Askerlik dönüşü?
Ankara’ya geldim dönüşte; ama bu sefer fırıncılık yapmamaya kararlıydım. Dışkapı semtinde sekiz ay bir benzincide pompacılık yaptım. Bir gün bir haber geldi. Benim eskiden çalıştığım fırının sahibi Tatar Hüseyin ölmüş, benim kalfam Zekeriya Usta askerden gelmiş ve maşallah simit fırınını işletmek istiyormuş, bana da haber göndermiş.
Ben fırına bir gittim ki Zekeriya Usta beş yüz kilo odun, beş çuval un, iki kilo susam iki kilo şeker almış. “Şeker yakmak dediğim” resmim de anlattım o dönemi. Şeker yakmanın ne olduğunu anlatayım kısaca. Fırında iş aradığında sana çok soru sormadan yani “nerede çalıştın? ustan kim?” gibi, sorular sormadan hemen iki kilo toz şeker, bir teneke bir de gaz ocağı verirler. “Usta, şerbet kalmamış şunu bir yakıver” derler. Eğer sen o şekeri iyi yakarsan, bu işi biliyorsun diye işe alınırsın. Onu resmettim.
Zekeriya Usta ile sıfırdan işe başladık. İşte günde 1 çuval, 2 çuval işliyorduk. 1976 yılına kadar hemen hemen sekiz ay da orada çalıştım. 8-9 çuvala kadar da çıktı günlük işleme. Sıhhıye’deki, Ulus’daki simit camekanlarına kafamda simit taşıyordum. Her neyse biz böyle çalışırken, amcamın oğlu Hüseyin 1975 yılında mezun oldu, Personel Teğmen olarak çıktı. Tabii Kara Harp Okulu’nda diploma merasimine gittik.
Merasimden sonra, Hüseyin, “Gel Sezai seninle bir yere gideceğiz,” dedi. Gittik. Bana bir dilekçe yazdırtıp bıraktı. Kara Kuvvetleri’ymiş meğer. Aradan altı ay geçti, bir baktım bana bir mektup geldi, Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne hademe olarak tayinim çıkmış. 1976 Mayıs’ında ben işlemlerimi yaptım ve işe başladım.
O zaman lisenin Personel Şube Müdürü, Yüzbaşı Süleyman Demiröz’dü. O benimle konuştu, sorular sordu filan ve sonunda hademelik yerine kütüphaneye memur yaptı. Nasıl sevindim. Zaten ben klasiklerin yarısını askerde ve cezaevinde okumuştum, geri kalanlarını da kütüphanede okudum. Lisenin kütüphanesi çok zengindi. Jack London’ın Martin Eden’ini keşfettim, o çok önemlidir benim hayatımda. İşte Madam Bovary’leri şunları bunları…
Ne iş yaparsam o işi çok benimserim, severim o işi, işime sevgi katarım, yaptığım iş sevilerek yapıldığını gösterir. Bu yetenek maniyerizmi gösterisi değildir. Hiçbir işi yapmış olmak için yapmam. Kimse anasının karnında öğrenmiyor, bilmediğim işi öğrenmeye çalışırım. Kütüphane memuru olunca da o işi öğrenmeye çalıştım. Dewey sistemini yani kitapların sınıflanmasını, raflarda nasıl yer alacağını, kayıtlarının nasıl tutulacağını, zimmet işlemlerini vs. Hepsini yaptım.
1978’e kadar kütüphanede çalıştım. Sonra yine askeriyede Avans Mutemedi oldum, bu yeni iş terfi gibi bir şeydi benim için. Bu arada, Işıklar Askeri Lisesi’ne başladığım sırada yarım kalan eğitimime de devam ettim, akşam lisesine yazıldım. Bir yandan memuriyet bir yandan öğrencilik ve tabii resim.
Ek gelir olarak, askerlerin fotoğraflarından resimler yapıyordum. Bir gün hiç unutmuyorum, unutmamak ne kelime resimle ilgimin dönüm noktası olan bir anekdotu anlatacağım. Alaylı bir ressam olarak yaşıyorum, Işıklar Askeri Lisesi’nde alım satım yapmak için devlet malzeme ofisi var Bursa’nın dışında, Mesken diye bir semt, Işıklar’a uzak bir yerde. Arkamda cemse, ben önde bir jipte gidiyoruz. Öğrencilere kırtasiye, araç gereç, alıyorum. Bunları avans mutemedi olduğum için ben organize ediyorum. Bir baktım bir adam elinde bir resimle yoldan geçiyor. Resimde zenci bir çiftin düğün resmi var. Resme bakakaldım. Şoförü durdurdum. Adamın yanına gittim. Adı Hüseyin Çetin. O da böyle askerden, jandarmadan, polisten tırsan biriymiş. Şaşırdı bana bakıyor. Resmi kimin yaptığını sordum; o yapmış. Resim beni çok etkilemişti. Ustanın kim olduğunu, ne iş yaptığını filan sordum. “Tabelacıyım,” dedi. “E dedim bu resim?” Kendisinin alaylı bir ressam olduğunu söyledi.
