27 f 2023 | Mekan, Mimarlık, Sergi, Yüzey ve Hacim Sanatları
İBB Miras’ın 2022-2023 yılları arasında arasında gerçekleştirdiği restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmalarının ardından İstanbul’un önemli endüstri mirası yapılarından Feshane-i Amire “Artİstanbul Feshane” adıyla açılmıştı. Henüz açılışındaki fotoğraflardan bile ilgimi çeken mekana gidebilmek ise”Ortadan Başlamak” adlı serginin 15 Ekim’e uzatılan kapanış tarihinden önce kısmet oldu.
Açıkça söylemem gerekirse; değerli Renzo Piano’muzun uzuuun uzuun anlattığı süreçler ve yaklaşımlarla tasarladığı, Perşembeleri hariç öğrenciler için 120 TL giriş ücreti olan, mekansal organizasyonunu bir hayli tanımsız bulduğum İstanbul Modern’den hemen bir hafta sonra girişi ücretsiz olan bir belediye restorasyonunda bu kaliteyi görmek beni çok şaşırttı.
Öncelikle tramvay durağından, sahil araç yolundan veya iskeleden yaklaşımlar ve girişler, henüz bitmemiş olsa bile çok kolay ulaşılabilir, tanımlı ve işlevsel. Giriş ve yanındaki şık dükkanı, çok işlevli (ve bir hayli kullanıcısı da vardı) ve oldukça büyük kütüphanesi ve biraz karanlık bulsam da kafetaryası gerçekten iyi düzenlenmiş. Sergi mekanları ferah ve kapasitesi oldukça geniş. Alçıpanel blokların şimdiden oldukça yıpranmış hallerine bakılırsa bu sergi için olan düzenin geçici veya deneme olduğunu söyleyebiliriz. Alanın her sergide farklı ihtimallere açık olabilecek daha esnek mekanlar yaratmak için de potansiyeli oldukça fazla. Ayrıca Haliç kıyısı tarafında kalan meydan ise sanıyorum zamanla oturacaktır.
Emeği geçen tüm İBB Miras ekibini canı gönülden tebrik edip kutlamak lazım. İstanbullulara gayet çağdaş ve dünya standartlarında bir alan kazandırmışlar.
Genelde her şey gerçekten ideal kalitade fakat yetkililere ulaşmasını istediğim bir kaç şikayetim/önerim olacak. Birincisi, bu kadar kapsamlı ve kalabalık bir sergiye ait bir katalog ve/ya broşürü, dijital veya basılı bulamıyor oluşumuz. Ben hem gitmeden hem de gittikten sonra ilgimi çeken şeyleri tekrar okumayı, bazı eserlerin bilgilerine tekrar bakmayı severim. Sergideki halihazırda olan bilgileri içeren basit bir web sitesi bile iş görecektir diye düşünüyorum.
İkincisi, sergideki eser künyelerinin öncelikle çok kalitesiz oluşu, sonra çoğunlukla gelişigüzel ve hatta kötü seçilmiş yerlerde bulunmaları (her yer kolon doluyken yere koymak neden?) ve son olarak hiç bir standardının olmaması (kimin malzeme bilgisi yok, kiminde yıl, kiminde eser adı…) serginin deneyim zevkini bir hayli kısıtlıyor.
Son olarak bazı sanatçılara ayrılmış bölümlerde o sanatçılara ait kısa özgeçmiş ve eser bilgileri yer alırken, bazılarında sadece isim yazılıp geçilmesi gibi yine gelişigüzel bazı uygulamalar kafa karıştırıcıydı.
Tüm bunların sonraki sergide toparlanacağını umarak bu sergide keşfettiğim ve beğendiğim bazı sanatçılardan bahsetmek isterim.
Sergide Sezai Özdemir‘in 8-9 eserinin sergilendiği bir kısım vardı. Ben mutlaka kendisinin eserleriyle karşılaşmışımdır ama ilk defa bu kadar ilgimi çekti. 1990 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olan sanatçı, neredeyse vefat ettiği 2018 yılına kadar üretmiş. Çok şaşırtıcı bir biçimde internette eserlerinin çok az bir kısmı bulunabiliyor. Genelde online bulabildiğim için sergilerde hızlıca hatırlamak için resim ve künyeleri çekerim. Bu sefer iyi ki bolca çekmişim dedim. Neden eserlerinin sergilenmediğini merak ettim açıkçası. Kendine has bir dili olan sanatçının hem kompozisyonları hem yarattığı ortam hem de ışık kullanımında insanı içine çeken, baktıkça sorgulatan bir yan var.
Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim ayrı bi sayfaya bu söyleşiyi kopyaladım. Çektiğim resimleri ve internette bulabildiklerimi de orada paylaştım. Okumak isteyenler tıklayabilir.
Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)
Fotoğraf: Mimarca Sanat | Zeycan Alkış – Hokkabaz – 150×200 cm – canvas üzerine karışık teknik
Eserlerini etkileyici bulduğum bir başka sanatçı ise Zeycan Alkış oldu. Resim bölümü mezunu olduğuna emin gibiydim fakat tekstil ve fotoğraf bölümlerinden mezunmuş. Tabi ki farklı sanatçıların atölyelerinde eğitimler de almış. Siyah beyaz ve incelikli desen çalışmaları gerçekten göz alıcıydı.
Ressam Mahir Güven‘in kırmızı ve mavi renkler ağırlıklı yaptığı kompozisyonların geçirgenliği, hem sergide hem internetteki web sitesinde incelediğim diğer eserlerini pek beğenemesem de “The Mountain at Night” adındaki eserindeki derinlikli mavi-yeşil-pembe renklerine baya sağlam vurulduğum Ahmet Merey ve 15x18cm gibi küçük boyutlu olmasına rağmen etkileyici nakış işleriyle Peyda Altaş diğer aklımda kalan isimler.
Vurucu renkleriyle sergide hemen dikkati çeken çalışmalardan bir diğeri ise Murat İrtem‘in Tepetaklak adlı çalışmasıydı. Yün liflerini yağlı boya resimlerindeki fırça gibi kullanarak yaptığı keçe çalışmalarında, kent yaşamını yükseklerden bizlere sunuyor. “Yüksek İrtifa” adını verdiği seriden eserlerde, farklı yüksekliklerdeki deneyimcilerin bulunuyor. Arka planda ise kent manzarası…
Ayrıca sergide, araştırmalarımdan iç mimar olduğunu öğrendiğim Sonay Demirhan Demir ‘in “Bastırılmış Çığlık” adlı yağlı boya çalışmalarını da çok beğendim. Fakat şu internet çağında bu eserler ve sahipleri hakkında bu kadar bilgisiz kalmak gerçekten çok acayip. Maalesef kendisinin çalışmaları, yaklaşımı ile ilgili de pek bir şey öğrenemedim.
Bu noktada eserin kendisinden ne anladığımızın önemli olduğu düşünülebilir fakat ben o kadarla sınırlı kalmayı doğru bulmuyorum. “Sanatçı burada ne demek istemiş?” sorusunun cevabını da, sanatçının gelişimini de öğrenmeyi istiyorum. Ancak o zaman bir eseri içselleştirme yolculuğum tamamlanıyor sanki. Aksi durumda eserle karşılaştığım 10-15 dakika ve aklımda kaldığı bir kaç gün kadar etkisi oluyor.
—- —- –
15 Ekim’e kadar gidebilen herkese keyifli bir ziyaret dilerim.
Yeni sergileri iple çekiyorum.
Murat İrtem – Tepetaklak – 2015 – 121x97cm – Keçe
18 f 2014 | Mekan, Sergi
Etkinliği duyduğum andan itibaren gitmek ve bu deneyimi yaşamak istedim ama internet sitesinde yazan bir dolu açıklamaya, insanların paylaştığı deneyim hikayelerine rağmen o kapıdan girene kadar başıma tam olarak ne geleceğini kestiremedim.
Gayrettepe’deki metro istasyonunda bulunan 1.500 metrekarelik alanın bir kısmı kapatılmış. Açık olan alana girince önce danışmayla karşılaşıyorsunuz. Arkasında hediyelik eşyaların satıldığı bir bölüm, sağ tarafta çay kahve servis edilen bir bekleme alanı ve yanında karanlık İstanbul’a giriş kapısı var.
Biz biraz erken gidip içeride neler olacağıyla ilgili bilgi aldık. Bir kere içeri kesinlikle telefon alınmıyor. Saat, gözlük, çanta, mont her şeyinizi vestiyere (ya da kilitli dolaplara) bırakmanızı, yanınıza sadece 5-10 lira para almanızı söylüyorlar. Dediklerini yaparak hazırlandık.
