Bize Film Önersene!

Bize Film Önersene!

O kadar çok platforma ve filme boğulduğumuz bir dönemdeyiz ki, iyi bir film bulmak samanlıkta iğne aramaya benzedi. Netflix’i tarıyoruz, İmdb puanına bakıyoruz, festivalleri kovalıyoruz, blogları takip ediyoruz… Derken yine de tatmin olmadığımız onlarca film izliyoruz.

Evet zevkler biraz kişisel bir konu ama yine de sinemanın ortak paydası olan hikaye, oyunculuk, merak yaratma, görsel tat v.s gibi konularda “baya iyi” diyebileceğim bazı filmleri listelemek istedim.

İyi olduğu halde sıradan bulduğum için listeye almadığım bir çok film de var ama sanırım en en tavsiye edebileceklerim bunlar. Dilerim sizler de beğenirsiniz. 

İyi seyirler,

 

Mutlaka İzleyin!

Belgica // The Broken Circle Breakdown filminin yönetmeninden kulaklarınızın pasını silecek bir müzik şöleni ve derin bir aile-kardeşlik hikayesi… Senenin izlenmesi gereken filmlerinden…

Dheepan // İnsan olmak, vatan/sızlık, güven, sevgi ihtiyacı, yaşama bağlılık, hayaller… İzlerken sağlı sollu bin tane yumruk attı film bana…

Anomalisa // Başyapıt. Bu senenin Her’ü. Aşkı anlatış şekli “sinema bu” dedirtiyor. Kalabalıklardaki yalnızlık, hayatın tekdüzeliği, aile kurma ve başarının mutlu olmaya yetmemesi… Bu kadar çok şeyi kuklalarla bu kadar gerçek ve damardan anlatmak… İzleyin! (bitince kafamda “sen de artık herkes gibisin” çaldı…) 

El Clan, Çete // Böyle bir final yok! Bütün salon çığlıklarımızı yuttuk, şok şok! Şahsen senenin en beğendiğim filmlerinden biri oldu Çete. Gerçek bir hikaye olması da cabası… Olaylardaki bazı açıklar bende de soru işareti oldu ama çok takılmayın. Dram,gerilim dolu etkileyici bir hikayeye tanık olun.

7 Casaj, 7 Kasa // Çok beğendiği kameralı cep telefonunu alabilmek için tesadüf üzerine bulduğu, yüklü miktarda para kazanacağı bir taşıma işi alan 17 yaşındaki Victor’un yaşadıkları ana hikaye gibi görünse de, film ana-yan-dış/ tüm karakterlerin hikayesini, ana hikaye için ne kadar gerekliyse o kadar anlatıyor ve  tüm bu karakterler hikayenin akışı içinde öyle güzel kesişiyor ki…

Baskın, The Raid // Özel bir operasyon timi, şehir dışındaki mahallelerden birinde aranan bir uyuşturucu tücarın gizlendiği istihbaratını alır ve adamı yakalamak için oturduğunu binaya baskın düzenlerler. 100dk boyunca nefes almadan ve gerim gerim gerilerek izlemeye hazır olun.!

 

Pişman Olmazsınız!

Captain Fantastic, Kaptan Fantastik // Özellikle anne babaların kesinlikle izlemesi gereken ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında çok çok güzel bir film. Tüm oyunculara ayrı ayrı bayıldım. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.

The Revenant, Diriliş // Inarritu’nun önünde saygıyla eğiliyorum. Böyle bir atmosfer, böyle bir gerçekçilik, böyle bir her şey! DiCaprio’nun içi rahat olsun, heykelcik bu sene onun elinde olacak…

Le Tout Nouveau Testament, Yeni Ahit // “Tanrı, karısı ve kızıyla normal bir hayat süren sıradan bir Belçika vatandaşıdır ve bir apartman dairesinde yaşamaktadırlar.” Şu cümle bile film hakkında çok önemli bilgi veriyor ve mükemmel bir absürd komedi. Din, tanrı, tanrının adaleti gibi çok derin konuları mizahi bakış açısıyla sorgulatan filmi izlemenizi tavsiye ederim.

April and the Extraordinary World // Son dönemde gözümü kırpmadan izlediğim en sürükleyici, duygusal ve macera dolu animasyonlardan biriydi. Hikayeye de April a da bayıldım.

Deux jours, Une nuit, İki Gün, Bir Gece // Son dönemde izlediğim en başarılı kapitalist eleştirisini, izlerken gırtlağınızın sıkıştığını hissedecek kadar gerçekçi bir hikayeyle seyirciye aktarırken, insana dair çok şey anlatmışlar.

Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın! 

Grand Budapest Hotel, Büyük Budapeşte Oteli // Absürd bir kara komedi olmasına karşın, komedi dozu yüksek ve kurgusuyla her dakika izleyicinin dikkatini üst düzeyde tutmayı başaran film, masalsı anlatımın en başarılı örneklerinden birini ortaya koyarken, sinemanın enleri arasında kendine şimdiden önemli bir yer edindi.

The Hateful Eight // Rahat ve uzunca bir vaktinizde sinema budur, hikaye anlatımı budur diyeceğiniz bir şölen izleyemeye hazır olun! Aslında sadece “bir Tarantino filmi” demek bile yeterli…

Yüce Sezar!, Hail, Ceaser! // Coen Kardeşlerin son filmi her zamanki gibi müthiş bir kara komedi. Clooney hayatının en komik karakterini mükemmel başarmış. Alden Ehrenreich ise müthiş keşif! İzlenmeli!

Hunt For The Wilderpeople, Vahşiler Firarda // Dram, macera, komedi ögelerini müthiş bir şekilde harmanlayan ve Yeni Zelanda’da gişe rekorları kıran film, bizi geleceğin önemli aktörlerinden biri olmaya aday Jullian Dennison ile tanıştırıyor. Çok keyifli ve sıcak bir film, senenin “en”lerinden… 

Made in Dagenham, Kadının Fendi //  Her şeyden önce müthiş bir görsellik vaad ediyor. Dönemin kıyafetleri, saçları, arabaları herşey süperdi. (O kadar ki annem “neden eski bir filme bilet aldın” dedi!) 

Sound Of Noise, Yaşamın Ritmi // 5 müzisyen adamdan oluşan bir ekibin, şehir içinde bir dizi “müzik eylemi” yapmasını konu alıyor. Fantastik, eleştirel ama eğlenceli bir İsveç yapımı.

Dramı Bol Biraz da Gerilim Bir Arada Alırım Bir Dal Diyenler!

Moonlight, Ayışığı // Little, Chiron ve Black. Bir adamın 3 farklı yaşından kesitler izlediğimiz film, insanın doğduğu andan itibaren yaşadıklarının onu nasıl bir insana dönüştürdüğünü az diyalog, çokça hisle anlatıyor. Ekrana girip o çocuğa, gence, adama sarılmak hissiyle ağlamaktan, iç çekmekten helak olarak izledim. Bir çocuk özelinde o kadar genel sıkıntılar ki…. Çocukları üzmeyin yaa. Çünkü o üzüntüler hep içlerinde kalıyor, ve onları taşıyarak büyüyorlar.

Manchester By The Sea, Yaşamın Kıyısında // Kendini suçlayarak ve sevdiklerini kaybederek ruhunu öldürebilir misin? Sadece bedenen yaşıyor ama ruhen ölmüş olabilir misin? Peki tekrar yaşamaya başlamak mümkün mü? Bu filmi izlerken empatinin dibine vurup vurup çıktım. Casey Affleck’in başlarda donuk bulduğum ama ilerleyen dakikalarda mükemmel olduğunu keşfettiğim oyunculuğu (unless his brother Ben!) için bile izlenir.

Nocturnal Animals, Gece Hayvanları // Bu senenin “ya çok sevilen, ya çok nefret edilen” Tom Ford filmi karşınızda! Ben beğenenlerdenim ve uzun zaman sonra bir filmle ilgili uzun uzun yazasım var. Bir kere, bence oyunculuklar efsane! Özellikle afişteki Aaron Taylor-Johnson! Adamı şu an görsem oyuncu filan demem iki tokat patlatırım, öyle bir nefretim var. Filmin kurgusu… İç içe geçmiş gerçeklik ve roman… Sonra o otoyol sahnesi. Böyle bir gerilim yok. Ve pişmanlıklar, ve final ve bir sürü şey. İzleyin. Mümkünse yalnız.

Beasts of No Nation // küçük bir çocukken intikamla dolu bir askere dönüştürülmek… izlerken içiniz acıyacak… 

District9 // Distopya, belgesel çekimi gerçekçilik… Bilim kurgu sevmeyenleri bile hayran bıraktıran bir hikaye.

Beasts of the Southern Wild, Düşler Diyarı // Küçük bir kızın dünyasından yola çıkaran evreni, aileyi, kıyameti, ölümü izleyeceksiniz. Çok ama çok etkileyici.

