10 f 2021 | Sinema, TV
Haziran sonu itibariyle kapalı sinema salonları açıldı fakat genel bir kamuoyu yoklaması yaptım, henüz erken dediler korkuttular beni, çift aşıya kadar bekleyeceğim. Açık sinema gösterimlerine de bilet bulamadım bir türlü istediğim filmlere…
Neyse bundan sonra daha keyifle, beyaz perdede film izleyeceğim/iz günler yakındır umarım diyorum.
Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)
Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)
Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir. (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )
İyi seyirler,
Kaçırmayın!
Film – Sound Of Metal – Internet // İzledikten günler sonra bile etkisinden çıkamadığımız filmler vardır ya, işte onlardan biri. Duyma yetisini kaybeden bir bateristin gün gün yaşadıkları, sesin varlığının ve yokluğunun hayatına etkisi neredeyse belgesel gibi işlenmiş. Riz Ahmed’in muhtemelen hayatının rolünü inanılmaz bir gerçekçilikle oynadığı filmde ses kurgusu kusursuz. Ve final hala böğrümden kalkmadı. Mutlaka izleyin, mutlaka!
Baya İyi!
Dizi – Ramy – BluTV // Bazı dizilere garip bir önyargım oluyor, sonra kendime çok kızıyorum. Ramy için de bir sürü sevdiğim sinema/dizi yazarının övgüsünü duymuştum ama sevmeyeceğim gibi gelmişti. İki sezonu resmen binge watch halinde tükettim. Ana karakter Ramy’nin – bazen bıktıran – Amerika’da büyümüş muhafazakar Müslüman erkek sorunlarının ötesinde, ailenin annesi ve kız kardeşinin hatta babasının hayatına odaklandıkları bölümler çok iyi. 3.sezon onayını alan diziyi, mesela Master of None seviyorsanız, izleyin.
Belgesel – Mossville: When Great Trees Fall – Salt // Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Louisiana’da Mossville adlı kasabanın teker teker açılan petrokimya tesisleri nedeniyle yaşanamaz hali gelişini kasabanın sakinleri ile yapılan röportajlarla anlatıyor. Adaletsizliği iliklerinize kadar hissettiren belgeselde, hem çevreyi kirletip, hem insanların sağlığını bozup hem de evlerinden eden bu büyük şirketlere karşı müthiş bir öfke ve çaresizlik duydum. İzlemenizi tavsiye ederim.
Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!
Kısa Film – Two Distant Strangers – Netflix // Oscar’dan en iyi kısa film ödülüyle dönen film, köpeğini almak için evden çıkan siyahi bir adamın öldürülmeden köpeğinin yanına gidemediği bir zaman döngüsünü tekrar tekrar farklı versiyonlarıyla sunuyor. Irkçılığı odağına alan bu kısa film oldukça etkili.
Belgesel – The Undamaged – Salt // Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Balkanlarda planlanan 2700’den fazla hidroelektrik santral nedeniyle tehlike altında olan nehirlere dikkat çekmek amacıyla 23 nehri 36 günde kateden Slovenyalı kürekçi Rok Bozman tarafından kurulan gönüllü topluluğu Balkan Nehir Savunması (Balkan River Defence)nın mücadelesini takip ediyor.
Belgesel – Samuel In The Clouds – Salt // Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Bolivya’da And Dağlarında kayak pistinin telesiyejini işleten Samuel’in hikayesine iklim değişikliği yönünden odaklanıyor. Zira artık dağlarda kar yok, turistler sadece manzara için dağa çıkıyorlar. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde susuz kalması beklenen bölgenin artan sıcaklıklarının Samuel ve ailesinin hayatına etkisini karşıtlıklar üzerinden görmek değişikti. Tavsiye ederim.
Belgesel – Anote’s Ark – Salt // Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Pasifik Okyanusunda 100bin nüfuslu bir ada olan Kiribati’nin iklim değişikliği nedeniyle yükselen deniz suyuyla sular altında kalacak olması gerçeğine odaklanıyor. 4000 yıllık Kiribati kültürünün de bu gerçekle yok olacak olmasını ve iklim değişikliğinin önce ada ülkeleri olmak üzere bir gün herkesi etkileyecek oluşunu tüm dünyaya anlatmaya çalışan devlet başkanının çabası, yakın gelecekte hepimizin yaşaması muhtemelen sorunları göz önüne seriyor.
Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!
Film – Game Night – BluTV // O’Sinema kanalının Neydi O Film programına bayılıyorum. Bu filmin adı orada geçince not almıştım, zira 2018 yapımı bu filmi izlememiştim. Oyun akşamlarının tutkunu olan bir grup arkadaşın bir oyun akşamının oyun-gerçek / şaka-kaka dönüşümü ile başlarından geçenleri konu alan filmi izlemesi oldukça keyifli. Tavsiye ederim.
Film – The Mitchells vs. The Machines – Netflix // Oldukça sürükleyici ve eğlenceli bir animasyon film. Son yıllarda pek etkileyici animasyonlar izleyemedim sanki, bunu da etkileyici sayamam ama en azından başından sonuna izlenebilirliği var.
Film – Love and Monsters – Netflix // Nedendir bilmem ama ben bu biraz ergen, biraz Marvel, biraz romantik filmi sevdim gibi. Baya keyifle izledim. Sempatik bir canavar distopyası olur mu? E oluyormuş işte.
İzlemesem de Olurdu ama Pişman da Değilim!
Film – The Midnight Sky – Netflix // Yani bu filmi az sevmekle hiç sevmemek arasında bir yerdeyim. Biraz sevdim çünkü iyi kötü bir hikayesi var, biraz akış zayıf olsa da bir takım olaylar, duygu değişimleri, flashbackler filan var. Hiç sevmedim çünkü bir çok sahnesi çok fazla uzun geldi. ( O değil de George Clooney ne çok yaşlanmış yaa )
Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!
Film – Wheel Of Fortune and Fantasy – IKSV // Ya bu pandemi bana neetti!?! Berlin’de Gümüş Ayı Büyük Jüri Ödülü almış filmi izleyemedim. 3 parçada, ara vere vere zar zor bitirdim. Diyaloglara hiç konsantre olamadım. Eminim güzel bir filmdi ama asla bilgisayar ekranından izlenecek bir şey değil, asla odaklanamadım.
Vakit Kaybı!
Film – Ad Astra – Mubi // Bir insan Brad Pitt’i görmekten ve duymaktan nasıl sıkılır? İşte böyle! Evet, bu da oldu, bu heykel gibi adamdan fenalıklar geldi. Bitince filmin süresine baktım, 2 saatmiş, hissiyatı en az 12 saat! Brad’in o dış sesi de eklenince 22 saat deyin siz ona. Ne anlattı, ne anladık hiç bilmiyorum. Daha vasat bir baba-oğul hikayesi duymadım, daha kötü bir uzay filmi de izlemedim. Söyleyeceklerim bu kadar. (Brad, seni yine de seviyorum canım!)
Dizi – Doğu – BluTV // Bartu Küçükçağlayan, Bartu Ben dizisiyle memlekette kendi hikayesini özgün (Master of None, Ramy vb.) bir akışta anlatmak isteyenler için bir kapı açtı. O kapıdan girenler arasında İbrahim Büyükak’ın İlginç Bazı Olaylar’ı gibi Doğu Demirkol’da Doğu adlı bir dizi ile hikayesini büyük oranda gerçeklere dayanarak anlatıyor fakat hikaye akmıyor, ilerlemiyor. Uzun sekans çekeceğim diye uzadıkça uzayan, diyalogları bir yere varmayan, kötü ses dizaynı ile fenalaştıran bu diziyi maalesef inatla bitirdim. Vakit kaybı!
Dizi – Bonkis – BluTV // Yukarıda yazdıklarımın aynısı! (Not: Tek pozitif ayrımcılığım kadın hikayesi olmasına ama 30+ yaşında evlenmemiş, çocuk yapmamış kadının “ben de böyleyim”ini anlatma telaşından da çok yıldım. Tamam böyleyiz, artık kabul görme/görmeme ezikliğimizi aşalım ya!)
Dizi – Generation 56k – Netflix // 56k modem çağında çocukken tanışan kızımız ve evladımız, yıllar sora karşılaşır. Yani 1 saatlik çerez romantik komedi yapmak yerine 8 bölüm x 30 dakikadan 4 saatlik dizi yapmışlar. Ben de oturup izledim. =(
1 f 2021 | Sinema, TV
Öyle bir noktadayım ki, şu küçük laptop ekranına bakarak 1 saniye daha bir şey izlemek istemiyorum ve sinemaların kapısına kendimi zincirlemeye çok yakınım.
Böyle desem de 1 yılı aşkın süredir 7/24 evde olan biri olarak bir şeyler tüketiyorum yine de. Ama mutlu muyum? Kim mutlu ki…
Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)
Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)
Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir. (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )
İyi seyirler,
Kaçırmayın!
—
Baya İyi!
Dizi – Ted Lasso – İnternet // 2.ve 3.sezon onayını da alan 2020 yapımı dizinin ilk bölümünü yayınlandığında büyük bir önyargıyla (futbol koçu, eril kaba şakalar, absürtlükler… fuf! diyip) izlemeye başlayıp, hiç sevmemiştim. Neden sonra olumlu yorumları okudukça bir şans daha vereyim dedim ve tabi ki önyargılar yıkılmak içindir, bayıldım! Uzun zamandır en sevdiğim, içselleştirdiğim karakterler arasına girdi Ted, sarılasım var! Merakla yeni sezonları bekliyorum.
Film – Nuh Tepesi – Netflix // Prömiyerini Trabeca Film Festivali’nde yapan ve Adana Film Festivali’nde en iyi film ve en iyi yönetmek ödüllerini kucaklayan film, derinlikli diyalogları, oldukça başarılı görüntü yönetimi ve hikayesiyle beni de oldukça etkiledi. Her bir diyalogda, tarafların her birine hak vererek izleyicinin kafasını karıştıran, ağır temposuna rağmen merak duygusunu yukarda tutabilen oldukça duygusal bu filmi, sadece başroldeki Ali Atay ve Haluk Bilginer’in etkileyici performansları için bile izlemenizi tavsiye ederim.
Kısa Film – The Electric House – İnternet // 1922 yılı yapımı 23 dakikalık bu kısa filmi izlerken her saniyesinde 100 yıl önce çekilmiş olduğuna hayret ettim. Müthiş eğlenceli, vizyoner ve hayranlık uyandırıcı bu filmi bulup mutlaka izleyin.
Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!
Film – Nasipse Adayız – Netflix // Ercan Kesal’a büyük hayranım. Özellikle Yozgat Blues’daki performansını sabahlara kadar övsemdoyamam o kadar inanılmaz ki! Nasipse Adayız, senaristliğini, yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği ilk filmi. Belediye başkanlığı aday adayı Doktor Kemal’in seçim kampanyasındaki bir gününe odaklanan filmi uzun planlarıyla, her türlü zorluğa büyük bir sakinlikle yaklaşan o darlanma halini çok iyi hissetiren oyunculukla ve senaryosuyla kalbimi kazandı. Ercan Kesal’ın kredisi o kadar yüksek ki kurguda ve tempoda yaşanan bazı akış problemleri canımı sıkmadıı bile. İzlemenizi tavsiye ederim.
Film – A Friendly Tale – İKSV // Bu filmi “boş yapsa da bari eğlendirsin” kategorisine yazarken düşündüm, aslında o kadar da boş yapmadı ve bana küçük de olsa ilham verdi diyerekten hoop buraya transfer ettim. Kendinden memnun olma, kendi kapasiteni bilme, başkalarının yeteneklerini kıskanma, arkadaşlık gibi kavramları sorgulayan Fransız yapımı filmin o hafif, dostane, eğlenceli yapısıyla hikayeyi başından sonuna büyük bir keyifle izledim.
Film – Never Rarely Sometimes Always – İnternet // Genç yaşta istenmeyen bir hamilelik yaşayan Autumn’un kuzeni ile birlikte kürtaj için Newyork’a gidişini neredeyse bir belgesel gibi anlatan film, az diyaloguna rağmen “hissettirmeyi” çok iyi başarıyor. Oyuncuların minimal yaklaşımı, yaşananların ağırlığı ama bir yandan sıradanlığı içine alıveriyor insanı. Berlin’den Jüri Özel Ödülü ile dönen bu dram, övgüleri hakediyor.
Belgesel Film – Aalto – İKSV // Modern mimarinin en ünlü isimlerinden biri olan Alvar Alto’nun yaşam hikayesinden kesitler sunan ve bazı ünlü tasarımlarında bizi gezdiren belgesel, hem geçmişe ait bazı kamera kayıtlarını hem de bazı özel mektupları da içeren ağır tempolu fakat izlettiren bir film.
Film – The White Tiger – Netflix // Hindistan’daki en zengin ve en fakirlerin kesişimi olan efendi-köle ilişkisine odaklanıp, bir köşeyi dönme hikayesini her bir karakteri (temsil ettiği sınıfı) uzunca anlatan filmi, uzayan süresi ve hikayedeki bazı anlam veremediğim detayları yok sayarak özellikle başroldeki Adarsh Gourav’ı performansı hatrına sevdiğimi söyleyebilirim. En iyi uyarlama senaryo adayı olan filmi sadece yaşanan ekonomik adaletsizliği görmek için bile izleyebilirsiniz.
Film – The Assistant – İnternet // Ozark’ta izleyip hayran olduğum Julia Garner’ın başrolünü oynadığı film, oldukça düşük temposuna rağmen insanı gerim gerim geren bir işyerinde taciz, istismar, mobbing silsilesini belgesele benzer bir formda anlatıyor. Olaylara 3.göz olmaya çalışırken biraz fazla uzaklaşmış bulsam ve artık konuşma zamanıyken bu kadar kapalı ve kaçak olmaya gerek var mı diye düşünsem de, sunduğu kesit itibariyle fena bir bağımsız değil.
Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!
Film – Seni Buldum Ya – Mubi // Reha Erdem’in pandemi koşullarında “online” olarak çektiği filmi eleştirmenleri ikiye böldü. Ben, bu dolandırıcı hackerlar hikayesini de, oyunculukları da, filmin enerjisini de gayet beğendim. Şarkılar, danslar, başı, sonu filan derken keyifli zaman geçirtti bana. Tavsiye ederim.
Dizi – Jane The Virgin – Netflix //Resmen 100 bölüm pembe dizi izledim! Ve biraz önce şu hesabı, ağzım açık 10 kere kontrol ettim: Her bir bölüm 40dk olsa, 4000 dk yapıyor! 67 saat! Ömrümün uykuyu düş 4-5 günü! Yaklaşık 400 küsür gündür karantinada olduğumuz gerçeğini de ekleyip geçen günlerime yıllarıma bir kadeh doldururken, ben yandım siz de yanın diyerek bahsedeceğim. Evet bilen bilir böyle “soft” şeyleri gözümü dikerek değil yanda görüntü ve arkada ses olarak izlerim, daha doğrusu dinlerim. Bu diziyi de öyle tükettim ve yani o saçma pembe dizi senaryosu, sıcak aile ilişkileri, tatlış romantik aşklar filan ne yalan söyleyeyim bana iyi geldi! İhtiyacınız varsa böyle bir kafa açmaya, bence bir şans verin. Benim gibi blogda yazıp cümle aleme ilan etmenize gerek yok tabi, sır olarak saklayın, keyfinize bakın =)
Film – Thunder Force – Netflix // Oldukça bayat bir süper kahraman filmi fakat sırf Melissa McCarthy’e her filminde aşırı güldüğümden, bunda da çok eğlendim.
Dizi – WandaVision – İnternet // Disney ve Marvel bir araya gelirse ne olur? Spoiler vermemek için detay açıklayamayacağım ama Marvel severseniz zaten kaçırmayın. Süper kahramanlara bayılmıyor ama seviyorsanız da 9 bölümlük mini dizinin ilk bölümlerinde ne izliyorum ben diye şaşırıp kapatmayın, ilerleyen bölümlere mutlaka şans verin. Biraz iç içe değişik alengirli şeyler var. (Ne diyorum acaba?)
İzlemesem de Olurdu ama Pişman da Değilim!
Dizi – High Fidelity – İnternet // Kusurları, yanlışları olan Rob adlı müziksever ve plak dükkanı sahibi bir kadın ve hayatıyla, ilişkileriyle, kusurları ve hatalarıyla nasıl başa çıkamadığını izlediğimiz dizi, bir roman uyarlaması. Ben izlemedim fakat yıllar evvel hikaye film olarak da seyirciyle buluşmuş. 10 bölümlük tek sezon bu diziyi arka arkaya neredeyse es vermeden izledim ama bittikten sonra bende bir iz bıraktı mı? Emin değilim. İzlerken düşündürdü ve merak ettirdi mi? Evet.
Belgesel Film – Operation Varsity Blues: The College Admissions Scandal – Netflix // Bu inanılmaz üniversiteye giriş skandalını basından sıkça takip ettiğimden yer yer kurgusal canlandırmaları da olan belgeseli izlemesem de olurdu ama yani bu parası çok olan insanların her şeye haklarının olduğunu sanmaları yüzsüzlüğünü de detaylıca gördüğüme pişman değilim!
Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!
—
Vakit Kaybı!
Film – Soul – İnternet // 93. Oscar ödül töreninde en iyi animasyon ödülü kazanan, bir çok eleştirmenin oldukça beğendiği Pixar yapımı film, “benim dünyadaki amacım ne” problemine ruhlar aleminden yanıt arayan bir animasyon. Filmin en iyi yanı olan görsel seyir zevkini bir yana bırakırsak, bu hikayeyi anlatmak için bir uzun metraja gerek olup olmadığını sorguladım izlerken. Zira heyecan uyandıran tempolu veya eğlenceli bir hikayesi yok, şoke eden veya etkileyen bir önermesi de yok. O zaman neden bu filmi uzunnn uzunnn izledik eyyy Pixar?
Fim – Borat Subsequent Moviefilm – İnternet // Hiç uzatmayacağım. Sevenleri çok, saygım sonsuz. Ben mizahını ve göndermelerini anlıyor olmakla birlikte ne sempatik bulabiliyorum, ne adam haklı beyler oluyorum, ne gülebiliyorum. Sorry not sorry.
Film – Stowaway – Netflix // Pandeminin ruh halimi nasıl bozduğunu şuradan anlayabiliriz. Konusu, uzay gemisine kaçak binen =) veya yanlışlıkla gemide kalan =) bir mühendisin iki yıllık uzay görevini oksijen tüketmek suretiyle =) tehlikeye atması. Ciddi ciddi sonuna kadar da izledim. Of!
