Yeni TV rehberimden selam ve sevgilerimle… Yine bu yazımda yerli ve yabancı takip ettiğim, severek izlediğim dizileri ve tv şovlarını paylaşıyor olacağım.
Türkiye’yle başlayayım. Ülkemiz her geçen gün “izleyecek hiçbişii yokk yeaa” durumunu ilerletiyor. Artık ilaç niyetine olsun izlenecek bir şey kalmadı. Televizyon kanallarına günün her saati göz gezdiriyorum. İzlemese bile ses olsun diye televizyon açanlardanım zira. Gündüz kuşağında gerçekten izlenebilecek doğru düzgün hiçbir şey yok. Sırf eğlencesine Kısmetse Olur‘a baktım geçen kış. Get back over here Cansel! Acun’un tek tabanca olduğu Survivor, O Ses Türkiye, Rising Star gibi yapımları ise bu sene sadece annemle birlikte oturduğum akşamlarda denk gelince izledim. TV sektörünün bu süründüğü yılların tek kazananı TV8 oldu sanırım. Onun dışında Digiturk’te olan (başka nerede var bilmiyorum) Home & Entertaintment ve TLC kanallarındaki programlarıizledim ara ara. Dizilerde ise takip ettiğin 2-3 tane oldu;
Poyraz Karayel: Dizinin ilk sezonunu izlememiştim. Bu sene ikinci sezonu izleyerek başlamış oldum haliyle. Öncelikle oyuncuların her biri gerçekten çok iyiler, o yüzden izlettiriyor. İkincisi bana çok dağınık gelmiş olsa da en azından 8 saat bakışmıyorlar ve bir atraksiyon var. Üçüncüsü de sağlam dokunduruyorlar. Bu üç nedenden diziyi keyifle takip ettim bu sezon.
Aşk Yeniden: Fox’da yayınlanan diziyi de ikinci sezonunda izlemeye başladım. Buğra Gülsoy ve Lale Başar başta olmak üzere ekibin absürt oyunculuğunu çok sevdim. Keyifli ve sıcak bir diziydi, denk geldikçe takip ettim. Fakat maşallah dediğim 3 gün yaşadığından bu sezon final yaptılar.
Hayat Şarkısı: İlk bölümlerini yoğun reklamları yüzünden izlemeye başlamış olsam da Ahmet Mümtaz Taylan ve Olgun Toker’in inanılmaz performansları yanında geçmişe gidip gelen derinlikli o senaryo hatırına keyifle izlemeye başladım. Fakat ellerindeki bütün malzemeyi ilk bölümlerde tüketen senaryo ekibinden yeni sezon için pek umutlu değilim açıkçası… Bakalım neler olacak?
Bu diziler dışında eğlenceli, düşündüren, genç, yenilikçi kafalarda bir iş izleyemedik maalesef. Zaten Leyla ile Mecnun ekibi ile İşler Güçler ekibi dışında o kafalarda kimse kalamadı. Oysa ki nüfusu genç ülkenin böyle işlere ve artık internet televizyonculuğuna çok ihtiyacı var. Umarım yeni sezonda bunu başarabilenler olur.
Gelelim Dünya televizyonlarına ve tabi ki Netflix’e. Daha önce de paylaşmıştım ama Episoder adında bir app/uygulama var. Takip ettiğiniz dizileri işaretleyerek bir liste oluşturuyorsunuz ve hangi bölümü izledim, yeni bölüm ne zaman gibi sorularınızın cevaplarını kolaylıkla öğreniyorsunuz. Bir hayli fazla (kimine göre az) dizi takip ediyorum, o yüzden Episoder yardımıyla anlatacağım.(alfabetik olarak)
Unbreakable Kimmy Schmidt: Son olarak Emmy adaylıklarının açıklanmasıyla da bu senenin en trend dizilerinden biri oldu. İki sezonunu da çok kısa zamanda izleyip bitirdim. 90lardan fırlamış Kimmy ve tabi ki müthiş Titus. Kahkalardan ölmediğiniz ama sempatik bir gülümseme yaratan tatlış bir dizi. Üçüncü sezon onayını alan diziyi, Ocak 2017’de izlemeye devam edeceğiz.
UnREAL: Bizdeki Kısmetse Olur? Benimle Evlenir Misin? yok efendim Gelinim Olur Musun?… Amerika’da ise The Barchelor tarzı evlendirme programlarının arka planında olanları göz önüne seren dizinin ilk sezonunu çok beğenmiştim. İkinci sezonu ise nefesimi tutarak izledim. Shiri Appleby bir boş bakışıyla bile bin şey anlatan inanılmaz bir oyuncu ve ikinci sezonu acayip bir seviyeye taşıdı. Üçüncü sezon onayı alan diziyi büyük bir merakla bekliyorum.
The Leftlovers: Dünya nüfusunun yüzde ikisinin aniden kaybolduğu bir günden sonra yaşanan olayları anlatan HBO’nun ağır draması her bölümüyle merakı ve gizemi arttırdı. İki sezonu devirdiğimiz dizide hala anlamadığımız bir sürü şey var ve sonu Lost’a bağlanacak diye aşırı korkuyorum.Üçüncü sezonu 2017’de izleyeceğimiz dizide yine aşırı karanlık, gizemli, tedirgin edici olaylar bizi bekliyor olacak.
The Big Bang Theory: 9.sezonu devirdiğimiz dizi 19 Eylül’de 10.sezonuyla karşımızda olacak ve 12.sezona kadar onayını aldı. Hala sıkılmadan, severek ve gülerek izlediğim karakterleriyle sabah kahvaltılarıma eşlik eden diziyi, büyük bir zevkle takibe devam edeceğim.