Her, Aşk // İzledikten günler sonra bile kafamı meşgul etmeye devam eden, büyük bir boşluğa düşüren bu filmi mutlaka izleyin. Senesinin ve belki uzun yılların başyapıtlarından olduğunu düşünüyorum.

Yozgat Blues //  Yönetmenin dediği gibi melankolik bir komedi. İnsan hikayeleri, taşra, gün gün kaybolan ve gerçekleşen hayaller… Hepsi çok güzel bir seyirlik yaratmış.

Gerçek Bir Hikayedir!

Lion // İlk yarısı son zamanlarda izlediğim en iyi çocuk oyuncu (Sunny Pawar) performanslarından birini içeren bu gerçek hayata dayalı hikayenin ikinci yarısı bir o kadar uzun ve yorucuydu. Yoğun enerji göndere göndere vardığımız finalde ise, göz yaşları sel oldu. Ah Guddu ah!

Zenne // Bir klişe olacak biliyorum ama yine de yazmak istiyorum. Günümüzde homofobinin her geçen gün biraz daha azaldığını umut etsem de, bitmeden bu acı hikayeler de bitmeyecek. O yüzden izlemeli, izletmeli.

 

Sanat Kimin İçindir!

Listen To Me Marlon // Marlon Brandon’un oyunculuk serüvenini kendi ağzından dinlemek… Oyunculuk tutkusu, yöntemleri, ünlülükle başa çıkması/çıkamaması, çapkınlıkları… (ikinci kez izledim, bi üst kategoriye aldım.!)

Mr.Turner, Bay Turner // Kusursuz görselliği, ışık kullanımı ve deneyimli oyuncu kadrosunun toplu başarısı filmin en büyük artıları. Konu sanatçılar olduğunda biyografik yapımları ve belgeselleri izlemeye doyamadığımdan ben pek fazla sıkmamış olsa da süresinin bir miktar uzun olduğu söylenebilir fakat buna rağmen, özellikle ilgililerine, senenin izlenmesi gereken yapımlarından olduğunu belirtmek isterim.

Tim’s Vermeer, Tim’in Vermeer’i // Özellikle resim sanatına ilgili olanların kaçırmaması gereken çok acayip bir araştırma-belgesel. Sanat sadece yetenek işi midir? Yoksa alet icat edip müthiş sanat eserleri yaratmak da mümkün müdür?

Over Your Cities Grass Will Grow,  Çimler Örtsün Üzerinizi // Modern sanatın en önemli sanatçılarından Anselm Kiefer‘in 1993 yılından 2009 yılına kadar çalıştığı 35 hektarlık atölyesinde, beton, cam, demir, moloz ve bir sürü başka inşaat malzemelerini kullanarak yarattığı paralel bir evrene dalış yapacağınız bir belgesel. İzlemesi zor ama keyifli.

Marina Abramoviç:  The Artist is Present, Sanatçı Aramızda // İnanılmaz bir kadın, inanılmaz bir beden, inanılmaz bir oto kontrol, inanılmaz bir iş aşkı, inanılmaz bir sanat anlayışı… Bu kadınla ilgili her şey inanılmaz!

Belgesel Sevenler!

İnsan, Human // 190 dakikada Dünya’nın binbir yerinden hikayeler ve görüntülerle “insan olmak” nediri sorgulatan müthiş bir belgesel.

Citizenfour // Dijital çağda hayatlarımız ne kadar gizli? Hayata bakışınızı değiştirecek bir belgesel…

Amy // Ah Amy… Filmi izlerken her olayda yanında olmak istedim. Seni bir türlü toparlayamayan o annenden babandan nefret ettim. Daha çok şarkı söyleyecektin be kızım!

He Named Me Malala // Aslında sinematografik özellikleri bakımından sıkıntısı bol bir belgesel ama bazen hikaye her şeyin önüne geçiyor. Malala’nın cesareti ve gözündeki o ateş mutlaka görülmeli.

Where to Invade Next?, Şimdi Nereyi İşgal Edelim? // Michael Moore’un önceki belgesel/filmlerini izlediyseniz, tarzını bilirsiniz. Amerikayı gömerken bu sefer aşırı güldürüyor. Üstüne işçi çalışma saatlerinden, eğitim yöntemlerine bir sürü ülkenin, bir sürü güzel uygulamasını keşfetmenizi sağlıyor.

The Square, Meydan // Hala izlemeyen kaldı mı bilmiyorum ama dünya tarihinin en yakın olaylarından birine, Mısır Devrimi’ne, olayların içindeki göz olarak bakmalı ve izlemelisiniz.

Inside Out: People’s Art Project, Ters Yüz: İnsanların Sanat Projesi // JR sevgim bir yana yaptığı her işi ağzım açık izliyorum. Müthiş bir çağdaş sanatçı. Bu projesi de izlenmeye değer.

Pina // 3Dli bir TV bulsanız da benim sinemada aldığım tadı alabilseniz keşke! Hayatımda izlediğim en etkili 3D çalışma. Pina Baush ile tanışmalısınız.

Wasteland, Çöplük // Vik Muniz’in Rio’daki dünyanın en büyük çöplüğüne ziyaretini ve orada yaşadıklarını, çöp toplayan catadorların hayat hikayeleriyle bezeyerek anlatıyor. 

Ekümenopolis // Duymayanlar için belgeselin anlatmaya çalıştığı şey şu: İstanbul’daki ekolojik eşikleri aştınız, nüfus eşiklerini aştınız, ekonomik eşikleri aştınız. Nereye gidecek bunun sonu derseniz, Doğan Kuban’ın söylediği şeyi söyleyeceğim size: kaos”

Gerilim ve Korku Filmi Sevenler!

Korkunun Gölgesi, Under The Shadow // Ben korku filmlerini aşırı saçma bulduğumdan pek sevmem ve izlemem. Ama iyi gerilim filmlerini severim. Bu film İran-Irak savaşı sırasında Tahran’da bir apartmanda geçiyor. O savaş psikolojisi, yalnızlık, sanrılar, kurmacalar, ay valla yazarken bile filmi hatırladım içim sıkıştı. Gerilim-korku severler kaçırmamalı.

De Behandeling, The Treatment // Belçikalı sinemacıların karanlık filmler çekmek konusunda tıpkı İslandinav ülkeleri gibi bir yeteneği var sanıyorum. Film bitsin de bu işkenceden kurtulayım diye dua ettim. Gerilmekten mideme ağrılar filan girdi. Kaldırabilecekseniz izleyin derim.

Cube, Küp // Oldukça klasik bir tavsiye olacak ama hala bilmeyen çok kişi olduğunu duyuyorum. Düşük bütçe, tek mekan, ortalama oyunculuklar. Fakat tüm bunları gölgede bırakıp Küp serisinin kült filmler olmasını sağlayan nedir ?

Sakin Sanat Filmlerini Sevenler!

Rams, İnatçılar // Kardeşlik ve adı üstünde inat üzerine… İrlanda’nın müthiş coğrafyasında…

Çoğunluk, Majority // Çoğunluk izlemesi zor ama klişe deyimle toplumun aynası bir film. Bartu Küçükçağlayan’ın müthiş oyunculuğu ile başlarda çokça içsel muhasebe yapan fakat sonlara doğru azalan acılarıyla çoğunluğa uyum sağlayan Mertcan karakteri izlenmeye değer.i 

The American, Centilmen // Tamamen bir karakterin yaşadıkları üzerinden dramatik duygu durumunu derinlemesine inceleyen, diyalogu az, etkisi bol bir film. Başrolde George Clooney.

Bir Zamanlar Anadolu’da // Nuri Bilge Ceylan’ın “yalnız ve güzel ülkesi”ne inanılmaz bir bakış attığı film

Sivas // Sakin bir film mi bilmiyorum ama Türkiye bağımsız sinemasının gerçekten iyilerinden. Final sahnesindeki diyalogdan sonra vicdansızlığın öğretilen bir şey olduğunu, saf çocuk hislerimizin büyürken içinde bulunduğumuz toplum tarafından nasıl yok edildiğini ve düzenin olduğumuz kişi olmamızda nasıl da etkili olduğunu günlerce düşündüm. 

Nomadland // Milyonlarca kişi tarafından senenin en iyi filmi seçildikten ve onlarca ödül aldıktan sonra ben de nihayet izleyebildim. Herkes beğenmekte çok haklıymış. Filmin ana karakterinin neredeyse bedeninin içine bize sokarak hayatın acısını, sıradanlığını, değişkenliğini, zorluğunu deneyimlemekten insanın içine içine işleyen bir film. İnsan sahip olduklarının ne kadarını kaybetmeye dayanabilir, her şeyinizi kaybetseniz bile elinizde kalana ne kadar tutunabilirsiniz, ne zaman çaresiz hissederiz, ne kadar çaresizliğe dayanabiliriz, hayat her zaman, ne olursa olsun devam eder mi?? Böyle onlarca soru yumruk gibi içimde kaldı izlediğimden beri, düşünüyorum… Tavsiye ederim.

