Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

İBB Miras’ın 2022-2023 yılları arasında arasında gerçekleştirdiği restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmalarının ardından İstanbul’un önemli endüstri mirası yapılarından Feshane-i Amire “Artİstanbul Feshane” adıyla açılmıştı. Henüz açılışındaki fotoğraflardan bile ilgimi çeken mekana gidebilmek ise”Ortadan Başlamak” adlı serginin 15 Ekim’e uzatılan kapanış tarihinden önce kısmet oldu. 

Açıkça söylemem gerekirse; değerli Renzo Piano’muzun uzuuun uzuun anlattığı süreçler ve yaklaşımlarla tasarladığı, Perşembeleri hariç öğrenciler için 120 TL giriş ücreti olan, mekansal organizasyonunu bir hayli tanımsız bulduğum İstanbul Modern’den hemen bir hafta sonra girişi ücretsiz olan bir belediye restorasyonunda bu kaliteyi görmek beni çok şaşırttı.

Öncelikle tramvay durağından, sahil araç yolundan veya iskeleden yaklaşımlar ve girişler, henüz bitmemiş olsa bile çok kolay ulaşılabilir, tanımlı ve işlevsel. Giriş ve yanındaki şık dükkanı, çok işlevli (ve bir hayli kullanıcısı da vardı) ve oldukça büyük kütüphanesi ve biraz karanlık bulsam da kafetaryası gerçekten iyi düzenlenmiş. Sergi mekanları ferah ve kapasitesi oldukça geniş. Alçıpanel blokların şimdiden oldukça yıpranmış hallerine bakılırsa bu sergi için olan düzenin geçici veya deneme olduğunu söyleyebiliriz. Alanın her sergide farklı ihtimallere açık olabilecek daha esnek mekanlar yaratmak için de potansiyeli oldukça fazla. Ayrıca Haliç kıyısı tarafında kalan meydan ise sanıyorum zamanla oturacaktır.

Emeği geçen tüm İBB Miras ekibini canı gönülden tebrik edip kutlamak lazım. İstanbullulara gayet çağdaş ve dünya standartlarında bir alan kazandırmışlar.

Genelde her şey gerçekten ideal kalitade fakat yetkililere ulaşmasını istediğim bir kaç şikayetim/önerim olacak. Birincisi, bu kadar kapsamlı ve kalabalık bir sergiye ait bir katalog ve/ya broşürü, dijital veya basılı bulamıyor oluşumuz. Ben hem gitmeden hem de gittikten sonra ilgimi çeken şeyleri tekrar okumayı, bazı eserlerin bilgilerine tekrar bakmayı severim. Sergideki halihazırda olan bilgileri içeren basit bir web sitesi bile iş görecektir diye düşünüyorum.

İkincisi, sergideki eser künyelerinin öncelikle çok kalitesiz oluşu, sonra çoğunlukla gelişigüzel ve hatta kötü seçilmiş yerlerde bulunmaları (her yer kolon doluyken yere koymak neden?) ve son olarak hiç bir standardının olmaması (kimin malzeme bilgisi yok, kiminde yıl, kiminde eser adı…) serginin deneyim zevkini bir hayli kısıtlıyor.

Son olarak bazı sanatçılara ayrılmış bölümlerde o sanatçılara ait kısa özgeçmiş ve eser bilgileri yer alırken, bazılarında sadece isim yazılıp geçilmesi gibi yine gelişigüzel bazı uygulamalar kafa karıştırıcıydı.

 Tüm bunların sonraki sergide toparlanacağını umarak bu sergide keşfettiğim ve beğendiğim bazı sanatçılardan bahsetmek isterim.

Sergide Sezai Özdemir‘in 8-9 eserinin sergilendiği bir kısım vardı. Ben mutlaka kendisinin eserleriyle karşılaşmışımdır ama ilk defa bu kadar ilgimi çekti. 1990 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olan sanatçı, neredeyse vefat ettiği 2018 yılına kadar üretmiş. Çok şaşırtıcı bir biçimde internette eserlerinin çok az bir kısmı bulunabiliyor. Genelde online bulabildiğim için sergilerde hızlıca hatırlamak için resim ve künyeleri çekerim. Bu sefer iyi ki bolca çekmişim dedim. Neden eserlerinin sergilenmediğini merak ettim açıkçası. Kendine has bir dili olan sanatçının hem kompozisyonları hem yarattığı ortam hem de ışık kullanımında insanı içine çeken, baktıkça sorgulatan bir yan var.

Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim ayrı bi sayfaya bu söyleşiyi kopyaladım. Çektiğim resimleri ve internette bulabildiklerimi de orada paylaştım. Okumak isteyenler tıklayabilir.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Zeycan Alkış – Hokkabaz – 150×200 cm – canvas üzerine karışık teknik

Eserlerini etkileyici bulduğum bir başka sanatçı ise Zeycan Alkış oldu. Resim bölümü mezunu olduğuna emin gibiydim fakat tekstil ve fotoğraf bölümlerinden mezunmuş. Tabi ki farklı sanatçıların atölyelerinde eğitimler de almış. Siyah beyaz ve incelikli desen çalışmaları gerçekten göz alıcıydı.

Ressam Mahir Güven‘in kırmızı ve mavi renkler ağırlıklı yaptığı kompozisyonların geçirgenliği, hem sergide hem internetteki web sitesinde incelediğim diğer eserlerini pek beğenemesem de “The Mountain at Night” adındaki eserindeki derinlikli mavi-yeşil-pembe renklerine baya sağlam vurulduğum Ahmet Merey ve 15x18cm gibi küçük boyutlu olmasına rağmen etkileyici nakış işleriyle Peyda Altaş diğer aklımda kalan isimler.

Vurucu renkleriyle sergide hemen dikkati çeken çalışmalardan bir diğeri ise Murat İrtem‘in Tepetaklak adlı çalışmasıydı. Yün liflerini yağlı boya resimlerindeki fırça gibi kullanarak yaptığı keçe çalışmalarında, kent yaşamını yükseklerden bizlere sunuyor. “Yüksek İrtifa” adını verdiği seriden eserlerde, farklı yüksekliklerdeki deneyimcilerin bulunuyor. Arka planda ise kent manzarası… 

Ayrıca sergide, araştırmalarımdan iç mimar olduğunu öğrendiğim Sonay Demirhan Demir ‘in “Bastırılmış Çığlık” adlı yağlı boya çalışmalarını da çok beğendim. Fakat şu internet çağında bu eserler ve sahipleri hakkında bu kadar bilgisiz kalmak gerçekten çok acayip. Maalesef kendisinin çalışmaları, yaklaşımı ile ilgili de pek bir şey öğrenemedim.

Bu noktada eserin kendisinden ne anladığımızın önemli olduğu düşünülebilir fakat ben o kadarla sınırlı kalmayı doğru bulmuyorum. “Sanatçı burada ne demek istemiş?” sorusunun cevabını da, sanatçının gelişimini de öğrenmeyi istiyorum. Ancak o zaman bir eseri içselleştirme yolculuğum tamamlanıyor sanki. Aksi durumda eserle karşılaştığım 10-15 dakika ve aklımda kaldığı bir kaç gün kadar etkisi oluyor.

—- —- –

15 Ekim’e kadar gidebilen herkese keyifli bir ziyaret dilerim. 

Yeni sergileri iple çekiyorum. 

Murat İrtem – Tepetaklak – 2015 – 121x97cm – Keçe

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

Kişisel eve kapanmamın üstünden tam bir yıl geçti.  Mart 2020’den Mart 2021’e kadar evden çalıştığım için bu sürede resmen sayabildiğim kadar az kere dışarı çıktım.

Fakat geçen ayın ortasında, havaların müthiş sıcak olduğu bir dönemde, evde Esra Ceyhan’ın programındaki Uçan Adam Sabri gibi krizler geçirmeye başladım.

Sanatsız kalmış, hayat damarlarımdan biri kesilmiş gibi bir haldeyken, yolculuğu hayalimde 45 kere filan canlandırıp tüm kovid risklerini hesap edip en aza indirmeye çalışarak kendimi dışarı attım.

Buyurun kısaca binayı tanıtayım ve sergilerden minik minik bahsedeyim: 

Arter Dolapdere Binası

Arter’in İstiklal Caddesindeki yerine sayısız kere gittim. 2019 yılı sonunda taşındıkları yeni yerlerini hemen görmek istemiştim zira mimari projelerini inceleme fırsatım olmuştu. Fakat bir şekilde gidemedim ve işte sonrası pandemi malum…

Şubat sonu evde fenalık geçirince hem binayı hem de sergileri görmek üzere Arter’e gitmeye karar verdim.

