisi olmaya başlamış. 1994 yılında ilk kez enerjisini, düşüncesini ve duygularını görsel projelerle ortaya çıkarabildiğini fark etmiş ve çizim/resim hayatı başlamış. Oldukça sosyal bir çocuk olan Ben, şiir yazmaktan piyano çalmaya, basketbol oynamaya kadar bir çok şeyle ilgilense de grafik sanatlar en çok ilgisini çekenmiş.

Brüksel’de Gazetecilik ve İngiltere’de ise Sanat, Resim ve Heykel Tarihi bölümlerini bitiren sanatçı, alaylı olarak da Çizer ve Fotoğrafçı. Tüm bu çalışmaların yanında Fransızca, İngilizce, Almanca, Lehçe, İspanyolca ve Rusça bilen sanatçı, dilleri tüm insanlarla iletişim kurabilmek için sevdiğini belirtiyor.

Akademik gelişiminden sonra birçok farklı işi deneyen Heine, özellikle görsel yaratım konusunda hep daha ilgili olmuş. 2006 yılından bu yana tüm dünyada ünlenen fotoğraf bazlı çalışmaları (az sonra anlatacağım), online olarakta milyonlarca kişiye ulaşmış. Çalışmaları Belçika, İngiltere, Fransa, Türkiye, Kanada, Almanya başta olmak üzere birçok ülkede sergilenmiş.

Sanatçının “Pencil vs. Camera” serisi, fotoğraf ile çizimi, gerçek ile hayali karıştırıyor. Ben Heine tarafından 2010 yılında keşfedilen bu yeni görsel konsept, şiirsel, büyülü ve sürrealist. 2010 yılının Nisan ayında bu serinin ilk çalışmasını yayınlayan sanatçı, uzun süren alt yapı çalışmalarıyla seriyi geliştirmiş. Bu çalışmalarda genellikle gerçek bir arka plan üzerine karakalem el çizimini koyan sanatçı, elinin her çalışmada görülmesi ile sanat, sanatçı ve izleyici arasındaki yakın bağlantıyı sergiliyor. Heine bu seride insanların yaşamı, portreler, doğa, hayvanlar ve mimarlık konularına eğiliyor. Bu konuların ışığında aşk, özgürlük, arkadaşlık gibi kavramları anlatıyor.

Ben Heine’nin 2010 yılında başlattığı bir diğer projesi olan “Digital Circlism”, pop art ve noktacılık akımlarını birleştirerek ünlü portreleri yapmış. Genellikle siyah bir arka plan üzerinde sadece düz daireler kullanarak dijital araçlar ile yapılan bu çalışmalar, seçilen fotoğrafların fotomontajından sonra her portre için yaklaşık 100-180 saat çalışılarak oluşturulmuş.

Lady Gaga

Marilyn Monroe

Elvis Presley

Not: Sanatçıyla ilgili daha fazla bilgi almak ve çalışmalarını satın almak için web sitesini (http://www.benheine.com) ziyaret edebilirsiniz.

Brüksel’de “Time in Turkey” Sergisi

Brüksel’de “Time in Turkey” Sergisi

Sevgili dostum Sıla’nın Brükselde gezdiği sergi ile ilgili notlar aşağıda. İyi okumalar,

 

Bugünlerde yolunuz Brüksel’e düşerse,  ‘Time in Turkey/Türkiye’de Zaman’ adlı sergi Le Mont Des Art’da sizi bekliyor. Brüksel’in en önemli müzelerinin bulunduğu şehrin merkezindeki bu güzel meydanda 25 usta fotografçi kendi bakis açılarıyla, Türkiye’ye ait fotoğraf hikayeleri anlatıyorlar.

İçlerinde Steve McCurry, Paolo Pellegrin, Eric Bouvet gibi tanınmış fotoğraf sanatçılardan oluşan sanatçı grubu, her fotoğrafın hikayesini büyük bir duygu birikimi ile yazdıkları metinler ile tamamlıyorlar. Benim en çok dikkatimi çeken çalışmalar: Jane Evelyn Atwood’un Zonguldak?ta kömür madenine inerken kadrajına yakalananlar,  Massimo Mastrorillo ‘nun kentsel dönüşüm üzerinden yeniden inşa edilen Türkiye?ye bakış açısı ve Ed Kashi’nin Türkiye?nin ekonomik gelişmesi ile ilgili çekimleri oldu.

