Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

İBB Miras’ın 2022-2023 yılları arasında arasında gerçekleştirdiği restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmalarının ardından İstanbul’un önemli endüstri mirası yapılarından Feshane-i Amire “Artİstanbul Feshane” adıyla açılmıştı. Henüz açılışındaki fotoğraflardan bile ilgimi çeken mekana gidebilmek ise”Ortadan Başlamak” adlı serginin 15 Ekim’e uzatılan kapanış tarihinden önce kısmet oldu. 

Açıkça söylemem gerekirse; değerli Renzo Piano’muzun uzuuun uzuun anlattığı süreçler ve yaklaşımlarla tasarladığı, Perşembeleri hariç öğrenciler için 120 TL giriş ücreti olan, mekansal organizasyonunu bir hayli tanımsız bulduğum İstanbul Modern’den hemen bir hafta sonra girişi ücretsiz olan bir belediye restorasyonunda bu kaliteyi görmek beni çok şaşırttı.

Öncelikle tramvay durağından, sahil araç yolundan veya iskeleden yaklaşımlar ve girişler, henüz bitmemiş olsa bile çok kolay ulaşılabilir, tanımlı ve işlevsel. Giriş ve yanındaki şık dükkanı, çok işlevli (ve bir hayli kullanıcısı da vardı) ve oldukça büyük kütüphanesi ve biraz karanlık bulsam da kafetaryası gerçekten iyi düzenlenmiş. Sergi mekanları ferah ve kapasitesi oldukça geniş. Alçıpanel blokların şimdiden oldukça yıpranmış hallerine bakılırsa bu sergi için olan düzenin geçici veya deneme olduğunu söyleyebiliriz. Alanın her sergide farklı ihtimallere açık olabilecek daha esnek mekanlar yaratmak için de potansiyeli oldukça fazla. Ayrıca Haliç kıyısı tarafında kalan meydan ise sanıyorum zamanla oturacaktır.

Emeği geçen tüm İBB Miras ekibini canı gönülden tebrik edip kutlamak lazım. İstanbullulara gayet çağdaş ve dünya standartlarında bir alan kazandırmışlar.

Genelde her şey gerçekten ideal kalitade fakat yetkililere ulaşmasını istediğim bir kaç şikayetim/önerim olacak. Birincisi, bu kadar kapsamlı ve kalabalık bir sergiye ait bir katalog ve/ya broşürü, dijital veya basılı bulamıyor oluşumuz. Ben hem gitmeden hem de gittikten sonra ilgimi çeken şeyleri tekrar okumayı, bazı eserlerin bilgilerine tekrar bakmayı severim. Sergideki halihazırda olan bilgileri içeren basit bir web sitesi bile iş görecektir diye düşünüyorum.

İkincisi, sergideki eser künyelerinin öncelikle çok kalitesiz oluşu, sonra çoğunlukla gelişigüzel ve hatta kötü seçilmiş yerlerde bulunmaları (her yer kolon doluyken yere koymak neden?) ve son olarak hiç bir standardının olmaması (kimin malzeme bilgisi yok, kiminde yıl, kiminde eser adı…) serginin deneyim zevkini bir hayli kısıtlıyor.

Son olarak bazı sanatçılara ayrılmış bölümlerde o sanatçılara ait kısa özgeçmiş ve eser bilgileri yer alırken, bazılarında sadece isim yazılıp geçilmesi gibi yine gelişigüzel bazı uygulamalar kafa karıştırıcıydı.

 Tüm bunların sonraki sergide toparlanacağını umarak bu sergide keşfettiğim ve beğendiğim bazı sanatçılardan bahsetmek isterim.

Sergide Sezai Özdemir‘in 8-9 eserinin sergilendiği bir kısım vardı. Ben mutlaka kendisinin eserleriyle karşılaşmışımdır ama ilk defa bu kadar ilgimi çekti. 1990 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olan sanatçı, neredeyse vefat ettiği 2018 yılına kadar üretmiş. Çok şaşırtıcı bir biçimde internette eserlerinin çok az bir kısmı bulunabiliyor. Genelde online bulabildiğim için sergilerde hızlıca hatırlamak için resim ve künyeleri çekerim. Bu sefer iyi ki bolca çekmişim dedim. Neden eserlerinin sergilenmediğini merak ettim açıkçası. Kendine has bir dili olan sanatçının hem kompozisyonları hem yarattığı ortam hem de ışık kullanımında insanı içine çeken, baktıkça sorgulatan bir yan var.

Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim ayrı bi sayfaya bu söyleşiyi kopyaladım. Çektiğim resimleri ve internette bulabildiklerimi de orada paylaştım. Okumak isteyenler tıklayabilir.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Zeycan Alkış – Hokkabaz – 150×200 cm – canvas üzerine karışık teknik

Eserlerini etkileyici bulduğum bir başka sanatçı ise Zeycan Alkış oldu. Resim bölümü mezunu olduğuna emin gibiydim fakat tekstil ve fotoğraf bölümlerinden mezunmuş. Tabi ki farklı sanatçıların atölyelerinde eğitimler de almış. Siyah beyaz ve incelikli desen çalışmaları gerçekten göz alıcıydı.

Ressam Mahir Güven‘in kırmızı ve mavi renkler ağırlıklı yaptığı kompozisyonların geçirgenliği, hem sergide hem internetteki web sitesinde incelediğim diğer eserlerini pek beğenemesem de “The Mountain at Night” adındaki eserindeki derinlikli mavi-yeşil-pembe renklerine baya sağlam vurulduğum Ahmet Merey ve 15x18cm gibi küçük boyutlu olmasına rağmen etkileyici nakış işleriyle Peyda Altaş diğer aklımda kalan isimler.

Vurucu renkleriyle sergide hemen dikkati çeken çalışmalardan bir diğeri ise Murat İrtem‘in Tepetaklak adlı çalışmasıydı. Yün liflerini yağlı boya resimlerindeki fırça gibi kullanarak yaptığı keçe çalışmalarında, kent yaşamını yükseklerden bizlere sunuyor. “Yüksek İrtifa” adını verdiği seriden eserlerde, farklı yüksekliklerdeki deneyimcilerin bulunuyor. Arka planda ise kent manzarası… 

Ayrıca sergide, araştırmalarımdan iç mimar olduğunu öğrendiğim Sonay Demirhan Demir ‘in “Bastırılmış Çığlık” adlı yağlı boya çalışmalarını da çok beğendim. Fakat şu internet çağında bu eserler ve sahipleri hakkında bu kadar bilgisiz kalmak gerçekten çok acayip. Maalesef kendisinin çalışmaları, yaklaşımı ile ilgili de pek bir şey öğrenemedim.

Bu noktada eserin kendisinden ne anladığımızın önemli olduğu düşünülebilir fakat ben o kadarla sınırlı kalmayı doğru bulmuyorum. “Sanatçı burada ne demek istemiş?” sorusunun cevabını da, sanatçının gelişimini de öğrenmeyi istiyorum. Ancak o zaman bir eseri içselleştirme yolculuğum tamamlanıyor sanki. Aksi durumda eserle karşılaştığım 10-15 dakika ve aklımda kaldığı bir kaç gün kadar etkisi oluyor.

—- —- –

15 Ekim’e kadar gidebilen herkese keyifli bir ziyaret dilerim. 

Yeni sergileri iple çekiyorum. 

Murat İrtem – Tepetaklak – 2015 – 121x97cm – Keçe

Mimarca Detay #10 – Sezai Özdemir’i Tanımak

Mimarca Detay #10 – Sezai Özdemir’i Tanımak

Sezai Özdemir – Felsefe Taşını Arayan Adam 1, (yılını bulamadım)

“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”
Gülten Akın

Uzun zamandır yıllar evvel the Magger’da yayınlanan Mimarca Detay serisindekiler gibi bir yazı yazmamıştım. Fakat hayat böyle işte, yarım saatliğine Artistanbul Feshane’deki sergiyi yazmak için bilgisayar başına oturmuşken son 5 saattir bir ressamın hayat hikayesinin içine düştüm.

Sergiyi, ortaokul ve lise boyunca resim öğretmenim olan, bana atölye kokusunu, kültürünü iyi ki bulaştırmış olan sevgili Günay Öğretmenimle birlikte gezme şansımız oldu. Çok mutlu ve keyifli olduğum bir günde, yanımda çok sevgili öğretmenimle sergiye giriş yapar yapmaz hemen sağ bölümde adını daha önce duymadığım Sezai Özdemir’in sanıyorum 9 eserinin olduğu bölüme girdik. Önce hızlı bir bakış atarken, birden resimlerdeki ışıklar, seçilen sahneler, renk tercihleri bizi çekmeye başladı ve üzerine konuşmaya başladık. Başta anlamadık ama resimleri inceledikçe bozulmuş perspektiflerin, bile isteye seçilmiş ışıkların bir nedeni olabileceğini anladık ve içlerine girdik. 

Sanatçıyı daha detaylı araştırmak için künyelerden birini ve resimlerden bir kaçını kabaca fotoğrafladım, zira internette çokça kaynak bulabileceğimi düşündüm. Yanılmışım. Maalesef ne sanatçının eserlerinin kaliteli görselleri ne de hayat hikayesinin detayları yoktu. 

Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim elimden geldiğince söyleşiyi toparladım.

Maalesef söyleyişi kimin yaptığını bilemiyorum ama böyle enteresan bir hayat hikayesinin tarihe not olarak kalmasını istedim. İnternetten de bulabildiğim kadarıyla sanatçının resimlerini bulmaya çalıştım. 

Keyifli okumalar,

Sezai Özdemir ile Söyleşi

1954 yılında Ankara Kalecik’te doğmuşum. Tipik bir köy çocuğuydum. Annemin ikinci çocuğuyum. Birinci çocuğu ağabeyim, babamın ağabeyindenmiş. Annem, ağabeyime altı aylık hamileyken, Rıfat amcam ölüyor. Ondan sonra dedem anneme “Kızım senden çok memnunum, babanın evine gitme,” diyor ve diğer oğlu Yusuf ile evlendiriyor. Ben dünyaya geliyorum. Biz beş kardeşiz. Annem çok güzel bir kadındı. İlkokul dörde kadar köyde mutlu bir şekilde yaşıyordum. Küçük yaşlardan beri resim yapıyordum. Köydeki günlerimi hep resimlerime aktardım.

Ankara yenidoğan o zamanlar varoş. Babam oradan bir gecekondu aldı. Annem de o sırada hastalandı ve öldü. O mutlu günler bitti. Taşındık. Kardeşlerim çok küçüktü. Onlarla ilgilenmek zorundaydım. Babam Ankara’da Sağlık Bakanlığı’nda marangoz olarak işe başladı. Beni de yanında işe götürüyordu.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir – Kalecik (Eskiköy Dereden Bakış) – 2013 – 150x200cm – tuval üzeri yağlı boya

Sonra okul tatillerinde çalışmaya başladım. Boyacılık, terzilik, simitçilik yaptım. Babam annemin ölümünden sonra öz annem kadar sevdiğim Zehra Hanım’la evlendi. Ondan da bir çocuğu oldu. Biz tabii köy çocuğuyuz, pek laftan da anlamıyoruz. Zehra annem bizi intizama sokmaya çalışıyordu.

Baskıya dayanamadım orta okulun ikinci sınıfında evden kaçtım. Simit fırınında yatıp kalkarak orta okulu bitirdim. Simit işini iyice öğrendim. Bir yandan da resim yapıyordum. Tuval yapmayı bilmediğim için mukavvaların üzerine resim yapıyordum. O sıralarda, ihmalkarlıktan liseye kaydımı yaptıramadım.

Benimle aynı yaşlarda büyük amcamın oğlu Hüseyin vardı; o Kuleli’ye girdi. O da resim yapardı. Tatillerde birlikte resimler yapardık. Yıllar sonra Akademi’ye birlikte girdik. Birimiz birinci, birimiz ikinci olarak. Tabii bütün bunları anlatmak kolay ama, yaşamak zor.

Yine amcamın oğlu bir yaz geldi, “Oğlum, ne bunlar ya? Niye renk yok?” Dedi. O zamanlar bu kadar çeşitli güzel boyalar yok. Bir iki marka var. Boyayı sürüyorsun ertesi gün solup gidiyor. Bana ilk Hüseyin öğretti tuval diye bir şeyin olduğunu ve nasıl yapılacağını.

O dönem yaptığınız resimler duruyor mu?

Yozgatlı bir Hüseyin Ağabey (Tatar Hüseyin) vardı. O bana boya alırdı, mukavva verirdi. Resim yapmamı teşvik ederdi. Ben de boyuna resim yapardım. Sonra Hüseyin Ağabey onları çerçeveletip evine asardı. Şimdi o resimleri merak ediyorum; çünkü hayal meyal hatırlıyorum. Hüseyin Ağabey öldü ama Ankara’ya bir gittiğimde eşini ziyaret edip resimleri görmek istiyorum.

O dönem bilinçsiz bir şekilde resim yaptım. Fırında, askerde, cezaevinde resim yaptım. İrrasyonel bir şekilde resim yaptım diyelim. (Yoksa içgüdüsel mi?) 

CCC

Fotoğraf: MimarcaSanat | Artİstanbul Feshane Sergisi’nden

Naiflik ve yerlilik durumu bu herhalde.

Yerlilik, evet ya da köylülük diyelim. Ne derseniz deyin. Böyle bir çalışma içindeyken bir yaz yine amcamın oğlu Hacı Ahmet ve benim Rıfat Ağabeyim fırına geldiler ve beni eve babamla barıştırmaya götürdüler. Tabii fırında çok kötü şartlarda yaşıyordum ve kendime çok iyi bakamıyordum. Bütün o günlere ve fırına resimlerimde yer verdim. Her neyse, kalkıp eve gittik. Bizimkilerle barıştım. Akşam yemekten sonra kardeşlerimi bana emanet edip babam ve Zehra annem bir yere gittiler. Sonra eve döndüklerinde babam yelek cebinden bir alyans çıkardı: “Al, sana kızı verdiler,” dedi. “Ne kızı?” dedim. İşte dedi Deli Aşık’ın kızını.

Benim kayınpederin namı Deli Aşık’tı. Bolulu bir adam. Anıtkabir’in yapımında çalışmış, soğuk demirci, hani derler ya “hayat mektebi okumuş” yol yordam bilen kalender bir adam. Kuran okuyor, Atatürkçü, gazete takip ediyor filan. Böyle bir adam Deli Aşık.