 

Rabat ve Sale’den Fas’a Giriş

Rabat ve Sale’den Fas’a Giriş

İki yılı aşkın süredir Fas’ta iş dolayısıyla yaşayan kardeşimi hem ziyaret hem de imkan bulmuşken Afrika’ya bir daha adım atmak için bir gezi planladım. Biraz gazla geziye annemi ve babamı da dahil edince, 4 kişilik ailemizle keyifli ve maceralı bir tatil yapmış olduk.

Gezimiz boyunca sırasıyla Rabat-Sale, Safi, Marakeş (Marrakech-Marrackesh), Essaouira (Suveyr), Qualidia, Agadir ve Kazablanka (Casablanca) şehirlerini gezme şansı bulduk. Bundan 4 yıl önce yaptığım İspanya (Barcelona, Madrid, Valencia) ve 5 yıl önce yaptığım gezinin Brüksel ve Lüksemburg ayaklarına ait gezi notlarımı yazmış olup hala düzenleyememiş olsam da, Fas ile ilgili notlarımı taze tazeyken düzenleyip yayınlayabileceğimi umuyorum. (bu cümleyi temmuz 2017’de yazdı. yayınlanma tarihi merak konusu =))

İlk olarak Rabat ve Sale’den Fas gezimizin giriş bölümünü yazmaya başlıyorum. Buyrun bizimle gezmeye…

Haziran ortasında yaptığımızın gezimizin biletlerini, yılın başlarında satışa çıkar çıkmaz aldık. Zaten açılışı 1500TL civarında olan gidiş dönüş biletlerini kişi başı yaklaşık 1600TL ye aldık. 2017 itibariyle Fas’a direkt uçuş bir tek THY ile mevcut. Aktarmalı olarak, Almanya aktarmalı vardı genelde, gidiş dönüş 900-1000TL civarında gitmemiz de mümkündü aslında ama hem annemle babam yorulmasın istedik, hem de aktarma arası uzun olan uçuşlarda konaklamamız gerekirse aynı hesaba gelir diye düşünerek direkt THY ile uçtuk.

Sabah uçağı ile Kazablanka Muhammed V havaalanına vardık. Valizlerimizi almamız yaklaşık 30 dakika sürse de, çıkışta uzun zamandır görmediğim kardeşimle kavuştuğum için o kısımlara pek takılmadım. Havaalanından arabayla direkt olarak Rabat’a geçtik.

Rabat ve eski bir korsan şehri olan Sale’ye özel araç ile geçtik. Şehre giriş yapıp ana yoldan direkt sahil kenarına geçtik ve bir hayli kalabalık plajı ve sahili gördükten sonra Udaya Kasba‘sına geçmek için otoparka aracımızı park ettik.

Bu noktada şu bilgiyi paylaşmalıyım: Fas’ın bir bölümünü Fas’tan oldukça nefret eden sevgili kardeşimle gezdiğimizden dolayı  ilk gün planladığım her yere gidemedik. “Orası tehlikeli” , “burada bir şey yok”, “ötesi kokuyor”  vs. gibi argümanları var tabi yılların deneyimiyle. E biraz da aşırı korumacı. Hoş, sonraki günlerde ben çoğu istediğim yere sürükledim sevgili familyamı ama Rabat’ta tüm bunların üzerine birazda sıcak ve Ramazan olması sebebiyle bazı yerleri gezmesi ne yazık ki eksik kaldı. Ama günün kısa vaktini yine de oldukça verimli geçirdik.

İlk olarak kardeşimin de daha önce gitmediği Udaya Kasba’sına gitmek üzere yokuş yukarı çıkacakken uzaktan üzerinde Artisanat du MarocMaison de L’Artisan yazan binayı gördüm! Önceki yazıları okuyan bilir, gittiğim yerlerde sanatı çekerim. Hemen bizimkileri çekiştirdim binanın yanına gittik ama pek bir yaşam belirtisi yok gibiydi. Kardeşim gitti güvenlikle konuştu, bina kapalı gibi bir şey söylediler. Zanaatkar Evi veya El Sanatları Müzesi (National Craft Museum) gibi adını çevirebileceğimiz binada sonradan öğrendim ki Fas’ın kilimlerinden seramiklerine el sanatlarına ilişkin çalışmalar varmış. 1957 yılında devlet yardımı ile kurulmuş ve 1999 yılından beri oldukça aktif olarak hem zanaatkarların çalışmasına hem de ürünlerin sergilenmesine imkan veren bu binaya benzer bir yeri Allah’tan daha sonra Marakeş’te de bulduk da yüreğime su serpildi.

Biraz buruk bir halde Kasbah’a doğru yolumuza devam ederken, yine kafamı kaldırmamla bu sefer Centre de Qualification Professionnelle des Arts Traditionnels  (Geleneksel Sanatlar Meslek Eğitim Merkezi) tabelasını gördüm ve daldım içeri. Bizdeki İsmek benzeri bir yer aslında fakat çok daha sanatsal çalışmalar vardı. Çaktırmadan bir kaçının fotoğrafını çektim ve hatta baya baya çok beğendim. Özellikle de bu Fas evlerini ve terliklerini (babuş) yorumlayan çalışmalar çok çok hoşuma gitti.

Yolumuza tekrar devam ettik ve nihayet Udaya Kasba‘sının ( kasba= kasbah= kasaba) ( Kasbah des Oudaias ) surlarına vardık.  Fotoğrafta görünen yukarıdaki o kocaman sur kapısına gelmeden, sağda gördüğümüz büyük kapıdan içeri daldık ve o sıcağın altında adeta bir vahaya düştük.

Bu sırada Fas gezilerinde cümlelerime en çok ‘o kapıdan daldık’, ‘bu sokaktan daldık’  ile başlayacağım. Zira gitmeden anlamanız pek zor ama insan kendini keşfetmekten alıkoyamıyor. Tepenizde habire “Orası tehlikeli olabilir, girmeyelim!” diyen babanız yanınızda olsa bile!

Girdiğimiz Endülüs Bahçeleri 19.yy İngiliz ve İspanyol yapımı pirinç savaş toplarıyla dekore edilmiş; servi, limon ağaçları ve güllerle çevrili bol avlulu ve merdivenli keyifli bir bahçe. Minik havuzundan akan su sesiyle kuşların sesleri birbirine karışmış, dışarıdaki sıcak havadan en az 3-4 derece daha soğuk olan bu güzel bahçede biraz dolaştık fakat bahçeden geçilen saraya giremedik. Çünkü Ramazan! (Biz bayramı kardeşimle geçirebilmek için Ramazan’da gittik ama Fas’ı gezeceklerin tabi ki Ramazan ayı dışında bir zaman tercih etmesi çok daha mantıklı olur.)

Girdiğimiz kapıdan tekrar çıkıp bu sefer 12.yy’da Muvahhidler tarafından inşa edilen kaleye doğru devam ettik. Mağribi tarzı at nalı biçimli Bab Udaya (Udaya Kapısı) ‘dan şehrin tepesine yapılmış bu kale surlarını geçtik ve 17.yy’da içeriye kurulan bu kasabanın sokaklarında dolaşmaya başladık.

Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde olan bu kasaba mavi-beyaz duvarları ve daracık sokaklarıyla oldukça etkileyici. Sokaklardaki mahalleli turistlere pek alışkın. İçeride günlük hayat devam ederken; çamaşırlar asılı çocuklar koştururken, bir yandan butik oteller,  bir yandan da turistik eşya satan dükkanlar var.

Association “Terres de Femmes”

Kimi daldığınız sokaklar bir duvarla sonlanırken, kiminde bir evin kapısına, kiminde ise tahmin edemeyeceğiniz manzaralara ulaşıyorsunuz. Biz (ben önde, arkamda sürüklenen ailemle) sokaklarda dolaşırken birden Association “Terres de Femmes” tabelalı bu kapıyı gördüm, yine hiç düşünmeden içeri daldım.

Faslı kadınların geleneksel çömlek/toprak işlerini desteklemek amacıyla kurulmuş derneğin tesadüfen kurucuları da oradaydı. Fransız bir bey ve hanımın tutkuyla tariflediği üzere bir çok Faslı kadına yaptıklarını satma imkanı sunmuşlar bu vakıfla. Türkiye’yi de daha önce ziyaret etmişler ve İstanbul’u ne kadar sevdiklerinden bahsettiler. Bu arada sıcakkanları sağolsun, annem ve babam beni ve kardeşimi özel çevirmenleri olarak kullanıp dürte dürte şunu sor bunu sor diye baya sağlam bir muhabbet çevirdiler.

Dükkandan bir şey almadan çıktık. Zira ilerleyen günlerde gezdikçe farkedeceğimiz üzere Fas’ta seramik ve toprak ürünleri çok meşhur fakat kalite ve görsellik para verip almaya, dahası onca yol taşımaya pek değecek gibi değil.