Jane Evelyn Atwood

 

Massimo Mastrorillo

Ed Kashi

Bunların dışında Bruno Barbey’in İstanbul?un tarihi dokusunu yansıtan mekanlar üzerine ve  Samuel Bollendorff’un Güneydoğu Anadolu?da ?su?yun değiştirdiği hayatlar üzerine çalışmalarının kadrajlamaları güzeldi.

Bruno Barbey

Samuel Bollendorff’

Kathryn Cook, Bitlis?in Ahlat ilçesinde binlerce yıllık medeniyetlerin benim hiç bilmediğim fotoğraflarnı çekmiş; Claudine Doury, kadrajına tekstil işçisi genç kızların donuk bakışlarını almış. Michel Vanden Eeckhoudt, Mersin yörüklerine odaklanmış. Yörüklerin fotoğraflarını görünce yörüklerin en güzel yanları özgürlükleri diye düşündüm.

Kathryn Cook

Claudine Doury

Michel Vanden Eeckhoudt

Rena Effendi, İstanbul?da İstiklal Caddesi?ne komşu Tarlabaşı semtinin labirenti andıran sokaklarında çalışırken; . Guillaume Herbaut, Türkiye?deki çay kültürünü göstermek için Rize yaylalarında çalışmasını yapmiş.

Rena Effendi

Guillaume Herbaut

Paolo Pellegrin, Edirne?de yapılan Kırkpınar Yağlı Güreşleri?ni; Anders Petersen, Türkiye?nin azınlıklarının Reza İstanbul?daki Aşura törenlerini karelerine kaydetmis.

Paolo Pellegrin

Anders Petersen

Anthony Suau, zenginlik ve refah kavramlarını somutlaştırırken, Gaël Turine, Kurtlar Vadisi üzerinden dizi sektörüne parantez açmis.

Anthony Suau

Gaël Turine

Daha bir çok hikayenin yer aldığı ?Türkiye?de Zaman/Time in Turkey? fotoğraf sergisini Avrupa Birliği Başkenti Brüksel’e taşımak Türkiye’nin çok renkli yapısını tanıtmak için çok başarılı bir program olurken, sergi için seçilen yer bu programin kentte yasayan herkese ulaşabilmesine büyük katkıda bulunmuş.

Ayrintili bilgi icin site adresi www.timeinturkey.org

Yazan: Sıla Giriftinoğlu

Editör: Zeynep Yılmaz / MimarcaSanat

Sıla Giriftinoğlu:

13 Ağustos 1985 yilinda dogdu.

2003 yılında İstanbul Habire Yahşi Lisesi?nden mezun oldu.

2008 ?de Yildiz Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi?nden mezun olduktan sonra yüksek lisans eğitimine devam etmek için İtalya’nin Torino şehrine yerleşti.

2011’de Politecnico di Torino ,Mimarlik Fakültesi Architecture and Construction Engineering Yüksek Lisans programindan,Rotterdam da yaptiği tez calişmasiyla, maksimum not (110/110cum lode) akademik onur belgesi ve uluslararasi yayinlamaya deger tez derecesiyle mezun oldu. Yüksek lisans tezi Politecnico di Torino da uluslarasi yayinli olarak Mayis 2011 de basilmiştir.

Profesyonel çalışma hayatına Belçika?da devam etmektedir.

Gölgelerle Resim Yapmak: Rashad Alakbarov

Gölgelerle Resim Yapmak: Rashad Alakbarov

Aslında yazmam gereken bir sürü yazı var fakat Azeri sanatçı Rashad Alakbarov’un çalışmalarını görünce hemen yazmak istedim.

Saydam, yarı saydam ve opak olan günlük hayatta kullandığımız objeleri özel düzenlerle dizen sanatçı, harika kent manzaraları ve portreleri gölgelerle yaratıyor.