Switched at Birth: 4 sezondur izlediğim gençlik dizisi, doğumunda karışmış iki kızın gerçek ailelerini bulmasından sonraki süreci konu alıyor. Aslında ana konuyu aşıp ve bir hayli uzaklaşıp artık karakterlerin detayına girmiş olsa da takip etmeyi sevdiğim bir dizi. Özellikle sağır insanları konusunun başına oturtmasını çok değerli buluyorum ve resmen sayelerinde ingilizce olarak işaret dilinde teşekkür etmeyi, tamam demeyi filan öğrendim. Böyle örnek projeleri ülkemiz televizyonlarında da görmek umuduyla…
Roadies: Bu sene başlayan dizilerden olan Roadies, bir rock grubunun turne ekibinde yaşananları anlatıyor. İlk 4 bölümünü severek izledim ve ilk sezonun tamamını (10 bölüm) izlemeyi planlıyorum. Henüz 2.sezonu olur mu bilmiyorum ama senaryo bir noktada tıkanacak gibi gözüküyor şimdilik. Bakalım…
Pretty Little Liars: Aslında artık ilk sezonlar kadar zevk vermiyor ama bir şekilde alışkanlık oldu, izlemeye devam ediyorum. Dizi şu an 7.sezonda ve 8.sezonun olup olmayacağı belli değil. Finali bir sinema filmi ile yapmak gibi bir düşünceleri var deniyor. Neyse ne, artık bitirin şu diziyi de ben de bir rahata ereyim!
New Girl: Senelerdir ara ara bölümlerini izlediğim dizinin tüm olaylarına hakim değilim ama karakterlere hakim sayılırım. 5.sezonun hemen hemen tamamını izledim ve o düğün telaşları filan gayet keyifli bölümlerdi. Eylülde 6.sezon başlayacakmış, denk gelirsem yine izlerim sanırım. Sonuçta Jess’le Nick’in vuslatını görmeyi bekliyoruz…
Mozart in the Jungle: Gael Garcia Bernal! Ay adam aşırı tatlı değil mi? New York’ta yaşayan profesyonel bir obuacının yaşadığı çılgın hayatı ve müzik dünyasının perde arkasını anlatan dizi 2 sezonuyla da büyük bir fan kitlesi oluşturdu. Aralık ayında 3.sezonun başlamasını iple çekerken, dizinin Golden Globe’dan iki ödülle döndüğünü hatırlatmakta fayda var.
Modern Family: Her Amerikan komedisini sevemiyorum ama Modern Family bir başka! 21 Eylül’de 8.sezonuyla izleyeceğimiz dizi, sonsuza kadar çekilebilir ve sonsuza kadar izlenebilir yapımlardan. Her sene aldığı adaylıklar bu başarısının göstergesi!
Master of None: İlk sezonuyla büyük ses getiren, 30 yaşında piyasa tutunmaya çalışan bir aktörün günlük hayatına odaklanan dizi, ikinci sezona 2017 de başlayacak. Bir çırpıda izlenen 10 bölümlük ilk sezon büyük bir fan kitlesi yaratmayı başarıp bir çok adaylık ve ödülü de beraberinde getirdi.
Humans: Geçen gün robot teknolojisinde gelinen son noktayı gösteren bir video izledim. Bir tek ben ürkmüyorumdur değil mi bu yapay beyinlerin Dünya’yı ele geçirmesinden? Humans, ev ihtiyaçlarını gidermek üzere tasarlanmış robot-insanların hayatın bir parçası haline gelmesini anlatıyor ve bu yeni dünyayı bize robotların gözünden anlatıyor. 8 bölümlük ses getiren ilk sezonundan sonra 2017’de başlayak ikinci sezonu merakla bekliyorum.
Heroes Reborn: Gençlik yıllarında Heroes izlemiş biri olarak, tabi ki Heroes Reborn’u kaçıramazdım. 13 bölümlük mini dizide Hiro Nakamura’yı yeniden görmek bile ayrı bir mutluluktu.
Girls: Lena Dunham’ın bir kafası var. Ve kadın reyting uğruna numaralara sığınıp o kafasını asla bozmuyor. 5 sezonu geride bırakan dizide orta sınıf Amerikan gençliğini ve özellikle 20lerindeki bir grup kadını müthiş diyaloglarla ve olabildiğince gerçek izlemeye devam ediyoruz. 6.sezondan sonra son bulacak dizide olayın nereye varacağından ziyade neler yaşayıp neler düşüneceklerini ve hissedeceklerini bekliyor olmak sanırım bu dizinin gerçeklik başarısının sonucu.
Game of Thrones: (aklımın arka planında çalan şarkısı eşliğinde: dıııı nıııın dınını nııın dınınıınnnn) Valla bana kalsa ben böyle dizileri sevmem. Gerçeküstü varlıklar, ölüp dirilmeler filan… Ama Game of Thrones’un bir olayı var. Her bölüm bir tokat atıyor ve onun etkisiyle bir bölüm daha izliyorsunuz. Böyle böyle 6 sezonu devirdik, kısmetse 2 sezon daha deviririz. Sonuçta War is Coming! (Ayrıca o efsanevi savaş sahnesini de unutmayayım: prodüksiyonuna şapka çıkarıyorum!)
Extant: Ya bana kalsa böyle dizileri de sevmem! (ay bu da!) Yani bir heves izleyip sonra bırakamıyorum bazı dizileri. Tek başına uzayda kaldığı ve birçok deneyim yaşadığı 13 ayın ardından dünyaya dönen astronot Molly Woods’un, akıl almaz bir şekilde hamile kalmasından sonra yaşananları konu alan uzaylılar vs. insanlar dizisi, ikinci sezondan sonra son buldu. Devam etseydi (muhtemelen izlerdim ama) artık bir şeye benzemezdi zira konu çok dallanıp budaklanmıştı. Ama ne yalan söyliyim ilk sezonu fena değildi. Bir de Halle Berry’i izlemesi çok zevkliydi!
Brooklyn Nine-Nine: New York City’de bir grup dedektifin çevresinde geçen dizi tıpkı Arka Sokaklar gibi aktüel kamerayla çekiliyor. Bir Rıza Baba’nın eksikliği hissedilse de, bu polisler de hiç fena değiller. Şaka bir yana son dönemde izlediğim en iyi komedilerden olan dizi 4.sezonuna Eylül ayında devam edecek. İzlemeye devam.