Dükkanının yerini öğrendim, işimi bitirince yanına gittim. Dükkândan bir içeri girdim. O Bursa sokakları, o İstanbul peyzajları, ışıklar, gölgeler… Adeta Hoca Ali Rıza gibi resim yapıyor. Bir portre yapıyor, fırçayı, rengi öyle bir kullanıyor ki sanki adam yeni tıraş olmuş. Yani bunlar sizin için ne anlam ifade eder bilmem ama, bir ressam için bunlar önemli şeylerdir. Çok usta birisi. Hüseyin Usta ile tanışıklığım böyle başladı.
Sonra ben her hafta sonu sabah çocuklarımla kahvaltı yapıp, hemen onun yanına gidip çalışmaya başlıyordum. Bir tür çıraklığını yapıyordum. İşte, bulaşığını yıkıyorum, ortalığı topluyorum, boyasını karıyordum. Benim yanımda kesinlikle çalışmıyor, işlerim bitince “Hadi Sezai ben çalışacağım,” diyor beni kibarca kovuyordu. Ben de anlıyordum. Ketumdu. Meğer beni deniyormuş, gerçekten resim yapmak benim için bir tutku mu? Yoksa gelip geçici bir heves mi?
Aradan bir iki sene geçti. Bir gün bana “Gel, otur” dedi. Hemen duvara şöyle bir iki çıtadan ters v şövale yaptı, hiç unutmam. Bana Alparslan Türkeş’in bir fotoğrafını getirdi. İşte o yıllar sağ-sol davası biliyorsunuz. Bursa İl Teşkilatı için ısmarlamışlar resmi. Ben oturdum o resmi yaptım. Baktı, bazı yerleri düzelttirdi, yüreklendirici eleştiriler yaptı. Biz böyle başladık. Ben portreyi, gerçek anlamda ondan öğrendim.
Biz 1980 Ağustos’una kadar usta-çırak ilişkisi içinde çalıştık. Bir şey daha var, şimdi ben memurum. Memurum ama, kadrom hademe. Eğer ben bir vukuat yapsam hiç iyi olmaz. Askeriye disiplinli yer. Hiç olmazsa liseyi bitirmeye karar verdim. O zamanlarda eğitim enstitüleri vardı. Üç ayda öğretmen yetiştiriyorlardı. Ben de bundan istifade etmeye niyetliydim, Işıklar Askeri Lisesi’ne resim öğretmeni olurum diye düşünüyordum.
İşte 31 ağustos 1980, 12 Eylül’e on iki gün kala Hüseyin Çetin öldü. Hüseyin Çetin’i vurdular, sağcı lümpenler. Mahvoldum. Ondan sonra da zaten 12 Eylül oldu ve benim hayallerim bitti. Eğitim enstitüleri kapatıldı; fakat bu arada ben boş durmadım, akşam lisesini bitirdim. İrfan Önürmen diye bir arkadaşım var, şimdi o da ressam, akşam lisesini birlikte bitirdik. O sonra akademiye girdi, biz görüşmeyi sürdürüyorduk. Bu arada ben de kültürle, sanat tarihiyle bağımı kurup artık evrensel nitelikteki birtakım değerlerin farkına varınca, resim yapmanın da nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Resim yapmanın sadece bir insanın portresini çizmek ya da peyzaj, natürmort yapmak olmadığını anladığımda, yıl 1983’tü ve istifa ettim. Artık yeter devlete çalıştığım, bundan sonra kendime çalışacağım dedim.
Bu arada 1981 yılında eşimin üzerine bir dükkân açmıştık. Bu dükkânda çok iyi para kazandım. Bursa’da bir ev almıştık. Ev taksitlerini ödeyebilmek için harcı alem resimler yaptım. Sanat tarihçileri ne der bilmiyorum?
Bu arada, Bursa’daki Ressamlar Sokağı?