18bin metrekarelik bu binada sergi ve etkinlik alanları, kütüphane, kitapevi ve bistro var. Dolapdere’nin bir şekilde koruduğu o karmaşık yapısının içinde, Bilgi Üniversitesi kampüsünün hemen yakınında bulunan bu yapı, örneğini bir çok farklı Avrupa şehrinde de gördüğümüz gibi, yeri itibariyle mahallenin dönüşümü için oldukça kıymetli.

Özellikle Barcelona’da örneklerini gördüğüm, içinde bulunduğu toplumu kapsayıcı kültür merkezleri gibi geniş bir iç avlusu ve güvenliği olmayan açık bir kapısı yok belki ama en azından binanın içindeyken dışarıyı dışlamıyorsunuz, tam tersine katlardaki farklı bölümlerden dışarısı tamamen görülebiliyor. (Yandaki bu videoyu kitapçının hemen yanından arka giriş tarafından çektim.)

Sayısı ve niteliği nüfusumuza oranla oldukça az olan, özellikle/sadece kültür-sanat için tasarlanmış bu tip binalardan daha fazla olmasını ummakla birlikte, her şeyin normalde döndüğü günlerde Dolapdere halkı ile bu binanın daha bütünleşik bir hal aldığı zamanların olmasını dilerim.

Zira bina, kapısından girdiğim andan çıktığım ana kadar oldukça keyifli, kaliteli bir mimari ve sanatsal deneyim sundu bana. Ve çıkışta havayı güzel görünce, Dolapdere’den yürüyerek Taksim’e mi gitsem diye düşündüm.

En son Dolapdere’nin sokakları içinde 2000li yılların sonunda dersler için dolanmış, kaldırımda kendinden geçmiş yatanlar ve evlerine yeni dönen seks işçileri dışında, bildiğimiz arka sokaklar kirliliği ve yoksulluğu dışında bir şey görmemiştim. Bu sefer öğlen vakti sadece 2 sokak ilerleyebildim çünkü sokaklar anormal kalabalıktı. Ve o kalabalığın içindeki karmaşa biraz tedirgin ediciydi. Siyahiler, Suriyeliler, çıplak ayaklı çocuklar, pek kendinde olmayan adamlar ve kadınlardan oluşan, üst başlarından kötü durumda oldukları belli olan bu kalabalık hiç bir şey yapmadan sadece sokaklardaydı. Mimarlık öğrencisi olduğumuz yıllarda İstanbul’un bu tip yoksul semtlerine çok fazlaca girip çıktığımdan başıma geleceği az çok tahmin edebildim: cüzdandan olacak gibiydim. = ) Çok acayip bir koku ve garip bakışlar arasında, büyük bir hata yaptığımın farkında fakat bir şekilde de geri dönememiş ve  2 sokak ilerlemiştim ki tesadüfen yoldan geçen taksiyi görünce, hemen atladım.

Dolapdere’nin dönüşümü yıllardır konuşulup tartışıladursun, gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk çok daha fazla artmış.

O yüzden ilerleyen zamanlarda bu müthiş mekanda daha kapsayıcı etkinlikler yapmanın çok kıymetli olacağını düşünüyorum. Vehbi Koç Vakfı’nın ise böyle önemli bir yatırımla bölgeye bir kültür-sanat binası katarak bunun ilk adımını attığını, devamını getireceğini umut ediyorum.

KP Brehmer: The Big Picture (10/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Selen Ansen 

İlk durağım 3. ve 4. kata yayılmış olan Alman Sanatçı KP Brehmen’in esin kaynaklarını ve çalışmalarını da içeren kapsamlı sergisi oldu.

Özellikle içinde yaşadığı dönemin politik ve ekonomik durumunu verilerle ortaya koyup eserlerinde mevcut durumu ve kendi bakışıyla eleştirisini harmanlamış olan sanatçı, hayatın verilerini görsel olarak ortaya çıkarmaya uğraşmış.

Örneğin 1970lerin sonunda Bir İşçinin Ruhu ve Duyguları adlı serisinde, fabrika işçilerinin günlük ruh hallerini kayıt ederek bunları grafiklere dönüştürmüş. Uzaktan bakıldığında bir müzik partisyonu gibi görünen bu grafiklerde aslında mutludan korkuluya günbegün değişen ruh halleri görünüyordu.

Sanatçının “kendi çağının titiz bir gözlemcisi” olması gerektiğini vurgulayan KP Brehmer, günün Alman toplumunu geçmişin merceğinden bakarak eleştirir.