Black-ish: Henüz 1.sezondan 10 bölüm izlediğim dizi Eylül’de 3.sezona başlayacak. Açıkcası keyifli vakit geçirmek ve kafa dağıtmak için sempatik bir dizi. Devamını getirir miyim bilmiyorum…
Black Mirror: 3er bölümlük 2 sezondan sonra 6 bölümlük 3.sezon Ekim ayında başlayacak. Sosyal medya bağımlılığı, teknolojik gelişmelerin tehlikeleri gibi konuları inanılmaz etkileyici, dizi-film tadında, birbirinden bağımsız bölümleriyle aktaran İngiliz yapımının yeni bölümlerini merakla bekliyor olacağım. Hiç bir şey izlemeseniz bile bu dizinin eski bölümlerini mutlaka izleyin!
2 Broke Girls: 5 sezondur keyifle izlediğim sitcom, 6.sezonuna Ekim ayında başlayacak. Güzel vakit geçirip gülmek isteyenler için klasik American tarzı komedi.
İşte böyle… Her zamanki gibi tavsiyelerinizi beklerim. İyi seyirler,
“35 yaşın keskin virajını dönerken, hayatın denk getirdiği bir adam ve bir kadın. Edinburgh’da bir barda kesişiyor yolları.
Yağmur yağıyor. Yağmur hiç durmayacakmış gibi yağıyor. Yağmur hafta sonu boyunca bir kere bile durmayacak.
Helena, boşanma avukatı, şarap dolabının gümüş rengi kapağında yansımasına bakıyor. İç ses: “Evet, her şeye rağmen hâlâ bu kadına evet derdim.” Bu gece yalnız olmak istemiyor.
Bob, boşanmış, yasadışı işler peşinde, bedeni düğüm düğüm, her yerinden negatif enerji fışkırıyor, neşelenmek için Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ını okuyor.
Bob ve Helena şu konuda hemfikir: 35, bok gibi bir yaş! Çünkü insan artık olayın bundan ibaret olduğunu anlıyor.
Desteden sana dağıtılan el bundan başkası değil. Hayat bize kağıtları dağıtıyor ve görünen o ki oyunu oynamıyoruz bile, sadece kağıtları çevirip elimize bakıyoruz.“
Artık sıkıcı olmaya başladı biliyorum ama Dot’un oyunlarına bayılıyorum! Tuğrul Tülek’in direkt hastasıyım!
Yok sayılabilecek bir dekorda, evden kiliseye, ordan bara, ordan oraya giden bu ikilinin hastası olmamak mümkün değil. Zira iyi oyunlara ve iyi oyunculara büyük saygı ve sevgi besliyorum. Ve Tuğrul Tülek ve Gizem Erdem bütün bu mekanlara bizi götürüp, müthiş bir hikayeyi yaşayarak/yaşatarak anlatıyorlar.
Oyun bitiminde yüzümde hem keyiften bir gülümseme, hem de 35ime az kalmışken aklıma doluşan deli sorulardan dolayı bir endişe hali vardı. Konu itibariyle günümüz kadın-erkek ilişkilerini ve ilişki klişelerinden ayrılıp değişime açık olma durumunu sorgulayan oyun hem pembe bir romantizm, hem en umutsuz yaşlarda bile umut edebileceğiniz yeni şeyler olabileceğini, olabilecek en tatlı hikayeyle ve en tatlı şekilde anlatıyor.
Yazarın Sarı Ay oyununu da daha önce sahneleyen Dot’un, oyuncuların fiziksel performansına dayalı bu iki oyunu da mükemmele yakın çıkardığını düşünüyorum. Resmen İki Kişilik Yaz ile ilgili eleştirebileceğim tek bir nokta bile yok. Bir adam, bir kadın, aşk, müzikler, danslar… 35 yaşına umutla girmek isteyenler başta olmak üzere herkes, bu senenin en iyi oyununu kaçırmasın!
Oyuncular: Ahmet Özaslan, Ali Gökmen Altuğ, Enes Mazak, Erkan Akkoyunlu, Gün Koper, Kutay Kırşehirlioğlu, Mehmet Avdan, Metin Çoban, Nihat Alpteki, Rahmi Elhan, Serdar Orçin, Yalçın Avşar
“Şüphelinin suçlu olduğunun genel kabul görüldüğü jüride, bir üye bu karara karşı çıkarsa ne olur? 12 jüri üyesi üzerinden adalet kavramını sorgulayan oyun tiyatro seyircisi ile buluşuyor.”
1957 yılında çekilen film ile meşhurlaşmış 12 Angry Men’in tiyatro sahnesindeki uyarlamasını beğendiğimi söyleyebilirim. Şehir ve devlet tiyatrolarında görmeye alışkın olduğumuz “teatral” tavırlar oyunculukların gerçeklik hissini aşağı çekiyor olsa da, konusu itibariyle (özellikle de sonunu bilmiyorsanız), bakış açılarını değiştirmek konusu ve adalet kavramı üzerinden merakla gelişen dava jürisini keyifle izleyebilirsiniz.
“#cehennem, düşüncelerimizi kodlayan, yaşamı gerçeklikten koparan ve şiddet dürtüsünü tetikleyen sanal dünyanın gelecekte duygularımızı da ele geçirme boyutlarını bilimkurgu atmosferinde tartışıyor. ”
Yenilikçi oyunları gerçekten çok seviyor ve destekliyorum. Bir gelecekte, sanal dünyaların gerçek dünyayla karıştığı ve sanal dünyada suçların işlendiği bir zamanda, suçun “suç” olabilmesi için illa gerçek dünyada mı olması gerektiği sorgulanıyor. Pedofili ve sanal kimlik-gerçek kimlik konularını değişik bir bakış açısıyla sunan oyun, finalinde bazı sürprizler barındırıyor.