Film – Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü? – Netflix // Annemle sohbet ederken “Ecem Erkek çok iyi oyuncu, Güldür Güldür’de bayılıyorum kıza, filmi hemen izleyeyim” dedi. Şahsen kendisini daha önce izlememiştim, merak edip bu vesileyle izledim. Uzatmayayım bu filmdeki oyunculuğunu hiç beğenmedim, başka yerde bilemem. Demet Akbağ’lı eski versiyonla karşılaştırma bile yapmıyorum. İzlememiş olanlar bulup oyunun çekimini izlesin hiç bu yeni haline bakmasın bile.
Film – Yes Day – Netflix // Netflix algoritmam bir çöplüğe döndü anlaşıldığı üzere. Beni aile komedisi izleme noktasına getiren pandeminin abv!
7 f 2021 | Sinema, TV
En son Ocak ortasında izlediklerimi toparlayıp listelemiştim. Aradan yaklaşık 1,5 ay geçmişken, neler izlemişim, neleri beğenmiş nelere boşa vakit harcamışım bir bakalım.
Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)
Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)
Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir. (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )
İyi seyirler,
Kaçırmayın!
Film – Nomadland – Internet // Milyonlarca kişi tarafından senenin en iyi filmi seçildikten ve onlarca ödül aldıktan sonra ben de nihayet izleyebildim. Herkes beğenmekte çok haklıymış. Filmin ana karakterinin neredeyse bedeninin içine bize sokarak hayatın acısını, sıradanlığını, değişkenliğini, zorluğunu deneyimlemekten insanın içine içine işleyen bir film. İnsan sahip olduklarının ne kadarını kaybetmeye dayanabilir, her şeyinizi kaybetseniz bile elinizde kalana ne kadar tutunabilirsiniz, ne zaman çaresiz hissederiz, ne kadar çaresizliğe dayanabiliriz, hayat her zaman, ne olursa olsun devam eder mi?? Böyle onlarca soru yumruk gibi içimde kaldı izlediğimden beri, düşünüyorum… Tavsiye ederim.
Dizi/Belgesel – Pretend It’s A City – Netflix // Komedyen/Eleştirmen Fran Lebowitz’i tanımıyordum. Dizi ve Martin Scorsese Amca sayesinde tanışmış oldum. Özellikle şehre bakış açımız yönünden ikizimi bulmuş gibiyim. Müthiş bir eleştirmen, bir çoğuna göre aşırı uç, bana göre nokta atışı söylemleri. Ba-yıl-dım!
Baya İyi!
Film – 200 Meters – İstanbul Modern Sinema // Mustafa’nın ailesi ile arasında 200 metre var ama istediği her an yanlarına gidemiyor. Çünkü ailesi duvarın arkasında, kendisi ise Filistin’de. Batı Şeria’da böyle bir hayata tanık oluyoruz önce. Sora oğlu kaza geçirince, o kocaman sınır duvarının 200metre ötesine geçmek için 200kmlik bir yolculuğa çıkması gerekiyor. Yani filmin büyük bölümünde bir yol hikayesi izliyoruz fakat yolculuktaki insanların her birinin hayatı bu hikayeye ekleniyor. Çok başarılı bir ilk film. Bir de bana müthiş bir müzisyen kazandırdı. Filmin müziklerinde imzası olan Faraj Suliman!!! Özellikle Arap müziği sentezli caz müzikleri beğeniyorsanız mutlaka dinleyin.
Film – Daha – Netflix // Hayatımın bir bölümünü Hakan Günday’ın işlerini deli gibi takip edip, her kitabını okuyup her oyuna çevrilen işini izleyerek filan geçirdim. Son bir kaç yıldır ise yüreğim kaldırmıyor bazı anlattığı -bir yerlerde gerçek olduğunu bildiğim- acıları. (Yaşlandım mı?) Çünkü okuyanlar bilir, hiç acımaz o gerçekleri suratınıza suratınıza gösterirken. Daha’yı da okumuştum yıllar evvel. Hikayeyi tekrar izlemek yine acıttı. Filmin sorunları var ama hikaye öyle ki.. Gerçek hikayelerle yüzleşebildiğiniz bir zaman izleyin derim.
Dizi – I Know This Much is True – BeinConnect // O kadar zor bitirdim ki diziyi. Sevmediğimden değil, yüreğime öküzü oturttu da kaldıramadım. Mark Ruffalo’nun muazzam ötesi oyunluğu (bir ikizi olduğuna emin gibiyim!), hikayenin derinliği ve karanlığı beni bitirdi. Neresini nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Her anlamda müthiş, müthiş!
Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!
Film – Kelebekler – Mubi // Kelebekler’i Mubi’de görünce ikinci kez izleyeyim dedim. İlkinde biraz dikkatsizce izlemiştim, ikinci izleyişimde daha detaylı bakınca daha da çok sevdim. Bitmek bilmeyen “daddy issues” ve aile/toplum ilişkilerini sıkmadan ama dokunacağı yerleri de esgeçmeden anlatıyor Tolga Karaçelik.
Belgesel Film – Made You Look: A True Story About Fake Art – Netflix // New York’ta çok ünlü bir galerinin sahte Pollock ve Rothko eserleri senelerce satmasının mahkemeye taşınmış hikayesini; zamanında bu eserleri onaylayan sanat uzmanlarından, konuya dahil olan avukatlardan, davayı izleyen gazetecilerden ve davalı/davacı taraflardan dinlediğiniz bir belgesel film. Film bittiğinde acaba kaç evde daha tespit edilmemiş ve milyon dolara satılmış sanat eseri vardır, taklit ve aslı ayırt edilemeyecek kadar nasıl benzer olabilir, bir sanatçıyı taklit etmek ne denli kolaydır gibi binlerce soru kafanızda uçuşuyor. (Sanat eserinin pahasının belirlenmesi konusuna hiç değinmiyorum bile!)
Belgesel Film – Ah Gözel İstanbul – İKSV Film + Mubi // Ben bu belgeseli İKSV’de yayına girdiğinde izlemiştim ki şimdi Mubi’de de kataloga girdi. İstanbul’da bir kibrit çöpünün bile izini sürmekten keyif alabileceğim için, bu “sürekli aynı ses tonundan” yorgun düşebileceğiniz ağır aksak gibi görünen belgesel beni mest etti. Keşke bir zaman makinesi olsa… İstanbul’u farklı farklı yıllarda ziyaret edip gezmeyi öyle çok isterdim ki…
Film – Da 5 Bloods – Netflix // Film biraz enteresan. Vakit Kaybı bölümüne mi koysam yoksa buraya mı diye düşündürdü beni resmen. Çünkü fikir ve anlatılmak istenen hiç bir şey orijinal değil ama bir şekilde sonuna kadar izleten bir hikayeler silsilesi var. Konuların içinde konular, onların içinde başka konular derken çok dallı budaklı dağınık bir senaryo ama oyunculuklar ve 12.oyuncu “doğa” izlemeye değer. Düşündüm düşündüm, o kadar da vakit kaybı değildi sanki galiba sanırım.
Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!
Dizi – The Great – Bein Connect // Hakkında pek bir şey okumadan etmeden, tavsiyeyle daldım diziye ve tahminimden çok daha fazla güldüm. Rusya’nın altın döneminde saraya yapılan, artık gönderme bile diyemeyeceğim çünkü işin ucu kaçmış oldukça, her türlü dalga geçmeyle çok eğlendim. Bir şekilde, bu kadar ucu olmayan bir komedi dizisinde akışta olan bir hikaye, giriş-gelişme ve sonuç var. Şöyle bir göz atın, 1.bölümden tarzı anlarsınız. Severseniz zaten devamı da gelir.
Dizi – 50 m2 – Netflix // Selçuk Aydemir – Burak Aksak işbirliklerini sevenlerdenim. Bu dizi çokça Netflix sosuna bulanmış olsa da özellikle Cengiz Bozkurt ve Tuncay Beyazıtlı’nın her sahnesini gülümseyerek izledim. Biraz sıkışık, akışında problemleri olan bir senaryo ama izlemeye başlayınca gidiyor bir şekilde.
İzlemesem de Olurdu ama Pişman da Değilim!
Dizi – Run – Bein Connect // Acaba yazar bu başlıkta ne demek istemiş. =) Yani, kabaca hikayeyi anlatmalıyım. 15 yıl önce ayrılmış ve hiç görüşmemiş iki sevgili, yıllar evvel kendilerince bir söz veriyorlar. Biri diğerine “run” yazan mesaj atar ve diğeri de “run” yazarak cevap verirse, hayatlarından memnun değiller demektir ve birlikte kaçacaklar. Malumunuz bu olay gerçekleşiyor ve biz o 3-4 günlük kaçış macerasını izliyoruz. Ben 7 bölümü bir günde tamamladım zira insan ne olacağını merak ediyor. (Ya da ben fazla boşum!) Ve yani bir takım şeyler de oluyor tabi, final de merak ettiriyor ama 7 bölüm boyunca eskiler, eski sevgililer, gençlik filan konuşuldukça “fazla hatıra annecim!”. Bana bi bastılar! Sırf merakımdan bitirdim. Başlık da bundan işte. Artık bu bilgiyle ne yaparsınız bilmiyorum, merak eden izlesin =)
Film – Luxor – İKSV Film // Eski sevgililerin bilmem kaç yıl sonra bir araya gelmesi temalı filmleri izlemeyi bırakmam lazım. Belli ki filmler güzel olsa bile bana yaramıyor =) Başrolde Mısır’ı izlemek muazzam fakat hikaye bana zayıf geldi. Bu ikilem yüzünden bu başlık =)
Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!
Film – Pinocchio – İKSV Film // Sevimli Pinokyo’nun hikayesini ne ettiniz böyle?! Atmosfer güzel, olaylar biraz karanlık, Roberto Benigni yine duygusal oyunculuğunda tavan ama ben evde konsantre olamadım. Giremedim o dünyaya bir türlü. Belki salonda olsa daha çok severdim ama maalesef. =(
Vakit Kaybı!
Dizi – Tiger King – Netflix// Evet ancak izledim. Ve evet beğenmedim. Uzun uzun niye bu psikolojik sorunlu adamların hayatının her türlü detayını izliyoruz anlamadım. 2. bölümde pes ettim.
Film – I Care A Lot – Netflix // Bazı spekülasyonlar boş çıkmaya mahkum, tıpkı bu filme çok şaşırıp, çok beğenenlerinkiler gibi… Yani, neden vakit kaybı olduğunu yazmak bile vakit kaybı. İzlemeyin.
Belgesel – Becoming Duru – Netflix // Nükhet Duru’nun hayatını ŞokoPop’un ve 196Sekiz Youtube kanallarından izleyiniz. Bu albüm tanıtımımsı şey anlamsız.
19 f 2021 | Sinema, TV
Sürekli evde olma lanetindeyken, üstümüze bir dolu platform, dizi ve film attılar. Fakat samanlıkta iğne arıyor gibiyiz. Şöyle bir baktım dünya kadar diziyi, filmi tüketmişim ama tatmin seviyem düşük.
Bir de bu süreçte fark ettim ki ben sinema dışında bir yerden iyi film izlemeyi bilmiyormuşum, ya da bu küçük ekranlarda izlediklerim beni beyaz perdede izlemek kadar etkilemiyor. İkisinden biri.
Artık ne izleyeceğimi asla bulamayacak haldeydim ki OscarBoy, Kutsal Motor ve Melikşah Altuntaş hesaplarından listeler yayınladılar. Bana da gün doğdu. Hemen notlarımı aldım, onların tavsiyelerinden devam ediyorum.
Aşağıda izlediklerim hem onların listelerinden, hem benim… Neyse karışık işte… Ben şöyle kısaca izlediklerimden bahsedeyim, hangi platformda olduğunu da yazayım, kategorilere de ayırayım. Çünkü biliyorum, ne izlesek diye bakmaya geldiniz. = )
Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)
Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir.
İyi seyirler,
Kaçırmayın!
Dizi/Belgesel – How to with John Wilson – Internet // Yeni bir bakış açışına hasretken müthiş geldi bu mini dizi/belgesel bana. Bazı bölümlerde sesli kahkaha attım bazı yerlerde gözlerim doldu. Ben gözümü dikip full konsantre dizi izleyebilen biri değilimdir. Bu diziyi gözümü kırpmadan izledim çünkü random görüntülerin tamamı gerçekten çok iyi seçilmiş, kurgulanmış ve her bölümün temasının anlatısı çok fırlama ve nasıl oluyorsa aynı zamanda hüzünlü. Yıllarca yaşadığı şehri videoyu almak, her gününü kaydetmek gibi deli huyları olan bu adam, sonunda bunu süper bir şeye evriltmiş.
Her bölüm üzerine uzun uzun konuşup yazılabilir ama şimdilik bıraktığı bu müthiş tadın, oluşturduğu yepyeni belgeselcilik ve melodram komedi gibi saçma tarzın keyfini çıkarıyorum. Bu yıl (2021) yayınlanacak 2.sezonu merakla bekliyorum.
Dizi – I May Destroy You – Bein Connect // Bu senenin yerli yabancı top listelerinde ilk sıralarda görünce hemen merak edip sezonu bir günde bitirdim. Cinsel istismarın sınırlarından, aile-arkadaş ilişkilerine kadar kapsamını genişleterek büyüten fakat özünde Arabella’nın hikayesine odaklanan dizi, kafamızdan geçen senaryolar ve gerçekleri yüzümüze çok derinden ve etkileyici bir şekilde vuruyor.
Dizi – The Last Dance – Netflix // Basketbol izleyicisi değilim. Kardeşimden kaynaklı bazı maçları izlemişliğim var, o kadar. Fakat bu dizi ne sadece basketbolu ne de sadece Michael Jordan’ı anlatıyor. Hırs-tavır, ün-aile, azim-başarı gibi kavramları işin içine sokarak, gerçek hayatta yaşananları müthiş bir kurgu ile yıllar arasında sürekli geçiş yaparak, benim gibi bu meşhur konuları hiç bilmeyen birinin bile ilgisini sağlam tutarak, 50şer dakikalık 10 bölümde anlatıyor.
Dizi – Bir Başkadır – Netflix // Aslında uzunca bir yazı yazmak istiyordum ama herkes çok şey yazdı hakkında hevesim kaçtı. Fakat Berkun Oya’nıın Krek nedeniyle bende yeri farklıdır. Kafasını, bakışını severim. Bir Başkadır da olmuş ötesi olmuş, artık bir de ben övmeyeyim. =) (Yalnız İslamiyetten Önce Bilardo’yu okumadıysanız, muhakkak okuyun!)
Baya İyi!
Film – Dick Johnson is Dead – Netflix // Film bittikten sonraki o yazıyı görünce, hüzünden dolan gözlerimden sevinç gözyaşları döküldü. Sesli bir şekilde “Aaaa” dedim. (Karantina günlükleri sayfa 29393). Babasının olası ölümünü, muhtelif şekillerde filme alan Kirsten Johnson, çok sıcak, matrak ve zaman zaman da hüzünlü bir işe imza atmış.
Mini Dizi – Unorthodox – Netflix // Cahilliğime verin ben bu ultra-Orthodoks konusunda pek bilgi sahibi değildim. 1er saatlik 4 bölümde oldukça şaşırdım ve nefessiz izledim. Biraz iç sıkıştırıcı bir özgürlük arayışı hikayesi.
Film – Sarmaşık – Mubi// Ayıp bana evet, ama vizyonda kaçırınca izlemem böyle yıllar sonrayı buluyor ne yapayım. Tolga Karaçelik imzalı film, övüldüğü kadar varmış. Denizin ortasında, günler/aylar sürecek bir yolculukta, kapalı bir alanda olma hissi ta en baştan karnımı kastı. Sonrası ise hem ta en özünden insana dair, hem de çok fazla politik ve öğretilmiş/öğrenilmiş yanlışlar. Bir de Nadir Sarıbacak… Çok özlemişim izlemeyi, müthiş, müthiş.
Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!
Film – Ahlat Ağacı – Mubi // İlk defa izlediğim bir Nuri Bilge Ceylan filmini az sevdim. Yani beklentim çok çok sevmek olunca az sevmiş gibi oldum. Acaba diyaloglar azken her şey daha mı güzeldi? Bir de ikisi de müthiş oynamışlar ama Murat Cemcir, Doğu Demirkol’un babasını oynamak için fazla mı gençti? Kafamda sorular çok fakat Anadolu’daki sıkışmışlık hissini, öncekiler kadar müthiş olmasa da görüntü yönetmenliğini, baba-oğul-aile-toplum işlemelerini her şeye rağmen seviyoruz be NBC.
Film – Rocket Man – Netflix // Elton John’un çocukluğundan başlayıp gençliğindeki alkol, uyuşturucu ve seks bağımlılığının dibine vurduğu anlara kadar ki hikayesini anlatan film, sahte ve taklit bir tat yerine gerçeğe inmeyi yeğlemiş. Aileden başlayan sevgisizliğin başlattığı bu dibe gidiş hikayesi, koşulsuz sevgiyi veren bir dost sayesinde nasıl toparlanır… Ah çok hüzünlü ama sonu çok umutlu.
Dizi – Queen’s Gambit – Netflix // Satrançla ilgili hiçbir şey bilmeden 7 saatin neredeyse tamamında satranç oynanan bu diziyi izledim. =) Bir kaç bölüm daha az olabilirdi gibi ama uzunluğu dışında tarihsel akan hikayesi ve oyunculuk performansları, yanı sıra görüntü yönetmenliğiyle de zevkli bir diziydi. Bu dizi de dahil bu sene izlediklerim sayesinde, hayatımda düşünmediğim kadar “yetenek mi? zeka mı? çok çalışmak mı? ” konularını düşündüm sanırım.
Film – Azizler – Netflix // Çoğu insan için “vakit kaybı” kategorisinde bu film, onu bilerek baştan belirteyim. Evet kadın karakterleri yok, evet sadece erkek bakış açısı var. (Bu neden illa sorun olmalı bilemiyorum.) Evet Engin Günaydın ve Haluk Bilginer, daha önce oynadıkları herhangi bir rolü tekrar ediyor gibiler. Evet sonu başından belli. Fakat tüm bunlara rağmen yalnızlıkla baş etme halini ele alma yöntemini ben beğendim. Biraz kurgusu ve hikayesi dağınık ama bir şekilde sonuna kadar beni tuttu ve izletti. Ayrıca bir cümleye takılı kalma halini ve bunu işleme şeklini herkesin aksine ben çok fazlaca sevdim.
Film – My Octopus Teacher – Netflix // Bir Nat Geo belgeselinden birazcık farklı çünkü değişik boyutta bir duygusal bağı çoğunlukla izleyip, bazen de röportajdan dinliyorsunuz. Bir ahtapotla bir insanın bağını izlemek, değişik bir deneyim.
