Kişisel eve kapanmamın üstünden tam bir yıl geçti.  Mart 2020’den Mart 2021’e kadar evden çalıştığım için bu sürede resmen sayabildiğim kadar az kere dışarı çıktım.

Fakat geçen ayın ortasında, havaların müthiş sıcak olduğu bir dönemde, evde Esra Ceyhan’ın programındaki Uçan Adam Sabri gibi krizler geçirmeye başladım.

Sanatsız kalmış, hayat damarlarımdan biri kesilmiş gibi bir haldeyken, yolculuğu hayalimde 45 kere filan canlandırıp tüm kovid risklerini hesap edip en aza indirmeye çalışarak kendimi dışarı attım.

Buyurun kısaca binayı tanıtayım ve sergilerden minik minik bahsedeyim: 

Arter Dolapdere Binası

Arter’in İstiklal Caddesindeki yerine sayısız kere gittim. 2019 yılı sonunda taşındıkları yeni yerlerini hemen görmek istemiştim zira mimari projelerini inceleme fırsatım olmuştu. Fakat bir şekilde gidemedim ve işte sonrası pandemi malum…

Şubat sonu evde fenalık geçirince hem binayı hem de sergileri görmek üzere Arter’e gitmeye karar verdim.

18bin metrekarelik bu binada sergi ve etkinlik alanları, kütüphane, kitapevi ve bistro var. Dolapdere’nin bir şekilde koruduğu o karmaşık yapısının içinde, Bilgi Üniversitesi kampüsünün hemen yakınında bulunan bu yapı, örneğini bir çok farklı Avrupa şehrinde de gördüğümüz gibi, yeri itibariyle mahallenin dönüşümü için oldukça kıymetli.

Özellikle Barcelona’da örneklerini gördüğüm, içinde bulunduğu toplumu kapsayıcı kültür merkezleri gibi geniş bir iç avlusu ve güvenliği olmayan açık bir kapısı yok belki ama en azından binanın içindeyken dışarıyı dışlamıyorsunuz, tam tersine katlardaki farklı bölümlerden dışarısı tamamen görülebiliyor. (Yandaki bu videoyu kitapçının hemen yanından arka giriş tarafından çektim.)

Sayısı ve niteliği nüfusumuza oranla oldukça az olan, özellikle/sadece kültür-sanat için tasarlanmış bu tip binalardan daha fazla olmasını ummakla birlikte, her şeyin normalde döndüğü günlerde Dolapdere halkı ile bu binanın daha bütünleşik bir hal aldığı zamanların olmasını dilerim.

Zira bina, kapısından girdiğim andan çıktığım ana kadar oldukça keyifli, kaliteli bir mimari ve sanatsal deneyim sundu bana. Ve çıkışta havayı güzel görünce, Dolapdere’den yürüyerek Taksim’e mi gitsem diye düşündüm.

En son Dolapdere’nin sokakları içinde 2000li yılların sonunda dersler için dolanmış, kaldırımda kendinden geçmiş yatanlar ve evlerine yeni dönen seks işçileri dışında, bildiğimiz arka sokaklar kirliliği ve yoksulluğu dışında bir şey görmemiştim. Bu sefer öğlen vakti sadece 2 sokak ilerleyebildim çünkü sokaklar anormal kalabalıktı. Ve o kalabalığın içindeki karmaşa biraz tedirgin ediciydi. Siyahiler, Suriyeliler, çıplak ayaklı çocuklar, pek kendinde olmayan adamlar ve kadınlardan oluşan, üst başlarından kötü durumda oldukları belli olan bu kalabalık hiç bir şey yapmadan sadece sokaklardaydı. Mimarlık öğrencisi olduğumuz yıllarda İstanbul’un bu tip yoksul semtlerine çok fazlaca girip çıktığımdan başıma geleceği az çok tahmin edebildim: cüzdandan olacak gibiydim. = ) Çok acayip bir koku ve garip bakışlar arasında, büyük bir hata yaptığımın farkında fakat bir şekilde de geri dönememiş ve  2 sokak ilerlemiştim ki tesadüfen yoldan geçen taksiyi görünce, hemen atladım.

Dolapdere’nin dönüşümü yıllardır konuşulup tartışıladursun, gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk çok daha fazla artmış.

O yüzden ilerleyen zamanlarda bu müthiş mekanda daha kapsayıcı etkinlikler yapmanın çok kıymetli olacağını düşünüyorum. Vehbi Koç Vakfı’nın ise böyle önemli bir yatırımla bölgeye bir kültür-sanat binası katarak bunun ilk adımını attığını, devamını getireceğini umut ediyorum.

KP Brehmer: The Big Picture (10/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Selen Ansen 

İlk durağım 3. ve 4. kata yayılmış olan Alman Sanatçı KP Brehmen’in esin kaynaklarını ve çalışmalarını da içeren kapsamlı sergisi oldu.

Özellikle içinde yaşadığı dönemin politik ve ekonomik durumunu verilerle ortaya koyup eserlerinde mevcut durumu ve kendi bakışıyla eleştirisini harmanlamış olan sanatçı, hayatın verilerini görsel olarak ortaya çıkarmaya uğraşmış.