Oyunu annemle izledik. Maalesef internet-sanal dünya terimlerine çok hakim olmadığından oyunun asıl numarası olan ve açıkça söylenmeyen durumu (yazamıyorum spoiler olmasın diye!) anlamamış. Ben anlatınca ona, taşları yerine oturtabildi.
Dekoru şahsen çok sade ve uğraşılmamış bulmakla birlikte amaca hizmet eder bulmuştum. Fakat sonra oyunun dünyadaki versiyonlarındaki dekor tasarılarını görünce, bir ince kıskandım. Ama olsundu. Böyle yenilikçi bir oyunu sahneye koymak bile bir adım, bir adım sonra dekorlar, bir adım sonra oyunculuklar derken derken gelişecek tiyatromuz. Yaşasın Polyannacılık ! Hey!
2014’te ve 2015’te Biletix’i gerçekten protesto etmeyi başardım sanırım. Aslında kültür sanat etkinliklerine bir miktar ara verdiğim için bu kadar az bilet aldım ama olsun! Yine de az sayıda aldığım bileti de kapıdan, etkinlik gişesinden v.s. alıp Biletix’e para vermemeye çalıştım.
Bu sene ile ilgili haklarını vermem gereken tek şey, internet üzerinden sistemlerinin artık daha rahat çalışıyor olması. Bunun dışında maalesef yüksek komisyonlar almaya devam ediyorlar ve tekel oldukları sürece onlara bağımlı olmak zorunda kalıyoruz. Yani istesek de istemesek de yüksek komisyon bedelleri ödüyoruz…
Hesap tutmaya ve isteklerimi söylemeye devam: Hizmet ve işlem bedellerinin aşağıya çekilmesini talep ediyorum!
Aşağıda 1 Eylül 2015- 1 Eylül 2017 arası harcamalarımı bulabilirsiniz:
12.03.16 – Tiyatro Festivali Biletleri: 130 TL + Hizmet Bedeli: 17 TL + İşlem Bedeli: 6TL ( 4 bilet – İnternetten alındı.) (Bu biletleri alırken vade farkı 0 yazdığından 3 taksit yaptırmıştım fakat sonra hem vade farkı, hem de ekstra 6 TL çekildiğini farkettim. Biletix, İKSV, Tüketici Hakları ile görüşmeler yaptım. 17TL lik hatalı fark hesabıma geri ödendi.)
05.02.16 – iF Film Festivali Biletleri: 65,7 TL ( 4 bilet – İnternetten alındı.)
01.02.16 – Erkan Oğur – İsmail Hakkı Demircioğlu Konser: 180 TL + Hizmet Bedeli: 21 TL + İşlem Bedeli: 5 TL ( 3 bilet – İnternetten alındı.)
09.12.15 – Açık Sahne Biletleri: 90 TL + Hizmet Bedeli: 12 TL + Biletim Cepte Bedeli: 3 TL ( 3 bilet – İnternetten alındı.)
Alınan Biletlerin Toplam Fiyatı: 1195,70 TL(45 bilet, ortalama bilet fiyatı 27 TL)
Ödenen Hizmet+İşlem Bedeli Toplamı: 148,25 TL (%12)(45 bilet, bilet başına ort 3,3 TL)
———————————————————————-
Biletix protestom 3. senesinde! Artık baya baya az bilet alıyorum Biletix üzerinden göründüğü üzere. Ayrıca komisyonlarda bi tık azalma olmuş, seçtiğim biletlerden midir yoksa gerçekten mi Biletix’in komisyonları azaldı bilemiyorum ama bu sene bakacağız artık duruma.
Hesap tutmaya ve isteklerimi söylemeye devam: Hizmet ve işlem bedellerinin aşağıya çekilmesini talep ediyorum!
Aşağıda 1 Eylül 2014- 1 Eylül 2015 arası harcamalarımı bulabilirsiniz:
Alınan Biletlerin Toplam Fiyatı: 32.00 TL(2 bilet, ortalama bilet fiyatı 16 TL)
Ödenen Hizmet+İşlem Bedeli Toplamı: 8TL (%25)(2 bilet, bilet başına ort 4 TL)
———————————————————————-
İki senedir yaptığım Biletix komisyonları protestoma bu sene de devam edeceğim. İlk sene aldığım biletlerin toplam ücretinin %12sini, diğer sene ise %15’ini Biletix’e hizmet ve işlem bedeli olarak ödemişim! Üstelik biletlerin çoğunu gidip Biletix gişesinden almışım!
Hesap tutmaya ve isteklerimi söylemeye devam: Hizmet ve işlem bedellerinin aşağıya çekilmesini talep ediyorum!
Aşağıda 1 Eylül 2013- 1 Eylül 2014 arası harcamalarımı bulabilirsiniz:
Alınan Biletlerin Toplam Fiyatı: 527.00 TL(35 bilet, ortalama bilet fiyatı 15 TL)
( + 210 TL festival bileti. Gişede bekleyerek aldım.)
Ödenen Hizmet+İşlem Bedeli Toplamı: 57,5 TL (%11)(35 bilet, bilet başına ort 2 TL)
———————————————————————-
Artık Biletix’ten bilet almamaya daha çok dikkat ediyorum. Geçen sene 1 Eylül 2011 ile 1 Eylül 2012 arasındaki komisyonları not etmiştim. 1154 TL lik bilet için 142,50 TL komisyon ödemiştim! (%12!!!)
Bu senede hesap tutmaya devam ediyorum. Eylül 2012-2013 tarihleri arasındaki biletleri buraya not edeceğim. Yine aldığım hizmetin bu kadar pahası olduğunu düşünmüyorum. Hizmet ve işlem bedellerinin aşağıya çekilmesini talep ediyorum.
19.11.12 – İki Kişilik Oyun: 50 TL + Hizmet Bedeli: 6 TL + İşlem Bedeli: 4 TL (2 bilet – İnternetten alındı.)
21.12.12 – Büyük Ev Ablukada konseri: 60 TL + Hizmet Bedeli: 8 TL (2 bilet – Biletix gişesinden aldım.)