Film – Toz Ruhu – Mubi // 2014 yılı yapımı Nesimi Yetik filmi için bir yorum okumuştum. Ana karakter, günlük temizlikçi olarak çalışan ve boş zamanlarında kendince besteler yapan Metin için: “Dünyada kapladığı yerin farkında” denmişti. Filmi izleyince o cümle benim çok içime oturdu. Ah Metin, sana ne denirse densin, sen o kapladığın yeri biliyorsun ve acaba fazlasını isteyenler mutsuzken sen hepimizden mutlu musun?
Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!
Dizi – Aile Şirketi – Bein Connect // Nereden kopya, hangi dizinin aynısı tartışmalarına girmiyorum. Mutfakta iş yaparken açıyorum, gidiyor mu gidiyor. Gülümsetiyor mu gülümsetiyor. Bu.
Beyaz Perdede Ok Olabilir, Ekranda I-Ih!
Film – Mank – Netflix // Siyah beyaz filmlerden hoşlanmadığım için maalesef David Fincher’da olsa babamın oğlu da olsa -1 puandan başlıyor benim için. Fakat burada ufak bir haksızlık yapıyorum muhtemelen, zira bu filmi sinemada izlesem renksizliğine rağmen sevebilirdim fakat ekrandan 4 sefer dura kalka zor bitirdim. Üniversitede Güzel Sanatlar bölümünden aldığım sinema dersinde koskoca 1 hafta tartıştığımız kült film Citizen Kane’in senaryo yazımının hikayesini, Fincher’dan alışık olmadığımız bir politik bakışla ve Hollywood’un karanlık yönlerini ortaya koymaktan çekinmeden göz önüne seriyor bu film. Beni yoran kısım diyaloglar ve hikayenin dağınıklığı oldu sanırım. Bir de keşke siyah beyaz olmasaydı… Belki her şey normale döndüğünde bir gün sinemada yer bulur, mutlaka tekrar izlemeyi deneyeceğim. O zamana kadar, sorry not sorry.
Film – I’m Thinking Of Ending Things – Netflix // Üzerine yazılan her şeyi okudum sanırım, ve nasıl olduysa filmin herkeste bıraktığı hissiyat bambaşka. Anomalisa severlerden olarak isyanlardayım, çünkü bu filmi bol seyircili bir festival gününde izleyip çıkışta bira içerken arkadaşlarla yorumlamak vardı! Ekrandan olmuyor, izledim, yalnızdım, duvara baktım bir süre, sinir bozukluğuyla karışık uyku kaçırdı. Ne izledim bilmiyorum. “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu.”
Vakit Kaybı!
Mini Dizi – The Undoing – Bein Connect // Lost ve GOTdan beri sonuna bu kadar sinir olduğum başka bir dizi olmadı herhalde. Bir de Nichole Kidman’ın o yerlere kadar olan korkunç renkli paltosuna tutuldum. Tek sevdiğim şey her hafta yeni bölüm beklemek oldu. O kadar uzun zamandır hep oturup peş peşe bölümler şeklinde dizi izliyorum ki, bekleyerek izlemenin tadını unutmuşum. Fakat dizinin tamamı yayınlanmışken size tavsiyem, ilk 2-3 bölümü izleyin, sonrasını bırakın izlemeyin, hayal gücünüz sonunu yazsın.
Dizi – I Hate Suzie – Bein Connect // Ben de mi bir dikkat dağınıklığı var bilmiyorum ama uzun, çok uzun… İlk bölüm çok iyi, konu iyi, son bölüm de çok iyi ama aradakiler bölümler tam olarak neden vardı anlamadım. Dizi değil de keşke 1-1buçuk saatlik güzel bir film olsaymış.
Film – The Trial of Chicago 7 – Netflix // Düz, dümdüz bir film. Bu kadar değerli bir konuyu nasıl bu kadar bayat çekmişler anlamak mümkün değil.
Dizi – Lupen – Netflix // Bir övmeler bir bir şey… Güzel sanmıştım, yeni veya eski/güzel hiç bir numarası yok.
28 f 2020 | Sinema
Malum evlerdeyiz. Yani en azından ben evdeyim. =) Şahsen Mart ayında kapandığım evden, evden çalıştığım ve pandemi yüzünden panik atağımsı bir halde olduğum için oldukça sınırlı dışarı çıkıyorum. Ne tiyatroya ne sinemaya aylardır gidemiyorum ve çok fena özledim, ağlayacak kadar!
O yüzden bu ihtiyacımı mümkün mertebe güzel filmleri bulup izleyip ruhumu doyurarak gidermeye çalışıyorum. Mubi’ye çok eskiden üye olmuştum ama fırsat bulamıyordum izlemeye, şimdi ise hakkını veriyorum diyebiliriz..
İşte bu ay izlediğim filmler:
Sivas – Kaan Müjdeci – 2014
“Anadolu’nun kasvetli bir köyünde yaşayan Aslan, acımasız bir dövüş sonrası ölüme terk edilen Sivas isimli yaralı bir çoban köpeğini kurtarır. Sınıf arkadaşlarını ve özellikle de hoşlandığı kızı etkilemek için Sivas’ı kullanan Aslan, başka bir çocuğun köpeğiyle amatör bir dövüş bile düzenler.”
Venedik film festivali ödüllü filmi zamanında bir sürü yerde yapılan gösterimlerinde kaçırmayı başarmıştım. Amerika’yı yeniden keşfediyor ve müthiş şaşırtıcı bir açıklama yapıyor gibi olmayayım ama gerçekten çok etkileyici bir filmmiş.
Final sahnesindeki diyalogdan sonra vicdansızlığın öğretilen bir şey olduğunu, saf çocuk hislerimizin büyürken içinde bulunduğumuz toplum tarafından nasıl yok edildiğini ve düzenin olduğumuz kişi olmamızda nasıl da etkili olduğunu günlerce düşündüm.
Evet köpeklerin dövüş sahnelerini izlemek çok zor ve rahatsız edici ama beni asıl rahatsız eden o benimsenmiş kültür ve öğrenilen acımasızlığı insanların yüzlerinde görmek oldu. Ve Sivas’ın bakışları…. Neden köpeğin başrolde oynadığı film dediklerini de anladım. Ve son olarak da Aslan rolündeki Doğan İzci…
Yakın dönem Türkiye sinemasının en etkili filmlerinden biri Sivas, şimdiye kadar izlememiş herkes listesine almalı.
Run Lola Run – Tom Tykwer – 1998
“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”
Gençliğim ve aklımın başıma gelmesi 2000leri bulduğundan, o yıllardan önceki filmlerden sadece kült olan bazılarını biliyorum. Zaman zaman duyduğum tavsiyelerle not aldığım eski filmler oluyor, bu film onlardan biriydi. Yorum olarak “biraz saçma ama çok güzel” yazmışlar, bu yorumu çok tuttum. Gerçekten izlemesi kolay ve zevkli, temposu oldukça üst seviyede. Güzel vakti geçirmek istediğiniz bir zaman izlemenizi tavsiye ederim.
Deniz Seviyesi – Esra Saydam, Nisa Dağ – 2014
Damla, yakın zamanda evlendiği Kevin’la birlikte New York’ta yaşar. Damla Kevin’ı da alarak Türkiye’deki ailesini ziyarete gider. Kevin burada onun ilk aşkı Burak’la tanışacaktır. Burak’ın varlığı, Damla’nın elde etmek için çok çabaladığı konforlu Amerikan yaşamını sorgulamasına sebep olur.
Ah çok ağladım,… Pişmanlık çok ağır, konuşulmayanlar ağır, özlem başka ağır, bir çocuğun sorumluluğu daha başka ağır… Damla’nın içindeki o ağırlıklar izlerken benim omuzlarıma çöktü sanki. Damla Sönmez’in mükemmel oyunculuğu ve müthiş sinematografisiyle film beni içine aldı yuttu. Gerçekten çok çok beğendim, hatta iddialı konuşmak gerekirse, uzun zamandır izlediğim en iyi dram-gerilim filmiydi.
Son Çıkış – Ramin Matin – 2018
İstanbul’da bir mimarlık ofisinde çalışan Tahsin, eski bir arkadaşıyla karşılaşınca tüm hayatını değiştirmeye karar verir. Buradaki tekdüze hayatını geride bırakarak, güney sahillerinde kendini keşfedeceği bir yolculuğa çıkmaya kararlıdır. Oysa önce İstanbul’u terk etmesi gerekecektir.
Öncelikle: Tahsin, I hear you kardeşim! Ah bu inşaat sektörünün içi biz içindekileri, dışı da geri kalan herkesi ayrı ayrı yakar! Ah bu İstanbul’un keşmekeşini bırakması ayrı dert, özlemesi ayrı. Filmi biraz uzun ve sönük buldum ama Fikirtepe’deki o korkunçluğu kayıt altına aldığı için çok sevindim. Gün gelecek tüm Dünya’da okullarda kentsel dönüşüm nasıl yapılmaz diye okutulacak çünkü.
İstanbul’dan kaçmayı düşünenler, İstanbul’dan mı yoksa kendi mutsuzluğunuzdan mı kaçıyorsunuz belki onu sorgulatabilir bu film, bir göz atın derim.
RGB – Betsy West, Julie Cohen – 2018
Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin efsanevi figürlerinden Ruth Bader Ginsburg’un gündelik yaşamına ve sıradışı kariyerine odaklanan belgeselde, hiç beklenmedik şekilde bir pop kültür ikonuna dönüşen Ginsburg’un verdiği hukuk mücadelesinin dünyayı kadınlar için nasıl değiştirdiğini izliyoruz.
Bu ay kaybettiğimiz Ruth Bader Ginsburg’u maalesef ölümü vesilesiyle tanıyıp, hakkında bu yazıyı yazmıştım.
Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel, Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.
Tekrar İzlediklerim
Tahran Taksi – Jafar Panahi – 2015
“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”
2015 yılında festivalde izlediğim Tahran Taksi, Jafar Panahi’nin yasaklı olduğu, hapis yattığı İran’da inatla yapmaya çalıştığı sanatının izlediğim son filmi sanıyorum. İran’ı merak edenlere mutlaka tavsiye ederim.
Moonrise Kingdom – Wes Anderson – 2012
1965 yılının yaz aylarında, iki mektup arkadaşı buluşup New England’daki evlerinden kaçınca aileleri ve bir grup izci peşlerine düşer.
Alışık olduğumuz Wes Anderson dünyasının en tatlı hikayesi buydu sanırım. Çocuk oyuncular, müzikler, ve müthiş bir yolculuk… Tekrar izlerken yine aynı keyfi aldım, tavsiye ederim.
The Artist – Michel Hazanavicius – 2011
George Valentin sessiz filmlerin süper starıdır. Sesli filmin gelişimi onun kariyeri için ölüm çanının ve unutulmanın habercisidir. Sonradan ortaya çıkan genç Peppy Miller içinse yapılacakların sınırı yoktur ve beklemeye geçer. The Artist birbirine bağlanmış kaderlerin hikayesini anlatıyor.
Bu filmi izlediğim yılı ve neler düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. ( Çünkü bloga yazmışım.) Nostaljik etkisi dışında sessiz ve siyah beyaz olması tercihini anlamsız bulmuştum. Bir daha izleyip düşüncelerim değişti mi diye görmek istedim. Değişmemiş. Eski yazıyı okuyabilirsiniz efenim. =)
Captain Fantastic – Mat Ross – 2015
Kuzeybatı Pasifik ormanlarının derinliklerinde yaşayan fedakâr bir baba, altı çocuğunu toplumdan uzakta yetiştirmektedir. Beklenmedik bir trajedi sonucu, kendi yarattıkları cennetten ayrılmak zorunda kalırlar. Dış dünyaya adım atınca, babanın da ebeveynliğe dair fikirleri sarsılacaktır.
İzlenmesi gereken filmler listemde bulunan filmi bir kere daha izlemek istedim. İçinde çok güzel oyunculuklar ve müthiş göndermeler var. Özellikle anne babalar ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında düşünecek çok şey bulacaklar. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.
Vicky Christinae Barcelona – Woody Allen – 2008
Vicky ve Cristina adındaki iki kız arkadaşla ilgili bir trajikomedi. Barselona’da bir yaz tatilinde karizmatik bir adam olan Juan Antonio’yla onun hiddetli eski eşi Maria Elena’nın da içine karıştığı bir dizi romantik karmaşa yaşarlar.
Woody Allen’ın sinemasını seviyoruz, kendisine ise büyük nefretimiz var. Bu eser-sanatçı durumlarını nasıl yapacağız bilmiyorum ama düşünmemeye çalışarak bu filmi bir kere daha izleyeyim istedim. İlk izlediğimde daha mı etkilenmiştim ne?
23 f 2020 | Sinema
Ruth Bader Ginsburg ismini maalesef ölümüyle vesilesiyle duydum. (Benim cahilliğim! ) Tüm dünyanın, özellikle Amerika’daki kadınların büyük bir üzüntüyle paylaştığı ölüm haberlerinden kim olduğuyla ilgili bilgileri öğrendikçe hayatı ve yaptıkları oldukça ilgimi çekti.
Bu harika kadınla ilgili 2 film olduğunu öğrenince, sırayla izlemek istedim. Ve sadece kadın hakları konusunda başardıkları değil, bir dönemi değiştiren tüm büyük insanlar gibi nasıl çalışkan olunuru da gördüm ve çok etkilendim.
Önce özellikle yaşını ve yaşadıklarını kısa kısa notlarla anlattığım hayatının kısa bir özetini, sonra ise filmleri anlatacağım.
Keyifli okumalar.
Müthiş Bir Hayatın Kısa Bir Özeti
1933’te Brooklyn, New York’ta doğan Joan Ruth Bader, ailenin 2.çocuğu. Henüz 14 aylıkken ablasını kaybeden Ruth, kanserle mücadele eden ve ona güçlü ve bağımsız olmasını öğreten annesini ise liseden mezun olmadan kısa bir süre önce kaybediyor.
15 yaşına kadar eğitim alan annesi aslında üniversiteye gitmek isteyen, okumaya meraklı biriymiş fakat ailesi onun yerine erkek kardeşini üniversiteye göndermeyi seçmiş. Bu nedenle Ruth annesi tarafından hep eğitime yönlendirilmiş.
17 yaşında Lisans eğitimi için gittiği Cornell Üniversitesi’nde ömrünün tamamını geçireceği Martin D.Ginsburg ile tanışıyor, ve çok iyi derecelerle üniversiteden mezun olduğu yıl evleniyorlar. Yaşı 21 iken eşi askere gidiyor ve yaşı 22 iken Ruth o yıl ilk çocuklarını dünyaya getiriyor.
23 yaşında, 500 öğrencinin sadece 9unun kadın olduğu Hardward Üniversitesi Hukuk Bölümü‘ne başlıyor.. Hukuk bölümü dekanının “Neden erkeklerin yerini işgal ediyorsunuz?” diye sorduğu 9 öğrenciden biri olan Ruth, aslında bu ayrımcılığı itici gücü haline getirip eğitim hayatına dört elle asılıyor.
O yıl kendisi 1.sınıfta, eşi ise aynı bölümde 2.sınıftayken, eşine testis kanseri teşhisi konuyor. Uzunca bir süre hem eşinin hem kendisinin derslerine girip notlar alıp, eve gelip hem çocuğu hem eşi ile ilgilenip gece olduğunda ise eşinin ödevlerine yardımcı olup kendi ödevlerini tamamladığı uzunca bir zaman geçiriyor. O yıllarda günde 2 saat uyuduğundan bahsediyor.
25 yaşındayken eşi üniversiteden mezun olup NewYork’ta iş bulunca, hastalığı sebebiyle onu yalnız bırakamıyor ve Hardward’dan Colombia Üniversitesine geçip eğitimine orada devam ediyor.
26 yaşında mezun olduğunda, New York’taki bir tane avukatlık bürosu bile, üstün başarılarla mezun Ruth’u “kadın” olması sebebiyle işe almıyor. Araya giren hocalarının baskısıyla yargıç Palmieri için memurluk yapmaya başlıyor ve 2 yıl bu görevine devam ediyor.
60lı yılların başında, 28-30 yaşları arasında İsveç’teki bir araştırmada görev alıp İsveççe öğreniyor. İsviçre’deki kadın hareketleri, hukuk fakültesinde %20-25 oranında kadın bulunması 8 aylık hamile olduğu halde yoğun çalışmalarına devam eden Ruth’u çok etkiliyor.
30-39 yaşları arasında görev alacağı Rutgers Hukuk Okulunda işe başladığında, Amerika’daki sayısı 20yi bulmayan “kadın” profesörlerden biri oluyor ve işe başlarken, kocasının iyi bir işi olması sebebiyle erkek profesörlere göre daha az maaş alacağı belirtiliyor. 39-47 yaşları arasında ise Columbia Hukuk Okulu’nda kadrolu ilk kadın öğretmen olarak görev yapıyor.
1972 yılında 39 yaşındayken, Kadın Hakları Projesi’ne başlıyor ve yüzlerce davayı takip ediyor. Amerikan yasalarında toplumsal cinsiyet eşitliğini ve kadın haklarını ihlal eden 180eden fazla madde olduğunu bilen Ruth Ginsburg, her bir davada bir yanlışı düzelterek, yeni emsaller oluşturarak hukuk sistemini baştan yaratmaya kendini adıyor.
47 – 60 yaşları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından Columbia Bölgesi Bölgesi için Amerika Birleşik Devletleri Temyiz Mahkemesi’ndeki bir koltuğa aday gösteriliyor ve seçilip görev yapıyor. Temyiz mahkemesinde ılımlı ve işbirlikçi olarak bilinen Ginsburg aslında bu tutumunu bilinçli olarak, işleri istediği şekilde sonlandırmaya yardımcı olmak için sürdürüyor.
Bu tutumu sayesinde 1993 yılında, 60 yaşındayken, ABD Başkanı Bill Clinton tarafından Yüksek Mahkeme Ortak Yargıcı olarak aday gösteriliyor ve 96ya karşı 3 oyla seçiliyor.
66 yaşında kolon kanserine yakalanıyor, yeniyor, 76 yaşında ise pankreas kanserine yakalanıyor, yeniyor, 81 yaşında kalbine stent takılıyor, 85 yaşında akciğer kanserine yakalanıyor, yeniyor, 86 yaşında pankreas kanserine tekrar yakalanıyor, yeniyor. 87 yaşında tekrar kansere yakalandığında artık mücadelesi bitiyor ve 18 Eylül 2020’de hayata gözlerini yumuyor.
Tüm bu hastalık süreleri boyunca ve 2010 yılında kocasını kaybettiği zaman dahil, Ginsburg asla işlerini aksatmıyor ve emekliliği her sorulduğunda yetebildiğini düşündüğü sürece işine devam edeceğini kararlılıkla belirtiyor.
Özellikle 2006 yılında Yüksek Mahkeme’deki tek kadın yargıç olmasından sonra muhalif çıkışları ve feminist söylemleri ile adeta bir “pop kültür ikonu” haline geliyor. Gençler dövmelerini yaptırıyor, t-shirtlerini giyiyor, sokaklara grafitileri yapılıyor.