Deli aşık kızını verdi.

Evet. Kızı bir kere görmüştüm. Babamla Zehra anne evlenirken. Rabia Özdemir çocuklarımın annesi. Evlendik. Simitçilik yapıyordum o zamanlar. O kadar çalışırdım ki bileklerim şişerdi hamur yoğurmaktan. İspirto, alkol sürerdik fayda etmezdi. Çok ağır bir iştir simit yapmak.

Üç ay sonra hanımı babamın evine bırakıp İzmir’e kaçtım. Alsancak’ta bir simit fırınında çalıştım. Sonra, Bursa’ya geldim ve oradan da İstanbul’a.

Askerlik ne oldu o arada?

Askere gitmemiştim o sırada, askerliği de anlatacağım. İstanbul’a geldiğimde iş bulamadım. Damatlık elbisemin ceketini Kadıköy’de yirmi liraya sattım ve Ankara’ya döndüm. Eve gidemedim tabii. Evden ayrılıp aradan dört, beş ay geçince karımın ailesi gelip onu almışlar. Hatta hanımı daha önce isteyen Mengenli bir aşçı varmış, ona vermeye kalkmışlar.

Ankara’da yine simit fırınına döndüm. Hanımın evi de fırına çok yakındı. Duymuş benim döndüğümü, bir gün fırına geldi. Tekrar birlikte yaşamaya başladık. Kayınpeder de beni affetti. Fırında çalıştım, seyyar satıcılık yaptım, erik, mısır, kuru yemiş sattım. Ailemi geçindirmeye çalıştım.

İlk evlendiğimizde evlilik nedir bilmiyordum ki. Çocuktuk daha. Hatta yaşımı bir yaş büyütmüşlerdi resmi nikah için. Bir süre sonra yine üç arkadaşımla çalışmak için İstanbul’a geldim. Ama bu sefer daha hazırlıklıydık. Bir handa kalacak yer bulduk. Çağlayan’da, Boğazkesen’de, Zeytinburnu’nda, Kumkapı’da çeşitli fırınlarda çalıştım. Sonra Mart 1972 de askere gittim. Askerde de resim yaptım. Atatürk resimleri yaptım, fotoğraflardan bakıp resimler yaptım. Adım ressama çıktı. Ressam aşağı ressam yukarı.

Askerlikte olmadık işler geldi başıma. Adam vurdum, kendimi vurdum. Cezaevine girdim. 1974 Kasım, zor bitti askerlik. Lümpenlik de kolay değil.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)

Askerlik dönüşü?

Ankara’ya geldim dönüşte; ama bu sefer fırıncılık yapmamaya kararlıydım. Dışkapı semtinde sekiz ay bir benzincide pompacılık yaptım. Bir gün bir haber geldi. Benim eskiden çalıştığım fırının sahibi Tatar Hüseyin ölmüş, benim kalfam Zekeriya Usta askerden gelmiş ve maşallah simit fırınını işletmek istiyormuş, bana da haber göndermiş.

Ben fırına bir gittim ki Zekeriya Usta beş yüz kilo odun, beş çuval un, iki kilo susam iki kilo şeker almış. “Şeker yakmak dediğim” resmim de anlattım o dönemi. Şeker yakmanın ne olduğunu anlatayım kısaca. Fırında iş aradığında sana çok soru sormadan yani “nerede çalıştın? ustan kim?” gibi, sorular sormadan hemen iki kilo toz şeker, bir teneke bir de gaz ocağı verirler. “Usta, şerbet kalmamış şunu bir yakıver” derler. Eğer sen o şekeri iyi yakarsan, bu işi biliyorsun diye işe alınırsın. Onu resmettim.

Zekeriya Usta ile sıfırdan işe başladık. İşte günde 1 çuval, 2 çuval işliyorduk. 1976 yılına kadar hemen hemen sekiz ay da orada çalıştım. 8-9 çuvala kadar da çıktı günlük işleme. Sıhhıye’deki, Ulus’daki simit camekanlarına kafamda simit taşıyordum. Her neyse biz böyle çalışırken, amcamın oğlu Hüseyin 1975 yılında mezun oldu, Personel Teğmen olarak çıktı. Tabii Kara Harp Okulu’nda diploma merasimine gittik.

Merasimden sonra, Hüseyin, “Gel Sezai seninle bir yere gideceğiz,” dedi. Gittik. Bana bir dilekçe yazdırtıp bıraktı. Kara Kuvvetleri’ymiş meğer. Aradan altı ay geçti, bir baktım bana bir mektup geldi, Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne hademe olarak tayinim çıkmış. 1976 Mayıs’ında ben işlemlerimi yaptım ve işe başladım.

O zaman lisenin Personel Şube Müdürü, Yüzbaşı Süleyman Demiröz’dü. O benimle konuştu, sorular sordu filan ve sonunda hademelik yerine kütüphaneye memur yaptı. Nasıl sevindim. Zaten ben klasiklerin yarısını askerde ve cezaevinde okumuştum, geri kalanlarını da kütüphanede okudum. Lisenin kütüphanesi çok zengindi. Jack London’ın Martin Eden’ini keşfettim, o çok önemlidir benim hayatımda. İşte Madam Bovary’leri şunları bunları…

Ne iş yaparsam o işi çok benimserim, severim o işi, işime sevgi katarım, yaptığım iş sevilerek yapıldığını gösterir. Bu yetenek maniyerizmi gösterisi değildir. Hiçbir işi yapmış olmak için yapmam. Kimse anasının karnında öğrenmiyor, bilmediğim işi öğrenmeye çalışırım. Kütüphane memuru olunca da o işi öğrenmeye çalıştım. Dewey sistemini yani kitapların sınıflanmasını, raflarda nasıl yer alacağını, kayıtlarının nasıl tutulacağını, zimmet işlemlerini vs. Hepsini yaptım.

1978’e kadar kütüphanede çalıştım. Sonra yine askeriyede Avans Mutemedi oldum, bu yeni iş terfi gibi bir şeydi benim için. Bu arada, Işıklar Askeri Lisesi’ne başladığım sırada yarım kalan eğitimime de devam ettim, akşam lisesine yazıldım. Bir yandan memuriyet bir yandan öğrencilik ve tabii resim.

Ek gelir olarak, askerlerin fotoğraflarından resimler yapıyordum. Bir gün hiç unutmuyorum, unutmamak ne kelime resimle ilgimin dönüm noktası olan bir anekdotu anlatacağım. Alaylı bir ressam olarak yaşıyorum, Işıklar Askeri Lisesi’nde alım satım yapmak için devlet malzeme ofisi var Bursa’nın dışında, Mesken diye bir semt, Işıklar’a uzak bir yerde. Arkamda cemse, ben önde bir jipte gidiyoruz. Öğrencilere kırtasiye, araç gereç, alıyorum. Bunları avans mutemedi olduğum için ben organize ediyorum. Bir baktım bir adam elinde bir resimle yoldan geçiyor. Resimde zenci bir çiftin düğün resmi var. Resme bakakaldım. Şoförü durdurdum. Adamın yanına gittim. Adı Hüseyin Çetin. O da böyle askerden, jandarmadan, polisten tırsan biriymiş. Şaşırdı bana bakıyor. Resmi kimin yaptığını sordum; o yapmış. Resim beni çok etkilemişti. Ustanın kim olduğunu, ne iş yaptığını filan sordum. “Tabelacıyım,” dedi. “E dedim bu resim?” Kendisinin alaylı bir ressam olduğunu söyledi.

Dükkanının yerini öğrendim, işimi bitirince yanına gittim. Dükkândan bir içeri girdim. O Bursa sokakları, o İstanbul peyzajları, ışıklar, gölgeler… Adeta Hoca Ali Rıza gibi resim yapıyor. Bir portre yapıyor, fırçayı, rengi öyle bir kullanıyor ki sanki adam yeni tıraş olmuş. Yani bunlar sizin için ne anlam ifade eder bilmem ama, bir ressam için bunlar önemli şeylerdir. Çok usta birisi. Hüseyin Usta ile tanışıklığım böyle başladı.

Sonra ben her hafta sonu sabah çocuklarımla kahvaltı yapıp, hemen onun yanına gidip çalışmaya başlıyordum. Bir tür çıraklığını yapıyordum. İşte, bulaşığını yıkıyorum, ortalığı topluyorum, boyasını karıyordum. Benim yanımda kesinlikle çalışmıyor, işlerim bitince “Hadi Sezai ben çalışacağım,” diyor beni kibarca kovuyordu. Ben de anlıyordum. Ketumdu. Meğer beni deniyormuş, gerçekten resim yapmak benim için bir tutku mu? Yoksa gelip geçici bir heves mi?

Aradan bir iki sene geçti. Bir gün bana “Gel, otur” dedi. Hemen duvara şöyle bir iki çıtadan ters v şövale yaptı, hiç unutmam. Bana Alparslan Türkeş’in bir fotoğrafını getirdi. İşte o yıllar sağ-sol davası biliyorsunuz. Bursa İl Teşkilatı için ısmarlamışlar resmi. Ben oturdum o resmi yaptım. Baktı, bazı yerleri düzelttirdi, yüreklendirici eleştiriler yaptı. Biz böyle başladık. Ben portreyi, gerçek anlamda ondan öğrendim.

Biz 1980 Ağustos’una kadar usta-çırak ilişkisi içinde çalıştık. Bir şey daha var, şimdi ben memurum. Memurum ama, kadrom hademe. Eğer ben bir vukuat yapsam hiç iyi olmaz. Askeriye disiplinli yer. Hiç olmazsa liseyi bitirmeye karar verdim. O zamanlarda eğitim enstitüleri vardı. Üç ayda öğretmen yetiştiriyorlardı. Ben de bundan istifade etmeye niyetliydim, Işıklar Askeri Lisesi’ne resim öğretmeni olurum diye düşünüyordum.

İşte 31 ağustos 1980, 12 Eylül’e on iki gün kala Hüseyin Çetin öldü. Hüseyin Çetin’i vurdular, sağcı lümpenler. Mahvoldum. Ondan sonra da zaten 12 Eylül oldu ve benim hayallerim bitti. Eğitim enstitüleri kapatıldı; fakat bu arada ben boş durmadım, akşam lisesini bitirdim. İrfan Önürmen diye bir arkadaşım var, şimdi o da ressam, akşam lisesini birlikte bitirdik. O sonra akademiye girdi, biz görüşmeyi sürdürüyorduk. Bu arada ben de kültürle, sanat tarihiyle bağımı kurup artık evrensel nitelikteki birtakım değerlerin farkına varınca, resim yapmanın da nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Resim yapmanın sadece bir insanın portresini çizmek ya da peyzaj, natürmort yapmak olmadığını anladığımda, yıl 1983’tü ve istifa ettim. Artık yeter devlete çalıştığım, bundan sonra kendime çalışacağım dedim.

Bu arada 1981 yılında eşimin üzerine bir dükkân açmıştık. Bu dükkânda çok iyi para kazandım. Bursa’da bir ev almıştık. Ev taksitlerini ödeyebilmek için harcı alem resimler yaptım. Sanat tarihçileri ne der bilmiyorum?

Bu arada, Bursa’daki Ressamlar Sokağı?

Evet, onlara da değinmek lazım. Fen İşleri Müdürü vardı, Basri Sönmez Bey, hatta Osmangazi Belediye Başkanlığı da yaptı bir ara. O bize olanak sağlamış, Tophane-Muradiye girişinde kömür satılan bir yeri, biraz düzelttirip Ressamlar Sokağı diye bir yer kurmuştu. İstifa ettikten sonra bizzat Ressamlar Sokağı’nın sözcülüğünü yapmaya başladım. 10-15 arası resimle uğraşan kimisi profesyonel kimisi amatör arkadaş vardı. Tecimsel bir yerdi. 1989’da kapandı orası. Yazları ben Mimar Sinan Üniversitesi tatile girdiği zaman Ressamlar Sokağı’nda ticari resimler yapıyordum. Turistik resimler diyelim. İşte Bursa sokakları, İstanbul sokakları, peyzajları. Yazları ne kadar para biriktirirsem kışları okula hazırlık. Bir süre böyle geçti.

Peki, akademiye giriş nasıl oldu?

1986 yılında desen eğitimi vererek akademi sınavlarına hazırladığım üç tane öğrencim vardı. Biraz para biriktirip dershaneye yazılmak ve üniversite sınavlarına hazırlanmak niyetindeydim. Öğrencilerimden biri müjdeyi verdi. YÖK bir karar almış lise mezunları yetenek sınavıyla akademiye girebileceklermiş. Bu imkândan faydalandım, sınava girdim. Bu arada amcamın oğlu Hüseyin Yüzbaşı olmuştu. O da yıllık izinlerinde Bursa’ya geliyordu, biz birlikte açık havada oturup izlenimci sokak resimleri yapardık. Hüseyin’in hocası da şimdi Emekli Albay Feridun Saraçoğlu’ydu, Hikmet Onat’ın öğrencisi. Akademik anlamda birçok şeyi ben Hüseyin’den öğrendim. Biz akademiye girmeden birçok tekniği öğrenmiştik.

Sınavlarda Hüseyin birinci, ben üçüncü, bir de çok yetenekli Ufuk diye bir çocuk da ikinci oldu. Ufuk’la yetenek notlarımız aynıydı ama onun üniversite puanı vardı, o eklenince ikinci oldu. Biz böylece akademiye girdik. Tabii ben okula başlayıp, dükkândan ayrılınca hanım orayı işletemedi. Kira veriyoruz, hiçbir gelirim yok, satış yok. En son 87’de büyük bir borsa çalkalanması olunca dükkânı kapattık. Parasız pulsuz kaldık.

Ben akademinin ilk yılı Hüseyin’de, Darphane’deki lojmanda kaldım. Hüseyin evli, çoluğu çocuğu var, ben orada rahat edemedim. Böyle birçok zorluklar içinde okudum. Şişli Belediyesi’nden izin alıp Teşvikiye Camisi’nin önündeki parmaklıklara resimler asardık, ufak tefek satış oluyordu. Okulu böyle tamamladım. Okul olduğu zaman, sabahleyin 9.30’da atölye başlar, saat 12:30’da biterdi. Atölye bittikten sonra ben, doğru Teşvikiye Camisi’nin oraya gidip resimleri asardım. Hüseyin ve diğer bazı arkadaşlarım da teori derslerinin notlarını tutardı, ben onlardan alır çalışırdım; ama resim atölyesini hiç ihmal etmedim, atölye çok önemliydi.