Udaya’nın labirentlerinde dolaşırken bir noktadan sonra yukarı doğru yürümeye başladık, bir noktaya varma umuduyla ve gerçekten en tepe noktaya vardık. Minik bir kafe (kapalıydı Ramazan nedeniyle) ve müthiş bir Rabat manzarası… Aşağıya bakınca upuzun kumsalları ve denize giren büyük kalabalıkları görünce baya sağlam şaşırdık. Zira çoğunluğu Müslüman ülkelerde plaj/deniz kullanımı pek yaygın değil bildiğimiz üzere.

Rabat

Manzarayı doya doya seyrettikten sonra, Fas’taki surlarla çevrili tüm kasbahlarda yaşacağımız gibi geldiğimiz yoldan dönmeye başladık. Udaya Kasbah’ından çıktıktan sonra şehir merkezi olan Medina bölüme gitmek istedim. Kardeşim çok karşı çıktı ama inatla gezmek istediğimi söyleyip daldım sokaklara. Bizdeki Kapalı Çarşı-Eminönü ara sokaklarında dolaşmış kişilerin asla yabancılık çekmeyeceği darlıktaki sokaklar ve tezgahlar, başlarında ısrarla size bir şey satmak isteyen satıcılar var. Erkekler nedense çok itici ve gerimli takıldılar ama bana cidden hiç yabancı gelmedi. Sonra yine önden önden bir sokağa girdim ama upsss bu sefer cidden ara ve izbe bir sokakmış. Başımıza bir şey gelmedi ama evet Fas’ta çokça fakir bölge var ve hırsızlık yaygın. Dolayısıyla keşfederken biraz dikkatli olmakta da yarar var.

Kardeşim ve babam söylene söylene ana caddeye çıkardılar bizi. Arabamıza gittik ve Shella/Sale‘ye yola çıktık. Şehrin biraz dışına doğru kalan 1154 yılında terk edilmiş ve 14.yy’dan itibaren mezarlık olarak kullanılan bu surlarla çevrili nekropolü maalesef ziyaret saatini kaçırdığımız için gezemedik. Ancak bu görkemli surların ve kapının önüne kadar gidebilmiş olduk.

Rabat – Sale
Rabat – V.Muhammed Anıt Mezarı

Nekropole giremeyince kentin doğu ucuna V.Muhammed’in Anıtmezarı‘na gittik. 1960larda inşa edilmesine rağmen geleneksel Fas yapılarına benzeyen anıt mezar altın yazmalı, oymalı ahşaptan tavanları, duvar seramikleri ve bronz avizeleriyle oldukça dikkat çekici ve görkemli. Kapının yanında bulunan nöbette askerler ve koca mermer merdivenler gerçekten etkiyi arttıyor.

Anıtmezarın karşısında 12.yüzyılın sonunda yapımına başlanmış, fakat bitirilememiş caminin sütunlarının dizisi ve Hasan Kulesi olarak bilinen minare bulunuyor. Muhavvid mimarisi olarak anılan kuleden şehrin manzarası görülebiliyor. (Muhavvidler : 1146 ila 1248 yılları arasında, bugünkü İspanya topraklarının büyük bölümünün yanı sıra Kuzey Afrika’daki bazı toprakları da denetimleri altında tutmuş Berberiler. )

Rabat – Hasan Kulesi

Güneşi bu kalıntıların içinde kapattıktan sonra hem ayağımızın tozuyla bütün gün sıcakta gezmekten yorulmuş hem de Fas’ın otantik havasına müthiş bir giriş yapmanın heyecanını yaşıyorduk. Kardeşim Türk yemeklerine hasret olduğundan iftar için bizi Rabat’ın içinde bir Türk restoranına götürdü: Çıtır Usta Döner Kebap.

Günü Türk mutfağıyla kapatıp, kardeşimin yaşadığı Safi şehrine doğru yola çıktık.

Mimarca Detay – Haliç’in Kırmızı Mektebi

Mimarca Detay – Haliç’in Kırmızı Mektebi

“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”

Gülten Akın

Haliç silueti gösterişli camileri ve tersanesiyle dikkat çeker. “Kırmızı Mektep” ise tüm bu siluetin içinden rengi ve ihtişamıyla çıkıntılık yapar.

Bugünün detayında Kırmızı Mektep var:

Mimar olunca gittiğiniz her yerde ama özellikle yaşadığınız şehirde, gördüğünüz nitelikli her bina ile ilgili fikir sahibi olma ihtiyacınız oluyor. Ve yaşadığınız şehir İstanbul gibi ucu bucağı olmayan bir metropol olunca, bazen sinir bozucu bir hal alıyor işler.

Ben her vapur yolculuğumda İstanbul siluetine bakıp yeni inşaatları ve tarihi yapıları gözden geçiririm. “Şu karşıda görünen x firmasının ikiz kuleleri, yanında Osmanlı döneminden kalma şu cami…” diye içimden cümleler kurarken geçer yolculuklarım.

Geçtiğimiz Cuma ArtInternational Fuarına giderken Haliç hattı motorunu kullandım her zamanki gibi. Ve yine her zamanki gibi iki yakaya bakıp binaları incelerken kıpkırmızı rengi ve heybetiyle Fener Rum Erkek Lisesini gördüm. Öğrencilik yıllarımda binayı yakından da görmüştüm ve Allah bilir kaç kere Haliç’ten de siluetini gördüm ama bu sefer bir başka çarpıcı geldi gözüme ve eve gelince biraz daha detaylı araştırmak istedim:

 

 İstanbul’un fethinden sonra şehirden ayrılan Ortodoksları, Fatih Sultan Mehmet’in 1454 yılında şehre geri çağırmasıyla kurulan okul, Osmanlı dönemi boyunca bir çok önemli kişinin yetişmesini sağlamış. Döneminin önemli kişilerinden biri olan şair, yazar ve tarihçi Dimitri Kantemir‘e ait arsa üzerine yapılmış olan binanın bugünkü halinin mimarı ise Kostantin Dimadis.

Bugünkü halinin inşası 1900lü yıllarda olan bina cumhuriyetten sonra Fener Rum Erkek Lisesi, günümüzde ise Özel Fener Rum Lisesi adıyla halen okul olarak kullanılmakta. Kuş bakışı görünümü kanatlarını açmış bir kartala benzeyen, Haliç’in her iki tarafından da kırmızı rengi ve kubbeli/kuleli mimarisiyle dikkat çeken bu bina, halk arasında “Kırmızı Mektep” olarak da anılmakta.

Fransa’dan getirtilen özel kırmızı ateş tuğlalardan, granit ve görkemli süslemelerden oluşan cephesi, iki katlı kulesi ve geniş kanatlarıyla İstanbul’un tepelerinden birinde bulunan bina gerçekten yakından da görülmeye değer. Fener-Balat arasındaki o dar ve yokuş sokaklarda yürürken insana Hogwarts’ı hatırlatan binaya ulaşmak, sonrasındaysa aynı dışı gibi etkileyici iç mekanlarını gezmek güzel bir gezi planı olabilir.

Bazı günler ziyarete açık olan (zaman zaman günü değiştiğinden, gitmeden önce arayıp bilgi almanızı tavsiye ederim.) okulla ilgili son vereceğim bilgi ise gezinize merak ve gizem katabilecek bir söylenti: Okulun Fener Rum Patrikhanesi ve Yerebatan Sarnıcı’na gizli yer altı tünelleri ile bağlı olduğu!

İyi gezmeler, bol keşifler!

 

 

DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

  • Yazan: Tom Basden
  • Yöneten: Mert Fırat , Volkan Yosunlu
  • Oynayanlar: Erkan Avcı, Ferit Aktuğ, Özgün Aydın, Hazal Türesan

DasDas, İngiliz mizah yazarı Tom Basden’la ikinci randevularında bu kez çağın hastalıklarından birine mizahi bir bakış atıyor. Basden’ın Dostoyevski’nin aynı adlı öyküsünden esinle yazdığı oyun, gösteri toplumunun sistemle el sıkışmayı seçen aktörleriyle, bir timsahın karnından “hesaplaşıyor.” Oyun, en az hayatta şahit olduklarımız kadar “tuhaf ama gerçek..”

Bu sezon kendi çapımda bir rekora koşuyorum. Ayda ortalama 6-10 adet oyun izliyorum ve özel tiyatroların yaşadığı bu altın çağdan, hem salon hem de oyun adedi olarak, çok memnunum. Fakat, konuya bir fakat ile başlamak istemezdim ama, salon çokluğu nicelikte iyi olsa da nitelikte bazen yetersiz oluyor.