On The Basis Of Sex – 2018
Felicity Jones’un Ginsburg’u canladırdığı film, hukuk fakültesine girdiği ilk yıl olan 1956’dan başlayarak yaşadıklarını anlatıyor ve sonrasında 1970 yılında, erkek olması nedeniyle annesinin bakımını üstlendiğinden vergi indiriminden yararlanamayan Charles Moritz’in davasına odaklanıyor. Kanuna göre evde bakımdan sadece kadını sorumlu gören bakış açısına odaklanarak cinsiyet eşitsizliğini ve haksızlığı çözmeye çalışırken yaşadıkları, azmi ve çalışkanlığı gerçekten ilham verici.
RGB – 2018
Aynı yıl, Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel ise Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.
— — —
Hem eşiyle olan ilişkisi, hem Amerika’da cinsiyet eşitliğinin hukuken sağlanması için verdiği çaba,, hem çalışkanlığı ile bir çok açıdan müthiş bir örnek ve ilham olan Ruth Bader Ginsburg’u geç de olsa tanıdığım için çok mutluyum. İyi ki yolu bu dünyadan geçmiş.
Tanışmamış olanlara ise iki filmi de öneririm.
İlham olması dileğiyle,
19 f 2016 | TV
Yeni TV rehberimden selam ve sevgilerimle… Yine bu yazımda yerli ve yabancı takip ettiğim, severek izlediğim dizileri ve tv şovlarını paylaşıyor olacağım.
Türkiye’yle başlayayım. Ülkemiz her geçen gün “izleyecek hiçbişii yokk yeaa” durumunu ilerletiyor. Artık ilaç niyetine olsun izlenecek bir şey kalmadı. Televizyon kanallarına günün her saati göz gezdiriyorum. İzlemese bile ses olsun diye televizyon açanlardanım zira. Gündüz kuşağında gerçekten izlenebilecek doğru düzgün hiçbir şey yok. Sırf eğlencesine Kısmetse Olur‘a baktım geçen kış. Get back over here Cansel! Acun’un tek tabanca olduğu Survivor, O Ses Türkiye, Rising Star gibi yapımları ise bu sene sadece annemle birlikte oturduğum akşamlarda denk gelince izledim. TV sektörünün bu süründüğü yılların tek kazananı TV8 oldu sanırım. Onun dışında Digiturk’te olan (başka nerede var bilmiyorum) Home & Entertaintment ve TLC kanallarındaki programları izledim ara ara. Dizilerde ise takip ettiğin 2-3 tane oldu;
- Poyraz Karayel: Dizinin ilk sezonunu izlememiştim. Bu sene ikinci sezonu izleyerek başlamış oldum haliyle. Öncelikle oyuncuların her biri gerçekten çok iyiler, o yüzden izlettiriyor. İkincisi bana çok dağınık gelmiş olsa da en azından 8 saat bakışmıyorlar ve bir atraksiyon var. Üçüncüsü de sağlam dokunduruyorlar. Bu üç nedenden diziyi keyifle takip ettim bu sezon.
- Aşk Yeniden: Fox’da yayınlanan diziyi de ikinci sezonunda izlemeye başladım. Buğra Gülsoy ve Lale Başar başta olmak üzere ekibin absürt oyunculuğunu çok sevdim. Keyifli ve sıcak bir diziydi, denk geldikçe takip ettim. Fakat maşallah dediğim 3 gün yaşadığından bu sezon final yaptılar.
- Hayat Şarkısı: İlk bölümlerini yoğun reklamları yüzünden izlemeye başlamış olsam da Ahmet Mümtaz Taylan ve Olgun Toker’in inanılmaz performansları yanında geçmişe gidip gelen derinlikli o senaryo hatırına keyifle izlemeye başladım. Fakat ellerindeki bütün malzemeyi ilk bölümlerde tüketen senaryo ekibinden yeni sezon için pek umutlu değilim açıkçası… Bakalım neler olacak?
Bu diziler dışında eğlenceli, düşündüren, genç, yenilikçi kafalarda bir iş izleyemedik maalesef. Zaten Leyla ile Mecnun ekibi ile İşler Güçler ekibi dışında o kafalarda kimse kalamadı. Oysa ki nüfusu genç ülkenin böyle işlere ve artık internet televizyonculuğuna çok ihtiyacı var. Umarım yeni sezonda bunu başarabilenler olur.
Gelelim Dünya televizyonlarına ve tabi ki Netflix’e. Daha önce de paylaşmıştım ama Episoder adında bir app/uygulama var. Takip ettiğiniz dizileri işaretleyerek bir liste oluşturuyorsunuz ve hangi bölümü izledim, yeni bölüm ne zaman gibi sorularınızın cevaplarını kolaylıkla öğreniyorsunuz. Bir hayli fazla (kimine göre az) dizi takip ediyorum, o yüzden Episoder yardımıyla anlatacağım.(alfabetik olarak)
- Unbreakable Kimmy Schmidt: Son olarak Emmy adaylıklarının açıklanmasıyla da bu senenin en trend dizilerinden biri oldu. İki sezonunu da çok kısa zamanda izleyip bitirdim. 90lardan fırlamış Kimmy ve tabi ki müthiş Titus. Kahkalardan ölmediğiniz ama sempatik bir gülümseme yaratan tatlış bir dizi. Üçüncü sezon onayını alan diziyi, Ocak 2017’de izlemeye devam edeceğiz.
- UnREAL: Bizdeki Kısmetse Olur? Benimle Evlenir Misin? yok efendim Gelinim Olur Musun?… Amerika’da ise The Barchelor tarzı evlendirme programlarının arka planında olanları göz önüne seren dizinin ilk sezonunu çok beğenmiştim. İkinci sezonu ise nefesimi tutarak izledim. Shiri Appleby bir boş bakışıyla bile bin şey anlatan inanılmaz bir oyuncu ve ikinci sezonu acayip bir seviyeye taşıdı. Üçüncü sezon onayı alan diziyi büyük bir merakla bekliyorum.
- The Leftlovers: Dünya nüfusunun yüzde ikisinin aniden kaybolduğu bir günden sonra yaşanan olayları anlatan HBO’nun ağır draması her bölümüyle merakı ve gizemi arttırdı. İki sezonu devirdiğimiz dizide hala anlamadığımız bir sürü şey var ve sonu Lost’a bağlanacak diye aşırı korkuyorum.Üçüncü sezonu 2017’de izleyeceğimiz dizide yine aşırı karanlık, gizemli, tedirgin edici olaylar bizi bekliyor olacak.
- The Big Bang Theory: 9.sezonu devirdiğimiz dizi 19 Eylül’de 10.sezonuyla karşımızda olacak ve 12.sezona kadar onayını aldı. Hala sıkılmadan, severek ve gülerek izlediğim karakterleriyle sabah kahvaltılarıma eşlik eden diziyi, büyük bir zevkle takibe devam edeceğim.
- Switched at Birth: 4 sezondur izlediğim gençlik dizisi, doğumunda karışmış iki kızın gerçek ailelerini bulmasından sonraki süreci konu alıyor. Aslında ana konuyu aşıp ve bir hayli uzaklaşıp artık karakterlerin detayına girmiş olsa da takip etmeyi sevdiğim bir dizi. Özellikle sağır insanları konusunun başına oturtmasını çok değerli buluyorum ve resmen sayelerinde ingilizce olarak işaret dilinde teşekkür etmeyi, tamam demeyi filan öğrendim. Böyle örnek projeleri ülkemiz televizyonlarında da görmek umuduyla…
- Roadies: Bu sene başlayan dizilerden olan Roadies, bir rock grubunun turne ekibinde yaşananları anlatıyor. İlk 4 bölümünü severek izledim ve ilk sezonun tamamını (10 bölüm) izlemeyi planlıyorum. Henüz 2.sezonu olur mu bilmiyorum ama senaryo bir noktada tıkanacak gibi gözüküyor şimdilik. Bakalım…
- Pretty Little Liars: Aslında artık ilk sezonlar kadar zevk vermiyor ama bir şekilde alışkanlık oldu, izlemeye devam ediyorum. Dizi şu an 7.sezonda ve 8.sezonun olup olmayacağı belli değil. Finali bir sinema filmi ile yapmak gibi bir düşünceleri var deniyor. Neyse ne, artık bitirin şu diziyi de ben de bir rahata ereyim!
- New Girl: Senelerdir ara ara bölümlerini izlediğim dizinin tüm olaylarına hakim değilim ama karakterlere hakim sayılırım. 5.sezonun hemen hemen tamamını izledim ve o düğün telaşları filan gayet keyifli bölümlerdi. Eylülde 6.sezon başlayacakmış, denk gelirsem yine izlerim sanırım. Sonuçta Jess’le Nick’in vuslatını görmeyi bekliyoruz…
- Mozart in the Jungle: Gael Garcia Bernal! Ay adam aşırı tatlı değil mi? New York’ta yaşayan profesyonel bir obuacının yaşadığı çılgın hayatı ve müzik dünyasının perde arkasını anlatan dizi 2 sezonuyla da büyük bir fan kitlesi oluşturdu. Aralık ayında 3.sezonun başlamasını iple çekerken, dizinin Golden Globe’dan iki ödülle döndüğünü hatırlatmakta fayda var.
- Modern Family: Her Amerikan komedisini sevemiyorum ama Modern Family bir başka! 21 Eylül’de 8.sezonuyla izleyeceğimiz dizi, sonsuza kadar çekilebilir ve sonsuza kadar izlenebilir yapımlardan. Her sene aldığı adaylıklar bu başarısının göstergesi!
- Master of None: İlk sezonuyla büyük ses getiren, 30 yaşında piyasa tutunmaya çalışan bir aktörün günlük hayatına odaklanan dizi, ikinci sezona 2017 de başlayacak. Bir çırpıda izlenen 10 bölümlük ilk sezon büyük bir fan kitlesi yaratmayı başarıp bir çok adaylık ve ödülü de beraberinde getirdi.
- Humans: Geçen gün robot teknolojisinde gelinen son noktayı gösteren bir video izledim. Bir tek ben ürkmüyorumdur değil mi bu yapay beyinlerin Dünya’yı ele geçirmesinden? Humans, ev ihtiyaçlarını gidermek üzere tasarlanmış robot-insanların hayatın bir parçası haline gelmesini anlatıyor ve bu yeni dünyayı bize robotların gözünden anlatıyor. 8 bölümlük ses getiren ilk sezonundan sonra 2017’de başlayak ikinci sezonu merakla bekliyorum.
- Heroes Reborn: Gençlik yıllarında Heroes izlemiş biri olarak, tabi ki Heroes Reborn’u kaçıramazdım. 13 bölümlük mini dizide Hiro Nakamura’yı yeniden görmek bile ayrı bir mutluluktu.
- Girls: Lena Dunham’ın bir kafası var. Ve kadın reyting uğruna numaralara sığınıp o kafasını asla bozmuyor. 5 sezonu geride bırakan dizide orta sınıf Amerikan gençliğini ve özellikle 20lerindeki bir grup kadını müthiş diyaloglarla ve olabildiğince gerçek izlemeye devam ediyoruz. 6.sezondan sonra son bulacak dizide olayın nereye varacağından ziyade neler yaşayıp neler düşüneceklerini ve hissedeceklerini bekliyor olmak sanırım bu dizinin gerçeklik başarısının sonucu.
- Game of Thrones: (aklımın arka planında çalan şarkısı eşliğinde: dıııı nıııın dınını nııın dınınıınnnn) Valla bana kalsa ben böyle dizileri sevmem. Gerçeküstü varlıklar, ölüp dirilmeler filan… Ama Game of Thrones’un bir olayı var. Her bölüm bir tokat atıyor ve onun etkisiyle bir bölüm daha izliyorsunuz. Böyle böyle 6 sezonu devirdik, kısmetse 2 sezon daha deviririz. Sonuçta War is Coming! (Ayrıca o efsanevi savaş sahnesini de unutmayayım: prodüksiyonuna şapka çıkarıyorum!)
- Extant: Ya bana kalsa böyle dizileri de sevmem! (ay bu da!) Yani bir heves izleyip sonra bırakamıyorum bazı dizileri. Tek başına uzayda kaldığı ve birçok deneyim yaşadığı 13 ayın ardından dünyaya dönen astronot Molly Woods’un, akıl almaz bir şekilde hamile kalmasından sonra yaşananları konu alan uzaylılar vs. insanlar dizisi, ikinci sezondan sonra son buldu. Devam etseydi (muhtemelen izlerdim ama) artık bir şeye benzemezdi zira konu çok dallanıp budaklanmıştı. Ama ne yalan söyliyim ilk sezonu fena değildi. Bir de Halle Berry’i izlemesi çok zevkliydi!
- Brooklyn Nine-Nine: New York City’de bir grup dedektifin çevresinde geçen dizi tıpkı Arka Sokaklar gibi aktüel kamerayla çekiliyor. Bir Rıza Baba’nın eksikliği hissedilse de, bu polisler de hiç fena değiller. Şaka bir yana son dönemde izlediğim en iyi komedilerden olan dizi 4.sezonuna Eylül ayında devam edecek. İzlemeye devam.
- Black-ish: Henüz 1.sezondan 10 bölüm izlediğim dizi Eylül’de 3.sezona başlayacak. Açıkcası keyifli vakit geçirmek ve kafa dağıtmak için sempatik bir dizi. Devamını getirir miyim bilmiyorum…
- Black Mirror: 3er bölümlük 2 sezondan sonra 6 bölümlük 3.sezon Ekim ayında başlayacak. Sosyal medya bağımlılığı, teknolojik gelişmelerin tehlikeleri gibi konuları inanılmaz etkileyici, dizi-film tadında, birbirinden bağımsız bölümleriyle aktaran İngiliz yapımının yeni bölümlerini merakla bekliyor olacağım. Hiç bir şey izlemeseniz bile bu dizinin eski bölümlerini mutlaka izleyin!
- 2 Broke Girls: 5 sezondur keyifle izlediğim sitcom, 6.sezonuna Ekim ayında başlayacak. Güzel vakit geçirip gülmek isteyenler için klasik American tarzı komedi.
İşte böyle… Her zamanki gibi tavsiyelerinizi beklerim. İyi seyirler,
14 f 2016 | Sinema
Sevdiğimiz Oscar ayları geldi… E haliyle gönül yayımızda bir titreme var. Senenin izlediğim filmleri aşağıda kırmızı renkli olanlar ve ayrıca yine bu izlediğim filmlerle ilgili kısa notlarım şu yazıda sıralı…
İzleme maratonunda sonlara doğru geldim… Artık adaylarını izlediğim kategoriler için “en”lerimi seçme zamanı… Bu akşamki Oscar öncesi, benim tahminlerim bunlar. Kazanların yanında çizgileri görebilirsiniz yarın sabah itibariyle =)
En İyi Film (Best Picture)
Evettt… Gelelim en heyecanlı bölüme: En İyi Film. Açık konuşmak gerekirse aday listesinde beni etkileyen iki film var. The Revenant ve Room. Aslında duygusal açıdan Room’u çok daha başarılı buluyorum ama DiCaprionun performansı Inarritu’nun yönetimi filan işin içine girince The Revenant bir tık öne geçtiği için birincim kendisi, ikincim ise Room oldu. =)
Sonrasındaki sıralama için aslında işler biraz karışık. Açıkçası Mad Max’i sevmedim sevemedim. Ama prodüksiyonuna saygım sonsuz. Spotlight’da ise prodüksiyon eksik ama gerek senaryo, gerek oyunculuklarla artı puanda. Teraziye koyunca Spotlight’ı üçüncü, Mad Max’i dördüncü sıraya koydum.
Devamında The Martian’ı Matt Damon’un performası için beşinciliğe, Bridge of Spies’ı Tom Hanks’e rağmen yaratılan atmosfer için altıncılığa, Brooklyn’i niye aday olduğunu bile anlamadığımdan yine sırf prodüksiyon için yedinciliğe, The Big Short’u ise sona kaldığı için =) sekizinciliğe layık gördüm. Artık iyi olan kazansın.
- The Revenant
- Room
- Spotlight – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Mad Max: Fury Road
- The Martian
- Bridge of Spies
- Brooklyn
- The Big Short
En İyi Yönetmen (Directing)
Aslında üstte yazdıklarımı tekrar gibi olacak ama The Big Short gerçekten başarısız bulduğum filmlerden biri oldu. Lüzumsuz uzun diyaloglar, kötü prodüksiyon ve senaryo dallarında “en” olabilir belki ama bu kategoride yeri olmadığını düşünüyorum.
Spotlight’ı konusu itibariyle ilgi çekici bulsam da oyunculuklar dışında bir yönetmenlik dehası göremiyorum arkasında. Mad Max’i ise belki sevseydim daha üst sıraya koyabilirdim fakat sevmediğimden o şaşalı prodüksiyon bana pek bir anlam ifade etmiyor.
Room’u küçücük bir odada bu kadar anlam ve duyguyu verebildiği için bir yönetmen başarısı olarak görüyorum. The Revenant ise sırf açılıştaki ilk yarım saat veya meşhur ayı sahnesi ile ödüle layık.
- Alejandro González Iñárritu | The Revenant – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Lenny Abrahamson | Room
- George Miller | Mad Max: Fury Road
- Tom McCarthy | Spotlight
- Adam McKay | The Big Short
En İyi Erkek Oyuncu (Actor In a Leading Role)
Hepimiz DiCaprio’yuz, hepimiz Oscar’ı alsın istiyoruz. Buna bir açıklık getirelim.
Matt Damon filmi tek başına sırtladığı için ikinci tercihim olur. Trumbo’yu izlemedim ama Cranston candır. Fassbender ise iyi bir Jobs olmuştu ama bence genel olarak filmde bir akış sıkıntısı ve duygu eksikliği vardı. Eddie Redmayne ise yaaaani…. Laf edip yorulmayacağım, o derece.
- Leonardo DiCaprio | The Revenant – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Matt Damon | The Martian
- Bryan Cranston | Trumbo
- Michael Fassbender | Steve Jobs
- Eddie Redmayne | The Danish Girl
En İyi Kadın Oyuncu (Actress In a Leading Role)
Cate Blanchett ve Charlotte Rampling aşırı fanatik bir biçimde destekleniyor bu ödül için. 45 Years’ı izlemediğim için Rampling için yorum yapamayacağım ama Carol rolü bana itici geldi. Yani Carol’ı değil, Cate Blanchett’ı izliyorum hissinden kurtulamadım pek.
Brie Larson ise Blanchett’ın aksine inanılmazdı. O kadın olmuştu gerçekten ve içime işledi. O yüzden birinciliği ona verdim. Ronan’ı saf ve duru performansı için ikinciliğe, Rampling’i valla etrafın methiyle üçüncülüğe, Blanchett’ı dördüncülüğe, Jennifer Lawrence’ı ise her zamanki gibi iyi performansı senaryo zayıflığıyla heba olduğu için beşinciliğe yerleştirdim.