Bilet saatimiz gelince 6 kişilik grubumuzla birlikte yarı karanlık giriş bölümüne alındık. Burada hepimize görme engellilerin kullandığı bastonlardan verdiler. Bastonları kullanırken vurarak değil, önümüzdeki alanı tarayarak kullanmamız gerektiğini anlattılar. Sanıyorum en başarılı yapabildiğim şey o bastonu kullanmak oldu zaten. Kapkaranlık bir ortamda gerçekten gözümüz o oldu.
Neyse bastonlarımızı aldık. İçeride rehberimizin sürekli bizimle olacağını, sakin kalmamızı, gruptan ayrılmamız gerektiğini, bir sıkıntımız olduğunda rehberimize bildirebileceğimizi, olur da içeride fenalaşırsak hemen müdahale edileceğini, iki kişi gelenlerin çoğu zaman birbirine yapışıp el tutuşarak ilerleme gibi bir refleksi olduğunu ama mümkünse bu deneyimi tek başımıza yapmamızı söylediler ve görme engelli rehberimize doğru yola çıktık.
Rehberimiz Murat Bey’e ulaşana kadar labirent gibi yollardan geçtik. Artık tamamen karanlıktı. Gözlerimiz ilk bir iki dakika etrafı taradı fakat bir yerden sonra artık bakmaya çalışmayı bıraktık. Sol taraftaki duvara elimizi koyup rehber alarak, sağ elimizde bastonlarımızla Murat Bey’in yanına gittik. Duvarı takip ederek yürümek nispeten kolay bir şey fakat duvar bittiğinde, bir boşluğa düşünce işte o zaman hissettikleriniz tarifsiz oluyor. Kaybolma korkusu, önüne bir şey çıkacak telaşı hepsi birbirine karışıyor. 6 kişi koskoca alanda birbirimize dolanarak rehberimiz Murat Bey’in sesine doğru gittik.
Murat Bey bize hep yanımızda olacağını, onun sesini rehber alarak bu gezintiyi yapacağımızı söyledi. Ve ilk tanıştığımız anda seslerimizle isimlerimizi ezberlemeyi başardı. Onun sesinin geldiği yöne hareket ederek (etmeye çalışarak) bir parkı gezdik, tahta köprüden geçtik, parktaki banka oturup sesleri dinleyerek etrafta neler olduğunu anlamaya çalıştık, manava gittik ve sebze meyveleri anlamaya çalıştık, trafik ışıklarından geçtik, tramvaya bindik, İstiklal’den Tünel’e giderken nerelerden geçtiğimizi tahmin etmeye çalıştık, motora bindik, film dinledik ve en sonunda kafeteryada oturup muhabbet ettik.
İçeride kimi insanlar zifiri karanlık olunca gözlerini kapatıyormuş, fakat benim gözlerim açıktı. Ayrıca uzun boylu bir genç arkadaş vardı aramızda, o da hep eğilerek gezmiş, başını bir yere vuracağı endişesiyle…
Garip ama dışarıdaki Dünya’da etrafı görüp mekana hakim olan sizken, içeri girdiğiniz andan itibaren o mekanların hakimi görme engelli rehberler oluyor. Gruptan ayrılıp sağa sola savrulduğumuzda rehberimizin bizleri bulup toparlayabilmesine gerçekten hayret ettim.
Bütün gezinti boyunca rehberimizin bizlerle diyalogu kesintisiz devam etti. Sürekli isimlerimizi tekrarladı ve bizden tepki bekledi. Bu sayede bizler de hem grup arkadaşlarımızın hem de rehberimizin nerede olduğunu anlamaya çalıştık. Ayrıca içeriye girerken yüzlerine bile dikkatlice bakmadığım diğer kişilerle, yeri geldi elimizi uzatıp birbirimize rehber olduk, yeri geldi oturacağımız koltukları bulmasına yardım ettik, yeri geldi önümüzdeki engeli arkamızda kalana bildirdik. Yani birbirini tanımayan insanlar olarak girdiğimiz mekanda, birden hepimiz birbirimizin gözü olduk.