Sanat eseri nedir ve kayıt altına alınmış bilgilerin grafikleri sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi gibi sorular aklımda gezdim 4.katın tamamını. İlgilendiği konular ve gözlem çabası gerçekten etkileyici olsa da grafiklerin sanatsal değerini tam olarak anlayamadığımı belirtebilirim.

3. katta karşıma çıkan 1985 yılında yaptığı Paul (Klee) için Mona (Lisa) ve Yılan Beni Nasıl Görüyor – Ben Yılanı Nasıl görüyorum adlı eserlerini oldukça muzip ve yenilikçi buldum. Hatta önce eseri görüp anlam veremedim, fakat yaklaşıp alttaki metal plakada adını görünce kahkaha attım. =)

Altan Gürman (13/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Başak Doğa Temür

Erken yaşında kaybettiğimiz Altan Gürman’ın 1965 yılından vefat ettiği 1976’ya dek yaptığı çalışmaları içeren sergide, en çok dikkatimi 1965 yılındaki eserlerinden oluşan İstatistik Serisi çekti.

İstatistik serisi, içerdiği katmanlarla Gürman yapıtının tekilleşme tarzını çok güzel örnekliyor. […]
Gravür görünümü her şeyden önce zeminle figürü birbirinden ayırmaya yarıyor. Öte yandan, bu baskı görünümü resim tarihini tuvale geri çağırıyor. Musluk gibi sıradan nesneler sanki kutsal kitapları süsleyen
baskılarmışçasına tuval yüzeyini kaplıyor. Nesne olarak varlıkları resim tarihi tarafından onanan ikonalara dönüşüyorlar.

Dinleyen Gözler İçin (10/09/20 – 02/01/22)

Küratör: Melih Fereli

2.katta ise Arter Koleksiyonundan oluşan bir grup sergisi vardı.

John Cage’in müzikte olduğu kadar tüm sanatsal üretiminde sessizlik, belirsizlik ve rastlantısallığı bir arada kullanan deneysel yaklaşımını ve Fluxus sanatçılarını referans alan sergide, ziyaretçiler galeri alanına hâkim olan sessizliğin içinde yapıtlardan yükselen “sesleri” keşfetmeye ve hayal etmeye davet ediliyor.

Serginin bu bölümündeki bir çok eseri deneyimlemek çok keyifli ve değişik bir tecrübeydi fakat özellikle iki eser dikkatimi çekti. 

1- Osman Dinç’in Ahlat Ağacına Ağıt adlı eserinde, nota sehpalarının üzerinde birer müzik eseriymişçesine ağaç fotoğrafları vardı. Bu ağaçlar 1984-2010 yılları arasında Denizli şehrinde bulunan farklı tarlalarda tek başına bırakılmış, hayvanlara ve tarlada çalışan insanlara gölgelik yapan ahlat ağaçlarıymış. Onların yalnızlığı ve sessizliği beni oldukça etkiledi.

2- Yeni medya sanatının öncülerinden biri kabul edilen Michael Snow‘un bir odanın dört duvarına yansıttığı dört farklı videoda piyano üzerinde farklı şeyler çaldığı Piyano Heykeli adlı çalışmasında videolardaki ellerin hareketi ile odaya verilen kakafonik seslerin uyuşup uyuşmadığını anlamak ve o gürültü içinde bulunmak oldukça enteresan bir deneyimdi.

Yağmur Ormanı V (varyasyon 3)  (10/09/20 – 30/01/22)

Küratör: Melih Fereli

… Bu etkileşimli yerleştirmede büyük şamandıralar, plastik fıçılar, bakır bir kazan, bir saksı ve bir badminton raketi gibi 20 buluntu ve yapılandırılmış nesne havada asılı şekilde mekâna yayılırken, farklı biçimlerde müdahale edilip birleştirilmiş nesneler önceden kaydedilmiş ses dosyalarından gelen sinyallerle titreşerek izleyicilerin keşfine açık bir biçimde gelişimini sürdüren bir ses ortamı meydana getiriyorlar.

Arter’in kara kutusu içine yerleştirilmiş ve havadan asılmış çeşitli nesnelerin her biri ayrı aydınlatılmış ve her birinden bambaşka sesler geliyordu. Mekanın içinde nesnelerin arasında dolaşırken her adımda değişen kompozisyon ve değişen ses yoğunluklarını deneyimlemek oldukça etkileyiciydi. Bu nesnelerin bulunduğu sahneden uzaklaşıp seyir platformuna geçtiğimde ise seslerin ve nesnelerin bütününü görüp dinleyerek çalışma başkalaştı. Sanıyorum yarım saatten fazla zamanı bu çalışmanın olduğu kısımda dolanarak ve oturarak geçirdim.