- Brie Larson | Room – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Saoirse Ronan | Brooklyn
- Charlotte Rampling | 45 Years
- Cate Blanchett | Carol
- Jennifer Lawrence | Joy
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Actor In a Supporting Role)
Mark Ruffalo candır ama Spotlight’daki gelmiş geçmiş en kötü performansıyla nasıl aday olabildiğini bile anlamak mümkün değil. Creed’i izlemedim ama Stallone’nin her zamankinden farklı bir şey yaptığını sanmıyorum. Christian Bale, The Big Short’da kendi çapında bir yorumla performansını ortaya koymuştu ama onu da çok çözemedim. Bu üç adayı o yüzden son üçe koydum.
Mark Rylance sopsoğuk ama çok karizmatik rolüyle, Tom Hardy ise ürkünç ama çok karizmatik oyunculuğuyla benim ilk ikilim oldu. İyi olan kazansın gençler!
- Tom Hardy | The Revenant
- Mark Rylance | Bridge of Spies – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Christian Bale | The Big Short
- Sylvester Stallone | Creed
- Mark Ruffalo | Spotlight
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Actress In a Supporting Role)
Jennifer Jason Leigh mükemmel bir performans sergiledi malum. Diğerleri de eh. Birinci belli, ikinci kim?!
- Jennifer Jason Leigh | The Hateful Eight
- Kate Winslet | Steve Jobs
- Rachel McAdams | Spotlight
- Rooney Mara | Carol
- Alicia Vikander | The Danish Girl – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
En İyi Özgün Senaryo (Writing (Original Screenplay))
- Ex Machina | Alex Garland
- Inside Out | Josh Cooley, Pete Docter, Meg LeFauve, Ronnie Del Carmen
- Spotlight | Tom McCarthy, Josh Singer – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Bridge of Spies | Matt Charman, Ethan Coen, Joel Coen
- Straight Outta Compton | Andrea Berloff, Jonathan Herman, S. Leigh Savidge, Alan Wenkus
En İyi Uyarlama Senaryo ( Writing (Adapted Screenplay))
- Room | Emma Donoghue
- The Martian | Drew Goddard
- The Big Short | Adam McKay, Charles Randolph – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Carol | Phyllis Nagy
- Brooklyn | Nick Hornby
En İyi Kurgu (Film Editing)
Baya bir düşündüm aşağıdaki sıralamayı yapmadan önce. Kurgu nedir? Neye göre iyidir, kötüdür, endir? Düşündüm ve aşağıdaki adaylardan The Revenant dışında hiç birinin kurgusunun etkileyici olduğunu düşünmediğimi anladım. O uzun sekanslar, bir insandan diğerinin görüş açısına geçişler… Gözümü ekrandan alamadım izlerken.
Ayrıca Mad Max de insanı sürüklüyor ama filmin genelini beğenmediğimden “en”e koyamıyorum. Star Wars’un da bir akıcılığı var fakat The Big Short ve Spotlight kelimenin tam manasıyla “bayık” filmlerdi, o yüzden bu kategoride ne işleri olduğunu bile anlayabilmiş değilim. Haa, şunu da bilmiyor değilim. Tutup da The Big Short’a ödülü verebilirler. Ama bu ödülün “teselli” dışında bir anlamı olmaz.
- The Revenant | Stephen Mirrione
- Mad Max: Fury Road | Margaret Sixel – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Star Wars: The Force Awakens | Maryann Brandon, Mary Jo Markey
- Spotlight | Tom McArdle
- The Big Short | Hank Corwin
En İyi Görüntü Yönetimi (Cinematography)
- Carol | Edward Lachman
- The Hateful Eight | Robert Richardson
- Mad Max: Fury Road | John Seale
- The Revenant | Emmanuel Lubezki – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Sicario | Roger Deakins
En İyi Prodüksiyon Tasarımı (Production Design)
Gün geçtikçe film prodüksiyonlarının başardıkları inanması güç noktalara geliyor. Her ne kadar doğru senaryo, cast ve kurgu ile buluşmadığı sürece pek bir şey ifade etmese de, bunları desteklemesi açısından en önemli güç.
Adaylarının tamamının bu dalda olmaları için haklı sebepleri var. Aslında Star Wars ve Ex-Machine de bu dala eklenebilirdi fakat elimizde olanlara bakacak olursak: Açıkçası Mad Max ile The Revenant arasında gidip geliyorum. Mad Max’i genel olarak pek sevemediğimden de The Revenant’ı ön sıraya aldım. Hemen peşinden bir dönem filmi olarak mükemmele yakın bir geçmiş yarattığı için Bridge of Spies, uzaydaymış gibi hissettirebildiği için The Martian ve prodüksiyonu dışında hiçbir şeyini beğenmediğim The Danish Girl’ü sıraladım.
- The Revenant | Jack Fisk; Hamish Purdy
- Mad Max: Fury Road | Colin Gibson; Lisa Thompson – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Bridge of Spies | Adam Stockhausen; Rena DeAngelo, Bernhard Henrich
- The Martian | Arthur Max; Celia Bobak
- The Danish Girl | Eve Stewart; Michael Standish
En İyi Kostüm Tasarımı (Costume Design)
- The Revenant | Jacqueline West
- Mad Max: Fury Road | Jenny Beavan – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Cinderella | Sandy Powell
- The Danish Girl | Paco Delgado
- Carol | Sandy Powell
En İyi Özgün Müzik (Music (Original Score))
- The Hateful Eight | Ennio Morricone – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Star Wars: The Force Awakens | John Williams
- Sicario | Jóhann Jóhannsson
- Bridge of Spies | Thomas Newman
- Carol | Carter Burwell
En İyi Özgün Şarkı (Music (Original Song))
- “Earned It”; Fifty Shades of Grey | Abel Tesfaye, Ahmad Balshe, Jason Daheala Quenneville, Stephen Moccio (söz & müzik)
- “Manta Ray”; Racing Extinction | J. Ralph (müzik), Antony Hegarty (söz)
- “Simple Song #3”; Youth | David Lang (söz & müzik)
- “Til It Happens to You”; The Hunting Ground | Diane Warren, Lady Gaga (söz & müzik)
- “Writing’s on the Wall”; Spectre | Jimmy Napes, Sam Smith (söz & müzik) – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
En İyi Makyaj & Saç Tasarımı ( Make Up & Hairstyling )
- The 100-Year Old Man Who Climbed Out the Window and Disappeared | Love Larson, Eva von Bahr
- Mad Max: Fury Road | Lesley Vanderwalt, Damian Martin, Elka Wardega – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- The Revenant | Siân Grigg, Duncan Jarman, Robert Pandini
En İyi Ses Kurgusu (Sound Editing)
- The Revenant | Martin Hernandez, Lon Bender
- Star Wars: The Force Awakens | David Accord, Matthew Wood
- Mad Max: Fury Road | Mark Mangini, David White – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- The Martian | Oliver Tarney
- Sicario | Alan Robert Murray
En İyi Ses Miksajı (Sound Mixing)
- Bridge of Spies | Drew Kunin, Andy Nelson, Gary Rydstrom
- Mad Max: Fury Road | Ben Osmo, Chris Jenkins, Gregg Rudloff – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- The Martian | Mac Ruth, Paul Massey, Mark Taylor
- The Revenant | Chris Duesterdiek, Frank A. Montaño, Jon Taylor, Randy Thom
- Star Wars: The Force Awakens | Stuart Wilson, Andy Nelson, Christopher Scarabosio
En İyi Görsel Efekt (Visual Effects)
- The Revenant | Rich McBridge, Matthew Shumway, Jason Smith, Cameron Waldbauer
- Ex Machina | Andrew Whitehurst, Paul Norris, Mark Ardington, Sara Bennett – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Mad Max: Fury Road | Andrew Jackson, Tom Wood, Dan Oliver, Andy Williams
- Star Wars: The Force Awakens | Roger Guyett, Patrick Tubach, Neal Scanlan, Chris Corbould
- The Martian | Richard Stammers, Chris Lawrence, Anders Langlands, Steven Warner
Yabancı Dilde En İyi Film (Foreign Language Film)
- Embrace of the Serpent (Kolombiya)
- Mustang (Fransa)
- Son of Saul (Macaristan) – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Theeb (Ürdün)
- A War (Danimarka)
En İyi Animasyon (Animated Feature Film)
- Anomalisa | Charlie Kaufman, Duke Johnson, Rose Tran
- Boy and the World | Alê Abreu
- Inside Out | Pete Docter, Jonas Rivera – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Shaun the Sheep Movie | Mark Burton, Richard Starzak
- When Marnie Was There | Hiromasa Yonebayashi, Yoshiaki Nishimura
En İyi Belgesel (Documentary Feature)
- Amy | Asif Kapadia, James Gay-Rees – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Cartel Land | Matthew Heineman, Tom Yellin
- The Look of Silence | Joshua Oppenheimer, Signe Byrge Sørensen
- What Happened, Miss Simone? | Liz Garbus, Amy Hobby, Justin Wilkes
- Winter on Fire: Ukraine’s Fight for Freedom | Evgeny Afineevsky, Den Tolmor
En İyi Kısa Film (Short Film (Live Action))
- Ave Maria | Basil Khalil, Eric Dupont
- Day One | Henry Hughes
- Everything Will Be Okay (Alles Wird Gut) | Patrick Vollrath
- Shok | Jamie Donoghue
- Stutterer | Benjamin Cleary, Serena Armitage – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
En İyi Kısa Animasyon (Short Film (Animated))
- Bear Story (Historia De Un Oso) | Gabriel Osorio, Pato Escala – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Prologue | Richard Williams, Imogen Sutton
- Sanjay’s Super Team | Sanjay Patel, Nicole Grindle
- We Can’t Live Without Cosmos | Konstantin Bronzit
- World of Tomorrow | Don Hertzfeldt
En İyi Kısa Belgesel (Documentary Short)
- Body Team 12 | David Darg, Bryn Mooser
- Chau, Beyond the Lines | Courtney Marsh, Jerry Franck
- Claude Lanzmann: Spectres of the Shoah | Adam Benzine
- A Girl in the River: The Price of Forgiveness | Sharmeen Obaid-Chinoy – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
- Last Day of Freedom | Dee Hibbert-Jones, Nomi Talisman
19 f 2015 | TV
Yine bir TV rehberi ile karşınızdayım ve yine memleket televizyonlarıyla başlıyorum. Herkesin konuştuğu üzere televizyon sektörü garip günlerden geçiyor. Sürekli kalkan diziler, saçma bir reyting sistemine kurban giden ve/ya hak etmediği şekilde yüceltilen işler doluştu. Kendi işimi yaptığımdan günün her saati televizyona göz gezdirmişliğim var. Bir türlü çözemediğimiz gündüz kuşağı sorunu anladığım kadarıyla devam ediyor. Herhangi birisine 2 dakikadan fazla dayanamadığım programlar ve diziler mevcut. Prime timea gelinceyse iş pek de farklılaşmıyor. Severek izlediğim Aramızda Kalsın reyting kurbanı olup veda etti. Yalan Dünya ve Ulan İstanbul gibi eğlenceli işler de yine seyirciyle vedalaştılar. Takip ettiğim tek dizi Kardeş Payı olarak kaldı. Severek izlemeye devam ediyorum ve yükselttikleri çıta nedeniyle kendilerini kutluyorum.
Programlara gelirsek, yine Acun etkisi mevcut. O Ses Türkiye ve Survivor ile bütün bir seneyi ve haftanın 3 gününü kapatarak bence bu dizisiz yılların ekmeğini en iyi şekilde yiyiyor. Ölümüne izlemiyor olsam da iki programı takip ederken buluyorum kendimi. Ayrıca zamanında deli bir BBG izleyicisi olduğumdan yine TV8’de yayınlanan Ütopya adlı reality/yarışma programını da zaman zaman takip ediyorum.
Yurtdışındaki işlere gelirsek komedilerde 8.sezonunda The Big Bang Theory, 2.sezonundaki Brooklyn Nine-Nine, 6.sezonundaki Modern Family ve 4.sezonu ile 2 Broke Girls‘ü büyük bir keyifle takip etmeye devam ediyorum. Özellikle Modern Family her bölümünde kendini aşıyor. Sosyal medyada da yazdım 6.sezonun Connection Lost adlı 16.bölümünü diziyi takip eden, etmeyen herkes izlemeli.
Dramlarda ise gençlik dizilerinden 4.sezonundaki Swithced at Birth ve 5.sezonundaki Pretty Little Liars‘ı takip ediyorum. İki diziye de acayip tutkun olmasam da senelerin verdiği alışkanlıkla izliyorum. Yapıcılığını Steven Spielberg, baş rolünü ise Hale Berry’nin üstlendiği Extant adlı dizinin 1.sezonunu da izledim, 2.sezon sanıyorum yaz aylarında başlayacak, bekliyorum. Ayrıca 4.sezonundaki Girls ‘ün her bölümünü bağımsız film tadında izlemeye devam ediyorum. Son yılların en iyi işlerinden biri olarak anılmayı sonuna kadar hak ediyor.
Son olarak ilk sezonuyla büyük ses getiren ve benim de ilgiyle takip ettiğim Masters of Sex‘i 2.sezonun başında bıraktım, biraz fazla konudan sapıp aşk dizisine dönüştürdüler gibi geldi. Sürekli merak edip bir türlü izleyemediğim Breaking Bad’i ise baştan sona hatmettim. Gerçekten inanılmazdı. Her bölümü, her saniyesi unutulmazdı. Ve yine çok konuşulan işlerden True Detective’i 4-5 bölüm izledim ama çok sıkıldım. Matthew McConaughey’in bence çok yapmacık oyunculuğunun bunda etkili olduğunu, topa tutulma ihtimalini göze alarak, söyleyebilirim.
Bu sene başlayan işlerden bazılarını da izlemeye başlamayı planlıyorum. İlki BB’de ortaya çıkan karakter Better Call Saul adlı dizi. Sonrasında ise The Leftlovers ve mini dizi Olicer Kitteridge…
Her zamanki gibi tavsiyelerinizi beklerim. İyi seyirler,
10 f 2015 | Sinema
- Yönetmen: Richard Linklater
- Tür: Dram
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Ellar Coltrane, Patricia Arquette, Ethan Hawke
- Süre: 165 dk
?En son Before Midnight filmiyle izleyici karşısına çıkan Richard Linklater’ın senaryosunu yazıp yönettiği film, çıkış noktası olarak yakın zamanda boşanmış bir çiftin, Mason ve Olivia’nın hikayesine odaklanıyor. Sahip oldukları tek çocukları ise artık anne ve babasının bir arada yaşamadığı gerçeğine alışmak ve bu yabancı düzen içerisinde yaşamayı öğrenmek zorunda. Çocuğun 6 yaşında başlayan bu yeni tecrübesini 12 yıl boyunca sürecek olan bir büyüme evresine yayan yönetmen, bu süreç boyunca yaşananları beyaz perdeye aktarıyor.”
Richard Linklater benim için her şeyden önce Before Sunset, Before Sunrise ve Before Midnight demek… Aynı hikayeyi zamana yayarak çekmeyi seven deneyimli yönetmen, bu defa daha önce denenmemiş bir çalışma ile karşımızda.
12 yıl boyunca aynı oyuncular ve aynı ekiple çekilen hikaye, bir çocuğun 12 yıllık hayatını ve büyürken yaşadıklarını seyirci ile belgesel tadında paylaşıyor. Her geçen sahnede gözümüzün önünde büyüyen Ellar Coltrane, kariyerine çok derin bir giriş yaparken, pek sevdiğim oyuncular Patricia Arquette ve tabi ki Ethan Hawke’ın yaş almalarını seyretmek enteresan bir deneyim oluyor.
Fikir itibariyle oldukça parlak görünen film, iş kurguya gelince sınıfta kalıyor. Birbirinden kopuk geçişler ve uzun süresi filme konsantre olmayı zorlaştırıyor. Keşke bunca sene çaba harcarken, zamanlar arasındaki geçişler için de daha zekice bir formül bulunsaydı. Nedenini anlamadığım bir şekilde kurgu ve senaryo dalları dahil 6 dalda Oscar adayı olan film malesef 12 yıllık emek ve iyi bir fikir sahibi olmaktan öteye gidemiyor.
Yine de bu deneyimi yaşamak için izlemenizi tavsiye edeceğim film için, beklentilerinizi düşürmenizi de hatırlatmalıyım.
İyi seyirler,
9 f 2015 | Sinema
Yine bir dram serisi ile karşınızdayım ama bu sefer daha hafif olanları ile. Duyguların hepsi insana ait, kaçış yok, buyurun:
The Judge / Yargıç
- Yönetmen: David Dobkin
- Tür: Dram
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Robert Downey Jr., Robert Duvall, Billy Bob Thornton
- Süre: 141 dk
?Hank Palmer parlak bir kariyeri olan, Chicago’da yaşayan bir avukattır. Önemli bir davasının arifesinde, annesinin kaybettiğinin haberini alır. Babasıyla çok uzun zamandır görüşmeyen Hank, aileden iletişimde olduğu tek insanı da kaybetmiştir. Üstelik doğup, büyüdüğü Carlinville kasabasından başka kimseyle de görüşmemiştir. Annesinin cenazesi için geri dönen Hank’ı, burada cenaze töreninden daha fazlası beklemektedir. Pek de sıcak karşılanmadığı kasabadan bir an önce uzaklaşmaya çalışırken kendisini, 42 yıllık yargıç olan babasını savunmak üzere mahkemede bulur… “
İçinde Robert Downey Jr.’ın olduğu herhangi bir şeyi sevmemem mümkün değil. Her ne kadar filmin enteresan bir hikayesi olmasa da, çoook uzun olsa da, yer yer sıksa da, Robert’ı gördüm bana iyi geldi.
Baba-oğul ilişkisi hikayesi, iyi oyunculuklar ve RD Jr sevenlere tavsiye edebilirim.
Deux jours, Une nuit / İki Gün, Bir Gece
- Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
- Tür: Dram
- Yapım: 2014, Fransa, Belçika, İtalya
- Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée
- Süre: 95 dk
?Küçük bir şirkette çalışan ve maddi anlamda pek de parlak bir dönemden geçmeyen Sandra’nın işi tehlikededir. İşini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır ve ailesini zor günler beklemektedir. Şirket patronunun çözüm planına göre ya Sandra işten çıkarılacak ya da şirket çalışanları ekstra maaş bonuslarından vazgeçeceklerdir. İlk oylama yapılır ve çalışanlar oylarını maaş bonuslarından yana kullanırlar. Sandra resmi olarak işini kaybetmiş sayılır. Ancak hemen sonrasında tekrar oylama yapılmasına ikna eder. Sandra’nın elinde sadece bir hafta sonu vardır; bu iki günlük süreçte çalışma arkadaşlarını maaş bonuslarından vazgeçip çalışmaya devam etmesinden yana oy kullanmaları için tek tek ikna etmek durumunda kalacaktır.”