15.01.13 – Ben Bertolt Brecht Oyunu : 40 TL + Hizmet Bedeli: 10 TL + İşlem Bedeli: 4 TL (2 bilet – İnternetten aldık.)
02.03.13 – Büyük Ev Ablukada konseri : 70 TL + Hizmet Bedeli: 9 TL + İşlem bedeli: 4 TL (2 bilet – İnternetten alındı.)
Ödenen Hizmet+İşlem Bedeli Toplamı: 112,5 TL(%15!)(18 bilet, bilet başına ort 6 TL)
———————————————————————-
1 Eylül 2011 ile 1 Eylül 2012 arasında Biletix’e ödediğim komisyonları buraya not edeceğim. Geçen sene 200TL’den fazla para ödemiştim. Bu sene durum ne olacak bilmiyorum. Aldığım hizmetin bu kadar pahası olduğunu düşünmüyorum. Hizmet ve işlem bedellerinin aşağıya çekilmesini talep ediyorum.
17.09.11-13.11.11 – İstanbul Bienali 12B Sınırsız Bilet : 50 TL + Hizmet Bedeli: 6,5 TL (1bilet-Biletix gişesinden aldım. )
04.10.11 – Cem Yılmaz Bilet: 150 TL + Hizmet Bedeli: 15 TL (2bilet – Biletix gişesinden aldım.)
27.01.12 – Büyük Ev Abluka’da Konseri: 60 TL + Hizmet Bedeli: 7 TL (2bilet – Biletix gişesinden aldım.)
29.01.12 – 4:48 Psikoz Tiyatro Oyunu: 40 TL + Hizmet Bedeli: 8 TL (2bilet – Biletix gişesinden aldım.)
07.06.12 – Madonna Konseri: 500 TL + Hizmet Bedeli: 50 TL (2bilet – Biletix gişesinden aldım.)
17.03.12 – Film festivali : 305 TL (31 bilet – Hizmet ya da işlem bedeli ödemedim. Çünkü festival gişesinde tam 5 saat bekleyip biletleri aldım. İnternetten alsaydım bilet başına 1,75 TL , yani toplamda 54,25 TL hizmet bedeli ve artı 4 TL işlem bedeli ödemek zorunda kalacaktım.)
07.04.12 – Tiyatro festivaline : 170 TL + Hizmet Bedeli: 21,5 TL (7 bilet – Biletix gişesinden aldım.)
14.06.12 – Gösterisi – La Fura Dels Baus: 50 TL + Hizmet Bedeli: 6 TL + İşlem Bedeli: 4 TL (2 bilet – İnternetten aldım. Biletimin basılı olarak etkinlik gişesinde olması gerekiyordu fakat gittiğimde bileti bulamadılar. Ref.numaramı söyledim, yine bulamadılar. Belli ki biletin basılı hali gişeye gelmemişti. Bir iki telefon görüşmesi sonrasında biletimi bulamadıkları için davetiye verdiler, onunla içeri girdik.)
Alınan Biletlerin Toplam Fiyatı: 1154,00 TL (26 bilet , ortalama bilet fiyatı 44 TL)
( + 305 TL festival bileti. Gişede bekleyerek aldım.)
Ödenen Hizmet+İşlem Bedeli Toplamı: 142,50 TL (%12) (26 bilet, bilet başına ort 6 TL)
Captain Fantastic, Kaptan Fantastik // Özellikle anne babaların kesinlikle izlemesi gereken ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında çok çok güzel bir film. Tüm oyunculara ayrı ayrı bayıldım. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.
Moonlight, Ayışığı // Little, Chiron ve Black. Bir adamın 3 farklı yaşından kesitler izlediğimiz film, insanın doğduğu andan itibaren yaşadıklarının onu nasıl bir insana dönüştürdüğünü az diyalog, çokça hisle anlatıyor. Ekrana girip o çocuğa, gence, adama sarılmak hissiyle ağlamaktan, iç çekmekten helak olarak izledim. Bir çocuk özelinde o kadar genel sıkıntılar ki…. Çocukları üzmeyin yaa. Çünkü o üzüntüler hep içlerinde kalıyor, ve onları taşıyarak büyüyorlar.
Belgica // The Broken Circle Breakdown filminin yönetmeninden kulaklarınızın pasını silecek bir müzik şöleni ve derin bir aile-kardeşlik hikayesi… Senenin izlenmesi gereken filmlerinden…
Korkunun Gölgesi, Under The Shadow // Ben korku filmlerini aşırı saçma bulduğumdan pek sevmem ve izlemem. Ama iyi gerilim filmlerini severim. Bu film İran-Irak savaşı sırasında Tahran’da bir apartmanda geçiyor. O savaş psikolojisi, yalnızlık, sanrılar, kurmacalar, ay valla yazarken bile filmi hatırladım içim sıkıştı. Gerilim-korku severler kaçırmamalı.
Hunt For The Wilderpeople, Vahşiler Firarda // Dram, macera, komedi ögelerini müthiş bir şekilde harmanlayan ve Yeni Zelanda’da gişe rekorları kıran film, bizi geleceğin önemli aktörlerinden biri olmaya aday Jullian Dennison ile tanıştırıyor. Çok keyifli ve sıcak bir film, senenin “en”lerinden…
Manchester By The Sea, Yaşamın Kıyısında // Kendini suçlayarak ve sevdiklerini kaybederek ruhunu öldürebilir misin? Sadece bedenen yaşıyor ama ruhen ölmüş olabilir misin? Peki tekrar yaşamaya başlamak mümkün mü? Bu filmi izlerken empatinin dibine vurup vurup çıktım. Casey Affleck’in başlarda donuk bulduğum ama ilerleyen dakikalarda mükemmel olduğunu keşfettiğim oyunculuğu (unless his brother Ben!) için bile izlenir.