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett’e açıldığından beri gitmek istiyorum. Belki 40 defa bilet için Biletix’e girdim ama bir türlü elim gitmedi. 

Birincisi, tecrübeyle sabit, çok yüksek beklentilerimin olduğu yerler ve çalışmalar ilk zamanlarında mutlaka can sıkacak aksaklıklarla dolu olur. Çocuğunun müsameresine gidip onun düşmesini izleyen veli gibi hissediyorum kendimi böyle durumlarda. O yüzden biraz daha “otursun” kafasında bir bekleme süreci yaşıyorum.

İkincisi ilk zamanlar oynayan Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nın en düşük bilet fiyatları bile iki-üç kişi gitmek istediğimizde pahalıydı. (Şu aralar para o kadar değersiz oldu ki, 150TL bilet fiyatı ortalamanın azcık üstü gibi geliyor bana… Ama daha önce daha fazla gibi geliyordu. bknz. sadece Türkiye’de olan problemler!)

Velhasıl Dada Salon’a yolumun düşmesi Temmuz sonundaki son etkinlik olan Ceyhun Yılmaz’ın Nekre gösterisine kısmet oldu.

Ceyhun Yılmaz – Nekre

Dada Salonla ilgili izlenimlerimi paylaşmadan araya gösteriyle ilgili görüşlerimi yazayım istedim. Ceyhun Yılmaz’ı şiirleri ve radyo programları ile tanıyan biri olarak gösteri yapacağını duyduğumda iyi bir hikaye anlatıcısından güzel hikayeler dinleriz diye düşündüm. Fakat onun da ilk oyunuydu (maalesef). 

Öncelikle teknik bir sıkıntı oldu. Ceyhun Yılmaz bütün şovu bir takım görseller ve müziklerle desteklemişti fakat görsellerin yansıtılacağı perde iplerden oluştuğundan biz seyirciler o görselleri düzgün göremedik. Dolayısıyla her görseli izah etmek durumunda kaldı. Ayrıca müzikler çok istediği yerlerde giremedi, sanıyorum bir koordinasyon eksikliği ya da ilk gün günahları oldu.

Fakat esas büyük sıkıntı birbirinden bağımsız hikayelerdeydi. Hiç bir ortak noktası ve bağlantısı olmayan hikayelerde giriş-gelişme-sonuç olmadığı gibi birinden diğerine geçişte de büyük kopukluklar vardı. Ceyhun Yılmaz büyük bir heyecanla sıra sıra dizdi kurguyu belli ki fakat biz seyirciler ne bu kısa kısa anlatımların içine girebildik ne de ne ara başladı ne ara bitti gösteri anlayabildik.

Fakat salon o kadar hoşuma gitti ve nereye bakacağımı şaşırdım ki, Ceyhun Yılmaz’ın bu vasat performansını görmezden gelip salonu anlatmaya geçmek istiyorum.  

Dada Salon Kabarett

Mecidiyeköy’deki Quasar Tower’ın içinde bulunan mekana hem toplu taşımayla ulaşım çok rahat, hem de arabanız varsa otoparkı var. Kulenin henüz bomboş ve ürpertici atmosferini, kabarenin ihtişamlı karşılaması sonrası unutuyorsunuz ve giriş kapısı yanındaki camekanların içlerine odaklanıyorsunuz. Salonun kapısından içeri girince ise başınız dönmeye başlıyor.

Tavanda 24 farklı sanatçının yaptığı gergedan çizimleri/boyamaları ışık kutuları içinde boynunuzu ağrıtana kadar baktırıyor, Sahneye doğru uzanan kırmızı beyaz çizgili dalgalanan kaplama başınızı döndürüyor. Duvarlardaki sanat eserleri, aynalar, mottolar, asma kat ve pirinç korkulukları, kristalli avizeler, zemindeki damalı desen ve derken müthiş dev kitaplık…

D&R’a utanmasa çadır kuracak kadar çok kitap karıştırmayı ve keşfetmeyi seven biri olarak kitaplık dişlerimi kamaştırdı ama bu mekanda odağınızı bir yerde tutabilmek biraz zor. Kitaplığın üstünde yine farklı illüstratörlerin işlerinin yer aldığı mini bir sergi vardı, bu çalışmalara yöneldi ilgim. Ve tek tek bakarken en sol üstte bir illüstrasyon gördüm. Çok çok beğendim ama yukarıda olduğundan imzayı okuyamadım. 