Aslında bu filme “Kısa Kısa” bölümünde değil de ayrı bir yazı da değinmeliydim ama böyle oldu. Dardenne kardeşlerin bir başyapıt olarak değerlendirilen filmleri, senenin en öne çıkan yapımlarından ve haklı bir üne sahip.
Son dönemde izlediğim en başarılı kapitalist eleştirisini, izlerken gırtlağınızın sıkıştığını hissedecek kadar gerçekçi bir hikayeyle seyirciye aktarırken, insana dair çok şey anlatmışlar.
Marion Cottilard’ın her zamanki başarılı performanslarının bile kat kat üstünde olan oyunculuğu, zaten çok iyi olan senaryoyu daha da yukarılara çıkarırken, belgesel havası veren kameraları ve sinematografisiyle de temiz bir işe imza atmışlar.
Senenin mutlaka izlenmesi gereken işlerinden…
A Day Late A Dollar Short
- Yönetmen: Stephen Tolkin
- Tür: Dram
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Whoopi Goldberg, Ving Rhames, Kimberly Elise
- Süre: 85 dk
?Sağlığı giderek kötüleşen Viola, son bir görev olarak dağılmanın eşiğindeki ailesini yeniden bir araya getirmeye çalışacaktır.”
Bu filmi nereden kimden duydum da izledim hatırlamıyorum. Tv için yapılmış bir aile filmi. Sıradan.
9 f 2015 | Sinema
Müzikal filmleri genel olarak sevmiyorum. O hep aradığım gerçeklik duygusu yok oluyor, konsantre olamıyorum. Yine de sonuna kadar izlemeyi başardığım, senenin öne çıkan üç müzikali:
Jersey Boys
- Yönetmen: Clint Eastwood
- Tür: Müzik, Biyografik
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular:Christopher Walken, John Lloyd Young, Vincent Piazza
- Süre: 134 dk
“Jersey Boys, müzikal bir biyografi, zor zamanlar ve kişisel çarpışmalar, bir jenerasyonun sembolü haline gelen müziklerle anlatılan bir grup arkadaşın hikayesi olan film bu arkadaş gurubunun kalbine ulaşıyor ve oradaki derin ilişkileri anlatıyor. New Jersey’nin sokaklarında öğrenilenlere de odaklanan filmde bir çok zorluk da gözler önüne seriliyor : kumar borcu, mafya tehditleri , aile dramları …”
Filmin sonu gelsin diye dua ettim. Clint Eastwood’a ve başroldeki Atilla Taşın ikizi John Lloyd Young’a saygım sonsuz bir güzelim hikaye bu kadar mı sıkıcı anlatılır….Çok sıkıldım. Çok.
Into The Woods / Sihirli Orman
- Yönetmen: Rob Marshall
- Tür: Müzik, Fantastik
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Meryl Streep, James Corden, Emily Blunt
- Süre: 134 dk
“Kırmızı Başlıklı Kız, Sindrella, Rapunzel gibi klasikleşmiş pek çok çocuk masalının farklı kahramanları aynı filmde buluşsa ve bir cadı onları eğitse! Klasik Grimm karakterlerini farklı bir tarzda ve üstelik müzikal türünde beyazperdeye taşıyan film, bir cadı tarafından lanetlenen bir fırıncı ve eşinin hikayesini klasik masallarla bağlıyor.”
Bu filmin sonu gelsin diye de çok dua ettim. Filmi Oscar adayları açıklandıktan sonra izlediğim için sürekli Merly teyzeden bu adaylığa yaraşır bir hamle bekleyip durdum ama yine durduk yere aday olduğunu öğrenmiş bulundum.
Tiyatro sahnesinde çok iyi bir müzikal olabilir ama sinema için çok sıkıcı buldum. Çok!
Walking On Sunshine / İtalya Tatili
- Yönetmen: Max Giwa, Dania Pasquini
- Tür: Müzik, Romantik
- Yapım: 2014, İngiltere
- Oyuncular: Annabel Scholey, Hannah Arterton, Giulio Berruti
- Süre: 97 dk
“1980’li yılların en popüler müziklerini kendisine fon olarak seçen film, günümüz İtalyasında şirin bir sahil kasabasında geçiyor. Maddie yakışıklı sevgilisi Raf ile evlilik hazırlıkları yapmaktadır. Düğüne kız kardeşi Taylor’ı çağıran Maddie’nin büyük bir sırdan ise haberi yoktur. Maddie, Raf ile ateşli bir yaz aşkı yaşamış ve onun hayatında duygusal olarak derin iz bırakmıştır. Puglia’da yapılacak düğüne geldiğinde öğrendiği bu gerçekle epey sarsılır. Üstelik Maddie, çalkantılarla dolu aşk hayatına Raf ile evlenerek nihayet noktayı koyacağına inanıyordur…”
Bu filmi sırf yaza olan özlemimden izlemiş olabilirim. Sıfır beklenti ile açtım, beklentimi karşıladı.
6 f 2015 | Sinema
Gerilimdir, senenin öne çıkanlarıdır derken bir kadın olarak kare asım ağlatmalı romantikleri unutmamam lazım. İşte sırada bu senenin romantik dramları.
Still Alice / Unutma Beni
- Yönetmen: Richard Glatzer, Wash Westmoreland
- Tür: Dram
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Julianne Moore, Alec Baldwin, Kristen Stewart
- Süre: 101 dk
?Alice Howland, Columbia Üniversitesi’nde ünlü bir dilbilim profesörüdür. Bir gün doktor muayenesinde kendisine Alzheimer’ın başlangıç evresinde olduğu teşhisi konur. Alice’in hayatı artık eskisi gibi olmayacaktır. Geçirdiği hastalık, eşi ve üç çocuğuyla birlikte sürdüğü hayata yeni bir gözle bakmasını sağlayacaktır. İnsan ilişkilerini sorgularken öte yandan da en genç kızıyla olan ilişkisiyle de onu yeniden kazanmak için mücadele verir. Alice, uzmanlaştığı bölüm gereği hayatı boyunca yeni şeyler öğrenmektedir ve bu yüzden hastalığını başta kabullenmek istemez. Manhattan sokaklarında kayboluşuyla durumu kavramaya başlayan Alice, zamanla Alzheimer’la mücadele etmenin yollarını arayacaktır.”
Hani cenazelerde derler ya, herkes kendi başına gelme ihtimalini düşünüp kendine ağlar diye. Bu film de benim empatimin tavan yapmasına neden oldu gerçekten.
Gerçek bir hikayeden yola çıkan film Julianne Moore’un müthiş oyunculuğuyla seyirciye inanılmaz geçen bir yapım olmuş. Normalde oyunculuğunu pek donuk bulduğum Kristen Stewart’ın bile enteresan bir biçimde sırıtmadığı oyunculuklar dışında, hikayenin akışı da kurgu da dinginlikleriyle bu denli etkili olmalarından dolayı gayet başarılıydı.
İzlemenizi tavsiye ederim,
The Fault In Our Stars / Aynı Yıldızın Altında
- Yönetmen: Josh Boone
- Tür: Dram, Romantik
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Shailene Woodley, Ansel Elgort, Nat Wolff
- Süre: 125 dk
?16 yaşındaki Hazel üç yıldır tiroid kanseriyle boğuşmaktadır ve kanser akciğerlerine de sıçradığı için yanında bir oksijen tüpüyle gezmektedir. Kanserli hastalar için oluşturulan destek grubunun bir terapi seansı esnasında Augustus isimli bir gençle tanışır. Augustus da beyin tümörüyle savaşmış ve bu yolda bir bacağını kaybetmiştir. İkili birlikte zaman geçirdikçe birbirlerine aşık olurlar. Akciğer tedavisi için hastaneye yatırılan Hazel’ın yanından bir an dahi ayrılmayan Augustus, sevgilisinin çok istediği bir hayali gerçekleştirmek için onunla birlikte yola çıkar. Planlarına göre Amsterdam’a gidecek ve Hazel’ın en sevdiği yazar olan Peter Van Houten’i bulmaya çalışacaklardır…”
Kesin bayık bir ergen filmidir, kitabı bestseller bari filmini izleyeyim gibi düşüncelerle izledim fakat ağlamaktan içim dışıma çıktı. Zaten çok zor ağlayan biri olduğum söylenemez ama hikaye gerçekten dokunaklıydı. Üzerine son dönemin en parlak oyuncularından Shailene Woodley’in pek başarılı oyunculuğu eklenince, süresine rağmen amacına hizmet eden bir dram ortaya çıkmış.
İyi seyirler,
The Immigrant
- Yönetmen: James Gray
- Tür: Dram, Romantik
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Marion Cotillard, Joaquin Phoenix, Jeremy Renner
- Süre: 113 dk
?1920’lerdeyiz Ewa Cybulski ve kardeşi Magda doğdukları ülke olan Polonya’yı terk ederek New York’un yolunu tutarlar. Ellis Ada’sına geldiklerinde Magda verem hastalığına yakalanır ve karantinaya alınır. Ewa yalnız ve kaybolmuş bir şekilde Bruno’nun ağına düşer , Bruno kadın ticareti yapmaktadır, ve başarılı olmayı da kafasına koymuştur. Kız kardeşini kurtarmak için Ewa bütün fedakarlıklara hazırdır ve fahişelik yapmaya başlar. Bruno’nun kuzeni Orlando’nun gelişiyle birlikte , Ewa kendine güvenini geri kazanır fakat Bruno’nun kıskançlığı onları ölümcül bir deliliğe sürükler…”
Bazı filmlere konsantre olamıyorum. Başrolünde en beğendiğim Phoenix ve Cotillard olsa bile…
Zaten dönem filmlerinde sıkılıyorum, bir de üstüne karanlık atmosfer, sürekli “eeee yani?” diye sorup durduğum sahneler, uzayıp duran bir hikaye… Ben sıkıldım, sizi bilmem…
The Disappearance Of Eleanor Rigby: Them / Aşkın Halleri
- Yönetmen: Ned Benson
- Tür: Dram, Romantik
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Jessica Chastain, James McAvoy, William Hurt
- Süre: 123 dk
?Conor ve Eleanor aşkla evlenmiş ve beraberliklerini mutlu bir biçimde sürdüren bir çifttir. Ta ki bir gün yine birbirlerine ne kadar yabancılaştıklarını fark edene kadar? Daha önce karşımıza The Disappearance Of Eleanor Rigby: Him ve Her başlıklarında iki ayrı bakış açısına sahip iki farklı film olarak çıkan yapıt, bu sefer çiftin hayatı yeniden keşfedişini subjektif bir bakış açısıyla yeniden beyazperdeye taşıyor.”
Yönetmenin 2013 yılında Him ve Her olarak çektiği iki filmin birleştirilmiş hali olan Them, bu versiyonundaki kurguyla yoruyor olsa da ortalamanın üstü bir senaryoya sahip. İzlenmesi çok gerekli filmlerden değil ama iyi bir ayrılık filmi izleyenlere tavsiye edebilirim…
4 f 2015 | Sinema
Karşınızda senenin iyileri arasından seçtiğim 4 gerilim filmi:
Gone Girl / Kayıp Kız
- Yönetmen: David Fincher
- Tür: Gerilim
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Ben Affleck, Rosamund Pike, Neil Patrick Harris
- Süre: 149 dk
?Amerika’nın Missouri eyaletlerinden birinde sıcak bir yaz sabahı, Nick ve Amy evliliklerinin beşinci yıl dönümünü kutlamaya hazırlanmaktadırlar. Fakat o gün Amy aniden ortadan kaybolur. Geri dönmeyince, polisin gözünde kocası Nick tüm şüpheleri üzerine çeker. Nick’in ise kafası karışmıştır zira Amy’ye ne olduğuna dair hiçbir fikri yoktur ama bir anda kendisini Amy’nin ailesinin haızlradığı bir yardım operasyonu içerisind epiyon olarak bulur! Nick masum olduğu konusunda ısrar etse de üstündeki şüpheleri tamamen yok edemez. Amy’nin hayatta olup olmadığı ise büyük bir muammadır…”
Açıkçası başrolde Ben Affleck olunca minimum beklentiyle izlemeye başladım fakat bence Gone Girl senenin iyilerinden biri olmuş. Yorumların çoğu Fincher gibi bir yönetmen için ortalama ve hatta vasat bir film olduğundan bahsetse de, bence hem komedi hem de gerilim dozuyla gayet ortalamanın üstünde, keyifli bir seyirlik olmuş.
İzlemenizi tavsiye ederim.
The Double / Öteki
- Yönetmen: Richard Ayoade
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Jesse Eisenberg, Mia Wasikowska , Wallace Shawn
- Süre: 93 dk
?Simon’ın işyeri ve evi arasındaki mesafeden ibaret olan hayatı, hayallerini kurduğu kadına ulaşamayarak, annesine tahammül etmeye çalışarak ve en önemlisi çevresi tarafından görmezden gelinerek geçip gitmektedir. Çekingenliği ve içine kapanıklığı kendini daha fazla güçsüz hissetmesinden başka bir sonuca hizmet etmez, yalnızlığı günden güne derinleşir. Bir gün işyerine James adında, tıpatıp kendisine benzeyen bir çalışanın gelmesiyle bu rutinleri yok olmaya başlar. James dış görünüş olarak kusursuz bir şekilde Simon’a benzer, karakter anlamındaysa tam tersidir. James’in karizması, neşeli kişiliği ve centilmen halleri birkaç gün içerisinde çevresindeki herkes tarafından sevilmesini sağlasa da esasında Simon’ın hayatını ele geçirmeye başlamıştır…
Dostoyevski’nin yazdığı dönemde sert eleştirilere maruz kalan eseri Öteki’nin beyazperde uyarlaması olan film, bir adamın yaşarken kendi “öteki”siyle tanıştıktan sonra hayatında erimeye başlayan akli sınırları ve deliliğin kontrolü ele alışını anlatıyor.”
Aylar evvel festivalde izlediğim film, ciddi Wes Anderson izleri taşıyan bir distopya. Retro fütüristik mekanları ile bilinmez bir dünyada Simon ve James ile bizi tanıştıran ve sonra bildiğimiz dünyanın iş hayatına ve sosyal hayatına dair eleştirileri üzerine yoğunlaşan film, Dostoyevski’nin aynı adlı zamansız eserinden uyarlama.
Son dönemin parlayan genç aktörlerinden Jesse Eisenberg’in yine mükemmel iş çıkardığı filmi izlemenizi tavsiye ederim.
Nightcrawler / Gece Vurgunu
- Yönetmen: Dan Gilroy
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Rene Russo, Riz Ahmed
- Süre: 117 dk
?Lou Bloom kariyer peşinde, genç ve hırslı bir adamdır. Hayatta “amaca giden her yol mübahtır” düsturunu benimseyen bu hırslı adam, geceleri şehirde yaşanan suç olaylarını tüm açıklığı ile kamerasına kaydetmeye başlar. Şehrin önde gelen televizyon kanallarından birinde gece muhabiri olarak işe girmesi de uzun sürmez. Fakat ne var ki, kariyerinde benimsediği yolun da bir faturası elbet olacaktır… “
Bu sene tüm yapımlar benim önyargılarımı yıkmak için yapılmış sanki. Sıfır beklenti, hatta Jake Gyllenhaal’ın yine bayık bayık bakacağı sıkıcı film negatif beklentisiyle izlediğim film, senenin en iyi işlerinden biriymiş meğerse. Konusu, medya eleştirisi, düşmeyen temposu ve Gyllenhaal’ın yarattığı muazzam karakter ile senenin mutlaka izlenmesi gerekenlerinden.
İyi seyirler,
De Behandeling / The Treatment
- Yönetmen: Hans Herbots
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: 2014, Belçika
- Oyuncular: Geert Van Rampelberg, Ina Geerts, Johan van Assche
- Süre: 125 dk
?Dedektif Nick Cafmeyer mükemmel kariyere sahip, başarılı bir müfettiştir. Ancak dokuz yaşındayken kardeşi Bjorn belirsiz bir şekilde ortadan kaybolunca, karanlık bir bulut çökmüştür yaşamına. Plettinckx ise herkes tarafından tanınan şeytani zevkleri olan bir seksomanyaktır. Dedektif Nick, Plettinckx’i sorgulamaya alır ama delil yetersizliğinden bırakmak zorunda kalır. Nick, kardeşinin bu seksomanyak adamla bir bağlantısı olduğunu düşünür ve amansız bir takip başlar..”
Belçikalı sinemacıların karanlık filmler çekmek konusunda tıpkı İslandinav ülkeleri gibi bir yeteneği var sanıyorum. Film bitsin de bu işkenceden kurtulayım diye dua ettim. Gerilmekten mideme ağrılar filan girdi. Kaldırabilecekseniz izleyin derim…
3 f 2015 | Anasayfa, Sinema
- Yönetmen: Wes Anderson
- Tür: Komedi , Dram , Polisiye
- Yapım: 2013, İngiltere, Almanya
- Oyuncular: Ralph Fiennes, Tony Revolori, F. Murray Abraham
- Süre: 100 dk
?20. yüzyılın başlarında iki savaş arasındaki dönemde geçen hikayede, Avrupa’nın hayali Zubrowka şehrinde bulunan Büyük Budapeşte Oteli’nin ihtişamlı dönemine tanık oluyoruz. Gustave H, otelin işleyişini büyük bir profesyonellikle idare eden, müşterilerini dahi en ince ayrıntılarına kadar tanıyan bir konsiyerj görevlisidir. Bir gün otele bellboy ve komi görevlisi olarak Zero Mustafa adında genç bir adam gelir ve kısa zamanda aralarında yakın bir arkadaşlık başlar. İkili birbirlerinin sırdaşı olurken yaşadıkları şehir de büyük bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu esnada Gustave’ın yaşlı sevgilisi Madame D. esrarengiz bir şekilde hayata veda eder, ikili Madame D.’ye veda etmek için yola çıkar. Bir asilzade olan Madame D.’nin şatosuna vardıklarında miras bölüşümünün yapıldığı toplantıya denk gelirler. Madame D., Gustave’a miras olarak paha biçilmez bir Rönesans tablosu bırakmıştır ve bunun açıklanmasıyla aile içerisinde büyük bir karmaşa çıkar. Bu andan itibaren belalarla dolu bir maceraya atılan Gustave ve Zero, gerçeklerin peşinde koşarken dışarıda da bir çağ değişmektedir?”