Timsah oyununu ilk kez gittiğim DasDas‘ın Metropol İstanbul Alışveriş Merkezi içinde açılan salonunda izledim. Salonun kapısından içeri henüz adım atmıştım ki yanımdakine dönüp “inşallah mikrofonla oynarlar” dedim. Zira artık profesyonel sanatseverlik mertebesinde olduğumdan ve işim gereği bazı sıkıntıları öngörebiliyorum. 

Sahne kocaman, tribünler çok güzel ama akustiğin bir sorun olduğu daha girer girmez belliydi. Ve maalesef yan tribünlerden birinde oturmak durumunda kaldık kalabalıktan. Ve yine maalesef akustik tahmin ettiğim gibi sorun oldu, oyuncular mikrofonsuz oynadıkları için biraz arkalarını döner gibi veya açılarını değiştirir gibi olduğunda sesi duyamaz olduk. 

Çözülemez bir sorun değil tabi ki… Böyle güzel fuayeli, kocaman bir sahneyi yapanların, akustiğe kısa sürede bir çözüm bulacağınıa eminim.

Oyuna gelecek olursam, Dostoyevski’nin daha önce okumuş olduğum ve çok sevdiğim bir hikayesi Timsah. Tom Basden‘in hikayeyi ele alışını da oldukça akıcı ve güzel buldum. Oyunda yaşanan bazı şeyler çok tuhaf ve gerçekdışı gibi görünse de olmaz dediğimiz her şeyi yaşadığımız günlerde çok çok manidar olduğu kesin.

Erkan Avcı ve Ferit Aktuğ’un oyunculuk deneyimlerini konuşturarak sırtlandığı oyunda, Özgün Aydın ve Hazal Türesan’ın performanslarını biraz fazla karikatürize bulduğumu söylemeliyim. Fakat oyununun tamamına baktığımızda, ve biz ilk oyunlardan birini izledik, iyi bir grup performansı çıkardıklarını söyleyebilirim çünkü hepsinin enerjisi ve heyecanı çok yüksekti ve oyun sonu alkışlarına bakarsak seyirciye oldukça geçtiği belliydi. Eminim birlikte sahne aldıkça oyun çok daha iyi bir noktaya gelecektir.

Sahne tasarımında daha çağdaş ve enteresan işlere imkan sağlayabilecek bir oyunken, renkli küp gibi sıradan bir öge ile farklı şapkaları tutan ayaklı askılık gibi birr başka klasik tiyatro dekorunun kullanılmasını bir tavır olarak kabul etsem de, yine de bu genç kadronun çok daha fiziksel ve çağdaş bir performansı sergileyebilecekleri bir sahne yaratılabilirdi diye düşünüyorum. Yine muhtemelen ilk oyunlardan olduğu için bir hayli yavaş gelişen, küpleri sürekli taşıyıp renklerini değiştirmekle uğraşmalarının oyuna katkısını çok anlamlı bulamadım.

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yepyeni bir sahnede izlediğimiz oyunun tamamına baktığımda, hem komedi düzeyi, hem eleştirel metni, hem de başarılı oyuncu performansları ile kalabalık grupların gidip izleyebileceği, herkese hitap edecek bir oyun olduğunu söyleyebilirim.

Keyifle izlemeniz dileğiyle… 

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

Üvercinka; Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Bir Seçki

ÜVERCİNKA

Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu 
 

                                                              kesmemeye
Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
                           Afrika dahil

Senin bir havan var beni asıl saran o 
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
                           Afrika dahil

Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse  

                                                  değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
 

                                                            diziyorlar
Bütün kara parçalarında
                            Afrika dahil

Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
                           Afrika hariç değil

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Necmi Sönmez

” Son üç yıldan beri Modern Türk Edebiyatı’nın ustalarının yapıtları ışığında Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’na bakarken günümüz sanatının farklı tekniklerle sosyal, siyasi, ekonomik olgular karşısında imgelere dayalı nasıl bir
tanıklık geliştirdiğine şahit oluyoruz.

Bu tür tanıklıkları destekleyen Üvercinka sergisi ismini ünlü şair Cemal Süreya’nın ilk şiir kitabından ödünç alıyor.

1958’de yayınlandığında edebiyat ortamında adeta bir bomba gibi patlayan
Üvercinka bünyesinde barındırdığı yeniliklerle Modern Türk Şiiri’nin kült kitaplarından biri. Yirmi yedi yaşındaki genç şair, aşk, sevda, tutku üzerine yazdığı şiirleriyle kendisine yeni bir ifade alanı açmakla kalmıyor, aynı zamanda 1950’lerden sonra gündeme gelen İkinci Yeni akımının da bayraktarlığını üstleniyordu. Süreya daha kitabının isminden başlayarak yeninin, farklının peşine düşerek Türk şiirine yeni bir kanal açıyordu.

Universal Everything sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Üvercinka sergisi, Cemal Süreyya’nın şiirine atıf yapan eserleri Necmi Sönmez’in küratörlüğünde bir araya getiriyor.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Hafta sonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk işleri olan boğaz manzaralı kattaki “Unicus-Cavum ad initium” ve “Jet Hiatus” adlı Kuzey Koreli sanatçı U-Ram Choe’nin kinetik heykelleri. metal ama zarif, kırılgan ama güçlü, hantal ama hareketli görüntüleriyle kuş ile kadın arasında kalan tanımsız varlığı betimleyen Üvercinka’ya anlamlı atıflar yapıyordu. 

Aslında kişiye özgü olduğu söylenen parmak izlerini dijital bir ekranda bir araya toplayarak motifler oluşturan “Nabız Endeksi“, birbirinden çok farklı olduğunu düşündüğümüz insanların tektipleşmesini sorgularken, “Dikilitaş” adlı ışıklı heykel serginin içindeyken binanın dışından görüntüsünü vurgulayarak içeride-dışarıda kavramlarını düşündürtüyor.

Aynalarla kaplı bir kutu içindeki “Vorteks” adlı çalışma, dönen çubukların uçlarında bulunan değişen zamanlarda yanıp sönen ışıklar ile hiptonize eden bir şov sunarken, tüm bu hareketleri katman katman üst üste koyunca ortaya çiçek motifi çıkarıyor(muş).

Dominick Harris’in “Çırpınış” adlı eserinde, eserin önünde bulunan hareket sensörlerine göre hareketlenen bir dijital bir kelebeği deneyimlerken, Marina Zurkow’un kıtalar arası taşımacılığın neden olduğu çevre kirliliğine dikkat çektiği “Daha ve Daha” adlı animasyonu ve sergilediği kutu hem anlaşılır hem de etkileyici bir dil oluşturuyor.

30dan fazla sanatçının birbirinden farklı ama ilginç işlerini deneyimleyebileceğiniz bu sergiyi keyifli bir hafta sonu planına dahil etmenizi rica ederim.

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

Universal Everything: Akışkan Bedenler Sergisi

  • Borusan Contemporary 
  • 15 Eylül 2018 – 17 Şubat 2019
  • Küratör: Conrad Bodman

” Universal Everything, Birleşik Krallık’ta çalışmalarını sürdüren Yaratıcı
Direktör Matt Pyke’ın liderliğinde, sanatçı, tasarımcı, animasyoncu,
müzisyen ve yazılımcılardan oluşan küresel bir kolektiftir.

Bu sergide, Universal Everything’in insan biçimine duyduğu ilgi, bireyin
karakteristik özellikleri ve daha büyük bir yapı olan kolektifin parçası olarak
davranışlarımız üzerinden inceleniyor.”

Üvercinka sergisi ile birlikte aynı tarihler arasında Borusan Contemporary’de görülebilecek Akışkan Bedenler Sergisi, çoğunlukla içine giremekten ve duygusunu hissedememekten yakındığım çağdaş video sanatına beni yaklaştırdı.

Gittiğimiz saat itibariyle rehberli tura denk gelince, iki sergiyi de rehber eşliğinde gördük. Haftasonu 10-19 saatleri arasında açık olan müzede her saat başı, ortalama 1 saat süren ücretsiz rehberli turlar olduğunu da bu sayede öğrenmiş olduk. 

Serginin ilk gördüğümüz işi olan “Makine Öğrenişi“, robotların ne zaman insanlar kadar kıvrak olabileceklerini sorguluyor ve aslında bir tür yapay zeka gibi görünen ve kendini geliştiren robotlara dansçılar yol gösteriyor.  Fütüristik mekanlarla bir tür “Black Mirror” etkisi yaratan bu çalışma, serginin diğer işleri gibi gözlerinizi ayıramayacağınız bir döngüsellik yaratıyor. 

Benzer işlerden olan, performans ve yeni teknolojiler üzerinden insan-makine işbirliklerini inceleyen “Akıllı Malzeme“, bir önceki kadar etki yaratmazken, yakın gelecekte görebileceğimiz bir takım bilimsel gelişmeleri gösteren ekranlar grubu “Geleceğin Ekranları” ilgi çekiyor. Tuvalde canlanan fırça darbelerinin hareketiyle oluşan “Portre II” ise hem tablo yaratım sürecine atıf yaparken hem de ortaya çıkan portreyi sanki kan akışı olan canlı bir yüz gibi görünüyor.