Gösteri sonrası çıkarken bir kez daha şansımı denedim imzayı okumak için ama baktım olmuyor eserin fotoğrafını çektim ve eve dönünce Dada Salon’un Instagram sayfasından eserin sahibini sordum. Sağolsunlar hemen yanıt verdiler, Gizem Vural’ın çalışmasıymış. 

Bir mekanın içine bu kadar sanat doldurursanız olacağı bu ama Dada Salon’a ara verip Gizem Vural’dan bahsetmeliyim. Şu anda Amerika’da olan illüstratör müthiş bir yetenek. The New York Times’tan tutun The New Yorker’a kadar bir çok ünlü yayında çalışmaları basılan, özgür renk paleti ve hafif ama etkili çizgisiyle kendi stilini yaratmış sanatçının baskılarını şu adresten satın alabilirsiniz. Daha bir çok güzel çalışması içinse websitesini ziyaret edebilirsiniz. Bir Türk illüstratörün bu kadar özgün ve sanatsal işler yaratıyor olmasından ve kendisiyle bir sanatsever olarak tanışmaktan çok memnun oldum.

 

 

Dada Salon’a dönersek… Okan Bayülgen gibi ilk gençlik yıllarımızdan itibaren yaptığı tüm programlarla bizleri bir anlamda büyütmüş olan birinin sanata sadece mekansal bir artı katıp bu işin tüccarı olmasını tabi ki beklemezdim. Kendisinin sıklıkla söylediği esnaflık bakış açısı işin ticari yanı için doğrudur ve zorunludur elbet ama bir mekanı bu kadar sanatla doldurup gelen her izleyiciye mutlaka bir şey katarak o mekandan göndermek de ancak kendisi gibi vizyoner ve zeki birinin işidir.

İki temel sorunu var insanlığın. Adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuku bulduk, diğerine karşı sanatı. Ama insanlar hukuka ulaşamadı. Ve sanat insanlara….

Blogumu açtığım ilk günden beri Nietzsche’nin bu sözü yazar alt bölümde. Ve bu blogda bahsettiğim her filmden, her oyundan, her sergiden bu yüzden bahsediyorum hep derim. Kimsenin bir şeyi araştıracak vakti, yeni yerleri görecek hevesi yok gibi geliyor bazen. Oysa Okan Bayülgen’in yıllardır söylediği gibi hayat sokaklarda ve hayatınızı anlamlandıracak sanat her yerde ama ona ulaşmak için siz de çaba göstermelisiniz. Bir gün evinizden çıkmanız lazım! Çıkın ki o salona gidip başınızı döndüren onlarca çalışmayı görün ve aslında sevmediğiniz bir gösteride mükemmel bir illüstratörle ve onun işiyle göz göze gelin.

Dada Salon’un yeni sezonu Eylül ayında açılıyor, biletler şimdiden satılıyor. Ben mutlaka güzel bir başka oyunu izleyeceğim, sizlere de tavsiye ederim.

Şimdiden iyi seyirler,

Not: Bu arada bahsetmeyi unuttum, salonda oyun izlerken içkinizi içebiliyorsunuz. Çok büyük ve güzel bir barı da var! 

 

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

İstanbul’u Görmeden Gezmek: Karanlıkta Diyalog

karanlikta_diyalogEtkinliği duyduğum andan itibaren gitmek ve bu deneyimi yaşamak istedim ama internet sitesinde yazan bir dolu açıklamaya, insanların paylaştığı deneyim hikayelerine rağmen o kapıdan girene kadar başıma tam olarak ne geleceğini kestiremedim.

Gayrettepe’deki metro istasyonunda bulunan 1.500 metrekarelik alanın bir kısmı kapatılmış. Açık olan alana girince önce danışmayla karşılaşıyorsunuz. Arkasında hediyelik eşyaların satıldığı bir bölüm, sağ tarafta çay kahve servis edilen bir bekleme alanı ve yanında karanlık İstanbul’a giriş kapısı var.

Biz biraz erken gidip içeride neler olacağıyla ilgili bilgi aldık. Bir kere içeri kesinlikle telefon alınmıyor. Saat, gözlük, çanta, mont her şeyinizi vestiyere (ya da kilitli dolaplara) bırakmanızı, yanınıza sadece 5-10 lira para almanızı söylüyorlar. Dediklerini yaparak hazırlandık.