Neşe erdok Atölyesi’nde?

Evet, Neşe Erdok atölyesinde.

Onunla ilişkiniz nasıldı bu arada?

Hocayı akademiye girmeden önce tanıyordum. İrfan önürmen sayesinde ve basından. Neşe Hanım, takip ettiğim, izlediğim bir ustadır. Bursa seyahatleri sırasında bir grup öğrenciyle Ressamlar Sokağı’na gelmişti. Orada tanışmıştık. Beni Don Kişot’a benzetirdi. İstifa hikayemi de çoluk çocuk durumumu da biliyordu. Sanata balıklama atlamamı sempatiyle karşılıyordu. Neşe Erdok’un atölyesinde sadece bir dönem okuyabildim. İdeal bağlantım o gün bu gün devam eder. O sırada, malumunuz, soyut – somut çatışması vardı. Bence çok saçma sapan bir şey. Neşe hanım, figüratif grubuyla grafik bölümüne gitmek zorunda kaldı. Atölyenin başına, geçenlerde kaybettik, Asım İşler, geldi. Bana, figüratif resim yaptığım için çok eziyet yaptı. “Git evinde resim yap, arkadaşlarına kötü örnek oluyorsun” derdi. Ben de inadına otururdum atölyede, hatta bazen Teşvikiye Camisi’ne bile çıkmazdım. Asım Bey bir öğretim üyesi mübadelesiyle bir iki yıllığına Paris’e gidince Güngör Taner ve Zekai Ormancı hocam oldular. Şimdi, bir avantajım vardı, diğer öğrenciler benden küçük ve entelektüel birikimleri olmamalarına rağmen hepsi soyut resme yöneldiler, zorlandılar demek daha doğru. Ben biraz kemikleşmiştim herhalde, psikolojik baskıya rağmen, oturdum istediğim resmi yaptım. Kendimi ancak figüratif resimle ifade edebileceğimi düşünüyordum. Zaten resimlerimdeki tema da bendim. Bence, sanatta en son çözümleme insanın kendisinin kendine bir bakışıdır, bunu beğenirsin veya beğenmezsin. O doğrultuda devam ettim.

Akademiyi yüksek bir ortalama ile dört yılda bitirdim. Bitirmek mecburiyetindeydim; çünkü o sıralarda çocuklar da artık, ortaokulu bitiriyordu. Liseye gidecekler. Bursa’ya 1991’de döndüm. Bu arada eşimle aramda benden kaynaklanan bir sorun baş gösterdi. Gönül muhabbeti deyip geçiyorum izninizle. Çekirge’de bir atölye-daire tuttum. Akademiye hazırlık öğrenci kurslarıyla ve kendi resim çalışmalarımla uğraştım. Birtakım ödüller aldım.

Mezun olduğum zaman ilk kişisel sergimi 1991 Nisan’ında Ramko Sanat Galerisi’nde açmıştım; çünkü o galerinin açtığı çağdaş resim yarışmasında mansiyon kazanmıştım. Tabii sergide resim satamadım. Bunun sebeplerinden biri de Birinci Körfez Savaşıydı. Resim satabilseydim, İstanbul’da kalacaktım. Mecburen Bursa’ya döndüm. Çekirge’deki atölyemde çalışmaya başladım. Birçok bursa peyzajları yaptım. Atölyemin penceresinden yaptığım resimlerdir onlar. Yarım kalan okumalarım vardı, onları gerçekleştirdim.

Bu arada amcamın oğlu Hüseyin, mezun olunca Kuleli’ye resim öğretmeni olarak atandı, sonra o da istifa edip İstanbul’da atölye açtı. Oraya gidip gelmeye başladım. Sergiler oluyor, gidiyorum, birkaç gün kalıyorum filan. Yine bir sergi vesilesiyle gitmiştim, Bursa’ya dönüşte resimlerimi taşıyamayıp bir öğrencime vermiştim. O öğrencim kirasını mı ödeyememiş bir şey olmuş, rehin kaldı benim resimler. Yeri öğrendim, gittim. Gümüşsuyu Caddesi’nde bir apartman. Öğrenci de ortada yok. Kapıcıyla konuştum. “Beyefendi, o öğrencinizin elektrik borcu var, onu ödeyeceksiniz resimleri o zaman alırsınız,” dedi. Resim yapan, güzel şiirler yazan bir polis tanıdığım vardı. Polis olduğu için yol yordam bilir diye düşündüm. O beni resim almak isteyen bir arkadaşıyla tanıştırdı. O adam iki resmimi satın aldı. Gerçek fiyatının altında gitti resimler ama diğer resimleri kurtarabilmem için o resimleri satmam gerekiyordu. Nitekim biz kurtardık o resimleri, çok berbat durumdaydı resimler, bakımlarını yaptım. Resimleri kurtardıktan sonra toplam 38 resmi de aynı adam satın aldı. Resimler oldukça ucuza gitti ama mecburdum. Kızım Zeynep liseye başlayacaktı. Oğlum Bora sanat eğitimi almak istiyordu. Onu da diğer öğrencilerimle birlikte Bursa’da çalıştırıyordum. Kısacası bunlar okulu kazanırsa kira ödeyemezdik. Hiçbir gelirimiz yoktu, muhakkak ev almamız lazımdı.

1993 Mart’ında burayı satın aldım. Ondan sonra Zeynep, Güzel Sanatlar Lisesi’ni, Bora da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık Bölümü’nü kazandı. Resim bölümünü de kazanmıştı ama “Baba, ben de senin gibi sürünemem,” dedi. “Ben resim yapacağım ama kendime göre bir plan uygulayacağım,” dedi. “İyi oğlum, resim sanatı seni bekler,” dedim. O şimdi mimar.

Zeynep benim gibi ressam, ablası Elif’de resim öğretmeni oldu. İstanbul’da burayı alınca büyük bir rehavete girdim. Bu arada gönül meselesi zaten bende bir travma oluşturmuştu. İçkiyi arttırdım. Performansım düştü.

Sezai Özdemir - Hastanede (otoportre)

Sezai Özdemir – Hastanede (otoportre)

Sezai Özdemir - Bursa'da Buluşma

Sezai Özdemir – Bursa’da Buluşma

Bir şey soracağım. Mehmet Ergüven’in de dikkatini çekmiş, benim de dikkatimi çekti. Bu, “bir şizofrenin hatıra defteri serisi” resimler ne zaman başlıyor?

Sevgilim beni terk ettikten sonra. O da kendine göre haklıydı. Çocuklarımı bırakamam, ona bir şey vaat edemem; ama elimden gelen her yardımı yaptım ona, resim çalışmalarını destekledim. Jack London’ın Martin Eden’i gibi bir hayatım var. Bunu ben istemedim. Şartlar bunu bana dayattı.

Askerlikten sonra bende içgüdünün yerini artık akıl aldı. Hiçbir şeyi enine boyuna tartışmadan düşünmeden yapmadım. Bu benim çok işimi kolaylaştırdı. O kadar kolaylaştırdı ki hayatımın genel toplamı içerisinde rasyonel olmak, batılı gibi düşünmek ve bu düşünceyi hayata geçirmek. (Aşk hariç!). Sonra baktım ki akıla akıl gerek. Yani akıl da tek başına tehlikeli, akıl insanın her şeyini anlatmıyor. Akıl içgüdüyü engelliyor. Çünkü içgüdü, daima ister, ister. Materyalizm de madde de “hayır,” der, direnir. Materyal ve beşerî dünyanın içinde yaşıyorsun, ihtiyaçlar sorunlar hep materyalist. Bir de öbür tarafta, senin canlılığından gelen-vitalite arzu ve isteklerinden kaynaklanan bir istem var.

Iştah.

Evet, iştah diyelim. (Friedrich Nietzsche, iç istenç-iç gereksinim diyor) onu durdurmamız lazım. Neyle durdurursun onu? Akılla durdurursun. Peki akla gereken ikinci akıl? Onu açacağım.

Nedir sanat?

Sanatta hakikatin, hakiki olmanın peşindeyiz. Sunduğun eser, kabul edilir edilmez, benimsenir benimsenmez. Bilim yapmıyoruz, sanat yapıyoruz. Bu hakiki olmanın ölçüsünü eğer sen o akıl dediğimiz rasyonel kartezyen düşünceyle ortaya koyuyorsan, aklınla sanatına zarar vermesini sağlıyorsan bu paradoks. O zaman o ikinci akıl dediğim aşkınlık hali ortaya çıkar. Akıla da akıl lazım dediğim nokta o.

Aşkın ego gibi bir şey.

Evet, aşkın ego, çünkü bu durum otomatik işler ve bilinçdışıdır. Şöyle ki, kültür ne? Kültür, insanın unuttuğudur. Ne demek unuttuğu? Kültürü öyle bir özümsüyorsun ki artık yeni bir bilgi gibi algılamıyorsun. Nasıl kalbin tıkır tıkır otomatiğe bağlamışsa kültür de aynı şekilde otomatik artık, onu bilgi olarak hatırlamana usa vurmaya gerek yok. İşte sanat da sanatçı için öyle olmalı. Mesela bakıyorsun resme oranlarda sorun var. Adam geliyor diyor ki “Sezai eli bozuk görmüyor musun?” Ya kardeşim iyi de resimde o elin küçük veya büyük olmasından ziyade, başka şeyler de var. Resmin başka değerlerine bakın. Ben bakmıyor muyum, ben de bakıyorum. O el orada küçük veya büyük ama resmin diğer öğelerine baktığında o devede kulak kalıyor. Onu ister büyütür ister küçültürsün. Buna biz, resimde kendiliğinden deformasyon diyoruz. Bunlar önemli değil. Önemli olan ne? Biçim ve içerik ilişkisi, bu ilişkinin birbirine bengü –sonsuz- dönüşüdür.

Bir tuvaldeki resmin her santimetre karesinden sorumlusun, evet, ama o eni boyu olan resim düzlemi içerisinde o tür bir iki maddi hata senin hakiki olmana engel teşkil etmez ki. Orhan Gencebay diyor ya “Hatasız kul olmaz”. Mükemmel diye bir şey yoktur beşerî dünyada. Mükemmel olan ide ve ideal olanlardır. İstediğin sanat eserine bak, istersen maddi hata bulursun. Mesela Tiziano’nun bir nü eseri var. Önde yatan bir kadın, arkada bir hizmetçi, sandık, köpek vs. Çok güzel bir resimdir. Nü’nün kolunda acayip bir deformasyon vardır. Şimdi bu Tiziano resmi yapamamış mı demek? Yapamamışsa iyi ki yapamamış. Bir sanat eserinin tümüne bakması gerekiyor insanların. Başka bir şekilde söylersek, başarılı ve başarısızlıkları arasındaki uyuma, ahenge bakılmalıdır. Dolayısıyla tüm bunlar kafamda netleştiği için o tür eleştirilere aldırmıyorum. Yoluma devam ettim, ediyorum da.

Peki Mehmet Ergüven’le tanışmanız?

1993 yılında ben bir yarışmaya resim göndermiştim. Bursa’daydım o zaman. Ödül kazandım. Mehmet Ergüven bana resimlerimi beğendiğini söyleyen bir mektup gönderdi. Çok sevindim. Bursa’ya geldi, tanıştık, uzun uzun konuştuk, resimlerimi inceledi. O da ilginç buldu hayatımı, resimlerimi. Bir kitap yazdı benimle ilgili. Sonra ne oldu bilmiyorum, yazdığı kitaplar künyesinden çıkardı benim kitabı. Günümüzde eleştirmenler sanatçıların burunlarına, ayıların burunlarına takılan halkalardan takmak istiyorlar. O halkalara takılı 8-10 metrelik “özgürlük” adını verdikleri zincirler de ellerinde. Daha fazlasına gerek yok… Bizim Keskin’li Hacı Taşan bir türküsünde şöyle der “Sana diyeceğim çok amma, çok kalabalık yerdesin” misali.

Bir yandan yarışmalara katılmayı bir yandan da sergiler açmayı sürdürdüm. 1997 yılında benim için çok önemli bir şey oldu. Hüseyin, amcamın oğlu, yine bu içki yüzünden arabasının altında kalarak, trafik kazasında öldü. O sırada yeni bir resme başlamıştım. Ankara’daki Maşallah Simit Fırını’nın resmini yapıyordum. 1997’de başladım, 2001’de zor bitirdim o resmi. Hüseyin, benim için çok önemliydi. Pek geçinemezdik ama o, akrabam olmanın ötesinde kader birliği yaptığım bir arkadaşımdı. Onu kaybedince, mahvoldum, kendimi birkaç yıl tamamen bıraktım. Sonra oğlum Bora duruma el koydu. Çok içiyordum, iyice zayıflamıştım. Resim yapamıyordum. Balıklı Rum Hastanesi’ne yattım. Zeynep kızım, evladım yanımda refakatçı oldu. Toparlandım. İki buçuk yıl içki içmedim. Tekrar rasyonel dünyaya döndüm. Hastanedeki günlerimle ilgili resimler yaptım.

Resim piyasası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şimdi diyorlar ki piyasa önemli. Piyasa dediği şey nedir ki? Sensin, benim. Bugün Türkiye’de nasıl, ne şekilde insanların para kazandığını, nasıl ahlaki değerleri yozlaştıran bir şekilde iş yaptıklarını görüyorum. Piyasaya sahte resimler sokarak, jeeplerde dolaşıyorlar. Bildiklerim var, isimleri bende saklı. Bunlara resim vermeyeceğim kimse bana bulaşmasın yeter. Artık ihtiyaç durumu ortadan kalktı. Çocuklar büyüdü, iş sahibi oldular. Sonra benim başka bir zenginliğim var, fakirlikten, fırın köşelerinden geldim. Param olsa da olmasa da ben tek bir şeyden korkarım; hastalıktan. Eğer beden ve ruh sağlığım yerindeyse, ben zerre kadar hiçbir şeyden korkmam. Parasızlıktan korkmam, çünkü parasızlık nedir biliyorum. Çocuklarım da kendiliğinden alıştı. Yokluk nedir bilirler. Benim maceramda hep bana destek oldular.

Peki, sergi işleri?