Evet, onlara da değinmek lazım. Fen İşleri Müdürü vardı, Basri Sönmez Bey, hatta Osmangazi Belediye Başkanlığı da yaptı bir ara. O bize olanak sağlamış, Tophane-Muradiye girişinde kömür satılan bir yeri, biraz düzelttirip Ressamlar Sokağı diye bir yer kurmuştu. İstifa ettikten sonra bizzat Ressamlar Sokağı’nın sözcülüğünü yapmaya başladım. 10-15 arası resimle uğraşan kimisi profesyonel kimisi amatör arkadaş vardı. Tecimsel bir yerdi. 1989’da kapandı orası. Yazları ben Mimar Sinan Üniversitesi tatile girdiği zaman Ressamlar Sokağı’nda ticari resimler yapıyordum. Turistik resimler diyelim. İşte Bursa sokakları, İstanbul sokakları, peyzajları. Yazları ne kadar para biriktirirsem kışları okula hazırlık. Bir süre böyle geçti.
Peki, akademiye giriş nasıl oldu?
1986 yılında desen eğitimi vererek akademi sınavlarına hazırladığım üç tane öğrencim vardı. Biraz para biriktirip dershaneye yazılmak ve üniversite sınavlarına hazırlanmak niyetindeydim. Öğrencilerimden biri müjdeyi verdi. YÖK bir karar almış lise mezunları yetenek sınavıyla akademiye girebileceklermiş. Bu imkândan faydalandım, sınava girdim. Bu arada amcamın oğlu Hüseyin Yüzbaşı olmuştu. O da yıllık izinlerinde Bursa’ya geliyordu, biz birlikte açık havada oturup izlenimci sokak resimleri yapardık. Hüseyin’in hocası da şimdi Emekli Albay Feridun Saraçoğlu’ydu, Hikmet Onat’ın öğrencisi. Akademik anlamda birçok şeyi ben Hüseyin’den öğrendim. Biz akademiye girmeden birçok tekniği öğrenmiştik.
Sınavlarda Hüseyin birinci, ben üçüncü, bir de çok yetenekli Ufuk diye bir çocuk da ikinci oldu. Ufuk’la yetenek notlarımız aynıydı ama onun üniversite puanı vardı, o eklenince ikinci oldu. Biz böylece akademiye girdik. Tabii ben okula başlayıp, dükkândan ayrılınca hanım orayı işletemedi. Kira veriyoruz, hiçbir gelirim yok, satış yok. En son 87’de büyük bir borsa çalkalanması olunca dükkânı kapattık. Parasız pulsuz kaldık.
Ben akademinin ilk yılı Hüseyin’de, Darphane’deki lojmanda kaldım. Hüseyin evli, çoluğu çocuğu var, ben orada rahat edemedim. Böyle birçok zorluklar içinde okudum. Şişli Belediyesi’nden izin alıp Teşvikiye Camisi’nin önündeki parmaklıklara resimler asardık, ufak tefek satış oluyordu. Okulu böyle tamamladım. Okul olduğu zaman, sabahleyin 9.30’da atölye başlar, saat 12:30’da biterdi. Atölye bittikten sonra ben, doğru Teşvikiye Camisi’nin oraya gidip resimleri asardım. Hüseyin ve diğer bazı arkadaşlarım da teori derslerinin notlarını tutardı, ben onlardan alır çalışırdım; ama resim atölyesini hiç ihmal etmedim, atölye çok önemliydi.
Neşe erdok Atölyesi’nde?
Evet, Neşe Erdok atölyesinde.
Onunla ilişkiniz nasıldı bu arada?
Hocayı akademiye girmeden önce tanıyordum. İrfan önürmen sayesinde ve basından. Neşe Hanım, takip ettiğim, izlediğim bir ustadır. Bursa seyahatleri sırasında bir grup öğrenciyle Ressamlar Sokağı’na gelmişti. Orada tanışmıştık. Beni Don Kişot’a benzetirdi. İstifa hikayemi de çoluk çocuk durumumu da biliyordu. Sanata balıklama atlamamı sempatiyle karşılıyordu. Neşe Erdok’un atölyesinde sadece bir dönem okuyabildim. İdeal bağlantım o gün bu gün devam eder. O sırada, malumunuz, soyut – somut çatışması vardı. Bence çok saçma sapan bir şey. Neşe hanım, figüratif grubuyla grafik bölümüne gitmek zorunda kaldı. Atölyenin başına, geçenlerde kaybettik, Asım İşler, geldi. Bana, figüratif resim yaptığım için çok eziyet yaptı. “Git evinde resim yap, arkadaşlarına kötü örnek oluyorsun” derdi. Ben de inadına otururdum atölyede, hatta bazen Teşvikiye Camisi’ne bile çıkmazdım. Asım Bey bir öğretim üyesi mübadelesiyle bir iki yıllığına Paris’e gidince Güngör Taner ve Zekai Ormancı hocam oldular. Şimdi, bir avantajım vardı, diğer öğrenciler benden küçük ve entelektüel birikimleri olmamalarına rağmen hepsi soyut resme yöneldiler, zorlandılar demek daha doğru. Ben biraz kemikleşmiştim herhalde, psikolojik baskıya rağmen, oturdum istediğim resmi yaptım. Kendimi ancak figüratif resimle ifade edebileceğimi düşünüyordum. Zaten resimlerimdeki tema da bendim. Bence, sanatta en son çözümleme insanın kendisinin kendine bir bakışıdır, bunu beğenirsin veya beğenmezsin. O doğrultuda devam ettim.