Bilet saatimiz gelince 6 kişilik grubumuzla birlikte yarı karanlık giriş bölümüne alındık. Burada hepimize görme engellilerin kullandığı bastonlardan verdiler. Bastonları kullanırken vurarak değil, önümüzdeki alanı tarayarak kullanmamız gerektiğini anlattılar. Sanıyorum en başarılı yapabildiğim şey o bastonu kullanmak oldu zaten. Kapkaranlık bir ortamda gerçekten gözümüz o oldu.

fft64_mf1868464Neyse bastonlarımızı aldık. İçeride rehberimizin sürekli bizimle olacağını, sakin kalmamızı, gruptan ayrılmamız gerektiğini, bir sıkıntımız olduğunda rehberimize bildirebileceğimizi, olur da içeride fenalaşırsak hemen müdahale edileceğini, iki kişi gelenlerin çoğu zaman birbirine yapışıp el tutuşarak ilerleme gibi bir refleksi olduğunu ama mümkünse bu deneyimi tek başımıza yapmamızı söylediler ve görme engelli rehberimize doğru yola çıktık.

Rehberimiz Murat Bey’e ulaşana kadar labirent gibi yollardan geçtik. Artık tamamen karanlıktı. Gözlerimiz ilk bir iki dakika etrafı taradı fakat bir yerden sonra artık bakmaya çalışmayı bıraktık. Sol taraftaki duvara elimizi koyup rehber alarak, sağ elimizde bastonlarımızla Murat Bey’in yanına gittik. Duvarı takip ederek yürümek nispeten kolay bir şey fakat duvar bittiğinde, bir boşluğa düşünce işte o zaman hissettikleriniz tarifsiz oluyor. Kaybolma korkusu, önüne bir şey çıkacak telaşı hepsi birbirine karışıyor. 6 kişi koskoca alanda birbirimize dolanarak rehberimiz Murat Bey’in sesine doğru gittik.

Murat Bey bize hep yanımızda olacağını, onun sesini rehber alarak bu gezintiyi yapacağımızı söyledi. Ve ilk tanıştığımız anda seslerimizle isimlerimizi ezberlemeyi başardı. Onun sesinin geldiği yöne hareket ederek (etmeye çalışarak) bir parkı gezdik, tahta köprüden geçtik, parktaki banka oturup sesleri dinleyerek etrafta neler olduğunu anlamaya çalıştık, manava gittik ve sebze meyveleri anlamaya çalıştık, trafik ışıklarından geçtik, tramvaya bindik, İstiklal’den Tünel’e giderken nerelerden geçtiğimizi tahmin etmeye çalıştık, motora bindik, film dinledik ve en sonunda kafeteryada oturup muhabbet ettik.

İçeride kimi insanlar zifiri karanlık olunca gözlerini kapatıyormuş, fakat benim gözlerim açıktı. Ayrıca uzun boylu bir genç arkadaş vardı aramızda, o da hep eğilerek gezmiş, başını bir yere vuracağı endişesiyle…

Garip ama dışarıdaki Dünya’da etrafı görüp mekana hakim olan sizken, içeri girdiğiniz andan itibaren o mekanların hakimi görme engelli rehberler oluyor. Gruptan ayrılıp sağa sola savrulduğumuzda rehberimizin bizleri bulup toparlayabilmesine gerçekten hayret ettim.

Bütün gezinti boyunca rehberimizin bizlerle diyalogu kesintisiz devam etti. Sürekli isimlerimizi tekrarladı ve bizden tepki bekledi. Bu sayede bizler de hem grup arkadaşlarımızın hem de rehberimizin nerede olduğunu anlamaya çalıştık. Ayrıca içeriye girerken yüzlerine bile dikkatlice bakmadığım diğer kişilerle, yeri geldi elimizi uzatıp birbirimize rehber olduk, yeri geldi oturacağımız koltukları bulmasına yardım ettik, yeri geldi önümüzdeki engeli arkamızda kalana bildirdik. Yani birbirini tanımayan insanlar olarak girdiğimiz mekanda, birden hepimiz birbirimizin gözü olduk.