2003 yılında Karşı Sanat’da sergi açmıştım. Bir anekdot… Bir gün sergiye Mehmet Güleryüz geldi. Ben de ordaydım. Dolaştı, baktı. Beni ve resmimi tanıyormuş, bizim sokaktan. Serginin ne zaman kapandığını sordu. Bir hafta vardı serginin kapanmasına. “Bu sergi çok önemli, birdenbire yapılamayacak bir sergi, mutlaka tanıtalım, eleştirmenleri toplayıp bir panel düzenleyelim” dedi. Basınla ilgili çalışmalar yapıldı, ilanlar verildi, bildiriler yayımlandı. Panele gitmedim, CD’den izledim. Mehmet Bey paneli yönetmiş. Usta bir ressam, hakikaten usta birisi. Resim okumayı çok iyi bilen biri. İsmini duyuyorum Fulya Erdemci diye bir bayan vardı, hem kel hem hoduldu. Panel’e dersini çalışmadan gelmiş, beni devamlı aşağılıyordu. Önce kızdım sonra değmez diye düşündüm, boş verdim.

Sezai Özdemir – Hastanede 2 (otoportre)

Yeni katalogda Seneca 1 ve 2 diye resimler var; Seneca ile bağlantıları nedir?

Seneca’nın çok beğendiğim iki aforizması var. Birincisi, “Nereye gideceğini bilmeyen geminin, hiçbir rüzgar işine yaramaz.” İkincisiyse, “Gerçek bir idealist dört duvar arasında dünyanın tüm maceralarını yaşayabilir.” Benim gibi bir tembelin felsefesine uyan sözler.

Ne tembellikleriniz var?

Kendimi tembel olarak nitelendirmem aslında. Yaşlandıkça insan tembelleşiyor. Mesela, arkadaşlarım “Sezai, Fındıklı’ya git deniz kenarına, iyot kokusunu al,” derler; ben de “Hakikaten Fındıklı çok güzel bir yer; ama ben bir idealistim, o yüzden bu bahçeyi aldım. Atölyenin bahçesinde dünyanın çeşitli maceralarını yaşayabiliyorum” derim. Bahçeyle de ilgili resimlerim var. Hatta sürrealist resimler de yaptım.

Sezai Özdemir – Şeker Ahmet Sezai Paşa 1

Peki buradan nereye gidiyorsunuz?

Şimdi, köye dönüyorum. Zaten çocukluğum köyde geçti. Köyde o kadar mutluydum ki… Bana göre şehir hayatı varoş bir hayat, lümpence. Bugün 53 yaşındayım ve diyorum ki 1950’den bu yana, bu ülkeyi kim yönettiyse kötü yönetmiştir. Bugün nüfusun büyük bölümünün fakirliğinin de vebali onlarındır, bilinen bilinmeyen trajedilerin yaşanmasının sebebi de kötü yönetimdir. Eğitimin hali perişan, eğitimin amacı kafası karışık nesil yetiştirmek mi? Bana gelen genç çocukları görüyorum, içim kan ağlıyor, yeteneklerini keşfetmeden ölüyorlar. Bu mudur devletin toplum mühendisliği… Yazık kardeşim! Her zaman kızlarıma “Kızım, buradan fazla uzağa gitme. Çağlayan’a git, 29 yaşında bir kadın, üç tane çocuğu var dördüncüye de gebe. Dördüncüye gebe olan bu kadıncağız, kendisinin bir trajedi yaşadığını, trajik bir yaşam sürdüğünü bilmiyor, bilincinde değil. O yüzden çıldırmıyor. Ben size yaşadığımız bütün parasızlıklara rağmen, bugünlere gelmenizi sağlayan ideal bir ortam sağladım. Size iyi kötü bir bilinç aşıladım, yani birer aydın adayı oldunuz.” Onlar da zaten bunu görüyorlar. Çocuklarımla ciddi anlamda herhangi bir sorunum olmadı. Benim kendime göre izlediğim bir yol var. Yaşadığım şehre, yaşadığım olaylara bakarım ve kendimi değerlendiririm. Kapıcı, sütçü gelir her gün servis yapar ve deftere bir çentik atar ya, sonra ay başında da “Şu kadar borcunuz var,” der. Aynı şekilde kendime, beynime bir sütçü gibi çentik atarım. O çentiklerden bir tane çekerim yeri ve zamanı geldikçe, bir tuval bittikçe… Şimdi iki tane İstanbul, bir tane nü, bir tane adı Şeker Ahmet Sezai Paşa 2 olacak bir oto portre yapıyorum. Bir de yine benim doğduğum köyü, hatta şimdi olmayan, doğduğum evin avlusunu resmediyorum. Görmek ister misiniz?

Buraya kadar okuyanlar için bonus bölüm!

İnternetteki kısıtlı bilgilerin içinde bir de karşıma  Erkan Doğanay’ın Atölyealtı adlı Facebook grubunda “Sezai Özdemir’in anısına” ön yazısıyla 2020’de paylaştığı bu yazı çıktı. Yukarıdaki resmi de açıklayan bu güzel yazıyı da bu derlemede paylaşmak isterim.

” Bu triptik (üç parça) resim gerçek bir trajediyi anlatır. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Ressam Sezai Özdemir’in kendi trajik yaşamından yola çıkarak ikonlaştırdığı görsel bir ağıttır “Hüseyin’e Mersiye”. Sözcük olarak; “ölenin iyiliklerini anıp ağlamak, onun hakkında ağıt söylemek” anlamında Arapça bir kelimedir mersiye. Genellikle Hz. Hüseyin’in Muharrem ayında Ebi Vakkas’ın askerleri tarafından Kerbela’da öldürülmesi ile bilinir ve bu olayın anlatıldığı şiirler “Hüseyin’e Mersiye” adıyla kayıtlara geçmiştir. İnsanoğlunun ilk söylediği şiirinde adıdır mersiye. Bilinen en eski mersiyenin de Kābil’in Hâbil’i öldürmesi üzerine Hz. Âdem tarafından söylendiğini yazar bazı kaynaklar.

Klasik mersiyede üç ana bölüm vardır. Bunlar ölen kişinin yitirilmesinden duyulan acı ve üzüntünün dile getirildiği ağlama bölümü, erdemlerinin anlatıldığı övgü bölümü ve duyulan acılara katlanmanın tavsiye edildiği bölüm, sabır bölümüdür.

Sezai Özdemir’in çocukluğundan itibaren hayatındaki en yakın arkadaşı, sırdaşı kuzeni Hüseyin olmuştur. Ankara’dan Bursa’ya ve oradan İstanbul’a o’nu sürükleyen hayat koşulları oldukça sancılı geçer. Hüseyin, Askeri Okulu kazanmış ve yüzbaşılığa kadar terfi etmiş olsa da o’da Sezai gibi resim yapmaktan hiç vazgeçmemiştir. 1986 yılında, Akademi sınavlarına birlikte girerler; Hüseyin “Birincilik”, Sezai “Üçüncülük” derecesi ile kabul edilmişlerdir. Akademi sonrası her ikiside sanatlarıyla kendilerine özel bir yer edinirler.

Sezai Özdemir, kendi yaşamını konu edindiği “Günce” gibi kompozisyonlarını, karanlıktan ışığa doğru inşa ettiği “Barok” etkili figüratif yapıtlar üretir. Ta ki 1997 yılında kendisini uzunca bir süre resim yapmaktan alıkoyan acı olayın haberini alıncaya dek.

Kuzeni, en yakın arkadaşı Hüseyin bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Bu hiç beklenmeyen ölüm üzerine bu “ağıt” resme başlar, sonrasında yaşadığı ızdıraptan dolayı eli bir türlü fırçayı kavrayamayınca resim yapmaya uzunca bir süre ara verir. Hüseyin’in ölümünden iki yıl sonra tamamlanan bu resimde, sanatçı sembolik anlamlar yüklediği kompozisyonla Hüseyin’i tanıtır ve izleyici ile tanıştırır. Her ikiside ağaçtan gülümseyerek bizlere bakan yarı çıplak seyyar satıcının meyve arabasının arkasında bir şeyler anlatmaktadırlar. Hüseyin, elinde geometrik şekillerin içiçe geçtiği belirsiz bir form ya da heykeli tutmakta ve kimseyle gözgöze gelmediği tuhaf bir boşluğa bakmaktadır. Hemen arkasında ağaçtan sarkan askeri botlar o’nun asker kimliğine vurgu yaparken belki de seyyar satıcının çıplak ayaklarını mutlu edecektir. Yanındaki kadının şaşkın ve üzüntülü hali gözlerden kaçmaz, Hüseyin’in elinde tuttuğu forma bakmaktadır. Resimdeki dört figüründe baktığı yön birbirinden oldukça ayrıdır. Sağ tarafta yorgun, bitkin bir halde, saçı ve sakalı uzamış, adeta bu acı olaya müdahale etme gayretinde olan Sezai Özdemir görülür. Adeta bir şeyleri yüklenmek için eğilmiş ve ağaçtan üzerine doğru atlayan siyah kediyi tutmaya çalışırken, sanki Hüseyin’in dikkatini dağıtmak, baktığı yönden gözlerini çevirmesini ister gibidir.

Sarayburnu’nda resmedilen seyyar arabanın önünde kırmızı olarak yazılmış bir satırlık yazı dikkat çekicidir. Bu yazı iki amca çocuklarının dedelerinden sıklıkla duyduğu sözdür; “oğlum yönünü ne yana döndürürsen döndür, götün daima arkada kalır.”
Sezai Özdemir’in anısına….”

İstanbul Modern’e Kavuştuk!

İstanbul Modern’e Kavuştuk!

Nihayet, “Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi” İstanbul Modern’imiz -kent suçu Galataport’un içinde olsa da- kapılarını açtı. 

Her zaman seçkisini sevdiğim ve mutlaka her gittiğimde bir yeni sanatçıyla beni tanıştıran müzemize maalesef artık bir değil iki güvenlikten geçerek, herhalde dünyada bir ilk olarak ‘duvarlarla çevirili bir meydan’dan giriyoruz.

Artık üzerine çok konuşulduğu için aynı şeyleri uzun uzun söylemeyeceğim ama; müzenin yine boğaz kenarında olması, eski antrepo günlerine referanslı seçimlerin (malzeme, form… vb.) olması, içinde ücretsiz ve müzenin açık olduğu her gün kullanılabilen küçük de olsa bir kütüphanesinin olması, sergi alanlarının sadeliği, mekansal boyutlar ve yansıma havuzlarıyla terası olumlu bulduğum şeyler.

Emre Erbirer’in tanımıyla ‘lüks ve vasatın Orta Doğu estetiğinde bir araya geldiği karma bir kompleks’ olan Galataport’un içinde olması, kamusal bir mekana iki güvenlikten geçerek giriyor olmamız, girişte kilitli dolaplı (locker) bir sistemin olmaması ve onun yerine alt kattaki vestiyere gitmek durumunda olunması, alt katın (sanıyorum konferans salonu nedeniyle) asma kat anlamına gelen mezzanine kat olarak anılması, müze mağazasının ultra aşırı çok pahalı olması (bir bez çanta 1.ooo TL – 37 USD! civarında), restoranın müzenin göbeğinde kalması (eski müzede yeri çok daha uygundu) ve tanımsız (ama bizi ihtimallere açan bir tanımsızlık değil!) alanların çokluğu ise ilk bakışta gözüme çarpan olumsuzluklar.

Mimariyi bir yana bırakıp serginin içeriğine gelecek olursak, kalıcı sergide bildiğimiz eserler vardı. Eski dostları yeniden görmek gibi oldu bazı buluşmalar. Bir de belki yeni olmasa da bu sefer çok ilgimi çekenler oldu. Bu yazıda biraz onlardan bahsetmek isterim.

Nezahat Ekici‘yi ben bu zamana kadar nasıl hiç keşfetmedim bilmiyorum! Blind adlı 2007’den bu yana sergilediği performansının bir videosu vardı sergide. Pek değerli performans sanatçısı Marina Abromoviç‘in öğrencisi olduğu her halinden belli olan, izleyenleri rahatsız eden ama bir yandan da bir kurtuluş hikayesine dahil eden bu performans etkileyiciydi. Sanatçının başka işleri de sergi kapsamında görülebiliyor.

Taner Ceylan‘ın ve Sarkis’in eserlerini görmek her zamanki gibi güzel bir deneyimdi. (Sarkis’in Arter koleksiyonundaki işleri Şubat 2024’e kadar Arter’de yeni bir sergi ile sergileniyor!)

Alidja Kwade‘nin Hypothetical Figure III isimli yapıtı, uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayan yollar olabileceğini öne süren Solucan Deliği teorsini çıkış noktası olarak alıyor ve borular içinde zamanda yolculuk yapan sert granit un ufak oluyor. Zamanın geçiciliği ve her şeyin birbiriyle görünmez bağları olduğunu vurgulamayı amaçlayan yapıt boyutu ve konumuyla müzede oldukça dikkat çekiyor.

Son olarak 2002 yılında Abdülmecit Efendi Köşkü’nde düzenlenen “İsmi Lazım Değil” sergisinde Pneuma isimli çalışmasını gördüğüm sanatçı Hera Büyüktaşçıyan‘ın, İstanbul  Modern’de 4 farklı platform üzerinde sergilenen Sonsuz Takımadalar Üzerine Bir Çalışma isimli çalışması yer alıyor. Birbirinden uzak mekan ve zamanlara ait yapı parçalarını, altlarına eklediği insan ayaklarıyla ait oldukları zamandan bağlamsızlaştırıp yeni bir yolculuğa çıkarmayı hedefleyen sanatçı, istediği o “canlanmış” etkiyi fazlasıyla sağlıyor. Bir araya gelip buluşmadalar gibi duran bu ‘canlı’ ve ‘ayaklanmış’ nesneler, her an yeni hayatları için başkaldıracak gibiler.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Dipnot: Cidden Galataport’un planlaması ve proje kararlarını konuşmaya başlasak sabaha kadar sürer ama bunu söylemeden geçemeyeceğim. Müzeyi bir şehir plancı ile birlikte gezip, bir noktada da meydana bakan bir cephede oturunca, meydanın tasarımı üzerine biraz konuştuk. Ana yaya akslarını yakalayamayışı, araç ve yaya yoluyla ilişkisinin olmayışı, hemen yanı başındaki Tophane Kasrı ve Nusretiye Cami ile bir duvarla ilişkisinin koparılışı, o duvarın meydanı kamusal alandan ayırması ve güvenlikle içeri giriliyor olunması gibi bir takım eleştirilerimizi sıraladık. Merak ettim, eve gelince Salt’ın arşivinden Pervititch haritalarına baktım.