Görme duyunuzu kaybedince empati ve yardımlaşma duygusu üst seviyeye çıkıyor. Ayrıca sesler ve elleriniz inanılmaz rehberlere dönüşüyor. Örneğin bir ATM’yi, bir direği, korkuluğu elleyerek anlamak ve ne olduğunu tahmin etmek gerçekten farklıydı.
Bir de sürekli diyalog halinde ve sesleri takip ediyor olmanıza rağmen bazen fark etmeden gruptan uzaklaşabiliyorsunuz. O anlarda bir şeye çarpma endişesi bir yandan, nereye gideceğini bulamayacak olma endişesi diğer yandan insanın içine yerleşiyor. Hatta gruptan bir arkadaş (normalde aklımda zerre isim tutamayan ben, herkesin ismini net hatırlıyorum! Esra.) biz tramvaydan indiğimiz sırada gruptan ayrılıp yanlış yöne gitmiş. Birileri bulup getirdi kendisini. Bir 4-5 dakika parklarda bahçelerde dolaşıp bizi aramış.
Kaybolmalar, birbirine çarpmalar eşliğinde devam ederken bir odaya girdik. Odanın duvarında harflerin Latin alfabesi ve braille (körler) alfabesiyle yapılmış kabartmaları vardı. Burada kendi ismimizin baş harfini bulduk ve rehberimiz bu alfabenin matematiğini hepimize tek tek anlattı. Artık Z yazabiliyorum!
***
Yaklaşık bir buçuk saat süren gezintinin sonunda kafeteryadan içecek bir şeyler alıp sohbet etmek için oturduğumuzda gerçekten yoğun duygular hissettim. Biz bu kadar korunaklı bir ortamda, sürekli rehberler varken bu denli zorlandık, gerçek hayatta bunu başarabilmek hakikaten zor.
Rehberimiz Murat Bey, gözlerini 4 sene önce kaybetmiş. İlk 6 ay bunu kabullenememiş ve bir bunalım halindeymiş fakat sonra hayata tutunmuş. Şimdi lisanslı bir sporcuymuş ve bilin bakalım hangi dalda? Judo!
Geçen 1,5 saatte yoğunlaşan duygularımdan mıdır bilmiyorum ama bunu duyduğum an burnumun direği sızladı ve Murat Bey’e sarılmak istedim. Fakat bu bir acıma duygusu değildi. Zaten bu deneyimi yaşayınca görme engellilere acımaktan çok büyük bir hayranlık ve saygı besliyorsunuz. Burnumun direği sızladı çünkü, birincisi gerçekten geçirdiğimiz zaman zarfında kendisi gözümde bir kahraman oldu ve ikincisi aslında engellilerin değil engeli olmayan bizlerin bu ayrımı yaptığımız için acınası olduğumuzu hissettim ve sanırım insanların başına gelenler için biraz isyan ettim.
Sohbet devam ederken görme engellilerin dış dünyadaki problemlerini sorduk. Rehberimiz en büyük probleminin bina mimarilerinden kaynaklandığını söyledi. Ardından da yollarda bulunan (trafik ışıklarında ve kaldırımlarda görmüşsünüzdür, hani o sarı kabartmalar) kılavuz yolların onların rehberi olduğunu, bunların kapatılmaması gerektiğini söyledi. Bir de istihdam konusunda sıkıntı yaşadıklarını belirtti.
Sohbetimizin ardından dışarı çıkarken, 1,5 saattir ışığı görmeyen bizler hemen ışığın geldiği yöne hızlandık. Rehberimiz arkadan bize yetişti. Kendisinin elini sıkıp teşekkürlerimizi ilettik.
Bu deneyimden aslında çok şey öğrendik ve görme engellilerin yaşadıkları zorlukların milyonda birini bile hissetmiş olsak da empati yapabilmiş olduk. Bir de hayatın içinde görme engellilere yardımcı olmak için onları çekiştirmenin değil ( çünkü hareket edebiliyorlar!) yanlarına gidip “diyalog” kurup bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sormamız gerektiğini ve ya sesli olarak yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.
Görmek belki de en güvendiğimiz duyumuz ama onu kaybedince işitmenin, dokunmanın, koklamanın farkına daha çok varıyor insan. Sırf bunu anlayabilmek ve diyalog olduğu müddetçe karanlığın olmadığını deneyimlemek için bu sergiyi kaçırmayın.
Detaylı bilgi için internet sitesi: http://www.dialogistanbul.com/