Filmi izleyeli sanıyorum bir yıla yaklaştı fakat hala bende bıraktığı tat mevcut. Benim gibi hafıza noksanı bir insanın izlediği bir filmle ilgili duygularını, üzerinden bu denli zaman geçmesine rağmen hatırlaması, filmin etkisinin ciddi bir ölçüsüdür.
En son, yine atmosferi ve hissiyatıyla müthiş bulduğum Moonrise Kingdom’da bıraktığımız Anderson, yine 100 dakika boyunca yarattığı dünyada başımızı döndürüyor. Bir yönetmenin iz bırakabilmesi ve başarılı olması için “ayrı bir dünya yaratması” en önemli kriter. Tıpkı Tarantino ve Tim Burton gibi her filminde renkleri, karakterleri, mekanları, diyalogları ve hikayesi bambaşka bir dünyanın içine seyirciyi bırakan yönetmenin şimdiye kadarki en iyi işlerinden biri The Grand Budapest Hotel.
Kadrosu yıldızlar geçidi gibi olan, her saniyesinde bir başka önemli oyuncunun yer aldığı film, oyunculuklarla göz dolduruyor. Ralph Fiennes, kendisini izlediğin en başarılı performansını sergilerken, Tony Revolori ve Murray Abraham her sahnelerinde adeta parlıyor.
Absürd bir kara komedi olmasına karşın, komedi dozu yüksek ve kurgusuyla her dakika izleyicinin dikkatini üst düzeyde tutmayı başaran film, masalsı anlatımın en başarılı örneklerinden birini ortaya koyarken, sinemanın enleri arasında kendine şimdiden önemli bir yer edindi.
Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
1 f 2015 | Sinema
Bu sene iyi “dahi” filmi yaptı… Elimize nereye atsak bir mucit, bir sanatçı, bir bir şey… Bunlar arasından en ses getiren üçü için, buyurun:
The Theory of Everything / Her Şeyin Teorisi
- Yönetmen: James Marsh
- Tür: Dram, Biyografi
- Yapım: 2014, İngiltere
- Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Tom Prior
- Süre: 123 dk
?Film, modern bilim ve teknoloji tarihini değiştiren İngiliz fizikçi ve teorisyen Stephen Hawking’in hayatından bir kesiti ele alıyor. Odak noktası olarak Hawking’in 1965 ve 1991 yılları arasında evli kaldığı ilk eşi Jane Wilde ile olan ilişkini konu alan filmde, öğrencilik yıllarında başlayan ilişkilerine, birlikte bilim adına yaptıklarına ve hastalık teşhisiyle yaşadıkları sarsıntılara tanık olacağız.”
Son olarak My Week with Marilyn ve Les Misérables?de izlediğimiz Eddie Redmayne’nin Hawking’i oynadığı değil, adeta “olduğu” film, çoğunlukla ünlü bilim adamının hastalığına ve duygusal hayatına odaklanmış bir biyografik yapım. Genel anlamda tüm oyuncuların istenilenden fazlasını verdiği ve müzikleriyle akılda kalan filmin final sahnesi dışında kurgusu ve senaryosu pek iç açıcı değil, hatta oldukça sıradan. Hawking’in ilk eşi Jane Wilde’ın kitabına sadık kalan ve bu yüzden eleştrilerin hedefi olan senaryonun uyarlama dalında, Redmayne ve Jones en iyiler dalında aday olduğu, ayrıca en iyi özgün müzik ve en iyi film dallarında da Oscar adaylığı bulunan filmin akıbetini hep birlikte göreceğiz.
Benim fikrime göre sadece Eddie Redmayne’in performansı ve Hawking’in hayat azmi için izlenebilecek ortalama bir film…
The Imitation Game
- Yönetmen: Morten Tyldum
- Tür: Dram, Biyografi
- Yapım: 2014, İngiltere, ABD
- Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Keira Knightley, Matthew Goode
- Süre: 114 dk
?Ünlü matematik dehası Alan Turing’in hayatının anlatıldığı filmde, Turing’i Benedict Cumberbatch canlandırıyor. Filmde, 2. Dünya Savaşı sırasında Almanların şifreli haberleşmelerinin kodlarını çözen Alan Turing’in Nazileri durdurma başarısı anlatılıyor.”
Yine bir dahinin konu edildiği film, Alan Turing’in tüm hayatına değil, sadece bir bölümüne dair bölümler içeriyor. Sherlock Holmes rolü ile tüm dünyada büyük hayran kitlesi kazanan Benedict Cumberbatch’in başrolünde olduğu film, merkezine savaş sırasındaki şifreli haberleşmelerin çözülmesini koyuyor olsa da dönemin İngiltere’sinde eşcinsellerin yaşadıklarına da odaklanıyor.
Gerek oyunculukları, gerek senaryo,kurgu ve görselliğiyle eli yüzü düzgün ve sakin bir iş olan ve de sonuna kadar büyük bir zevkle izlenen film, senenin iyileri arasında. İyi seyirler,
Mr.Turner / Bay Turner
- Yönetmen: Mike Leigh
- Tür: Dram, Biyografi
- Yapım: 2014, İngiltere
- Oyuncular: Timothy Spall, Paul Jesson, Dorothy Atkinson
- Süre: 150 dk
?Manzara ve doğa olaylarını resmettiği yağlıboya ve suluboya tablolarıyla tanınan, Romantizm akımının en önde gelen sanatçılarından biri olarak kabul edilen, aynı zamanda Empresyonizm akımının da öncülerinden olan İngiliz ressam J.M.W. Turner’ın hayatı ilk defa bu kadar detaylı bir biçimde beyazperdeye taşınıyor!
Yaşadığı dönemde, hayatı en çok merak edilen sanatçılardan biri olan 19. yüzyılın en sevilen ressamlarından biri olan Turner’ın yapmış olduğu seyahatleri, sanatının içeriğini, sosyal çevresini ve aşk hayatını perdeye taşıyan film; ünlü ressamın hayatının son 25 yılını konu alıyor.
Londra’da dönemin sanat dünyasını da gözler önüne seren film, Turner’ın yaşlı babası, birlikte yaşadığı hizmetçisi, metresi ve iki yetişkin kızı ile olan ilişkisini ön plana alıyor.”
Söze bu şekilde başladığım için üzgünüm ama benim gibi bir obsesif için izlemesi zor filmlerden biriydi. Nedeni ise filmin başından sonuna kadar homurdanan Timothy Spall ve diyalogların yarısı kadar yer kaplayan “indeed” kelimesi. O yıllarda İngilizler henüz “ok, yes, all right” gibi kelimeleri keşfetmemişler sanırım, vara yoka “indeed” dediler, bitmek bilmedi… Bir noktadan sonra konuşulanları kaçırıp, kelimeyi her söylediklerinde atak geçirdim sanıyorum.
Neyse kişisel hassasiyetlerim bir yana, Cannes’dan ödülle dönen Spall, kariyerinin en iddialı işlerinden birine imza atıyor. Yönetmen Mike Leigh ise elindeki oyuncunun kıymetini bilerek ona adeta yaşabileceği bir arka plan sunuyor. Kusursuz görselliği, ışık kullanımı ve deneyimli oyuncu kadrosunun toplu başarısı filmin en büyük artıları. Konu sanatçılar olduğunda biyografik yapımları ve belgeselleri izlemeye doyamadığımdan ben pek fazla sıkmamış olsa da süresinin bir miktar uzun olduğu söylenebilir fakat buna rağmen, özellikle ilgililerine, senenin izlenmesi gereken yapımlarından olduğunu belirtmek isterim.
İyi seyirler,
15 f 2015 | Sinema
Merhaba! Bu yıl diğer yıllardan farklı olarak, adayların açıklandığı gün (15 Ocak) hemen hemen tüm filmleri izlemiş olmanın verdiği haklı gururu taşırken, öte yandan henüz onda birinin bile yorumunu yazamamış olmanın sıkıntısındaydım. Durum pek de değişemedi, maalesef tüm yazıları yetiştiremedim.
Saatler yaklaştı, tahminlerim ve minik yorumlarım aşağıda. Merakla ne olup biteceğini izlemek istiyorum. Ayrıca Yekta Kopan, seni görmek ne güzel!
Happy Oscars!!!
En İyi Film (Best Picture)
İlk 3 dışındaki filmler şahsen senenin en iyileri arasında bile yer almamalıydı bence ama Whiplash, Birdman ve The Grand Budapest Hotel’den hangisi alırsa alsın çok mutlu olacağım.
- Whiplash – Birdman – The Grand Budapest Hotel ———————————- Birdman
- American Sniper
- Boyhood
- The Theory of Everything
- The Imitation Game
- Selma
En İyi Yönetmen (Directing)
Sözlerime bu listede Damien Chazelle’in olmayışının sitemiyle başlamak istiyorum. Zira Whiplash ile çıkardığı iş çok iyiydi ama artık yapacak bir şey yok.
Adaylarımıza gelirsek Foxcather ve The Imitation Game yönetmenlik açısından ortalamanın üstüne çıkamayan filmler bana kalırsa. O nedenle üzerlerinde bile durmuyorum.
Boyhood önceleri bir fırtına gibi esse de, film izlendikçe havası sönmüş gibi gözüküyor. Zira 12 senede çekilmiş olması dışında pek de esprisi yok. Zaten Linklater’ın bu adaylığını da sırf senelerce süren çabasına karşılık lütfetmişler gibi gözüküyor. Başka aday olmadığından üçüncü sıraya koydum ama benim gözümde pek bir değeri olmadığını söylemeliyim.
Son ikiye geldiğimizde ise bu sene hemen her kategoride yaşadığım sıkıntıyı yaşıyorum. Wes Anderson’un başarısı herkesin dilinde. Hem teknik açılardan hem kurgu ve prodüksiyon anlamında hem farklı hem de dikkat çekici bir iş başardı. Fakat Inarritu’da Birdman’daki kamera tekniği ve senaryoyu işleyişiyle gönüllerimizde taht kurdu.
Ödülün muhtemel sahibi Inarritu gibi gözükse de benim için iki isimden birinin olması kafidir.
- Wes Anderson | The Grand Budapest Hotel
- Alejandro González Iñárritu | Birdman ———————————-
- Richard Linklater | Boyhood
- Bennett Miller | Foxcatcher
- Morten Tyldum | The Imitation Game
En İyi Erkek Oyuncu (Actor In a Leading Role)
Oyunculuk kategorilerini kendi içimde hep şöyle değerlendiriyorum. Bu oyuncu yerine başkası oynasa da olur muydu? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırsa, o oyuncu bir kaç puan önde demektir.
Bu sorumdan yola çıkarak sondan başa gelmem gerekirse Benedict Cumberbatch’ın donuk oyunculuğu kesinlikle son sıramda. Üzerine yorum yapacak bir performans bile yok ortada.
Foxcatcher’ı henüz izlemedim ama tüm yorumlar Steve Carell’ın performansının ortalama olduğu yönündeydi, dolayısıyla kendisi 4.sırada. Bradley Cooper’ı ise umarım ömrümün bir döneminde iyi oyuncu olarak görebilirim ama benim için hala vasat-orta arasında.
Michael Keaton’un Birdman performansı gerçekten senenin en iyilerinden fakat Eddie Redmayne’in inanılmaz başarısı, başta sorduğum sorunun tam olarak cevabı. Başka kimse Hawking’i Redmayne gibi oynayamazdı. O yüzden ödülü kendisinin alması gerektiğini düşünüyorum.
Bu arada bu listeye The Double’daki performansı ile Jesse Eisenberg ve Frank’deki performansı ile Domhnall Gleeson eklenebilirdi sevgili akademi.
- Eddie Redmayne | The Theory of Everything ———————————-
- Michael Keaton | Birdman
- Bradley Cooper | American Sniper
- Steve Carell | Foxcatcher
- Benedict Cumberbatch | The Imitation Game
En İyi Kadın Oyuncu (Actress In a Leading Role)
Herkes bu sene iyi oyunculukların azlığından yakınmış olsa da, başrolünde kadınların olduğu ve aşağıda adaylar arasında da olan 3 isim benim için bu senenin en iyi işlerine imza attılar. Az olsun öz olsun mantığıyla yaklaştığım kategoride Felicity Jones’u en sona yerleştirdim. Seyirciye duygu geçirmek konusunda, müthiş gözlerinin de büyük katkısıyla, başarılı olduğunu düşünsem de kendisini izlediğim performanslarında hep bir derece tutuk olduğunu düşünüyorum. Henüz hayatının rollerini oynamadı gibi geliyor bana.
Rosamund Pike, Gone Girl’deki performansıyla sonuna kadar övgüleri hak ediyor olsa da, sırasının daha iyi adaylar olduğu için 4’te kaldığını belirtmeliyim. Sanıyorum kusursuza yakın bir oyunculuktu. Hiç bir detay veremiyorum, zira filmin süprizi kaçıyor.
Sıra son üçlüye geldiğinde Reese Witherspoon’u 3. sıraya koydum. Tek başına sırtladığı filmde çok iyi bir iş çıkarıyor, ve hatta kariyerinin en iyi performansına imza atıyor, olsa da biraz tutuk ve duygusuz bulduğumu söyleyebilirim. Belki sadece film özelinde eleştiriyor olsam bu kusurları bulmazdım fakat diğer iki adayla yan yana düşününce bu eksikler ortaya çıkıyor.
Julianne Moore’un heykeli alacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Aslında benim sıralamamda da hem Cotillard hem Moore aynı sırada, fakat Cotillard’ın duygusunu daha çok geçirebildiğine inanıyorum, o yüzden kendisini burun farkıyla 1.sırama yerleştirdim. Hangisi kazanırsa kazansın sevineceğim.
Bu arada Felicity Jones yerine bu yarışta Big Eyes’taki dokunaklı performansıyla Amy Adams olmalıydı diye düşündüğümü de belirtmeliyim.
- Marion Cotillard | Two Days, One Night
- Julianne Moore | Still Alice ———————————-
- Reese Witherspoon | Wild
- Rosamund Pike | Gone Girl
- Felicity Jones | The Theory of Everything
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Actor In a Supporting Role)
Akademidekilerin aday seçimlerine hayranım! Mark Ruffalo ve Ethan Hawke canımız ayrı konu ama aday olacak ne yaptılar? Soru işareti? Robert Duvall ve Edward Norton’ın performansları ise ortalamanın üstündeydi evet ama J.K.Simmons i-na-nıl-maz-dı! Sokakta ıslık çalarken karşıma çıksa, arkama bakmadan kaçarım. Aktör filan değil bence hala Fletcher!
- J.K. Simmons | Whiplash ———————————-
- Robert Duvall | The Judge
- Edward Norton | Birdman
- Ethan Hawke | Boyhood
- Mark Ruffalo | Foxcatcher
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Actress In a Supporting Role)
Hiç bir adayın ödüle layık olmadığını düşündüğüm dala geldi sıra! Hepsini 5. sıraya koyabilirdim, o derece saçma buluyorum adayları. Ama yine de sırayla gitmek gerekirse;
Merly Streep bir saniye görünüp “meraba televole” dese bile aday oluyor artık. Bir tür totem haline getirdi akademi kadını. Ultra saçma bir adaylık. Ciddiye bile alamadım. Benzer şekilde iyi bir oyuncu olduğunu bile düşünmediğim Keira Knightley her zamanki vasat-orta arası performansıyla bu listede olmamalıydı bile.
Boyhood’u öyle senenin en iyi filmi filan diye yüceltip sevenlerden değilim. Hatta 12 yılda çekilmesi dışında pek bir esprisi bile yok bence. Filmin fazlaca yüceltilmiş isimlerinden biri de Patricia Arquette oldu. Bana kalırsa tekdüzelikte rekora koşan performansıyla aday olması bile oldukça saçmayken, kulislerde ödülü alacağı konuşuluyor. Umarım böyle haksız bir başarı yakalamaz.
Laura Dern’in Wild’daki performansını bir miktar abartılı ve absürd bulsam da bir şekilde duyguyu geçirdiğini düşünüyorum. Emma Stone’un performansıyla ilgiliyse kafam çok karışık. Zira kendisi mi rolü parlatamadı yoksa karakter çok mu hikayeden kopuktu kısmında soru işaretleri içindeyim. Yine de umut vaad ettiğini düşünüyorum. Madem adaylar bunlar, bari Dern ve ya Stone arasından biri ödülü kucaklasın isterim.
Bana kalırsa bu sene bu dala aday olması gereken iki isim vardı: Birincisi, Snowpiercer’daki müthiş başarısıyla Tilda Swinton. İkincisi ise Nightcrawler’daki başarılı performansıyla Rene Russo. Fakat olmadı. Kötülerin arasından kötülerin iyisini seçmeye çalışıyoruz.
- Laura Dern | Wild
- Emma Stone | Birdman
- Patricia Arquette | Boyhood ———————————-
- Keira Knightley | The Imitation Game
- Meryl Streep | Into the Woods
En İyi Özgün Senaryo (Writing (Original Screenplay))
Foxcatcher ve Boyhood konu dışı. Nightcrawler’ı senaryo olarak çok beğenmiş olsam da Birdman ve The Grand Budapest Hotel varken maalesef esamesi okunmuyor.
- The Grand Budapest Hotel | Wes Anderson ve Alec Guinness
- Birdman | Alejandro González Iñárritu, Nicolas Giacobone, Alexander Dinelaris ve Armando Bo ———————————-
- Nightcrawler | Dan Gilroy
- Foxcatcher | E. Max Frye ve Dan Futterman
- Boyhood | Richard Linklater
En İyi Uyarlama Senaryo ( Writing (Adapted Screenplay))
Whiplash!