İnsan üzülmeden edemiyor, bu kocaman alanı baştan yaratırken şu meydanı açamayacak kadar mı parasızdık veya paraya düşkündük! 1927’deki planda görüldüğü üzere bu alan şimdiki Meclis’i Mebusan Caddesi’nden denize kadar açık. Yani caddeden itibaren denizle ilişki kurabiliyorsunuz. Kasrın bahçesi, yanındaki denize kadar uzanan aks, iki yanındaki camiler, sancak kulesi, çeşme ile tüm alan ilişki halinde.

Bu ülkenin bu meydan beceriksizliğinin yıllar geçtikçe kötüye gidiyor olması gerçek bir inceleme konusu. Politikasıyla, değişen kültürüyle, mülkiyet konusuyla, güvenlik sorunlarıyla (korkutmasıyla!) ve ekonomisiyle çok derin bir analiz gerektiği kesin!

 

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

Kişisel eve kapanmamın üstünden tam bir yıl geçti.  Mart 2020’den Mart 2021’e kadar evden çalıştığım için bu sürede resmen sayabildiğim kadar az kere dışarı çıktım.

Fakat geçen ayın ortasında, havaların müthiş sıcak olduğu bir dönemde, evde Esra Ceyhan’ın programındaki Uçan Adam Sabri gibi krizler geçirmeye başladım.

Sanatsız kalmış, hayat damarlarımdan biri kesilmiş gibi bir haldeyken, yolculuğu hayalimde 45 kere filan canlandırıp tüm kovid risklerini hesap edip en aza indirmeye çalışarak kendimi dışarı attım.

Buyurun kısaca binayı tanıtayım ve sergilerden minik minik bahsedeyim: 

Arter Dolapdere Binası

Arter’in İstiklal Caddesindeki yerine sayısız kere gittim. 2019 yılı sonunda taşındıkları yeni yerlerini hemen görmek istemiştim zira mimari projelerini inceleme fırsatım olmuştu. Fakat bir şekilde gidemedim ve işte sonrası pandemi malum…

Şubat sonu evde fenalık geçirince hem binayı hem de sergileri görmek üzere Arter’e gitmeye karar verdim.

18bin metrekarelik bu binada sergi ve etkinlik alanları, kütüphane, kitapevi ve bistro var. Dolapdere’nin bir şekilde koruduğu o karmaşık yapısının içinde, Bilgi Üniversitesi kampüsünün hemen yakınında bulunan bu yapı, örneğini bir çok farklı Avrupa şehrinde de gördüğümüz gibi, yeri itibariyle mahallenin dönüşümü için oldukça kıymetli.

Özellikle Barcelona’da örneklerini gördüğüm, içinde bulunduğu toplumu kapsayıcı kültür merkezleri gibi geniş bir iç avlusu ve güvenliği olmayan açık bir kapısı yok belki ama en azından binanın içindeyken dışarıyı dışlamıyorsunuz, tam tersine katlardaki farklı bölümlerden dışarısı tamamen görülebiliyor. (Yandaki bu videoyu kitapçının hemen yanından arka giriş tarafından çektim.)

Sayısı ve niteliği nüfusumuza oranla oldukça az olan, özellikle/sadece kültür-sanat için tasarlanmış bu tip binalardan daha fazla olmasını ummakla birlikte, her şeyin normalde döndüğü günlerde Dolapdere halkı ile bu binanın daha bütünleşik bir hal aldığı zamanların olmasını dilerim.

Zira bina, kapısından girdiğim andan çıktığım ana kadar oldukça keyifli, kaliteli bir mimari ve sanatsal deneyim sundu bana. Ve çıkışta havayı güzel görünce, Dolapdere’den yürüyerek Taksim’e mi gitsem diye düşündüm.

En son Dolapdere’nin sokakları içinde 2000li yılların sonunda dersler için dolanmış, kaldırımda kendinden geçmiş yatanlar ve evlerine yeni dönen seks işçileri dışında, bildiğimiz arka sokaklar kirliliği ve yoksulluğu dışında bir şey görmemiştim. Bu sefer öğlen vakti sadece 2 sokak ilerleyebildim çünkü sokaklar anormal kalabalıktı. Ve o kalabalığın içindeki karmaşa biraz tedirgin ediciydi. Siyahiler, Suriyeliler, çıplak ayaklı çocuklar, pek kendinde olmayan adamlar ve kadınlardan oluşan, üst başlarından kötü durumda oldukları belli olan bu kalabalık hiç bir şey yapmadan sadece sokaklardaydı. Mimarlık öğrencisi olduğumuz yıllarda İstanbul’un bu tip yoksul semtlerine çok fazlaca girip çıktığımdan başıma geleceği az çok tahmin edebildim: cüzdandan olacak gibiydim. = ) Çok acayip bir koku ve garip bakışlar arasında, büyük bir hata yaptığımın farkında fakat bir şekilde de geri dönememiş ve  2 sokak ilerlemiştim ki tesadüfen yoldan geçen taksiyi görünce, hemen atladım.

Dolapdere’nin dönüşümü yıllardır konuşulup tartışıladursun, gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk çok daha fazla artmış.

O yüzden ilerleyen zamanlarda bu müthiş mekanda daha kapsayıcı etkinlikler yapmanın çok kıymetli olacağını düşünüyorum. Vehbi Koç Vakfı’nın ise böyle önemli bir yatırımla bölgeye bir kültür-sanat binası katarak bunun ilk adımını attığını, devamını getireceğini umut ediyorum.

KP Brehmer: The Big Picture (10/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Selen Ansen 

İlk durağım 3. ve 4. kata yayılmış olan Alman Sanatçı KP Brehmen’in esin kaynaklarını ve çalışmalarını da içeren kapsamlı sergisi oldu.

Özellikle içinde yaşadığı dönemin politik ve ekonomik durumunu verilerle ortaya koyup eserlerinde mevcut durumu ve kendi bakışıyla eleştirisini harmanlamış olan sanatçı, hayatın verilerini görsel olarak ortaya çıkarmaya uğraşmış.

Örneğin 1970lerin sonunda Bir İşçinin Ruhu ve Duyguları adlı serisinde, fabrika işçilerinin günlük ruh hallerini kayıt ederek bunları grafiklere dönüştürmüş. Uzaktan bakıldığında bir müzik partisyonu gibi görünen bu grafiklerde aslında mutludan korkuluya günbegün değişen ruh halleri görünüyordu.

Sanatçının “kendi çağının titiz bir gözlemcisi” olması gerektiğini vurgulayan KP Brehmer, günün Alman toplumunu geçmişin merceğinden bakarak eleştirir.

Sanat eseri nedir ve kayıt altına alınmış bilgilerin grafikleri sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi gibi sorular aklımda gezdim 4.katın tamamını. İlgilendiği konular ve gözlem çabası gerçekten etkileyici olsa da grafiklerin sanatsal değerini tam olarak anlayamadığımı belirtebilirim.

3. katta karşıma çıkan 1985 yılında yaptığı Paul (Klee) için Mona (Lisa) ve Yılan Beni Nasıl Görüyor – Ben Yılanı Nasıl görüyorum adlı eserlerini oldukça muzip ve yenilikçi buldum. Hatta önce eseri görüp anlam veremedim, fakat yaklaşıp alttaki metal plakada adını görünce kahkaha attım. =)

Altan Gürman (13/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Başak Doğa Temür

Erken yaşında kaybettiğimiz Altan Gürman’ın 1965 yılından vefat ettiği 1976’ya dek yaptığı çalışmaları içeren sergide, en çok dikkatimi 1965 yılındaki eserlerinden oluşan İstatistik Serisi çekti.

İstatistik serisi, içerdiği katmanlarla Gürman yapıtının tekilleşme tarzını çok güzel örnekliyor. […]
Gravür görünümü her şeyden önce zeminle figürü birbirinden ayırmaya yarıyor. Öte yandan, bu baskı görünümü resim tarihini tuvale geri çağırıyor. Musluk gibi sıradan nesneler sanki kutsal kitapları süsleyen
baskılarmışçasına tuval yüzeyini kaplıyor. Nesne olarak varlıkları resim tarihi tarafından onanan ikonalara dönüşüyorlar.

Dinleyen Gözler İçin (10/09/20 – 02/01/22)

Küratör: Melih Fereli

2.katta ise Arter Koleksiyonundan oluşan bir grup sergisi vardı.

John Cage’in müzikte olduğu kadar tüm sanatsal üretiminde sessizlik, belirsizlik ve rastlantısallığı bir arada kullanan deneysel yaklaşımını ve Fluxus sanatçılarını referans alan sergide, ziyaretçiler galeri alanına hâkim olan sessizliğin içinde yapıtlardan yükselen “sesleri” keşfetmeye ve hayal etmeye davet ediliyor.

Serginin bu bölümündeki bir çok eseri deneyimlemek çok keyifli ve değişik bir tecrübeydi fakat özellikle iki eser dikkatimi çekti. 

1- Osman Dinç’in Ahlat Ağacına Ağıt adlı eserinde, nota sehpalarının üzerinde birer müzik eseriymişçesine ağaç fotoğrafları vardı. Bu ağaçlar 1984-2010 yılları arasında Denizli şehrinde bulunan farklı tarlalarda tek başına bırakılmış, hayvanlara ve tarlada çalışan insanlara gölgelik yapan ahlat ağaçlarıymış. Onların yalnızlığı ve sessizliği beni oldukça etkiledi.

2- Yeni medya sanatının öncülerinden biri kabul edilen Michael Snow‘un bir odanın dört duvarına yansıttığı dört farklı videoda piyano üzerinde farklı şeyler çaldığı Piyano Heykeli adlı çalışmasında videolardaki ellerin hareketi ile odaya verilen kakafonik seslerin uyuşup uyuşmadığını anlamak ve o gürültü içinde bulunmak oldukça enteresan bir deneyimdi.

Yağmur Ormanı V (varyasyon 3)  (10/09/20 – 30/01/22)

Küratör: Melih Fereli

… Bu etkileşimli yerleştirmede büyük şamandıralar, plastik fıçılar, bakır bir kazan, bir saksı ve bir badminton raketi gibi 20 buluntu ve yapılandırılmış nesne havada asılı şekilde mekâna yayılırken, farklı biçimlerde müdahale edilip birleştirilmiş nesneler önceden kaydedilmiş ses dosyalarından gelen sinyallerle titreşerek izleyicilerin keşfine açık bir biçimde gelişimini sürdüren bir ses ortamı meydana getiriyorlar.

Arter’in kara kutusu içine yerleştirilmiş ve havadan asılmış çeşitli nesnelerin her biri ayrı aydınlatılmış ve her birinden bambaşka sesler geliyordu. Mekanın içinde nesnelerin arasında dolaşırken her adımda değişen kompozisyon ve değişen ses yoğunluklarını deneyimlemek oldukça etkileyiciydi. Bu nesnelerin bulunduğu sahneden uzaklaşıp seyir platformuna geçtiğimde ise seslerin ve nesnelerin bütününü görüp dinleyerek çalışma başkalaştı. Sanıyorum yarım saatten fazla zamanı bu çalışmanın olduğu kısımda dolanarak ve oturarak geçirdim.

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Günümüz dünyasında insanlık hallerine odaklanan Şimdinin Peşinde adlı koleksiyon sergi 2018-2020 yılları arasında İstanbul Modern’in Beyoğlu’ndaki geçici mekanında ziyarete açıktı.

33 sanatçının 42 çalışmasına yer veren, insanın kentle, doğayla, fiziki çevresiyle ve kendi benliğiyle olan ilişkisini; tarihsel, toplumsal ve kişisel bağlamda irdeleyen yapıtları bir araya getiren sergi pandemi döneminde online ziyarete açıldı. 

Sanki sergiyi gerçekten geziyormuşçasına hareketlenen kamera ile belirlenen yerlerde durup, yakınlaşıp uzaklaşarak bir kamera gözünden dokusu, hissi ne kadar algılanabilirse, o kadar algılanıyor eserler. Ayrıca eser açıklamalarının kimini yazı olarak okuyabiliyorsunuz, kimini ise sanatçının sesinden kendi açıklamasıyla dinleyebiliyorsunuz. 

Ne kadar süre daha açık kalır bu online sergi bilmiyorum ama fırsatınız varken güzel bir zamanınızı ayırıp ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sergi linki için tıklayınız.

Sergide özellikle dikkatimi çeken bazı eserlerle ilgili bir iki kelam edeceğim. 

Yandaki bu eser Necla Rüzgar‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı ve akrilik boya ile yapılmış İç Fauna adlı 130x200cm boyutundaki bu eser aslında yurtlarından ettiğimiz hayvanlardan yola çıkan bir üst anlatıya sahip. Sanatçının kendi sesinden anlattığı yorumunda yerinden ettiğimiz hayvanlarla aramızda oluşan uçurumdan ve kimi hayvanları ise evcilleştirerek artık hayvan bile diyemeyecek hale getirişimizden bahsediyor. Eserinin temel anlatısında ise içimizde yaşayan farklı hayvanları, bunların farklılıklarından beslendiğimizi ve uykunun uyanmaya yakın evresinde geleceğe hazırlanma halimizi resmettiğini söylüyor. 

Bu çalışma vahşi hayvanları içerse de garip bir huzur ve sakinliğin yanında, resimdeki kadının gücünü ve doğayla uyumunu da insana geçiriyor. Oldukça etkilendiğim, bir çok hisler bütününü oluşturan bir eser.

Yandaki eser ise Murat Akagündüz‘e ait. 2015 yılında tual üzerine reçine ile yapılmış Soma adlı 200x300cm boyutundaki bu eseri ilk gördüğüm an, kompozisyon oldukça dikkatimi çekti. Hikayesini okumadan önce dakikalarca inceledim fakat sonra hikayesi gerçekten uzun süre aklımdan çıkmayacak şekilde beni etkiledi. 