Örneğin 1970lerin sonunda Bir İşçinin Ruhu ve Duyguları adlı serisinde, fabrika işçilerinin günlük ruh hallerini kayıt ederek bunları grafiklere dönüştürmüş. Uzaktan bakıldığında bir müzik partisyonu gibi görünen bu grafiklerde aslında mutludan korkuluya günbegün değişen ruh halleri görünüyordu.

Sanatçının “kendi çağının titiz bir gözlemcisi” olması gerektiğini vurgulayan KP Brehmer, günün Alman toplumunu geçmişin merceğinden bakarak eleştirir.

Sanat eseri nedir ve kayıt altına alınmış bilgilerin grafikleri sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi gibi sorular aklımda gezdim 4.katın tamamını. İlgilendiği konular ve gözlem çabası gerçekten etkileyici olsa da grafiklerin sanatsal değerini tam olarak anlayamadığımı belirtebilirim.

3. katta karşıma çıkan 1985 yılında yaptığı Paul (Klee) için Mona (Lisa) ve Yılan Beni Nasıl Görüyor – Ben Yılanı Nasıl görüyorum adlı eserlerini oldukça muzip ve yenilikçi buldum. Hatta önce eseri görüp anlam veremedim, fakat yaklaşıp alttaki metal plakada adını görünce kahkaha attım. =)

Altan Gürman (13/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Başak Doğa Temür

Erken yaşında kaybettiğimiz Altan Gürman’ın 1965 yılından vefat ettiği 1976’ya dek yaptığı çalışmaları içeren sergide, en çok dikkatimi 1965 yılındaki eserlerinden oluşan İstatistik Serisi çekti.

İstatistik serisi, içerdiği katmanlarla Gürman yapıtının tekilleşme tarzını çok güzel örnekliyor. […]
Gravür görünümü her şeyden önce zeminle figürü birbirinden ayırmaya yarıyor. Öte yandan, bu baskı görünümü resim tarihini tuvale geri çağırıyor. Musluk gibi sıradan nesneler sanki kutsal kitapları süsleyen
baskılarmışçasına tuval yüzeyini kaplıyor. Nesne olarak varlıkları resim tarihi tarafından onanan ikonalara dönüşüyorlar.

Dinleyen Gözler İçin (10/09/20 – 02/01/22)

Küratör: Melih Fereli

2.katta ise Arter Koleksiyonundan oluşan bir grup sergisi vardı.

John Cage’in müzikte olduğu kadar tüm sanatsal üretiminde sessizlik, belirsizlik ve rastlantısallığı bir arada kullanan deneysel yaklaşımını ve Fluxus sanatçılarını referans alan sergide, ziyaretçiler galeri alanına hâkim olan sessizliğin içinde yapıtlardan yükselen “sesleri” keşfetmeye ve hayal etmeye davet ediliyor.

Serginin bu bölümündeki bir çok eseri deneyimlemek çok keyifli ve değişik bir tecrübeydi fakat özellikle iki eser dikkatimi çekti. 

1- Osman Dinç’in Ahlat Ağacına Ağıt adlı eserinde, nota sehpalarının üzerinde birer müzik eseriymişçesine ağaç fotoğrafları vardı. Bu ağaçlar 1984-2010 yılları arasında Denizli şehrinde bulunan farklı tarlalarda tek başına bırakılmış, hayvanlara ve tarlada çalışan insanlara gölgelik yapan ahlat ağaçlarıymış. Onların yalnızlığı ve sessizliği beni oldukça etkiledi.

2- Yeni medya sanatının öncülerinden biri kabul edilen Michael Snow‘un bir odanın dört duvarına yansıttığı dört farklı videoda piyano üzerinde farklı şeyler çaldığı Piyano Heykeli adlı çalışmasında videolardaki ellerin hareketi ile odaya verilen kakafonik seslerin uyuşup uyuşmadığını anlamak ve o gürültü içinde bulunmak oldukça enteresan bir deneyimdi.

Yağmur Ormanı V (varyasyon 3)  (10/09/20 – 30/01/22)

Küratör: Melih Fereli

… Bu etkileşimli yerleştirmede büyük şamandıralar, plastik fıçılar, bakır bir kazan, bir saksı ve bir badminton raketi gibi 20 buluntu ve yapılandırılmış nesne havada asılı şekilde mekâna yayılırken, farklı biçimlerde müdahale edilip birleştirilmiş nesneler önceden kaydedilmiş ses dosyalarından gelen sinyallerle titreşerek izleyicilerin keşfine açık bir biçimde gelişimini sürdüren bir ses ortamı meydana getiriyorlar.

Arter’in kara kutusu içine yerleştirilmiş ve havadan asılmış çeşitli nesnelerin her biri ayrı aydınlatılmış ve her birinden bambaşka sesler geliyordu. Mekanın içinde nesnelerin arasında dolaşırken her adımda değişen kompozisyon ve değişen ses yoğunluklarını deneyimlemek oldukça etkileyiciydi. Bu nesnelerin bulunduğu sahneden uzaklaşıp seyir platformuna geçtiğimde ise seslerin ve nesnelerin bütününü görüp dinleyerek çalışma başkalaştı. Sanıyorum yarım saatten fazla zamanı bu çalışmanın olduğu kısımda dolanarak ve oturarak geçirdim.