Serginin gözlerimi ayıramadığım ve bence en etkileyici işi olan “Yüce İnananlar II” bir yere ulaşmaya çalışanların mücadelesini, tıpkı hayat boyu devam eden savaşma hali gibi ortaya koyuyor. Sonucun hep yok olarak bitmesi, bütün o çabaya rağmen zerrelere bölünerek kayboluş, bazı anlarda yalnız bazı zamanlarda kadın erkek bir arada o mücadele aslında hayatın kısa bir özeti sanki.

Durmadan yürüyen ve yürüdükçe karşılaştığı ortama göre hareketini değiştiren video heykel “Yürüyen Şehir“, görüntüye eşlik eden sesleri ile dikkat çekerken, “Oluşum” adlı interaktif sanal ortamda, binlerce kişilik bir ortamda bir joystick yardımıyla dolaşarak adeta günümüz popüler “influencer”ları gibi etrafınızdaki insanları etkileyip kendi kitlenizi yaratabileceğiniz bir dünya oluşturuyor.

Yüce İnananlardan sonra en etkileyici bulduğum “Kabileler” ise insan davranışlarının koreografisini, tavana asılı projektörle yerdeki yuvarlak platforma aktarıyor. Aşağıda bulunan kitapçık açıklamasındaki gibi videoyu bütününe bakarak izlediğinizde tıpkı sürüler gibi hareket eden insan toplulukları görürken, detaylı bakıp bir kişiyi takip ettiğinizde o kişinin bazen farklı farklı gruplara entegre olduğunu, bazen birlikte hareket ettiği gruptan hiç ayrılmadığını, bazense başka insanları peşinden sürükleyen birini olduğunu görüyorsunuz.

“Birbirlerine senkronize olmuş bir şekilde hareket eden binlerce insan, peyzajda kolektif desenler oluşturarak ortak bir amaçları varmış gibi gözükür. Yukarıdan bakıldığında birbirinden ayırt edilemeyen insanlar, bir kütle oluşturarak, akışkan bir renk hareketi oluşturur. Yakından bakıldığında kalabalığı oluşturan bireyler kendini belli eder, her biri özgün bir gidişata sahipmiş gibi gözükür.

Otonomi, öz organizasyon ve grup içi ilişkileri inceleyen çalışma, grubun birey üzerindeki etkisini sorgular.” 

Aslında çoğunlukla video sanatını, hatta neredeyse her zaman animasyon-video sanatını, içine girmesi/anlaması zor ve duygusuz bulan biri olarak bu çoğunluğu fütüristik ve tamamı animasyon işleri oldukça etkileyici buldum. O nedenle şahsi sanatseverlik tarihimde bu serginin kıymetli bir yeri oldu. 

Keyifli bir hafta sonu planına bu sergiyi dahil etmenizi tavsiye ederim.

Pss Pss’a mı yoksa seyirciye mi daha çok şaşırdık?!

Pss Pss’a mı yoksa seyirciye mi daha çok şaşırdık?!

  • Yöneten: Louis Spagna 
  • Sanatsal İşbirliği ve Teknik Yönetim: Valerio Fassari 
  • Işık Tasarımı: Christoph Siegenthaler 
  • Oynayanlar: Camilla Pessi & Simone Fassari 

” Camilla Pessi ve Simone Fassari’nin samimi ve üretken işbirliğinin ürünü olan Compagnia Baccalà, tiyatroyu sirk ve clown ile harmanlayan eğlenceli, ustalıklı ve çok zekice kurgulanmış olan, şimdiye kadar pek şahit olmadığımız türden bir gösteriyle festivale konuk oluyor. Pss Pss, sessiz sinema döneminden izler taşıyan, son derece eğlenceli ve mizahi bir performans. Beş kıtadaki 50 ülkede 700’ü aşkın performans sergileyen topluluğun Pss Pss’ı, bugüne kadar, Cirque du Demain’nin prestijli Cirque du Soleil Ödülü de dahil olmak üzere 15 uluslararası ödülü kucakladı; 2010’dan bu yana dünya çapında her yaştan oldukça geniş bir seyirci kitlesine ulaştı. Naif ve zarif mizah anlayışını zamana meydan okuyan bir performansla ve büyüleyici bir fiziksellikle sunan Pss Pss’a ilham verenler arasında Chaplin ve Keaton gibi sessiz sinema döneminin yıldızları bulunuyor. Oyunda iki karakter, iki çağdaş clown, sahnede soluksuz izleyeceğiniz bir performansa imza atıyor.”

Sayfalarca yazsam yine de geçmeyecek bir sıkıntım var  bu performansı izlediğimden beri. Pazartesi akşamı işten koşturarak büyük bir heyecanla gidip büyük bir sinirle sonlanan o akşam…

Benim yorumlarıma geçmeden önce yukarıda okuduğunuz paragraf Tiyatro Festivali broşüründen… Sayfanın üstünde yer alan “7 yaş üstü” uyarısını maalesef ciddiye almamışız, yazılanları okuyunca bir Chaplin bulacağımızı, sessiz bir hikayeye tanık olacağımızı düşünüp sevinmişiz, heyecanla koltuklarda yerimizi almışız.

Oyun başladı. İnsanlar gülüyor eğleniyor. Dakikalar geçiyor. Ben inatla izlediklerimizin, bizi bir sonraki çok şaşırıp seveceğimiz hamleye götüren bir ön hazırlık kısmı olduğunu düşünüyorum. Fakat böylece bitiyor.

Sahnede izlediğimiz şeyi nasıl tanımlasam bilemiyorum ama tanıtımda yazdığı üzere tiyatro diyemeyeceğim kesin! Bir hikaye yok, bir akıcılık yok, sahne tasarımı yok, fiziksel bir performans var fakat kadın oyuncunun abartılı mimikleri dışında bir oyunculuk da yok. Sadece yazıldığı gibi bir sirk-palyaço gösterisi var.  

Asla küçümsemiyorum, çok kıymetli bir iştir saygı duyuyorum ama festivale gelmiş bir yabancı yapım tiyatro izlemeyi bekleyen, ona göre bilet fiyatı veren, ona göre programını yapan bir izleyici olarak büyük hayalkırıklığı oldu.

Bir kere bunu “büyüleyici performans” gibi abartılı tanımlamanın, Yetenek Sizsiniz Türkiye+Güldür Güldür performansından hallice bir şey izleyen biz “çocuk olmayan” seyircileri kandırmak olduğunu düşünüyorum.  Tamam, iyi bir fiziksel-jimnastik performans vardı. Çok zor hareketleri başardılar ama buna yazıldığı gibi “çok zekice kurgulanmış” hiçbir şey eşlik etmedi. 

Fakat işin enteresan kısmı bizim için şurası oldu. Bu tiyatro bile olmadığını iddia ettiğim küçük sirk gösterisi bitince bütün Caddebostan Kültür Merkezi ayağa kalkıp alkışladı! Yani, baya herkes!

Nasıl bir şaşkınlık yaşadık anlatamam. Nice usta tiyatrocuların nice oyunlarını, ellerinde telefonlar, saygısızca izleyip, daha selamlamayı bekleyemeden paltosuna davranıp alkışı çok göreni o kadar çok gördüm.. Ki insanların hakkıdır beğenmeyen alkışlamaz… Ama o usta oyunculara oturduğu yerden alkışı çok görenlerin bu ikiliyi ayakta çılgınca alkışlamasını anlayamadım, anlayamıyorum.

Oyun bitti çıktık. Eve varana kadar yol boyunca ve sonra bütün gece boyunca bu seyirci davranışını irdeledik. Özet çıkarımlarımız şunlar oldu:

Birincisi maalesef seyircinin tiyatrodan ana beklentisi gülmek. Ve güldükleri şeyin ne olduğunu pek önemsemiyorlar. Yani gaz çıkarana da, düşene de, kötü oyunculuk bile olsa abartılı her şeye gülüyorlar. İkincisi maalesef ve maalesef o kadar az oyun izliyorlar ki iyi bir tiyatro oyunu ile kötüsünün ayrımına varamıyorlar. Yani iyisini görmeden kötünün kötü olduğunu nasıl anlayabilirsiniz ki.. Ve üçüncüsü tiyatro adabını bilmiyorlar. Oyun nasıl izlenir, beğendiğiniz oyun sonunda nasıl takdir edilir haberleri yok. Ki bu konu için ayrıca bakınız şu yazım: Bilmeyenler için Tiyatro Adabı!

Velhasıl, oldukça hayal kırıklığı yaşadığımız bir deneyim oldu bu performans. Hem izlediğimiz performans açısından, hem de seyircinin tavrı açısından… Fakat festivale her zaman izleyici olarak desteğimiz tam, önümüzdeki sene çok çok daha iyi işleri izlemek umuduyla…

Oyunun traileri için tıklayınız. 