Anadolu^da ağrıların giderilmesi için tülbent üzerine sürülerek uygulanan çam reçinesini kullanarak yaptığı eserinde Akagündüz, 2013 yılında Soma faciasında hayatını kaybedenler anısına Soma’nın Google Earth’teki harita görselini resmeder. Dünyadaki diğer madenler gibi kuşbakışı bakıldığında cerrahi bir yaraya benzeyen bu coğrafyada gelişme ve kalkınma adı altındaki hedeflere giderken insan hayatına verilen değeri sorguladığı eseri. beni anlam, amaç ve yöntemleri bakımından derinden etkiledi. Sanatçının bundan sonraki eserleri yakın takibimde olacak.

Bu eser Taner Ceylan‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı boya ile yapılmış. Beyaz Fonda Alp adlı 115x180cm boyutundaki bu eser iki an arasındaki arayı ve sonsuz olanakları resmeden, hiperrealist çalışmalarına aşina olduğumuz Ceylan’ın “an” dışında zamanı resme dahil etmeye çalıştığı bir deneme.

Bir erkeğin bir Prima Donna’ya dönüştüğü anı, içimizde bizden kaç tane olduğu sorusunu ve gerçeği/gerçekçiliği sorgulamayı hedefleyen eser, tekniği ve yarattığı etki ile oldukça değerli.

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

ÜVERCİNKA

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu 
 

                                                              kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
                           Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o 
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse  

                                                  değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
 

                                                            diziyorlar
Bütün kara parçalarında
                            Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika hariç değil

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Necmi Sönmez

” Son üç yıldan beri Modern Türk Edebiyatı’nın ustalarının yapıtları ışığında Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’na bakarken günümüz sanatının farklı tekniklerle sosyal, siyasi, ekonomik olgular karşısında imgelere dayalı nasıl bir
tanıklık geliştirdiğine şahit oluyoruz.

Bu tür tanıklıkları destekleyen Üvercinka sergisi ismini ünlü şair Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabından ödünç alıyor.

1958’de yayınlandığında edebiyat ortamında adeta bir bomba gibi patlayan
Üvercinka bünyesinde barındırdığı yeniliklerle Modern Türk Şiiri’nin kült kitaplarından biri. Yirmi yedi yaşındaki genç şair, aşk, sevda, tutku üzerine yazdığı şiirleriyle kendisine yeni bir ifade alanı açmakla kalmıyor, aynı zamanda 1950’lerden sonra gündeme gelen İkinci Yeni akımının da bayraktarlığını üstleniyordu. Süreya daha kitabının isminden başlayarak yeninin, farklının peşine düşerek Türk şiirine yeni bir kanal açıyordu.

Universal Everything sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Üvercinka sergisi, Cemal Süreyya’nın şiirine atıf yapan eserleri Necmi Sönmez’in küratörlüğünde bir araya getiriyor.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Hafta sonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk işleri olan boğaz manzaralı kattaki “Unicus-Cavum ad initium” ve “Jet Hiatus” adlı Kuzey Koreli sanatçı U-Ram Choe’nin kinetik heykelleri. metal ama zarif, kırılgan ama güçlü, hantal ama hareketli görüntüleriyle kuş ile kadın arasında kalan tanımsız varlığı betimleyen Üvercinka’ya anlamlı atıflar yapıyordu. 

Aslında kişiye özgü olduğu söylenen parmak izlerini dijital bir ekranda bir araya toplayarak motifler oluşturan “Nabız Endeksi“, birbirinden çok farklı olduğunu düşündüğümüz insanların tektipleşmesini sorgularken, “Dikilitaş” adlı ışıklı heykel serginin içindeyken binanın dışından görüntüsünü vurgulayarak içeride-dışarıda kavramlarını düşündürtüyor.

Aynalarla kaplı bir kutu içindeki “Vorteks” adlı çalışma, dönen çubukların uçlarında bulunan değişen zamanlarda yanıp sönen ışıklar ile hiptonize eden bir şov sunarken, tüm bu hareketleri katman katman üst üste koyunca ortaya çiçek motifi çıkarıyor(muş).

Dominick Harris’in “Çırpınış” adlı eserinde, eserin önünde bulunan hareket sensörlerine göre hareketlenen bir dijital bir kelebeği deneyimlerken, Marina Zurkow’un kıtalar arası taşımacılığın neden olduğu çevre kirliliğine dikkat çektiği “Daha ve Daha” adlı animasyonu ve sergilediği kutu hem anlaşılır hem de etkileyici bir dil oluşturuyor.

30dan fazla sanatçının birbirinden farklı ama ilginç işlerini deneyimleyebileceğiniz bu sergiyi keyifli bir hafta sonu planına dahil etmenizi rica ederim.

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Conrad Bodman

” Universal Everything, Birleşik Krallık’ta çalışmalarını sürdüren Yaratıcı
Direktör Matt Pyke’ın liderliğinde, sanatçı, tasarımcı, animasyoncu,
müzisyen ve yazılımcılardan oluşan küresel bir kolektiftir.

Bu sergide, Universal Everything’in insan biçimine duyduğu ilgi, bireyin
karakteristik özellikleri ve daha büyük bir yapı olan kolektifin parçası olarak
davranışlarımız üzerinden inceleniyor.”

Üvercinka sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Akışkan Bedenler Sergisi, çoğunlukla içine giremekten ve duygusunu hissedememekten yakındığım çağdaş video sanatına beni yaklaştırdı.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Haftasonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk gördüğümüz işi olan “Makine Öğrenişi“, robotların ne zaman insanlar kadar kıvrak olabileceklerini sorguluyor ve aslında bir tür yapay zeka gibi görünen ve kendini geliştiren robotlara dansçılar yol gösteriyor.  Fütüristik mekanlarla bir tür “Black Mirror” etkisi yaratan bu çalışma, serginin diğer işleri gibi gözlerinizi ayıramayacağınız bir döngüsellik yaratıyor. 

Benzer işlerden olan, performans ve yeni teknolojiler üzerinden insan-makine işbirliklerini inceleyen “Akıllı Malzeme“, bir önceki kadar etki yaratmazken, yakın gelecekte görebileceğimiz bir takım bilimsel gelişmeleri gösteren ekranlar grubu “Geleceğin Ekranları” ilgi çekiyor. Tuvalde canlanan fırça darbelerinin hareketiyle oluşan “Portre II” ise hem tablo yaratım sürecine atıf yaparken hem de ortaya çıkan portreyi sanki kan akışı olan canlı bir yüz gibi görünüyor.

Serginin gözlerimi ayıramadığım ve bence en etkileyici işi olan “Yüce İnananlar II” bir yere ulaşmaya çalışanların mücadelesini, tıpkı hayat boyu devam eden savaşma hali gibi ortaya koyuyor. Sonucun hep yok olarak bitmesi, bütün o çabaya rağmen zerrelere bölünerek kayboluş, bazı anlarda yalnız bazı zamanlarda kadın erkek bir arada o mücadele aslında hayatın kısa bir özeti sanki.

Durmadan yürüyen ve yürüdükçe karşılaştığı ortama göre hareketini değiştiren video heykel “Yürüyen Şehir“, görüntüye eşlik eden sesleri ile dikkat çekerken, “Oluşum” adlı interaktif sanal ortamda, binlerce kişilik bir ortamda bir joystick yardımıyla dolaşarak adeta günümüz popüler “influencer”ları gibi etrafınızdaki insanları etkileyip kendi kitlenizi yaratabileceğiniz bir dünya oluşturuyor.

Yüce İnananlardan sonra en etkileyici bulduğum “Kabileler” ise insan davranışlarının koreografisini, tavana asılı projektörle yerdeki yuvarlak platforma aktarıyor. Aşağıda bulunan kitapçık açıklamasındaki gibi videoyu bütününe bakarak izlediğinizde tıpkı sürüler gibi hareket eden insan toplulukları görürken, detaylı bakıp bir kişiyi takip ettiğinizde o kişinin bazen farklı farklı gruplara entegre olduğunu, bazen birlikte hareket ettiği gruptan hiç ayrılmadığını, bazense başka insanları peşinden sürükleyen birini olduğunu görüyorsunuz.

“Birbirlerine senkronize olmuş bir şekilde hareket eden binlerce insan, peyzajda kolektif desenler oluşturarak ortak bir amaçları varmış gibi gözükür. Yukarıdan bakıldığında birbirinden ayırt edilemeyen insanlar, bir kütle oluşturarak, akışkan bir renk hareketi oluşturur. Yakından bakıldığında kalabalığı oluşturan bireyler kendini belli eder, her biri özgün bir gidişata sahipmiş gibi gözükür.

Otonomi, öz organizasyon ve grup içi ilişkileri inceleyen çalışma, grubun birey üzerindeki etkisini sorgular.” 

Aslında çoğunlukla video sanatını, hatta neredeyse her zaman animasyon-video sanatını, içine girmesi/anlaması zor ve duygusuz bulan biri olarak bu çoğunluğu fütüristik ve tamamı animasyon işleri oldukça etkileyici buldum. O nedenle şahsi sanatseverlik tarihimde bu serginin kıymetli bir yeri oldu. 

Keyifli bir hafta sonu planına bu sergiyi dahil etmenizi tavsiye ederim.

ArtInternational’da Beğendiklerim ve Keşfettiklerim

ArtInternational’da Beğendiklerim ve Keşfettiklerim

Çağdaş sanat başlı başına ilgimi çeken bir konu olduğundan fuar haberini alır almaz gitmeyi düşünmüştüm. Taner Ceylan, Anish Kapoor, Maria Abromoviç isimlerini duyuncaysa gitmek görmek farz oldu.

Daha önce Haliç Kongre Merkezi’nde konserler izlemiştim fakat ilk defa bir fuar-sergi için mekana gittim. Öncelikle Haliç Kongre Merkezi’nin İstanbul’un benim için ulaşımı en keyifli mekanlarından biri olduğunu belirtmek isterim. Üsküdar’dan Haliç hattına binip Sütlüce İskelesinde indikten sonra 5 dakikalık yürüme mesafesinde ulaşılabiliyor. Üstelik Haliç kıyısında olduğundan fuar aralarında dinlenmek ve manzaraya karşı oturmak çok keyifli.

Fuarın ulaşım ve mekan seçimini övdükten sonra, ücretini de övmek isterim. Zira bu denli çok, kapsamlı ve güzel eseri bir arada görmek için makul bir fiyatı konulmuştu. Tek beğenmediğim yanı ise ışıklandırma oldu. Cepheye yakın galerilerde gün ışığının patlamaları rahatsız ediciydi. Diğer galerilerde ise bazı spotlar eserleri düzgün görmeyi engelliyordu.

Neyse bu detaylar mühim değil. Önemli olan konuya gelelim: Galeriler, sanatçılar ve eserler!

Uzun yıllardır gittiğim fuarlar arasında en çok eser beğendiğim fuar olarak aklıma kazıldı ArtInternational 2014. Gerçekten her galeri çok özenli parçalar getirmişti ve fuarı gezen kitlenin tüm bu özene ilgisi büyüktü. Ben de her seferinde olduğu gibi beğendiklerimi, araştırmak istediklerimi, gördüğüm detayları fotoğrafladım ve not aldım. İşte fuarda en beğendiklerim:

  • Taner Ceylan‘ın ne büyük bir hayranı olduğumu artık blogumu takip edenler biliyorlardır. Fuarın iç mekan girişindeki ilk galeri, Taner Ceylan’ın 4 eserinin sergilendiği Paul Kasmin Gallery (Newyork) idi. Ceylan’ın ilk heykeli olan MoonTale küçük boyutları ve detaylarıyla çok ilgi çekiciydi fakat Ceylan’ın o müthiş yeteneği olan iç içe geçmiş geyik ve adamların olduğu Cyparissus adlı karakalem çalışmaya bakmaya doyamadım.

  • Singapurlu sanatçı Donna Ong‘un kağıtlarla bir ışık kutusunun içine yaptığı Gift adlı eseri Galeri Krinzinger (Vienna) tarafından sergilenmekteydi. Japon sanatçı William Farquar tarafından 1800lü yıllarda yapılmış bir resimden yola çıkarak hazırlanan bu çok katmanlı ormanı oldukça sevdim.

Donna Ong ,Gift, 2014 -  çin mücevher kutusu, kağıt, akrilik ve ışık kutusu - 30 × 20 × 20 cm

Donna Ong ,Gift, 2014 –
çin mücevher kutusu, kağıt, akrilik ve ışık kutusu – 30 × 20 × 20 cm

  • Bu sene fuara gelen işlerde ayna ve parlak malzemelerin kullanımı çok yaygındı. Ayna kullanımları içinde ise Barbarian Art Gallery (Zürich)’de sergilenen Irina Polin‘e ait eser çok ilgimi çekti. Sanatçının Manfredi serisinden olan bu fotoğraf baskının arkasına ayna konulmuştu ve açılan delikler esere çok değişik bir boyut katmıştı. (Ayrıca açılan deliklerden çıkan parçalar çerçevenin altında bırakılmıştı.)

Irina Polin, Miss Comfort Miss, 2013-4 - perfore edilmiş baskı, ayna ve çerçeve - 117x90cm

Irina Polin, Miss Comfort Miss, 2013-4 – perfore edilmiş baskı, ayna ve çerçeve – 117x90cm

  • Hangi galeri kapsamında olduğunu bilmediğim fakat teknoloji-sanat kesişiminde beni çok etkileyen işlerden biri Pascal Haudressy‘e aitti. Sanatçının Narcissus adlı eserinde dijital ortamda yaptığı insan figürleri ekranda hareket ederken, çizgilerin değişimini izlemek keyifliydi.

Pascal Haudressy, Narcissus, 2010 - dijital

Pascal Haudressy, Narcissus, 2010 – dijital

  • Yine dijital işlerden dikkatimi çeken bir diğeri Lisson Gallery (London, Milan, Newyork) ‘de bulunan Julian Opie‘ye ait çalışmaydı. Devam eden bir animasyon olan 55inç LCD ekranda gördüğümüz Imogen adlı çalışmadaki kızın yüz ifadeleri değişiyordu.

Julian Opie, Imogen, 2013 - animasyon, bilgisayar ve 55' LCD ekran - 121.9x69,2x10,8 cm

Julian Opie, Imogen, 2013 – animasyon, bilgisayar ve 55′ LCD ekran – 121.9×69,2×10,8 cm

  • Hosfelt Gallery (San Francisco) ‘de bulunan Emil Lukas‘a ait Moderate Cling isimli çalışmada, boyalı ahşap pano üzerinde iplerle oluşturulmuş bir doku çalışması vardı. Oldukça ince ve emekli bu eser boyamadan ötürü derinlikli, iplerden dolayı ise dokulu gözüküyordu. Bu çelişki oldukça hoş bir tezat oluşturmuştu.