Nocturnal Animals, Gece Hayvanları // Bu senenin “ya çok sevilen, ya çok nefret edilen” Tom Ford filmi karşınızda! Ben beğenenlerdenim ve uzun zaman sonra bir filmle ilgili uzun uzun yazasım var. Bir kere, bence oyunculuklar efsane! Özellikle afişteki Aaron Taylor-Johnson! Adamı şu an görsem oyuncu filan demem iki tokat patlatırım, öyle bir nefretim var. Filmin kurgusu… İç içe geçmiş gerçeklik ve roman… Sonra o otoyol sahnesi. Böyle bir gerilim yok. Ve pişmanlıklar, ve final ve bir sürü şey. İzleyin. Mümkünse yalnız.
Lion // İlk yarısı son zamanlarda izlediğim en iyi çocuk oyuncu (Sunny Pawar) performanslarından birini içeren bu gerçek hayata dayalı hikayenin ikinci yarısı bir o kadar uzun ve yorucuydu. Yoğun enerji göndere göndere vardığımız finalde ise, göz yaşları sel oldu. Ah Guddu ah!
Kung Fu Panda 3 // Artık boğazımıza düşkünlüğümüzde mi bilmiyorum Po’ya bayılıyorum! Yeni macera yine aşırı komik. Kahkahalarla izledim.
Deadpool // Deadpool’u iyi yapan ve onu diğer süper kahramanlardan ayıran en önemli yanı zekası ve mizahı. Marvel canımızdır, lafımız yok ama benim listemde normalde bu sıraları zor görür. Fakat Deadpool, tam da biz kadınların seveceği türden zeki, ahlaksız, yakışıklı bir serseri… O yüzden torpil yaptım.
Neerja // Ay ben sonunda bir ağla, bir ağla… Hint sineması bu arebesk ve ajite durumunu çok başarılı yapıyor bence. Bu film izlenesi klasmanda olandı. Etkileyici bir gerçek hikaye…
The Fundamentals Of Caring // Paul Rudd’un korkunç donuk oyunculuğuna rağmen güzel bir yolculuk hikayesi. Başkalarının hayatlarına dokunmanın sizi değiştirdiğine, geliştirdiğine ve iyileştirdiğine inananlardansanız, mutlaka izleyin. Bu arada Craig Roberts çok çok başarılı ama Selena Gomez’i de yabana atmamalı.
Eddie The Eagle, Kartal Eddie // Çok alışılmadık bir “inanırsan olur” hikayesi. Hayalleri peşinde koşan sıradan bir adamın dünya için sıradan ama kendi için sıradışı başarısı ilham verici. Motivasyona ve biraz gülümsemeye ihtiyaç duyanlar için…
How to be Single, Bekar Yaşam Klavuzu // Olay tam olarak klavuzu karga olanın başına gelenlerle alakalı. Kız kıza izlenesi, erkeklere sövülesi, hepimiz aslında yalnızız hüleeyn diye coşulası bir bekar kadın filmi.
Finding Dory, Kayıp Balık Dory // Finding Nemo ile neredeyse aynı senaryoya sahip olmasına rağmen bir şekilde macera dolu bir animasyon olmuş. Ve Dory o kadar tatlı ki, sevmemek imkansız.
The Jungle Book, Orman Çocuğu // Hikaye bildiğimiz hayvanlar tarafından yetiştirilen insan yavrusu hikayesi. Fakat filmin öyle bir görselliği var ki! Yani kimse bana o hayvanlar animasyon demesin, inanamıyorum zira. Bir noktadan sonra film mi izliyoruz, belgesel mi sorguladım. Bir de, çocuk da mı animasyondu acaba diye bir ince şüphelendim ama o gerçekmiş şükür.
7 Anos, 7 Yıl // Netflix’in yapımcısı olduğu İspanyol filminin 12 Angry Men’e benzer ve enteresan bir tarafı var. Çoğunluğu tek mekanda geçen filmin konusu şöyle: yolsuzluğa karışan şirketlerini kurtarmak için 4 ortaktan birisinin suçu üzerine alıp 7 yıl hapis yatması gerekiyor. Film boyunca tanık olduğumuz şey bu suçu kimin üstleneceğine karar verme süreçleri. Böyle bir konuya göre bence kısa tutulan bir film olduğundan geçişleri sıkıntılı olsa da, izlenebilir.
Julieta // Pedro Almodovar diyince bir akar sular duruyor, bir müthiş kadın hikayesi daha diyor insan. Julieta da onlardan biri. 20 yıl önceki kendisiyle hesaplaşan bir kadının hikayesi. Julieta karakterinin yıllar içindeki tutarsızlıkları biraz kafamı kurcalasa da, ki aslında insanın her yaşta farklı bakışları olduğun kabullenmiş biriyim, Altın Palmiye için yarışan film izlenmeli.
Popstar Never Stop Never Stopping // Son yılların en popüler şarkılarına ve şarkıcılarına taşlamalarla değil adeta kayalamalarla dolu, ölümüne hiciv yapan, muhtemelen çoğunluğa hitap etmeyen ama beni çok güldüren bir komedi. Andy Samberg’e Brooklyn 9-9’dan aşırı hayranım zaten, adam absürt komedi için doğmuş resmen. Filmi de sanatsal açıdan değil bu müthiş mizahı açısından sevdim, ama tarzı size göre mi, ona siz fragmandan karar verin.
Other People // Aslında şöyle bir bakınca senaryo bir aile dramında gereken bütün başlıkları içermesi için tasarlanmış gibi duruyor: Kanserli anne, muhafazar baba, 30lu yaşlarda ve hayatının yönünü bulamamış gay bir evlat, lüzumsuz akrabalar ve insanların kapanmayan çeneleri vs. Ama filmin başarısı bu kadar klişeyi bir araya getirip gerçekten sempatik, sıcak, yer yer komik bir bağımsız yaratabilmesinde olmuş. Keyifle izlenen, sürpriz olmayan ama bir şekilde ferahlatan bir sonla…. İzleyin derim.