2001 yılında Azerbaycan-Bakü Güzel Sanatlar Akademisi Dekoratif Sanatlar Fakültesi’nden mezun olan sanatçının eserleri Azerbaycan, İtalya, Türkiye ve Rusya’da sergilenmiştir. Alakbarov gölge eserleri dışında resim, heykel, dekorasyon, video art ve mimari çalışmalar da yapmaktadır.

Kaynak: Fly To Bakü, Contemporary Art from Azerbaijan 17-29 January 2012

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

  • İstanbul Tasarım Bienali
  • İstanbul Modern Sanatlar Müzesi
  • 13 Ekim – 12 Aralık 2012

Küratörlüğünü Emre Arolat?ın üstlendiği ?Musibet?, 95 tasarımcı ve mimarın, bugünün İstanbul?unu mimari tasarım ve kentsel dönüşüm çalışmaları açışından irdeleyen ve sorgulayan 30?un üzerinde projesini bir araya getirecek. Seçilen çalışmalar ve bunların sergi alanındaki konumlandırılmasını göz önünde bulundurarak küratör tarafından bir ?yerleştirme? olarak tanımlan ?Musibet?, sorunlara çözüm üretmek yerine yeni soruların sorulması için bir platform yaratmayı amaçlıyor.


İstanbul Modern?de, EAA-Emre Arolat Architects tarafından özel olarak tasarlanan 1.400 metrekarelik bir mekâna yayılan sergide, maket, video, fotoğraf ve interaktif oyun gibi farklı çalışmalarla musibetin çeşitli yansımaları gösterilirken, ?tasarımın gündelik hayattan uzak, değdiği her şeyi meşrulaştıran bir gücü olmadığı? fikrinin altı çizilecek.
??Dönüşüm? başlığı altında, İstanbul?da son dönemde bir tür musibet olarak gündemde olan kentsel dönüşüm yasası ve bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte bir mutenalaştırma -gentrification- çabası olarak ortaya konan kentsel dönüşüm projeleri sorgulanacak. Bu süreçlerin aktörlerinden biri olan TOKİ?nin gerçekleştirdiği büyük toplu konut projeleri ile son dönemde inşa edilen adalet sarayları, okullar ve bazı yönetim binaları kanalıyla devreye giren bir tür kimlik dayatması, üst üste çakıştırılarak irdelenecek.

?Anti-Bağlam? başlığında ise yenidünyanın evrensel kabulleri, yeni teknolojilerdeki değişimler, mimari ve moda tasarımı pratikleri arasındaki paralellik tartışılacak.

Emre Arolat küratörlüğündeki sergiyi İstanbul Tasarım Bienali Açılış partisi sonrasında, saat akşamın 10unda gezdim. Gezmek yaklaşık 1 saat sürdü ama bir kere daha gidip sindire sindire tekrar gezmem gerekli. Zira o akşam hayli kalabalık davetliler nedeniyle, serginin bir çok odasına yarım yamalak girebildim.

Bienalin iki ana sergisinden biri olan Musibet, adına uygun olacak bir biçimde ufak ufak sıkıcı bir mekanda sergilenen ve kentsel dönüşümü odağına alan bir çalışmalar bütününü barındırıyor. Bu çalışmalar, sergiyi izlemeye gelenlerin kafasında soru işaretleri oluşturmaya yönelik.

İkinci sefer gezdiğimde daha uzun bir yazı yazarım belki ama şimdilik en çok dikkatimi çeken çalışmalar olan; parçalardan oluşan ve tek bir noktadan bakıldığında İstanbul silüetini oluşturan 2.resimdeki çalışma, İstanbul haritası üzerinde cami,alışveriş merkezi ve cumhuriyet anıtlarını işaretleyerek gözler önüne süren çalışma, interaktif bir oyun olan ve üzerinde yeşil, TOKİ, star mimar gibi butonlara sahip bir zemin ve karşısında bir ekran içeren kent yaratma oyunu, alternatif İstanbul tarihi çalışmalarını öncelikli olmak üzere bu sergiyi mutlaka gezmenizi tavsiye ederim.