 

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

  • Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
  • Yazan: Eric De Volder 
  • Sahne Tasarımı: Lawrence Malstaf & Meryem Bayram 
  • Yönetmen: Mesut Arslan
  • Oynayanlar: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül / Gökhan Girginol, Pervin Bağdat 

Eric De Volder’in oyunundan sahneye uyarlanan, yönetmenliğini Mesut Arslan’ın üstlendiği performans, sahne tasarımı, seyirciyle kurduğu ilişki ve anlatısıyla öne çıkıyor. Bir anne, üç oğlu ve ortalıkta olmayan bir baba, Lawrence Malstaf ve Meryem Bayram’ın tasarladığı kusursuz arenada bir topaç ile birlikte hareket ederek iletişimin sınırlarını keşfediyor. 

Mesut Arslan, metnin çizgiselliğine koşut olarak duygu ve sezginin daireselliği ekseninde seyirci için izleme ve dinlemenin ötesine geçen evrensel bir anlam yaratıyor. Bir aile trajedisini, günlük bir ritüele dönüştürüyor ve şöyle diyor: “Oyun, öykünün sonunda ortaya çıkan, ailesini demir pençesinde tutan kayıp bir babanın çevresinde gelişiyor. Oyunu okuyan herhangi biri, o anda babanın dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünür. Ben duruma farklı bakıyorum. Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.””

Nasılsın? İyiyim.

Her gün, nasıl olduğumuzu gerçekte hiç önemsemeyenlerin sorduğu bu soruya, çoğunlukla yalan olan bu cevabı veriyoruz. Peki gerçekten nasılız?

Bu oyunun yazısına her şeyden önce üzerine uzunca düşünülebilecek ve konuşulabilecek bir iş çıkarmış olmalarını alkışlayarak başlamak istiyorum. Zira İstanbul Tiyatro festivalini aklım yettiğinden beri takip etmeye çalışan biri olarak, ağzımı açık bırakan, kafamı allak bullak eden oyunları bizimle buluşturmalarına alışık bünyem son senelerde oldukça sarsıldı. Hele bu sene yaşadığım “Pss Pss” tramvasından sonra, bu oyun tekrar hayata dönmeme sebep oldu bile diyebilirim.

3 erkek çocuk, bir baba ve bir anneden oluşan bir çekirdek ailenin yapısındaki arızaları, tek tek tüm bireylerin maruz kaldığı/katlandığı bir çok konuyu su üstüne çıkaran bir hesaplaşmayla bizlerle paylaşan oyun, 80 dakika boyunca bu hesaplaşmanın tam ortasına bırakıyor seyirciyi.

İyi-kötünün ayrımına varılamayan, her insanın egosal çıkarı doğrultusunda hem aile içindeki bireysel ilişkilerinde hem toplumla ve sistemle olan ilişkisinde dönüştüğü halleri ve sınırlarını göz önüne seren oyuna tüm bu karmaşayı anlatması için sahne tasarımı hizmet ediyor. Ve çağdaş tiyatroda oldukça aşina olduğumuz şekilde sahnesini seyirciyle paylaşan ve seyirciyi”seyir eden”den olayın bizzat içinde “tanık olan”a evrilten tasarım, aslında bir metafor yağmuruna da ev sahipliği yapmış oluyor.

İyi, kötü, saf, temiz, canice tüm duygularımızı gömdüğümüz bir kutudan, domuzlarla dolu b.klu bir çukura kadar bir çok şey olan sahnede, tüm bu iç dünya karmaşası yönü-hızı belli olmayan topaçlarla deneyimleniyor. Ne yöne gittiği belli olmayan, kimi zaman hızlandıkça hızlanan, kimi zaman aniden duran, istenildiğinde kontrol edilebilen fakat korunmadığında can yakan bu güçlü topaçlar bir şekilde oyunun en kuvvetli oyuncusu olmayı başarıyor. 

Nasılsın? İyiyim!

Oyuna, damarlarında klasik tiyatro sevgisi/ilgisi ve çağdaş tiyatro temkini dolaşan annemle gitmiş olmam aslında bu eleştiri yazısını bir şekilde daha çok açıdan görerek yazmama neden oldu. Zira tüm bu sahne, topaçlar gibi metaforların içinde kalınca, bazen ben mi bazı şeylerden fazla anlam çıkartıyorum ve aslında çok mu zorluyoruz anlamak/anlatmak için diye sorgular buluyorum kendimi. O yüzden annemin yorumları bana yardımcı oldu.

Örneğin bence oyunun en can alıcı hikayelerinden biri olan baba ile büyük çocuğunun yumurta hikayesinden tatlı annem hiç bir şey anlamamış. Sonra, oyunun giriş bölümü olan Güven Kıraç’ın çok çok iyi bir performans çıkararak ilk saniyeden bizi bu hikayenin içine soktuğu “domuzlar” kısmını ise anlamanın yanından bile geçmemiş. Benim bakış açımla iki küçük kısım da iç sıkıştıran, derin ve yoğun bölümlerdi. Fakat işin enteresan kısmı, annem bu ve bunun gibi bir çok kısmı alıştığı anlamda anlayamamış olsa da bir şekilde duygusunu hissetmiş. Ve oyun sonrasındaki uzun sohbetimizde anladıklarımızı ve hissettiklerimizi bir araya getirince, aslında oyun bizim evin salonunda da devam ederek enteresan bir noktaya vardı.

Nasılsın? İyiyim…

Tüm bu sahne tasarımını oldukça yenilikçi ve anlamlı bulmama, hikayenin ele alınışını sevmeme, kadın oyuncular hariç tüm oyuncu performanslarını üst düzey görmemem rağmen oldukça iyi ve görülmesi bu oyunun o “vav” hissini engelleyen bir şeyler var.

Bunlardan ilki ve en önemlisi kesinlikle Derya Alabora’nın ekiple ve hikayeyle enteresan şekilde uyumsuz performansı. Öyle zannediyorum robota dönüşmüş, bildiklerine rağmen ailesini bir ara tutma görevi olan “anne/eş” figürünü değişik bir yorumla sunmaya çalıştı fakat öyle garip bir yerden oynadı ki, ne oyuna ne o aileye ne o sahneye bir türlü dahil edemedim. (Üstüne üstlük benim izlediğim oyunda mikrofonu sıkıntılıydı ve cızırdıyordu. İyice ayrık bir performans oldu.)

İkincisi topaçlar cidden çok çok iyi düşünülmüş olsa da mekanizma kablolu aletlerle çalıştırılana kadar geçen o süre kopmalara yol açtı. Keşke şarjlı bir aletle oyunun akışına uygun bir hızda topaçlar kurguya dahil olabilse ve kapı aç- kablo ve aleti getir – topacı çalıştır- kabloyu topla – kapıyı kapat şeklindeki oyundan çıkaran anlar yaşanmasaydı. Ama sanki bu öyle bir oyun ki, hem oyuncular hem seyirci oyun piştikçe, her deneyimden sonra çok daha enteresan (iyi anlamda) bir yere doğru taşıyacak hikayeyi. O nedenle mutlaka 2-3 ay sonra tekrar izlemek istiyorum.

Son olarak, her ne kadar bütün bu metafor silsilesini sevmiş olsam da bazı noktaları 80 dakikalık bir oyunun içinde zorlama buldum. Bize mimarlık eğitiminde öğretilen bir bakış vardır: Bir tasarımın içindeki bir kısım özel amaca hizmet etmiyorsa, genel tasarıma da anlamlı bir katkısı yoksa varlığını sorgularız. Bu oyunda da örneğin düzeni/otoriteyi simgelediğini sandığım o büyük boru, iç içe geçen borular gibi sahne ekipmanlarının ve hikayeleri ile kız arkadaş(lar) ve anneannenin genel anlatılana anlamlı katkısını sorguladım.  Hatta anlamlı katkısını bulamadığım gibi zaten “zor/acı ama gerçek” duygu yoğunluğu içinde bütünü bozduğunu ve seyirciyi gereksiz yorduğunu bile düşündüm.

Nasılsın? İyiyim. İyiyim. İyiyim!

Aslında bütün bu detayların içinden bir ana fikire varacak olursak, başlangıçta söylediğime dönüyor olacağım. Üzerine bunca yorumu yapabileceğimiz, konuşup kafa patlatabileceğimizi, kendimizi ve sınırlarımızı sorgulatan iyi bir deneyim bu oyun. Sırf böyle olması bile izlenmesi gerektiğini gösteriyor. 

Mutlaka ikinci bir sefer, hikayenin nereye vardığını görmek için ve bu sefer tribünden değil sahnenin hemen dibinden izliyor olacağım. 