Arrival, Geliş // İnsanların uzaylılarla iletişime geçmesi her zaman oldukça enteresan bir konu olmuştur. Peki ya dillerini nasıl çözeceğiz? Hem bu iletişime, hem insanoğlunun birlikte hareket etme çabasına, hem de kişisel kararlarla insanlığın geleceğinin çatışmasına bakışlar var filmde. Açıkçası çok bayılmadım ve Amy Adams ilk defa biraz abartılı oynuyor gibi geldi. Yani bi içine giremedim filmin ama izlenesi olduğu kesin (gibi).
Zootopia, Zootropolis // Bazen iş yaparken çocuk filmleri izlemeyi seviyorum. Bu filmi de o şekilde açtım ve sonuna kadar izledim. (genelde olmaz) Keyifli klasik bir animasyon. Bu arada, orjinal adı Zootopia olan filmi Zootropolis olarak Türkçeleştirme nedenini nedir acaba!?!
Allegiant, Uyumsuz Serisi:Yandaş Bölüm 1 // Shailene Woodley’i izlemelere doyamıyorum. Kadının böyle bakışı duruşu çok asil ve orijinal geliyor bana. Yani seri ilk filminden beri düşüşte ama fanatik bir destekleyici kitlesiyle devam ediyor gibi. Ben de sırf sonu nereye bağlanacak merakıyla izliyorum sanırım.
A Hologram For The King, Kral için Hologram // Tom Hanks oyunculuk kariyerini bi 6-7 sene önce daha da batırmadan bırakmalıydı. Niçin ısrar ediyor anlamıyorum. Film bir “kendini buluş” hikayesi ama kopuk dağınık. Tek orjinalliği çölde geçiyor oluşu sanırım.
Alice Harikalar Diyarında : Aynanın İçinden, Alice in Wonderland: Through the Looking Glass // Görselliğe söyleyecek lafım yok, zira yaratıcılıkta zirveler. Fakat o görselin altına sağlam bir hikaye koymayınca anlamsız olma sorunu başlıyor. Sadece güzel ve yaratıcı bir dünya görmek isteyenlere tavsiyemdir, hikayeye takılmayın.
Moana // Aşırı tatlış bir kız Moanacık ve hikaye de çok sempatik. İlkokul çağlarıma dönüp bu Disney şaheserlerini izlemeye bayılıyorum. Açın çor çocuk izleyin, büyükler için de müzikleri süper. Karlar Ülkesi vs. Pocahontas =)
Doctor Strange // Marvel’in çok da Marvel gibi olmayan hikayesi görsel olarak efsane ötesi! Fakat iş hikayeye gelince vasat, komedi desen zorlama şakalar, duygusallık serpiştirilmiş filan derken biraz akışı zor ama görsel tatmini bol bir iş olmuş.
Dedemin Fişi // Başıma gelecekleri az çok biliyordum ama çok yabancı film izleyip yerli filmlere burun kıvırıp şans vermiyor olmayayım diye izleyeyim dedim. Bu kadar komedyen/oyuncu bir araya gelip hiç güldürmeyen komedi yapmışlar, tebrik ediyorum.
Sheep&Wolves, Kurtlar Kuzulara Karşı // Yaaani. Aslında çocuklar için gerçekten güzel bir film düşününce. Hikayesi var, görseli var, bir önermesi var filan ama büyükler için, nasıl desem, yeterince sevimli değil.
Elvis and Nixon, Elvis ve Nixon // Filmin beğeneni çok ama ben aşırı sıkıldım. Bir kere Michael Shannon daha az benzeyemezdi heralde Elvis’e. Filmin bir yerinde sahte Elvis olduğuna dair bir espri var, espri olduğunu anlamadan önce “aaaa demek taklidiymiş bee, ben de niye böyle garip diyorum.” diye içimden geçirdim o derece. Yani neyi anlatıyor, amacı ne, hiç anlam veremediğim bir film.
Ice Age 5 Collison Course, Buz Devri 5 Büyük Çarpışma // İlk filmlerin hatrına seriyi izlemeye devam ediyorum ama git gide daha da kötü oluyor. Neredeyse konusu olmayan, tamamen karakterlerin sevimliliyle ittire kaktıra yapılmış bir film olmuş. Ama Sid candır, o ayrı!
Pete’s Dragon, Pete ve Ejderhası // Yani bu filmi izledim ve hayatımda ne değişti. Görsellik desen bu kadarına çok alıştık. Hikaye desen adeta bir Tarzan. Ormana yeşile de doyduk. Yaniiii….
Karanlık Görev, The Age of Shadows, Miljung // Güney Kore’nin Oscar adayı olan film. 1920’lerin sonunda geçen film, bağımsızlığını kazanmak için şiddete başvuran direnişçi bir örgütü ve onları durdurmaya çalışan Japon ajanları arasındaki kedi-fare oyunlarını anlatıyor. Çok çok başarılı bir prodüksiyon, çok etkili atmosfer filan ama valla konuyu bile anlayamadım. Adamların hepsi birbirinin kopyası gibi. İlk 1 saatinden sonrasını maalesef izleyemedim.
Şimdi Dünya’nın en saçma şeyini yapıp, klişe tanımıyla elma ve armutu kıyaslayacağım. Zira sürekli dans gösterisi izleyen biri değilim ve yakın aralıklarla iki gösteri izleme şansım oldu. Bu konudaki sığ bilgilerimle bir takım eleştirilerde bulanacağım, affola.