Sanatın Multimedya Hali: Phil Hansen

Sanatın Multimedya Hali: Phil Hansen

Sanatın en güzel tarafı hiç bir sınırının olmamasıdır. Malzemeler sınırsızdır, mekanlar sınırsızdır, tasarımlar sınırsızdır…

İşte sanatını oluştururken yaratıcı zekasını sınırsız kullanan sanatçılardan biri Phil Hansen.

1979 yılında Washington’da doğan sanatçı, Northwest College of Art’ta sadece iki dönem eğitim görmüş. Şu anda X-ray Teknisyeni olarak çalışan sanatçı, tüm parasını ve kalan zamanını sanatı için harcamakta ve çalışmalarıyla büyük bir hayran kitlesi edinmektedir.

Büyük sükse yapan önemli parçalarından ilki iki günlük bir video projesi olan “Influences (Etkiler)” idi. Kendi gögsüne, birbiri üzerine 30 farklı resim yapan sanatçı, resimlerde kendi hayatına etki eden şeyleri anlatmıştır. Bu resimlerin içinde; sanata bakışını oldukça etkileyen noktacılık akımı ressamı Georges Seurat’un çalışmalarından bazıları, lise hayatı boyunca yakın dostu olmuş Jeremiah Vocke ile anıları, kendisini sanata yönlendiren Mao Yasui ile anıları, ünlü fizikçi ve evrenbilimci Stephen Hawking ve annesi Camille Hansen bulunmaktadır.

httpv://www.youtube.com/watch?v=zRVts7TFw-Y&feature=player_embedded#!

 Yaklaşık 2 milyon kişi tarafından izlenen bu videodan sonra 2008 yılında “Goodbye Art” adlı bir projeye başlayan sanatçı, bir yıl süren bu projesinde hemen her hafta bir çalışma yaratıp, fotoğraflayıp, sonrasında yok etmiştir. Bu çalışmaların içinde 7.000 adet kibritten oluşturulup sonra yakılan Jimi Hendrix heykeli, 400 mumun yakılması ile oluşturulan “Candle Boy” çalışması, tebeşirle sokak zeminine çizilmiş Ichiro Suzuki porttesi bulunmaktadır.

httpv://www.youtube.com/watch?v=MKMq_tSO7zs&feature=player_embedded

Haziran 2009 ‘da ise “Art Happening” adlı yeni bir projeye başlayan sanatçı, 6 ay süren bu projede gündemi oluşturan olayları konu alan çalışmalar yapmıştır. Bunlar arasında yanda bulunan “Obama vs. Fly” adlı çalışma, CNBC röportajı esnasında kendisini rahatsız eden sineği öldüren ve PETA tarafından kınanan Obama’nın, sahte sineklerle oluşturulmuş bir portresidir.

Bunun dışında, bir tabloya fırlatılan boyalı ayakkabılarla yapılan Bush portresi, G7 toplantısına sarhoş bir şekilde katılan Japonya Finans Bakanı Shoichi Nakagawa’nın alkolle ve  Hansen’ın sarhoş olarak yaptığı portresi de bu projenin çalışmaları arasındadır.

2009 yılındaki 51. Grammy Ödüllerinin resmi sanatçısı olarak seçilen Hansen’ın “Making Of” adlı videosu, ödülün o yılki resmi tanıtım videosu olarak kullanılmıştır.

httpv://www.youtube.com/watch?v=ngyIyxt3g4E&feature=player_embedded

Sanatçının deneysel çalışmalarının hemen hepsi çok ilgi çekicidir. Yaptığı çalışmaların önemli ve güncel noktalarından biri, tüm çalışmalarını fotoğraflayıp videoya almış olması. Böylece sadece ortaya çıkan eseri değil, yaratım sürecini de eserin kendisi yapmış oluyor.

Beğendiğim çalışmalarından olan; tekerinden boya çıkaran bisikleti sürerek yaptığı Lance Armstrong portresi ve Irak savaşında ölen 1768 askerin ismiyle oluşturulmuş George Bush portresinin videoları da aşağıda.

httpv://www.youtube.com/watch?v=VJ3XFbMPKgg&feature=player_embedded#!

httpv://www.youtube.com/watch?v=OoSTp8saaOs&feature=player_embedded#!