İyi seyirler, 

Üç Müthiş Konser: Hindi Zahra, İbrahim Maalouf ve Sophie Hunger

Üç Müthiş Konser: Hindi Zahra, İbrahim Maalouf ve Sophie Hunger

Üç konserin de üzerinden aylar yıllar geçti. Yazılara başlamıştım ama bir türlü toparlayamamıştım, kısmet bugüneymiş, hepsini birleştirip yazayım istedim. Hepsinin ortak özelliği yabancı müzisyenlerin birbirinden iyi konserleri olmaları ve insanın ruhunu iyileştirmeleri.

İyi okumalar, dinlemeler efenim.

Hindi Zahra ile başlıyorum.

Bu konser Zahra’yla tanışmadan önce Volkswagen Arena ile tanışmama vesile olduğu için çok mesudum. Çünkü İstanbul’un gerçekten ihtiyacı olan modern ve kullanışlı bir konser alanı yapmayı başarmışlar. Hem bahçesi hem de içiyle benim mimar olarak gerçekten takdirimi aldı. (eminim umurlarındadır.!) İçinde bir avm oluşunu tabi Allah’ın emri olarak değerlendiriyorum ama en azından kütleler birbirinden ayrı olduğu için bir derece katlanılabilir.

Zahra’ya gelirsek…. Onunla ilgili bloga bir yazı yazdım sanıyordum ama meğersem yazmamışım. Oysa ki senelerdir çok severek dinlediğim, acayip bir kadındır. Geleceğini duyunca hemen biletleri kaptık gittik. Önden Ceylan Ertem çıktı. Severim kendisini, bazen biraz fazla bağırsa da çok yetenekli bir kadın ve her şeyden önce Türkiye’de caz söylemeye çalıştığı için takdir ederim hep. Daha önce izlemişliğim de vardı ve bu performansı da çok iyiydi. Dolayısıyla müzik keyfi onunla başlamış oldu. Sonra Zahra sahneye çıktı ve…. ruhumuzu iyileştirdi. Böyle güzel şarkılar, böyle güzel bir performans olamaz.

Fransız/Fas kökenli, caz müziği blues, pop, soul ve halk/dünya müzikleri ile harmanlayıp müthiş birer sanat eseri olan parçaları yaratan Zahra’yı sıkça dinlediğim kayıtlarından biliyordum ama canlı performansı kayıtlarından da iyiydi. Hatta bazı yerlerde o kadar kendinden geçti ki, o enerjisi de sahneden fırlayıp bize geçti resmen. Tekrar gelse de hemen tekrar gidip dinlesek diye diliyorum resmen.

 

Hindi Zahra konserinden aylar sonra İbrahim Maalouf‘u kaçırmayalım dedik ve konsere gittik. Maalouf’u ve Beirut’unu biliyordum tabi ama öyle hayranlık boyutunda dinlemişliğim yoktu. Ve o konser, hayatımda izlediğim en iyi konserlerden biriydi !!! Ağzına kadar dolu o konser alanında çıt çıkmadan müziğin dinlendiği o anki enerji ve yine aynı salonda etrafımda tanımadığım herkesle ritm tutup dans etmek.. Muazzamdı! Bitmesin, günler, aylar sürsün istedim.

Fransız/Lübnanlı sanatçı trompet üstatlığı ile biliniyor ve tabi Beirut’u ile. Fakat ötesinde bir müzisyen olduğunu bu konserle kanıtlamış oldu. Zira “Red&Black Light” albümünün turnesi kapsamındaki bu konserde cazdan popa, ordan halk/dünya müziğine ve ordan rock müziğe öyle geçişler yaptı ki, öyle inanılmaz tınılar arasında yolculuğa çıkarttı ki bizi, cidden ağzım açık kaldı. Zaten aşağıdaki konser kaydından da ne demek istediğimi anlayacaksınız. (Full dolu bir salon, hepimiz ağızlarımız açık ses edemeden dinledik resmen. bknz:video1)

Yani bu kadar sessizliğin ve bu kadar coşkunun bir arada olması sanırım en enteresanıydı. Çünkü çılgın gibi de dans ettik. Yerimizde duramadığımız ritimlerle buluşturdu bizi Maalouf.(bknz: video 2) Bir de şarkıların arasında kadınlara dair hikayeler anlattı, çünkü albümündeki parçaları hayatındaki kadınlara ve onların hayatına kattıklarına adamıştı. Hikayeleriyle şarkıları dinleyince, sanki o notalar daha bir adrese teslim oldu.

Son cümle: Yazarak o konseri anlatmak cidden zor. Bir sonraki performansını sakın kaçırmayın ve gidin derim, en azından ben öyle yapacağım.

 

 

 

Ve son olarak yine yeniden Sophie Hunger. Bir önceki konserine ait yazımda, bir daha gelirse mutlaka gideceğiz yazmışım. Nitekim gittik de. Şimdiden belirteyim, tekrar gelsin yine giderim! Böyle duru bir ses, böyle güzel sözler ve böyle cool bir müziği dinlemeye doyamıyor çünkü insan.

Yalnız bir takım maruzatlarım var. Birincisi Bomonti Ada’ya llk defa gittik bu konser vasıtasıyla ve hiç sevemedim. Önce içeri girince ortam tatlıymış gibi geldi, hani mimaride bir Avrupai hava filan ama elimize bir içki bir kızartma alıp takılamadık, avlu yapılmış ama her yer restoran her yerde aynı tip insanlar, biraz takılınca içerisi çok yapay geldi. Neyse yemeği dışarıda hallettik geldik, konsere girişte, çantamızdaki minik şekerleme paketini aldılar gayet kaba bir şekilde. Onu da çıkışta ufak çaplı bir cıngar çıkararak halletik, özür diledi Babylon. Fakat konser boyunca en öne geçip muhabbet eden tipler ne olacak!? Yani cidden takmamak için büyük çaba sarfettik ama akustik bir konserde sohbet etmek neyin kafasıdır acaba?! Konser izlemenin de bir adabı olduğunu koca koca insanlara da mı anlatalım ve illa uyarmak mı lazım?!

Zor zor… Bu tip etkinlikleri sinir hastası olmadan takip etmek zor. Ohmmm diyip onları yokmuş gibi varsayıp mümkün olduğunca anın tadını çıkarmalı. Biz de öyle yapmaya çalıştık. Tekrar gel Sophie, biz şimdiden geleceğimize söz veriyoruz.

 

Her Gün Biraz Daha / A Bit More Everyday

Her Gün Biraz Daha / A Bit More Everyday

  • her_gun_biraz_dahaYazan: Mahin Sadri
  • Yöneten: Afsaneh Mahian
  • Oyuncular: Setareh Eskandari, Elham Korda, Baran Kosari

“Daracık bir mutfakta günlük angaryalarıyla meşgul, koyu renk giyinmiş üç İranlı kadın, hayatlarının bir özetini anlatıyor; tutkuları, acıları, hayalleri ve hayatta kalma taktiklerini… Mahnaz, bir savaş kahramanın dul eşi. Shahla, tanınmış bir futbolcunun (değersiz) metresi. Geleneksel bir aileden gelen Leyla, dağ yürüyüşlerini keşfedip kurtarmış kendini. Mahin Sadri ve Afsaneh Mahian, bu ıstırap dolu kader öyküleri aracılığıyla 1981’den (İran devriminden iki yıl sonra) 2013’e uzanan tarihten bir kesit sunuyor. Sahnede gördüğümüz ev ortamının dışında, sahne arkasından gelen savaş ve dinden ibaret sesler, erkeklerin her daim orada olduğunu gösteriyor bize. 2015’in Ocak ayında Tahran Tiyatro Festivali’nden (Fajr) “En İyi Özgün Metin” ve “En İyi Kadın Oyuncu” dallarında ödüllerle dönen, aynı yıl İran Tiyatro Eleştirmenliği Birliği’nin “En İyi Oyun” ve “En İyi Yönetmen” ödüllerini kucaklayan, Paris’te kapalı gişe oynayan Her Gün Biraz Daha….”

İran’dan kesitler sunan, İranlı yazar, yönetmen ve oyuncuları içeren filmler ve oyunlar beni değişik bir biçimde içine alıyor. Hem coğrafi olarak çok yanıbaşımızda olmalarından hem de İran’ın köklü kültür, eğitim ve sanat birikiminin politikalarla geldiği noktayı görebilmemizden etkileniyorum sanıyorum.

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim oyun, üç kadının müthiş performansıyla derinden yaralayarak seyirciyi içine alıyor. Sahnede hiç erkek olmamasına ve bir mutfakta sahnelenmesine rağmen hem hikayelere dahil erkeklerin sahnede olduğunu hissettik, hem de konu dönemdeki savaş ortamının içindeymiş gibiydik. Türkçe üstyazılı olarak Farsça izlediğimiz oyunda, bir çok kişiye belki arabesk veya acındırma gelebilecek kıvamda bölümler vardı ama ben çokça gözyaşı döktüm.

Keşke Dünyadan farklı oyunları çok daha sık izleme şansımız olsa…