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 - ahşap ve ip - 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 – ahşap ve ip – 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 - ahşap ve ip - 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

Emil Lukas , Moderate Cling, 2014 – ahşap ve ip – 91.4 × 71.1 × 8.9 cm

  • Yine Hosfelt Gallery (San Francisco) ‘nin bölümünde bulunan hiperrealist sanatçı Patricia Piccinini‘nin görünce dehşete düşüren, dokunmak-dokunmamak arasında gidip geldiğim eseri Atlas! Sinir bozucu derecede gerçek deriye benziyor ve canlı gibi geliyor.

Patricia Piccinini , Atlas , 2012 - silikon, fiberglas, insan saçı ve boya - 84x54x50 cm

Patricia Piccinini , Atlas , 2012 – silikon, fiberglas, insan saçı ve boya – 84x54x50 cm

  • Artık herkesin tanıdığı, son dönemin en popüler sanatçılarından Liu Bolin‘in fon içinde kaybettiği adamları fotoğrafladığı serisi Hiding In The City ‘den bir eserinin de bulunduğu  Galerie Paris-Beijing (Paris, Brussels & Beijing)’in bölümünde ayrıca Hwan-Kwon Yi’nin Ali & Zehra adlı çalışması da vardı. Bir açıdan bakıldığında 3 boyutlu gibi gözüken fakat aslında 2 boyutlu olan heykelleri gerçekten görülmeye değerdi.

 

Yi Hwan-Kwon, Ali & Zahra , 2010 - 115,9x86,06x35,89 cm

Yi Hwan-Kwon, Ali & Zahra , 2010 – 115,9×86,06×35,89 cm

  •  Edouard Malingue Gallery (HongKong)’de sergilenen ve fuarın dikkat çekici heykellerden biri olan Stone of Madness, sanatçı Fabien Merelle‘nin eseri.

Fabien Me?relle, Stone of Madness, 2014 - 70 x 20 cm

Fabien Me?relle, Stone of Madness, 2014 – 70 x 20 cm

  • İsveçli sanatçı Assa Kauppi‘nin 7 çocuğu yüzme yarışına başlamadan önce heykelleştirdiği The Race is Over isimli çalışmasındaki gerçeklik ve enerji görülmeye değerdi.

Assa Kauppi, The Race is Over , 2011 - bronze ve granit kaide - 60 cm yüksekliğinde

Assa Kauppi, The Race is Over , 2011 – bronze ve granit kaide – 60 cm yüksekliğinde

  • Deweer Galery (Otegem) ‘nin sergilediği eserlerden olan ve Stephan Balkenhol‘a ait ahşap-rölyef çalışmaların derinliği, işçiliği ve sadeliği oldukça hoşuma gitti.

Stephan Balkenhol, Relief Frau, 2014 - boya ve ahşap - 80x60 cm

Stephan Balkenhol, Relief Frau, 2014 – boya ve ahşap – 80×60 cm

  • Tornabuoni Art Gallery (Florence, Milan & Paris)’de sanatçı Francesca Pasquali pipetler ve grapon kağıtları ile yaptığı tasarımları vardı. Bulunabilecek en basit malzemelerden oluşturduğu çalışmalar çok hoş görünüyordu.

  • Son olarak Mario Mauroner Contemporary Art Gallery (Salzburg & Vienna)’de bulunan Jan Fabre‘nin kafataslarının dikkat çekici olduğunu belirtmeliyim. Bok böceğinin kanatları, polimer ve gerçek dondurulmuş hayvanlarla oluşan koleksiyon değişikti.

Jan Fabre, Skull, 2010 - bok böceği kanatları, polimer, dondurulmuş hayvan - 28x23x19 cm

Jan Fabre, Skull, 2010 – bok böceği kanatları, polimer, dondurulmuş hayvan – 28x23x19 cm

Bu senekine gidemediyseniz bile seneye mutlaka kaçırmayın derim.

Sanat dolu günler dilerim…

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

karanlikta_diyalogEtkinliği duyduğum andan itibaren gitmek ve bu deneyimi yaşamak istedim ama internet sitesinde yazan bir dolu açıklamaya, insanların paylaştığı deneyim hikayelerine rağmen o kapıdan girene kadar başıma tam olarak ne geleceğini kestiremedim.

Gayrettepe’deki metro istasyonunda bulunan 1.500 metrekarelik alanın bir kısmı kapatılmış. Açık olan alana girince önce danışmayla karşılaşıyorsunuz. Arkasında hediyelik eşyaların satıldığı bir bölüm, sağ tarafta çay kahve servis edilen bir bekleme alanı ve yanında karanlık İstanbul’a giriş kapısı var.

Biz biraz erken gidip içeride neler olacağıyla ilgili bilgi aldık. Bir kere içeri kesinlikle telefon alınmıyor. Saat, gözlük, çanta, mont her şeyinizi vestiyere (ya da kilitli dolaplara) bırakmanızı, yanınıza sadece 5-10 lira para almanızı söylüyorlar. Dediklerini yaparak hazırlandık.

Bilet saatimiz gelince 6 kişilik grubumuzla birlikte yarı karanlık giriş bölümüne alındık. Burada hepimize görme engellilerin kullandığı bastonlardan verdiler. Bastonları kullanırken vurarak değil, önümüzdeki alanı tarayarak kullanmamız gerektiğini anlattılar. Sanıyorum en başarılı yapabildiğim şey o bastonu kullanmak oldu zaten. Kapkaranlık bir ortamda gerçekten gözümüz o oldu.

fft64_mf1868464Neyse bastonlarımızı aldık. İçeride rehberimizin sürekli bizimle olacağını, sakin kalmamızı, gruptan ayrılmamız gerektiğini, bir sıkıntımız olduğunda rehberimize bildirebileceğimizi, olur da içeride fenalaşırsak hemen müdahale edileceğini, iki kişi gelenlerin çoğu zaman birbirine yapışıp el tutuşarak ilerleme gibi bir refleksi olduğunu ama mümkünse bu deneyimi tek başımıza yapmamızı söylediler ve görme engelli rehberimize doğru yola çıktık.

Rehberimiz Murat Bey’e ulaşana kadar labirent gibi yollardan geçtik. Artık tamamen karanlıktı. Gözlerimiz ilk bir iki dakika etrafı taradı fakat bir yerden sonra artık bakmaya çalışmayı bıraktık. Sol taraftaki duvara elimizi koyup rehber alarak, sağ elimizde bastonlarımızla Murat Bey’in yanına gittik. Duvarı takip ederek yürümek nispeten kolay bir şey fakat duvar bittiğinde, bir boşluğa düşünce işte o zaman hissettikleriniz tarifsiz oluyor. Kaybolma korkusu, önüne bir şey çıkacak telaşı hepsi birbirine karışıyor. 6 kişi koskoca alanda birbirimize dolanarak rehberimiz Murat Bey’in sesine doğru gittik.

Murat Bey bize hep yanımızda olacağını, onun sesini rehber alarak bu gezintiyi yapacağımızı söyledi. Ve ilk tanıştığımız anda seslerimizle isimlerimizi ezberlemeyi başardı. Onun sesinin geldiği yöne hareket ederek (etmeye çalışarak) bir parkı gezdik, tahta köprüden geçtik, parktaki banka oturup sesleri dinleyerek etrafta neler olduğunu anlamaya çalıştık, manava gittik ve sebze meyveleri anlamaya çalıştık, trafik ışıklarından geçtik, tramvaya bindik, İstiklal’den Tünel’e giderken nerelerden geçtiğimizi tahmin etmeye çalıştık, motora bindik, film dinledik ve en sonunda kafeteryada oturup muhabbet ettik.

İçeride kimi insanlar zifiri karanlık olunca gözlerini kapatıyormuş, fakat benim gözlerim açıktı. Ayrıca uzun boylu bir genç arkadaş vardı aramızda, o da hep eğilerek gezmiş, başını bir yere vuracağı endişesiyle…

Garip ama dışarıdaki Dünya’da etrafı görüp mekana hakim olan sizken, içeri girdiğiniz andan itibaren o mekanların hakimi görme engelli rehberler oluyor. Gruptan ayrılıp sağa sola savrulduğumuzda rehberimizin bizleri bulup toparlayabilmesine gerçekten hayret ettim.

Bütün gezinti boyunca rehberimizin bizlerle diyalogu kesintisiz devam etti. Sürekli isimlerimizi tekrarladı ve bizden tepki bekledi. Bu sayede bizler de hem grup arkadaşlarımızın hem de rehberimizin nerede olduğunu anlamaya çalıştık. Ayrıca içeriye girerken yüzlerine bile dikkatlice bakmadığım diğer kişilerle, yeri geldi elimizi uzatıp birbirimize rehber olduk, yeri geldi oturacağımız koltukları bulmasına yardım ettik, yeri geldi önümüzdeki engeli arkamızda kalana bildirdik. Yani birbirini tanımayan insanlar olarak girdiğimiz mekanda, birden hepimiz birbirimizin gözü olduk.

Görme duyunuzu kaybedince empati ve yardımlaşma duygusu üst seviyeye çıkıyor. Ayrıca sesler ve elleriniz inanılmaz rehberlere dönüşüyor. Örneğin bir ATM’yi, bir direği, korkuluğu elleyerek anlamak ve ne olduğunu tahmin etmek gerçekten farklıydı.

Bir de sürekli diyalog halinde ve sesleri takip ediyor olmanıza rağmen bazen fark etmeden gruptan uzaklaşabiliyorsunuz. O anlarda bir şeye çarpma endişesi bir yandan, nereye gideceğini bulamayacak olma endişesi diğer yandan insanın içine yerleşiyor. Hatta gruptan bir arkadaş (normalde aklımda zerre isim tutamayan ben, herkesin ismini net hatırlıyorum! Esra.) biz tramvaydan indiğimiz sırada gruptan ayrılıp yanlış yöne gitmiş. Birileri bulup getirdi kendisini. Bir 4-5 dakika parklarda bahçelerde dolaşıp bizi aramış.

gorme-engellilere-braille-alfabesi_normal_1271621Kaybolmalar, birbirine çarpmalar eşliğinde devam ederken bir odaya girdik. Odanın duvarında harflerin Latin alfabesi ve braille (körler) alfabesiyle yapılmış kabartmaları vardı. Burada kendi ismimizin baş harfini bulduk ve rehberimiz bu alfabenin matematiğini hepimize tek tek anlattı. Artık Z yazabiliyorum!

***

Yaklaşık bir buçuk saat süren gezintinin sonunda kafeteryadan içecek bir şeyler alıp sohbet etmek için oturduğumuzda gerçekten yoğun duygular hissettim. Biz bu kadar korunaklı bir ortamda, sürekli rehberler varken bu denli zorlandık, gerçek hayatta bunu başarabilmek hakikaten zor.

Rehberimiz Murat Bey, gözlerini 4 sene önce kaybetmiş. İlk 6 ay bunu kabullenememiş ve bir bunalım halindeymiş fakat sonra hayata tutunmuş. Şimdi lisanslı bir sporcuymuş ve bilin bakalım hangi dalda? Judo!

Geçen 1,5 saatte yoğunlaşan duygularımdan mıdır bilmiyorum ama bunu duyduğum an burnumun direği sızladı ve Murat Bey’e sarılmak istedim. Fakat bu bir acıma duygusu değildi. Zaten bu deneyimi yaşayınca görme engellilere acımaktan çok büyük bir hayranlık ve saygı besliyorsunuz. Burnumun direği sızladı çünkü, birincisi gerçekten geçirdiğimiz zaman zarfında kendisi gözümde bir kahraman oldu ve ikincisi aslında engellilerin değil engeli olmayan bizlerin bu ayrımı yaptığımız için acınası olduğumuzu hissettim ve sanırım insanların başına gelenler için biraz isyan ettim.

engellilerin-engelleriSohbet devam ederken görme engellilerin dış dünyadaki problemlerini sorduk. Rehberimiz en büyük probleminin bina mimarilerinden kaynaklandığını söyledi. Ardından da yollarda bulunan (trafik ışıklarında ve kaldırımlarda görmüşsünüzdür, hani o sarı kabartmalar) kılavuz yolların onların rehberi olduğunu, bunların kapatılmaması gerektiğini söyledi. Bir de istihdam konusunda sıkıntı yaşadıklarını belirtti.

Sohbetimizin ardından dışarı çıkarken, 1,5 saattir ışığı görmeyen bizler hemen ışığın geldiği yöne hızlandık. Rehberimiz arkadan bize yetişti. Kendisinin elini sıkıp teşekkürlerimizi ilettik.

Bu deneyimden aslında çok şey öğrendik ve görme engellilerin yaşadıkları zorlukların milyonda birini bile hissetmiş olsak da empati yapabilmiş olduk. Bir de hayatın içinde görme engellilere yardımcı olmak için onları çekiştirmenin değil ( çünkü hareket edebiliyorlar!) yanlarına gidip “diyalog” kurup bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sormamız gerektiğini ve ya sesli olarak yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

Görmek belki de en güvendiğimiz duyumuz ama onu kaybedince işitmenin, dokunmanın, koklamanın farkına daha çok varıyor insan. Sırf bunu anlayabilmek ve diyalog olduğu müddetçe karanlığın olmadığını deneyimlemek için bu sergiyi kaçırmayın.

Detaylı bilgi için internet sitesi: http://www.dialogistanbul.com/

13. İstanbul Bienali’nden Kalan Notlar

13. İstanbul Bienali’nden Kalan Notlar

istanbulbienalAylar geçti, ben ancak yazabiliyorum. Bütün şehrin bienale dönüştüğü zamanlardan geçtik, geçiyoruz ve maalesef bu yazıyı bienalin hemen sonrası yazmaya fırsat bulamadım. Ama yazmasam da olmazdı. Sizlerin okuması için geç olmuş olsa bile, kendime Antrepo’dakini 3 kere gezdiğim bienalle ilgili notlarımı kaydetmeliyim.

Bu yıl 13.sü düzenlenen bienal “Anne, ben barbar mıyım?” başlığında kamusal alan fikrine odaklandı. 88 sanatçının katıldığı ve ücretsiz olan bienal sergileri Antrepo No3, Galata Rum Okulu, Arter , Salt ve 5533’de idi.