Oldukça eğlenceli ve sıradışı olan bu çalışmalarının dışında, herkesin yapabileceği sanat projelerini içeren bir kitabı bulunan Hansen, Tattoo A Banana adlı bu kitabında iğne ile muz üzerine resim yapmaktan, pancake üzerine pudra şekeri ile resim yapmaya, büyük kafalar yapıp onlarla eğlenceli fotoğraflar çekinmekten, kartondan takma sakal yapmaya kadar bir çok eğlenceli projeyi sanatseverlerle paylaşıyor.

httpv://www.youtube.com/watch?v=tXE1Y3m4j7o&feature=player_embedded

httpv://www.youtube.com/watch?v=Nht4ZD6o-lc&feature=player_embedded#at=56

kaynak: philinthecircle.com, wikipedia, philinthewhaaat.com

İKSV’nin 40.Yıl Kutlaması – La Fura Dels Baus “İstanbul İstanbul” Gösterisi

İKSV’nin 40.Yıl Kutlaması – La Fura Dels Baus “İstanbul İstanbul” Gösterisi

İKSV’nin 40.yıl kutlaması için, ünlü Katalan sokak tiyatrosu grubu La Fura Dels Baus’a bir gösteri sipariş ettiğini duyduğumda oldukça heyecanlandım. İstanbul temalı gösterinin Camialtı Tersanesi’nde sunulacağını öğrendiğimde daha da heyecanlandım. Zira Tersane-yi Amire’nin akibeti, özellikle 1933 yılında kurulan Camialtı Tershanesi’nin akibeti mimari çevrelerce tartışılmış, bir sanat merkezine çevrilmesi bir dönem gündeme gelmişti.

Malum İstanbul’da bu aralar herkes trafik mağduru. Gösteride Haliç’te olunca, bir panik havası esti. Fakat o kadar büyük bir keyifle gittik ki gösteri alanına…

Üsküdardan kalkan Haliç Hattı vapuruna bindik. Simidimizi çayımızı içerken, vapur önce Karaköy’e, sonra Eminönü’ne uğradı ve 3.durak olan Kasımpaşa İskelesi’nde indik. Yürüyerek 10dakika’da Camialtı Tershanesi’ne vardık. Bu esnada yolda iki İKSV mensubu ellerinde oklarla bizi yönlendirdiler.

 


Tersanenin içinde girince ben fotoğraf makinama sarıldım tabi… Onlarca yıllık bir çalışma sonrası o terk edilmişlik görüntüsü garipti. Ve gösteri alanına girdiğimizde vinçler, konteynerler ve ışık düzeneklerinin ortasındaki bir meydana tüm izleyiciler toplandık.
Sonrası benim için bir parça heyecanla birlikte hayal kırıklığı oldu. Heyecan gösterinin sürekli değişen ritminden kaynaklıydı. Önce ellerinde ateşleri olan adamlar kalabalığı yararak bir kadını kaçırdılar, bu sırada biz sağa sola savrulduk. Oldukça heyecanlıydı. Sonra kaçırdıkları kadını, vince asılı duran topa götürdüler ve gösteri başladı.

httpv://www.youtube.com/watch?v=tujGiNtIKJA&sns=fb

Gösteri, meydanın dört bir yanında devam etti. Sağımızda, solumuzda, arkamızda, önümüzde sürekli bir şeyler oldu.

 Fakat hayal kırıklığı yaşatan bölüm, İstanbul’a özel olduğunu düşündüğümüz gösteride, grubun diğer gösterilerindeki numaralardan değişik pek bir şey olmamasıydı. “İstanbul İstanbul”u izlemeden önce grubun çeşitli ülkelerde yaptıkları gösterilerin videolarını izlemiştim. Ana hatları buradaki gösteri ile aynıydı. Sadece müzikler daha oryantaldi. Ve arada bir ağıt ve bir Kazım Koyuncu şarkısı dinledik. Bir de Tilbe Saran’ın sesinden Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiirini…

Açıkçası daha özel şeyler beklemiştim ama yine de değişik bir deneyimdi.

İKSV’ye nice yıllar diliyorum.

Sevgiler,

La Fura dels Baus - Dişi Kukla

 

twitter / ulkuaydin_com