Görme duyunuzu kaybedince empati ve yardımlaşma duygusu üst seviyeye çıkıyor. Ayrıca sesler ve elleriniz inanılmaz rehberlere dönüşüyor. Örneğin bir ATM’yi, bir direği, korkuluğu elleyerek anlamak ve ne olduğunu tahmin etmek gerçekten farklıydı.

Bir de sürekli diyalog halinde ve sesleri takip ediyor olmanıza rağmen bazen fark etmeden gruptan uzaklaşabiliyorsunuz. O anlarda bir şeye çarpma endişesi bir yandan, nereye gideceğini bulamayacak olma endişesi diğer yandan insanın içine yerleşiyor. Hatta gruptan bir arkadaş (normalde aklımda zerre isim tutamayan ben, herkesin ismini net hatırlıyorum! Esra.) biz tramvaydan indiğimiz sırada gruptan ayrılıp yanlış yöne gitmiş. Birileri bulup getirdi kendisini. Bir 4-5 dakika parklarda bahçelerde dolaşıp bizi aramış.

gorme-engellilere-braille-alfabesi_normal_1271621Kaybolmalar, birbirine çarpmalar eşliğinde devam ederken bir odaya girdik. Odanın duvarında harflerin Latin alfabesi ve braille (körler) alfabesiyle yapılmış kabartmaları vardı. Burada kendi ismimizin baş harfini bulduk ve rehberimiz bu alfabenin matematiğini hepimize tek tek anlattı. Artık Z yazabiliyorum!

***

Yaklaşık bir buçuk saat süren gezintinin sonunda kafeteryadan içecek bir şeyler alıp sohbet etmek için oturduğumuzda gerçekten yoğun duygular hissettim. Biz bu kadar korunaklı bir ortamda, sürekli rehberler varken bu denli zorlandık, gerçek hayatta bunu başarabilmek hakikaten zor.

Rehberimiz Murat Bey, gözlerini 4 sene önce kaybetmiş. İlk 6 ay bunu kabullenememiş ve bir bunalım halindeymiş fakat sonra hayata tutunmuş. Şimdi lisanslı bir sporcuymuş ve bilin bakalım hangi dalda? Judo!

Geçen 1,5 saatte yoğunlaşan duygularımdan mıdır bilmiyorum ama bunu duyduğum an burnumun direği sızladı ve Murat Bey’e sarılmak istedim. Fakat bu bir acıma duygusu değildi. Zaten bu deneyimi yaşayınca görme engellilere acımaktan çok büyük bir hayranlık ve saygı besliyorsunuz. Burnumun direği sızladı çünkü, birincisi gerçekten geçirdiğimiz zaman zarfında kendisi gözümde bir kahraman oldu ve ikincisi aslında engellilerin değil engeli olmayan bizlerin bu ayrımı yaptığımız için acınası olduğumuzu hissettim ve sanırım insanların başına gelenler için biraz isyan ettim.

engellilerin-engelleriSohbet devam ederken görme engellilerin dış dünyadaki problemlerini sorduk. Rehberimiz en büyük probleminin bina mimarilerinden kaynaklandığını söyledi. Ardından da yollarda bulunan (trafik ışıklarında ve kaldırımlarda görmüşsünüzdür, hani o sarı kabartmalar) kılavuz yolların onların rehberi olduğunu, bunların kapatılmaması gerektiğini söyledi. Bir de istihdam konusunda sıkıntı yaşadıklarını belirtti.

Sohbetimizin ardından dışarı çıkarken, 1,5 saattir ışığı görmeyen bizler hemen ışığın geldiği yöne hızlandık. Rehberimiz arkadan bize yetişti. Kendisinin elini sıkıp teşekkürlerimizi ilettik.

Bu deneyimden aslında çok şey öğrendik ve görme engellilerin yaşadıkları zorlukların milyonda birini bile hissetmiş olsak da empati yapabilmiş olduk. Bir de hayatın içinde görme engellilere yardımcı olmak için onları çekiştirmenin değil ( çünkü hareket edebiliyorlar!) yanlarına gidip “diyalog” kurup bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını sormamız gerektiğini ve ya sesli olarak yönlendirmemiz gerektiğini öğrendik.

Görmek belki de en güvendiğimiz duyumuz ama onu kaybedince işitmenin, dokunmanın, koklamanın farkına daha çok varıyor insan. Sırf bunu anlayabilmek ve diyalog olduğu müddetçe karanlığın olmadığını deneyimlemek için bu sergiyi kaçırmayın.

Detaylı bilgi için internet sitesi: http://www.dialogistanbul.com/