- Whiplash | Damien Chazelle
- Inherent Vice | Paul Thomas Anderson
- American Sniper | Jason Hall
- The Theory of Everything | Anthony McCarten
- The Imitation Game | Graham Moore ———————————-
En İyi Kurgu (Film Editing)
Her şeyden önce Boyhood’un en kötü kurgu adayı olması gerektiğini düşünüyorum. Heykeli TGBH’e versinler, geçelim…
- The Grand Budapest Hotel | Barney Pilling
- Whiplash | Tom Cross ———————————-
- The Imitation Game | William Goldenberg
- American Sniper | Joel Cox ve Gary Roach
- Boyhood | Sandra Adair
En İyi Görüntü Yönetimi (Cinematography)
- Mr. Turner | Dick Pope
- The Grand Budapest Hotel | Robert D. Yeoman
- Birdman | Emmanuel Lubezkiv ———————————-
- Ida | Ryszard Lenczewski ve Lukasz Zal
- Unbroken | Roger Deakins
En İyi Prodüksiyon Tasarımı (Production Design)
- The Grand Budapest Hotel | Adam Stockhausen ve Anna Pinnock ———————————-
- Mr. Turner | Suzie Davies ve Charlotte Watts
- Interstellar | Nathan Crowley, Gary Fettis ve Paul Healy
- Into the Woods | Dennis Gassner ve Anna Pinnock
- The Imitation Game | Maria Djurkovic ve Tatiana Macdonald
En İyi Kostüm Tasarımı (Costume Design)
- The Grand Budapest Hotel | Milena Canonero ———————————-
- Mr. Turner | Jacqueline Durran
- Into the Woods | Colleen Atwood
- Inherent Vice | Mark Bridges
- Maleficent | Anna B. Sheppard & Jane Clive
En İyi Özgün Müzik (Music (Original Score))
En İyi Özgün Şarkı (Music (Original Song))
- ?Everything Is Awesome? | The Lego Movie
- ?Glory? | Selma ———————————-
- ?Grateful? | Beyond the Lights
- ?I?m Not Gonna Miss You? | Glen Campbell: I?ll Be Me
- ?Lost Stars? | Begin Again
En İyi Makyaj & Saç Tasarımı ( Make Up & Hairstyling )
- The Grand Budapest Hotel ———————————-
- Guardians of the Galaxy
- Foxcatcher
En İyi Ses Kurgusu (Sound Editing)
- Birdman
- Interstellar
- Unbroken
- The Hobbit: The Battle of the Five Armies
- American Sniper ———————————-
En İyi Ses Miksajı (Sound Mixing)
- American Sniper
- Birdman
- Interstellar
- Unbroken
- Whiplash ———————————-
En İyi Görsel Efekt (Visual Effects)
- Dawn of the Planet of the Apes
Guardians of the Galaxy
- Interstellar ———————————-
- Captain America: The Winter Soldier
- X-Men: Days of Future Past
Yabancı Dilde En İyi Film (Foreign Language Film)
- Ida (Polonya) ———————————-
- Leviathan (Rusya)
- Tangerines (Estonya)
- Timbuktu (Moritanya)
- Wild Tales (Arjantin)
En İyi Animasyon (Animated Feature Film)
- How to Train Your Dragon 2
- Big Hero 6 ———————————-
- Song of the Sea
- The Tale of the Princess Kaguya
- The Boxtrolls
En İyi Belgesel (Documentary Feature)
- CitizenFour ———————————-
- Finding Vivian Maier
- Last Days in Vietnam
- The Salt of the Earth
- Virunga
En İyi Kısa Film (Short Film (Live Action))
- Aya | Oded Binnun ve Mihal Brezis
- Boogaloo and Graham | Michael Lennox ve Ronan Blaney
- Butter Lamp (La lampe au beurre de yak) | Hu Wei ve Julien Féret
- Parvaneh | Talkhon Hamzavi ve Stefan Eichenberger
- The Phone Call | Mat Kirkby ve Kames Lucas ———————————-
En İyi Kısa Animasyon (Short Film (Animated))
- The Bigger Picture | Daisy Jacobs ve Christopher Hees
- The Dam Keeper | Robert Kondo ve Dice Tsutsumi
- Feast | Patrick Osborne ve Kristina Reed ———————————-
- Me and My Moulton | Torill Kove
- A Single Life | Joris Oprins
En İyi Kısa Belgesel (Documentary Short)
- Crisis Hotline: Veterans Press 1 ———————————-
- Joanna
- Our Curse
- The Reaper (La parka)
- White Earth
13 f 2015 | Sinema
Yine Oscarlar yaklaşıyor ve ben yine izlediğim tüm filmlerin yorumlarını buraya yazmaya çalışırken helak olacağım ama yapacak bir şey yok. Neticede silah zoruyla yazdırmıyorlar, para kazandığım da yok, sırf kendi zevkime kendimle yarışıyorum. Bu sefer 2013’ten kalan 4 film ile ilgili yorumlarımı ileteceğim:
Starred Up / Yüksek Risk
- Yönetmen: David Mackenzie
- Tür: Dram
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Jack O’Connell, Rupert Friend, Ben Mendelsohn
- Süre: 105 dk
?Şiddet olaylarına karıştığı için çocuk hapishanesine düşen fakat kısa sürede şiddete duyduğu şaşırtıcı eğilim nedeniyle yetişkin bölümüne transfer edilen Oliver’ın öyküsüne odaklanan filmde, Oliver, yerleştirildiği bu yeni bölümde, babasının başına gelenler hakkında bir şeyler bilen bir kişiyle tanışır. Oliver, her adımda babasının başına gelen olayların sır perdesini aralarken, tahmin bile edemeyeceği bir öykünün öznesi haline gelecektir. ?
En iyi hapishane filmleri arasında yerini alan Starred Up, Perfect Sense ve Spread filmlerinden hatırladığım İngiliz yönetmen David Mackenzie’nin son işi. Şiddet içeren sahneleri ile gözümüze sokulan gerçeklik, Jack O’Connell’ın pek beğendiğim performansı, müziksiz ve kadınsız olması en aklımda kalanlar. İzlerken bu denli içine girdiğim, neredeyse yaşadığım film sayısının az olduğunu düşünürsek, benden büyük bir geçer not alan filmi izledikten sonra bir müddet etkisinden çıkamadım.
2013’ün izlenmesi gereken filmlerinden.
The Invisible Woman / Görünmeyen Kadın
- Yönetmen: Ralph Fiennes
- Tür: Biyografik, Romantik
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Ralph Fiennes, Felicity Jones, Kristin Scott Thomas
- Süre: 111 dk
?Kariyerinin en parlak günlerini yaşayan Charles Dickens, genç ve güzel bir kadınla tanışır. Ünlü yazara aşkla bağlı olan kadın, Dickens?ın ölümüne kadar onun gizli sevgilisi olarak kalacaktır. Yönetmenliğini Ralph Fiennes?ın üstlendiği film, Claire Tomalin?in kitabından Abi Morgan tarafından uyarlandı.”
Dönem filmlerini izlerken çoğunlukla sıkılıyorum. Her ne kadar konu büyük usta Charles Dickens olsa da, Felicity Jones dünyanın en duygulu ve aşık bakan kadınını oynamayı başarsa da, çok dikkat çekici ve güzel bir sanat yönetimi olsa da bu filmde de çok sıkıldım. Süresi uzun geldi, bitse de gitsek diye bekledim.
The Book Thief / Kitap Hırsızı
- Yönetmen: Brian Percival
- Tür: Dram
- Yapım: 2013, ABD, Almanya
- Oyuncular: Geoffrey Rush, Emily Watson, Sophie Nélisse
- Süre: 131 dk
?Liesel Meminger?in, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya?da henüz dokuz yaşındayken bir ailenin manevi kızı olur. Çok sevdiği ailesi ve evlerinde kalan sığınmacı Max sayesinde okumayı öğrenen ve çok seven Liesel kitaplarla derin bir bağ kurar. Max ve cesur Liesel için çevrelerinde dünyada yaşanan tüm kötülüklerden uzaklaşmanın tek yolu, kitapların ve kelimelerin ikisine sunduğu hayal dünyasıdır. Fakat bodrum katında saklanan Yahudi Max, sürekli diken üstündedir?”
İlk cümlede sinematografiyi ayakta alkışladığımı belirtip övgü sıramı hemen savuyorum. Zira Geoffrey Rush’ın başarılı performansına rağmen tüm Almanların mükemmel İngilizce konuşmasıyla ilk golü kendine atan, tam derinleşip filmin içine girecekken bölük pörçük kurgusuyla dikkatinizi dağıtarak ikinci golü de kendine atan film malesef beklentilerimi karşılamayan, vasat-orta bir İkinci Dünya Savaşı filmi olarak aklımda kaldı.
Night Moves / Gece Planı
- Yönetmen: Kelly Reichardt
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular: Jesse Eisenberg, Dakota Fanning, Peter Sarsgaard
- Süre: 117 dk
?Üç çevre aktivisti Josh, Dena ve Harmon yaşadıkları toprakların geleceği için endişelenen ve dahası isyan eden insanlardır. Çevrelerindeki insanların umursamazlığı canlarına tak etmiştir, bir şeyler yapmak için harekete geçmek gerektiğini hissederler. Farklı toplumsal tabanlardan gelen bu üçlü dikkat çekmek amacıya beraber bir barajı havaya uçurmayı planlarlar.”
Popüler filmlerin seyircileri için oldukça yavaş ve sıkıcı sayılabilecek, fakat ben gibi bağımsız sinemaya da ucundan da olsa gönül vermiş seyircilerin ayakları yere basan ve soğukkanlı bulacağı film, son dönemin en başarılı oyuncularından Jesse Eisenberg’in ve pek beğendiğim Peter Sarsgaard’ın kendinden emin oyunculukları ve Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenleri arasında anılan Kelly Reichardt’ın yönetmenliği ve senaristliğinde senenin oldukça iyi işlerinden biri.
İzlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
8 f 2015 | Sinema
Biraz da kafamızı boşaltacağımız, elimizde bir işlerle uğraşırken (ki benim için hemen her filmde genelde öyle oluyor!) bir yandan da sempatik hikayeler bulacağınız, hoş vakit geçirebileceğiniz bazı romantik komedileri seçtim. Bazen ağır konular ve aksiyonlardan sıkılınca, bu tip filmler izlemek çok hoşuma gidiyor. Her zaman kalite, etkileyicilik, inanılmaz oyunculuklar filan beklemek olmaz değil mi? Buyurun:
That Awkward Moment
- Yönetmen: Tom Gormican
- Tür: Romantik, Komedi
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Zac Efron, Miles Teller, Michael B. Jordan
- Süre: 95 dk
“Beraber yaşayan ve üç iyi dost olan Jason, Daniel ve Mikey ilişkilerinde herkesin sorduğu o malum soruda tıkanmışlardır: Peki şimdi ne olacak? “
Erkeklerin bakış açısıyla ilişkiyi anlatmaya çalışan, bunu anlatırken de esprileriyle seyirciyi güldürmeyi amaçlayan bir film olmuş That Awkard Moment. Son dönemin popüler genç erkek oyuncularından; yakışıklı Zac Efron, yetenekli Michael B.Jordan ve çok beğendiğim ve bir süredir takibe aldığım Miles Teller beklenen performansı veriyorlar.
Keyifli seyirler,
Cuban Fury
- Yönetmen: James Griffiths
- Tür: Romantik, Komedi
- Yapım: 2014, İngiltere
- Oyuncular: Nick Frost, Rashida Jones, Chris O’Dowd
- Süre: 98 dk
“13 yaşındaki Bruce Garrett dansa üstün bir yeteneği olan ve UK Salsa turnuvasına katılmak için İngiltere’ye giden genç bir dansçıdır. Londra sokaklarında bir olaya karıştıktan sonra kendini kaybedince o an itibarıyla umut vaadeden kariyeri sonlanır ve hayatı planladığından başka bir yöne doğru evrilir. Aradan 22 yıl geçer ve halen gerek bedenen gerekse ruhen çökmüş durumdadır. Bu esnada hayatına zeki, eğlenceli ve güzel bir kadın olan yeni patronu Julia girer. Bruce her geçen gün daha fazla hayranlık duyduğu bu kadının kendisi için çok fazla olduğunu düşünmeden edemez. Julia ise kendi problemleriyle boğuşmaktadır. Bruce, Sam’in telkinleri sayesinde dansa geri dönecek ve yıllarca içinde gömülü olan en büyük korkusunu yenmeye çalışacaktır.”
Yönetmenin ilk uzun metraj filminde, sırtını deneyimli oyuncu Nick Frost’a dayayan, izleyicilere keyifli vakit geçirmek dışında bir şey vaad etmeyen, müzik ve dans içeren bir hafif komedi, hafif romantik film. Keyifli seyirler,
The Other Woman / Öteki Kadın
- Yönetmen: Nick Cassavetes
- Tür: Romantik, Komedi
- Yapım: 2014, ABD
- Oyuncular: Cameron Diaz, Leslie Mann, Kate Upton
- Süre: 109 dk
“Mutlu ve huzurlu bir evliliği olduğuna inanan Kate King, dışardan bakıldığında gayet sakin bir hayat sürmektedir. Avukatlık yapan Carly ise mükemmel bir ilişkisi olduğuna inanmaktadır.
Bir gün Carly, sürpriz yapmak için sevgilisi Mark’ın kapısını çalar ve karısı Kate ile karşılaşır! Tesadüfen tanışan ve her ikisi de aldatıldığını öğrenen Carly ve Kate tuhaf bir duruma düşmüşlerdir. Zamanla aralarında ilginç bir arkadaşlık gelişmeye başlar. İntikam için planlar kurarken, Mark’ın bir tek onlarla ilişki yaşamadığını fark ederler. Adamın ustalıkla sakladığı gerçekler bir bir ortaya çıkacaktır. Kendilerinden daha genç olan ikincisi sevgilisi Amber’a da durumu anlattıklarında, intikam üçlüsü tamamlanmış olur! Carly’nin acımasızlığı, Kate’in kıvrak zekası ve Amber’ın cazibesi bir araya gelmiştir. Mark’ın yaşa dışı para aktarımlarından haberdardırlar ve bu yolu kullanarak onun hayatını karartmaya ant içerler! “
That Awkward Moment’ın aksine bu sefer kadınların bakışıyla ilişkileri anlatan bir film The Other Woman. Fakat üstte bahsettiğim diğer iki filmin aksine keyifli zaman geçirmek için bile izlenemeyecek derecede komedi dozu düşük ve tüm umudunu güzel kadınlara bağlayan bu film yerine Sex and the City’leri tekrar izlemek daha keyifli olabilir. Bence film vakit kaybı ama Kate Upton’ı 100 dakika izlemek isterseniz, ona saygım var.
8 f 2015 | Sinema
Yeni yılın ilk yazısındaki komedilerden sonra bu yazıda dram ve gerilim filmlerinden seçkiler yaptım. Soğuk günlerde battaniye altından izlemelik… İyi seyirler,
Highway
- Yönetmen: Imtiaz Ali
- Tür: Dram, Romantik, Macera
- Yapım: 2014, Hindistan
- Oyuncular: Alia Bhatt, Randeep Hooda, Durgesh Kumar
- Süre: 133 dk
“Düğününden hemen önce, genç bir kadın fidye için kaçırılır. Zaman geçtikçe, onu kaçıranla arasında garip bir bağ oluşur.”
İzleyecek bir şey bulamadığım bir gün tesadüfi olarak açtığım film, oldukça hoşuma giden bir yol hikayesiyle tanıştırdı beni. Klasik Hint filmlerine pek benzemeyen, daha ziyade bağımsız sinemaya göz kırpan filmde, Hindistan’ın ilgi çekici coğrafyası arka planda müthiş manzaralar sunarken, hikaye ülkedeki ekonomik sınıf farklılıklarına parmak basıyor.
Son dönemde izlediğim en umut verici oyunculuklardan birine imza atan 1993 doğumlu genç oyuncu Alia Bhatt ve yönetmen Imtiaz Ali’yi bundan sonra da takip etmeye çalışacağım. Özellikle yeni dönem Hint filmlerinin meraklılarına, izlemelerini tavsiye ederim.
Hoje Eu Quero Voltar Sozinho / The Way He Looks/ Bugün Eve Yalnız Dönmek İstemiyorum
- Yönetmen: Daniel Ribeiro
- Tür: Dram, Romantik
- Yapım: 2014, Brezilya
- Oyuncular: Ghilherme Lobo, Fabio Audi, Tess Amorim
- Süre: 94 dk
“Leonardo, baskıcı annesinin gözetimi altında yaşamaktan bunalan ve her an özgürlük arayışında olan görme engelli bir gençtir. En iyi arkadaşı Giovana’nın öğrenci değişim programı dahilinde şehirden uzaklaşması sonrasında iyice yalnızlaşan Leonardo, bu hayal kırıklığını kasabaya ve sınıflarına yeni gelen Gabriel ile tanışmasının ardından tamir eder. Gabriel, Leonardo’nun o güne dek yaşadığı hayatı tamamen değiştirecektir.”
Genç sinemacı Daniel Ribeiro’nun uzun metrajda ilk yönetmenlik ve senaristlik deneyimi olan film, normalde 3 film çıkacak kadar konuyu bir arada topluyor. Engelli, eşcinsel ve ergenlik dönemindeki bir gencin hikayesini oldukça naif ve sakin bir biçimde, arkadaşlıklar üzerinden anlatan yönetmen ilk filminde oldukça başarılı bir iş çıkarırken, genç oyuncuların ve özellikle Ghilherme Lobo’nun performansı alkışı hakediyor.
Senenin izlemenizi tavsiye edeceğim yapımlarından.
Dabba / The Lunchbox / Sefertası
- Yönetmen: Ritesh Batra
- Tür: Romantik
- Yapım: 2014, Hindistan, Fransa, Almanya
- Oyuncular: Irrfan Khan, Nimrat Kaur, Nawazuddin Siddiqui
- Süre: 102 dk
“Bombay’da meşhur bir gelenek: 5000 dabba (sefer tası) dağıtıcısının oluşturduğu bir topluluk var. Bu babadan oğula geçen bir meslek. Her sabah bu dağıtıcılar kadınların evde yaptıkları sıcak yemekleri eşlerinin iş yerlerine taşıyorlar ve boş kutuları da akşama doğru eve geri getiriyorlar. 120 yıldır işyerlerinde ev yemeği lüksleri var. Harvard üniversitesi bu konuda bir araştırma yapmış, 8 milyon sefertasının yalnızca 1 tanesi yanlış adrese gidiyormuş. İşte bu film, o 1 tanenin hikayesi!
Yanlış ulaştırılan bir sefer tası Ila Singh’ten, Saajan Thomas’a ulaşınca bu yanlışlık iki insanı biraraya getirir ve aralarında hayali bir ilişki başlar. Kadın, gizemli karşı tarafa yemekler pişirerek onunla iletişim kurmaktadır. Sefertasının içine koydukları notlarla yazışmaktadırlar. Bu notlarda hayalgüçlerini o kadar zorlarlar ki adeta gerçek hayattan koparlar. Bu film, hayal ettiğimiz hayat ve gerçek hayatı karşılaştırırken hayalleri gerçeğe dönüştürme cesaretinden de bahseder.”
Filmekimi’nde izleme şansı bulduğumuz film, Amerika’da yılın en çok izlenen yabancı filmi oldu. Daha önce Life of Pi ve Slumdog Millionaire’de de izlediğimiz Bollywood’un ünlü oyuncusu Irrfan Khan’ın başrolünü paylaştığı Sefertası, oldukça sakin ama derin bir film. Yönetmenin ilk uzun metraj işinde hikayeyi, iki karakterin de derinlerine inerek ve iş hayatı, umutsuzluk, yalnızlık, sosyal farklar gibi konuları da yanına ustaca ekleyerek işlemesi ve üzerine bu denli gerçekçiliği büyük bir sadelikle yakalaması övgüleri hakediyor.
Anaakıma yakın Hint sinemasının başarılı örneklerinden biri.
İzlemenizi tavsiye ederim.