Akademiyi yüksek bir ortalama ile dört yılda bitirdim. Bitirmek mecburiyetindeydim; çünkü o sıralarda çocuklar da artık, ortaokulu bitiriyordu. Liseye gidecekler. Bursa’ya 1991’de döndüm. Bu arada eşimle aramda benden kaynaklanan bir sorun baş gösterdi. Gönül muhabbeti deyip geçiyorum izninizle. Çekirge’de bir atölye-daire tuttum. Akademiye hazırlık öğrenci kurslarıyla ve kendi resim çalışmalarımla uğraştım. Birtakım ödüller aldım.
Mezun olduğum zaman ilk kişisel sergimi 1991 Nisan’ında Ramko Sanat Galerisi’nde açmıştım; çünkü o galerinin açtığı çağdaş resim yarışmasında mansiyon kazanmıştım. Tabii sergide resim satamadım. Bunun sebeplerinden biri de Birinci Körfez Savaşıydı. Resim satabilseydim, İstanbul’da kalacaktım. Mecburen Bursa’ya döndüm. Çekirge’deki atölyemde çalışmaya başladım. Birçok bursa peyzajları yaptım. Atölyemin penceresinden yaptığım resimlerdir onlar. Yarım kalan okumalarım vardı, onları gerçekleştirdim.
Bu arada amcamın oğlu Hüseyin, mezun olunca Kuleli’ye resim öğretmeni olarak atandı, sonra o da istifa edip İstanbul’da atölye açtı. Oraya gidip gelmeye başladım. Sergiler oluyor, gidiyorum, birkaç gün kalıyorum filan. Yine bir sergi vesilesiyle gitmiştim, Bursa’ya dönüşte resimlerimi taşıyamayıp bir öğrencime vermiştim. O öğrencim kirasını mı ödeyememiş bir şey olmuş, rehin kaldı benim resimler. Yeri öğrendim, gittim. Gümüşsuyu Caddesi’nde bir apartman. Öğrenci de ortada yok. Kapıcıyla konuştum. “Beyefendi, o öğrencinizin elektrik borcu var, onu ödeyeceksiniz resimleri o zaman alırsınız,” dedi. Resim yapan, güzel şiirler yazan bir polis tanıdığım vardı. Polis olduğu için yol yordam bilir diye düşündüm. O beni resim almak isteyen bir arkadaşıyla tanıştırdı. O adam iki resmimi satın aldı. Gerçek fiyatının altında gitti resimler ama diğer resimleri kurtarabilmem için o resimleri satmam gerekiyordu. Nitekim biz kurtardık o resimleri, çok berbat durumdaydı resimler, bakımlarını yaptım. Resimleri kurtardıktan sonra toplam 38 resmi de aynı adam satın aldı. Resimler oldukça ucuza gitti ama mecburdum. Kızım Zeynep liseye başlayacaktı. Oğlum Bora sanat eğitimi almak istiyordu. Onu da diğer öğrencilerimle birlikte Bursa’da çalıştırıyordum. Kısacası bunlar okulu kazanırsa kira ödeyemezdik. Hiçbir gelirimiz yoktu, muhakkak ev almamız lazımdı.
1993 Mart’ında burayı satın aldım. Ondan sonra Zeynep, Güzel Sanatlar Lisesi’ni, Bora da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık Bölümü’nü kazandı. Resim bölümünü de kazanmıştı ama “Baba, ben de senin gibi sürünemem,” dedi. “Ben resim yapacağım ama kendime göre bir plan uygulayacağım,” dedi. “İyi oğlum, resim sanatı seni bekler,” dedim. O şimdi mimar.
Zeynep benim gibi ressam, ablası Elif’de resim öğretmeni oldu. İstanbul’da burayı alınca büyük bir rehavete girdim. Bu arada gönül meselesi zaten bende bir travma oluşturmuştu. İçkiyi arttırdım. Performansım düştü.