Salt ve 5533’ü gezemedim, fakat diğer sergileri görebilme şansım oldu. Öncelikle böyle büyük bir organizasyonu ücretsiz yapabilme ve koca bienal kitapçığını sadece 5 TL ye satabilme başarısından ötürü İKSV’ye bir teşekkür borcum var. Bu sebeple Antrepo’yu farklı zamanlarda 3 kere gezebilme lüksüm oldu. (Ücretsiz olmasının faydası olarak, 5 hafta açık kalan bienal mekanlarını yaklaşık 337bin kişi ziyaret etmiş. )

Bienal konu itibariyle, özellikle şehir plancıları ve mimarları yakından ilgilendiriyordu. Bu nedenledir ki, bazı eserler diğerlerinden daha çok ilgimi çekti fakat sergileri gezmek biraz emekliydi. Zira eserlerin yanında ismi ve sanatçı adı dışında pek bilgi olmadığından, tüm eserleri de sadece bakıp yorumlayacak bilgi birikimine sahip olmadığımdan, ya rehberli tura katılmalı ya da bienal kitapçığından tek tek eser açıklamalarına bakmam gerekliydi. Bu anlamda bienali gezmek emek ve zaman gerektirdi. Kısa bir zaman zarfında gezmeye çalıştığımız Arter’deki çalışmaların bir çoğundan bu nedenle verim alamadım.

Beğendiğim eserleri paylaşmadan yukarıdaki paragrafımdan devam ederek bir noktayı yazmalıyım. Mümkün mertebe anlamaya ve anlamlandırmaya çalışarak, zaman ayırarak ve okuyarak gezmeye çalışsam da içerikle bağdaştıramadığım, yorucu bir çok eser vardı. Kamusal alan gibi yeni yeni öğrenmeye başladığımız bir kavramı, farkındalık yaratarak anlatmak amacıyla yola çıkarken, bu kadar anlaması güç eserler mi sunmalıydı bienal? Özellikle Gezi sonrası yapılan en büyük etkinlik olan bienalin kamusal alan kavramını gözümüze sokarak anlatması daha iyi olmaz mıydı? Ziyaretçilerden sanat bölümü öğrencileri, sanatçılar, eleştirmenler… gibi konuya hakim olanlar dışında kalanları, bu kadar anlamadan gezince, hem sanata, hem bienale, hem de kamusal alana bakış açılarında ne derece etki yaratılabildi?

Bienali olumsuz eleştiren bir çok kişinin dile getirdiği üzere, benim blogumun alt kısmında da yazan Nietzschze sözüne göz kırparak, eserlerin sanat çevreleri dışındaki kişilere ne kadar ulaşabildiğini bilemiyorum. Ama asıl cevabı, koskoca Antrepo’da önünde uzun kuyruklar olan tek işin Halil Altındere’nin videosu olması gerçeğinin verdiğini düşünüyorum.  

Ve işte en beğendiğim 4 eser:

  • Harikalar Diyarı – Halil Altındere

bienal13

Sulukule’nin Son Hali!!

En son bu işten bahsetmişken, girişi de bu videoyla yapayım istedim. Mardin doğumlu, mizah ve ironi kullanarak oluşturduğu eserleriyle çağdaş sanat ortamında hayli tanınmış bir sanatçı olan Halil Altındere, Harikalar Diyarı isimli videosunda, 600 yıldır Roman nüfusuna ve kültürüne ev sahipliği yapan Sulukule’nin 2006 yılında “kentsel dönüşüm” adı altında yıkılmasından sonra o semtin çocuklarınca dillendirilen öfke, direniş ve umudunu anlatıyor. Klip ile video sanatı arasında bir film dili ile Roman kültürü içine hip-hop kültürünü de barındıran şarkı Tahribad-ı İsyan grubu tarafından yorumlanıyor ve yıkılan mahallelerinde TOKİ evlerinin vaad ettiği refahı, ardında yatan toplumsal eşitsizlik ve yoksulluk meseleleri ile anlatıyor.

http://birtuzdenizisarkisi.blogspot.com/

http://birtuzdenizisarkisi.blogspot.com/

  • Şato – Jorge Mendez Blake

Antrepo No3’deki bienal alanının hemen girişinde ziyaretçileri karşılayan bu uzunca tuğla duvar, merkezinin en altına yerleştirilmiş Kafka’nın 1922 tarihli Şato isimli kitabıyla dengeyi bozuyor. Meksikalı sanatçının herhangi bir birleştirici (sıva..vb.) kullanmadan yaptığı bu tuğla duvar, görünürde kalıcı olanın geçiciliğine dair bir ipucu verirken, tek bir kitabın yıkılmaz sanılan bu duvarda yarattığı etki düşündürücü.

  • Yollar Açmak – Maider Lopez

İspanyol sanatçının yayaların davranışları üzerine yaptığı bu çalışması gerçekten acı ama ilham vericiydi.  Karaköy’deki trafiği kaydeden ve yayaların davranışlarını inceleyen Lopez, yayalar için bir klavuz üretmiş. Her gün binlerce kişinin geçtiği yolda, yayaların kendi kendilerine örgütlenmesini ve mekansal çelişkilerle başa çıkmak için geliştirdikleri yöntemi anlamaya çalışan sanatçının video çalışması ve klavuzu dikkat çekiciydi.

bienal13-2 bienal13-3

  •  Mülksüzleştirme Ağları

Kentsel dönüşümün sermaye-iktidar ilişkileri üzerine kolektif olarak veri derleme, haritalama ve yayınlama projesi olan Mülksüzleştirme Ağları, aslında internet üzerinden işlenmekte ve katılımcıların veri yüklemesine ve ürettiklerini paylaşmasına imkan veren bir proje.

Detaylı olarak bu adresten incelenebilir.

Bu ilişkiler haritasında projeler siyah renkle, bu projeleri üstlenen şirketler ise mavi renkle gösterilmiştir. Projeler değerlerine göre boyutlandırılmıştır.

Bu ilişkiler haritasında projeler siyah renkle, bu projeleri üstlenen şirketler ise mavi renkle gösterilmiştir. Projeler değerlerine göre boyutlandırılmıştır.

Not: Eserlere ait bilgiler bienal kitapçığından alınmıştır.

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

  • İstanbul Tasarım Bienali
  • İstanbul Modern Sanatlar Müzesi
  • 13 Ekim – 12 Aralık 2012

Küratörlüğünü Emre Arolat’ın üstlendiği Musibet, 95 tasarımcı ve mimarın, bugünün İstanbul’unu mimari tasarım ve kentsel dönüşüm çalışmaları açışından irdeleyen ve sorgulayan 30’un üzerinde projesini bir araya getirecek. Seçilen çalışmalar ve bunların sergi alanındaki konumlandırılmasını göz önünde bulundurarak küratör tarafından bir “yerleştirme” olarak tanımlan “Musibet”, sorunlara çözüm üretmek yerine yeni soruların sorulması için bir platform yaratmayı amaçlıyor.

İstanbul Modern’de, EAA-Emre Arolat Architects tarafından özel olarak tasarlanan 1.400 metrekarelik bir mekâna yayılan sergide, maket, video, fotoğraf ve interaktif oyun gibi farklı çalışmalarla musibetin çeşitli yansımaları gösterilirken, “tasarımın gündelik hayattan uzak, değdiği her şeyi meşrulaştıran bir gücü olmadığı” fikrinin altı çizilecek.
“Dönüşüm” başlığı altında, İstanbul’da son dönemde bir tür musibet olarak gündemde olan kentsel dönüşüm yasası ve bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte bir mutenalaştırma -gentrification- çabası olarak ortaya konan kentsel dönüşüm projeleri sorgulanacak. Bu süreçlerin aktörlerinden biri olan TOKİ’nin gerçekleştirdiği büyük toplu konut projeleri ile son dönemde inşa edilen adalet sarayları, okullar ve bazı yönetim binaları kanalıyla devreye giren bir tür kimlik dayatması, üst üste çakıştırılarak irdelenecek.

“Anti-Bağlam” başlığında ise yenidünyanın evrensel kabulleri, yeni teknolojilerdeki değişimler, mimari ve moda tasarımı pratikleri arasındaki paralellik tartışılacak.

Emre Arolat küratörlüğündeki sergiyi İstanbul Tasarım Bienali Açılış partisi sonrasında, saat akşamın 10unda gezdim. Gezmek yaklaşık 1 saat sürdü ama bir kere daha gidip sindire sindire tekrar gezmem gerekli. Zira o akşam hayli kalabalık davetliler nedeniyle, serginin bir çok odasına yarım yamalak girebildim.

Bienalin iki ana sergisinden biri olan Musibet, adına uygun olacak bir biçimde ufak ufak sıkıcı bir mekanda sergilenen ve kentsel dönüşümü odağına alan bir çalışmalar bütününü barındırıyor. Bu çalışmalar, sergiyi izlemeye gelenlerin kafasında soru işaretleri oluşturmaya yönelik.

İkinci sefer gezdiğimde daha uzun bir yazı yazarım belki ama şimdilik en çok dikkatimi çeken çalışmalar olan; parçalardan oluşan ve tek bir noktadan bakıldığında İstanbul silüetini oluşturan 2.resimdeki çalışma, İstanbul haritası üzerinde cami,alışveriş merkezi ve cumhuriyet anıtlarını işaretleyerek gözler önüne süren çalışma, interaktif bir oyun olan ve üzerinde yeşil, TOKİ, star mimar gibi butonlara sahip bir zemin ve karşısında bir ekran içeren kent yaratma oyunu, alternatif İstanbul tarihi çalışmalarını öncelikli olmak üzere bu sergiyi mutlaka gezmenizi tavsiye ederim.

Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi

Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi

Grande Exhibitions Avustralya tarafından tasarlanan ve Singapur’daki dünya prömiyerinin hemen ardından Abdi İbrahim’in katkılarıyla önce 

10 Şubat-15 Mayıs tarihleri arasında İstanbul Karaköy Antrepo 3’te, ardından da 15 Ekim-30 Aralık tarihleri arasında Ankara Cer Modern’de sanatseverlerle buluşacak olan Van Gogh Alive, izleyiciyi ışık, renk ve ses senfonisinin içine alıyor.

Van Gogh Alive, bu üretken sanatçının 1880-1890 yılları arasındaki çalışmalarını ve hayat deneyimlerini keşfetme; bugün dünya çapında tanınan başyapıtlarının birçoğuna imza attığı yerler olan Arles, Saint Rémy ve Auvers-sur-Oise’da geçirdiği dönem zarfındaki düşüncelerini, duygularını ve ruh halini yorumlama fırsatı sunuyor.

Güçlü bir klasik müzikle senkronize olarak değişen, dev boyutlardaki 3.000’den fazla Van Gogh görüntüsü; ekranları, duvarları, kolonları, tavanı ve hatta yeri de dolduran heyecan verici bir gösteri yaratarak, ziyaretçilerini ünlü ressamın eşsiz tarzını oluşturan coşkulu renkler ve canlı detaylarla büyülüyor.

Dinamik, bilgilendirici ve görsel olarak görkemli olmaya programlanmış olan SENSORY4 içeriği; 40 yüksek çözünürlüklü projektörden aynı anda akıp zengin surround ses sistemiyle karışarak, ziyaretçiye nefes kesici ve etrafını saran bir gösteri ziyafeti sunuyor.

Van Gogh Alive’da “Çalışan Adam”, “Yeşilimsi Bir Başlık Giymiş Yaşlı Köylü Kadını”, “Çiçek Açmış Erik Ağacı”, “Gri Şapkalı Otoportre”, “Vazoda 12 Ayçiçeği”, “Vincent’ın Yatak Odası”, “Teras Kafe”, “Sandalye ve Pipo”, “Ren Nehrinde Yıldızlı Bir Gece”, “Süsen Çiçekleri”, “Buğday Tarlası ve Kargalar”, “Kırmızı Üzüm Bağı”, “Sargılı Kulaklı Otoportre” gibi bir döneme damgasını vurmuş eserler yer alıyor.

Sergi, ziyaretçilere dahi ressamın fırtınalı hayatını kronolojik olarak göstermek için güçlü bir klasik müzik kullanıyor. Harekete geçiren bu müzik, Van Gogh’un hikâyesinin duygusal yönlerini yansıtarak, sanatçının muhteşem kariyeri boyunca yansıttığı sanatını ve ruh halini daha zengin bir deneyimle ziyaretçiye sunma olanağı sağlıyor.

Van Gogh’un hikâyesini anlatmak için seçilen müziklerden bazıları şöyle: Handel-Sarabande, Edouard Lalo-Piano Concerto 1. Movement I, Gus Viseur-Coeur Vagabond, Barber-Bubamara (Vivaldi versiyonu), Arvo Part-Fratres For Cello And Piano, Carl Nielsen-String Quartet in D minor 1883, Sakura “Cherry Blossoms”, Geleneksel Japon Klasik Koto Müziği, John Zorn-Kiev 3 (çello), Camille Saint.

Van Gogh, hayat hikayesiyle birlikte resimlerine baktığımda içimi acıtan bir ressamdır benim için. Ortaokuldayken resim atölyemizde tanıştım hikayesiyle, sonra burada yazdım onu, sonra Hakan Gerçek’in müthiş oyununda izledim, sonra da Amsterdam’da Van Gogh müzesini gezdim. Son durak İstanbul’daki Van Gogh Alive sergisi oldu.

Serginin dijital olan kısmına girmeden, klasik sergi düzeninde Van Gogh’un bazı önemli resimlerini ve yıl yıl değişimini anlatan metinleri okuyorsunuz.

Sonra simsiyah bir oda ve kolonlarda yerlerde duvarlarda Van Gogh resimleri… 10 yıllık bir resim üretim döneminde sadece 1 tane tablosu satılan bu büyük ressamın kişisel tarihini müthiş müzikler eşliğinde izliyorsunuz. Resimler teknolojik imkanlar kullanılarak bazı resimler hareketlendirilmiş, bazıları katmanlaştırılmıştı.

Defalarca okuduğum hayat hikayesini ve defalarca gördüğüm resimleri bir de böyle bir anlatımla izlemek çok güzeldi. Hele sunumun finali…

Bu güzel sergiyi yakın zamanda ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Hatta 3.Antrepoya gitmişken, oradan çıkıp hemen yanındaki İstanbul Modern Sanat Müzesi’ni de gezmenizi dilerim.

Sanat dolu günler,