13 Aralık’ta CRR Konser Salonu’nda ünlü flamenko dansçısı Maria Pages’in gösterisine flamenko sevdalısı bir arkadaşımın davetiyle gittim. Şahsen Maria Pages kimdiri bilmediğim gibi 2 saat flamenko izlemenin de bir noktadan sonra sıkıcı olacağını düşünüyordum. Tamamıyla dolu salonda; 1963 doğumlu Pages, dansçıları, müzisyenleri ve solistlerinin sahnede yerini almasıyla sonsuza kadar sürse izleyebileceğim bir dans ve müzik şöleni başladı…
1990 yılında kurduğu dans topluluğuyla çok sayıda ödül alan ve “sonsuz kollu” sanatçı olarak ünlenen Maria Pages inanılmaz bir kadın. Daha önce bir kere canlı flamenko gösterisi izlemişliğim vardı. O da İspanya ziyaretimde izlediğimdi ve klasik bir dans gösterisiydi… Onları da çok başarılı bulmuştum fakat Pages’in tutkusu, gücü, estetiği, zarifliği, enerjisi tarif edilemez derecede iyiydi. Her biri ortalama 5-6 dakika süren klip gibi koreografilerde, dansçılar ve müzisyenler de muazzamdı. Ayrı ayrı her biri kendi gösterisini yapsa izlettirirdi kendini, o derece.
Tüm gösteride her şeyi çok beğendim. Işık kullanımı, dekorlar, koreografi, müzikler, solistler, dansçılar… Ve kostümler… Klasik ve abartılı flamenko giysileri yerine çok daha modern ve renk geçişli kıyafetleri vardı. Kostümlerindeki bu modern yorumu da çok beğendim. (ay ne çok beğendim dedim!)
Ayrıca Pages’in yalnız dans ettiği bir bölümde tekerlekli bir boy aynasıyla yaptığı gösterisi ise, kişisel sanat arşivimde unutulmazlar arasında yerini aldı. Autorretrato (Otoportre) adındaki sanatçının kişisel imzası olan bu parçada Pages, zorlu kendini bulma sürecini keşfetmek için, bir kişinin aynada kendine baktiğinda, ilk defa kendisiyle tanışması gibi; düşleme, yol gösterme, başlangıç araştırmasından itibaren her bir ayrıntıyı sahneye aktarabilmek için sanatsal sürecin her yönüne kendini dahil eden dört resim oluşturuyormuş. Çok çok etkileyiciydi.
Size bu yazdıklarımı gösterebilmek için aradım taradım ve bir video buldum. Canlısı gibi olmaz ama en azından neden bu kadar beğenip etkilendiğimi bir nebze anlarsınız. İşte Maria Pages ve dans grubunun 2012’deki Utopia gösterileri.
13 Şubat Cumartesi günü ise Ataşehir’deki Ülker Sports Arena’da Anadolu Ateşi’nin 15.yıl gösterisi vardı. Daha önce 3 kere grubun gösterilerini izlemiş olan bir başka arkadaşımın davetiyle de bu gösteriyi izlemeye gittim. (Yaşasın arkadaşlar!) Tahmin edebileceğiniz üzere daha önce Anadolu Ateşi’ni de canlı olarak izlemişliğim yoktu.
7bin kişilik bilet satılmış gösteriye ve bu kalabalıkla ülkemizdeki mükemmel bina planlaması ile birleşince önce yarım saat otoparka giriş kuyruğunda bekledik, sonra 20TL verdiğimiz otoparkta 10 tur atıp yer bulamayıp ortaya bir yere arabayı bırakmak zorunda kaldık. Bu kadarla kalsa iyiydi de, giriş kapısına gidince mahşer yeri kalabalığını gördük. Tek tek arama yapmaya çalışan güvenlik hızlı çalışamadığından salonun yarısı kapıya yığılmış durumdaydı. Gösteri saati geldiğinde biz hala dışarıdaydık. Kalabalıkta protestolar başladı, hal böyle olunca aramadan vazgeçtiler. Yani salonun yarısı aranarak, yarısı aranmadan içeri alındı! Madem aranmadan girecektik niye kış günü 1 saat kuyruk bekledik bilemiyoruz.
Neyse yerimizi aldık. Gösteriyi geç başlattılar tabi. İlk olarak sahneye Mustafa Erdoğan ve bir grup dansçı çıkıp, Anadolu Ateşi’nin 15. yılıyla ilgili görüşlerini ve duygularını anlattılar. Sonrasında 150 kişilik dansçı kadrosuyla ritm, uyum ve dans yeteneğinin en güzel örneklerini izledik.
15.yıl olması sebebiyle yaşları 4’ten başlayan çocuk ve genç dansçıların modern danslarına da yer verilen akışta, klasik Anadolu Ateşi gösterileri ağırlıklıydı. Müthiş bir uyumla dans eden grubun çok büyük emekler vererek çalıştıkları çok belliydi. Fiziksel olarak nasıl başardıklarını anlamadığım (bence imkansız!) çok etkileyici bölümler vardı gösteride. Ayrıca tüm kostümler (özellikle oryantal dans yapılan bölümdeki kostümler) çok iyiydi.
Fakat bu başarılı gösteriye bence yakışmayan bir iki şey vardı. Birincisi müzikler! Keşke canlı bir orkestra olsaydı. Playback müzikler üzerine dans edilmesi olayı çok basitleştiriyor maalesef. Diğer gösterilerinde orkestra oluyor muydu bilmiyorum ama bu denli büyük bir ekibin böyle özel bir etkinlikte canlı bir orkestrayla sahnede olabilmesini dilerdim.
İkinci konu ise arka plandaki görseller ve ışık kullanımıydı. Anadolu’nun çeşitli yörelerinden ve medeniyetlerinden kalıntıların ve motiflerin gösterildiği görsellerle danslar bütünleşemedi maalesef. Bu memlekette yaşayan bizler bile olayın içine giremediysek, yurtdışı gösterilerinde çok daha eksik kalıyordur diye düşünüyorum. Tüm sahnelerde böyle mi oluyor, bize mi denk geldi bilmiyorum ama Ülker Arena’daki gösteride durum böyleydi. Keşke daha üzerinde çalışılmış, profesyonel görseller, ışık tasarımı ve daha açıklayıcı bir şeyler olsaydı.
Maalesef müzikler ve sahne tasarımı yetersiz olunca dansçıların o kadar emeği de biraz havada kalıyor. Kaç kilometre öteden gelen İspanyol dansçının yarattığı ortamdan dolayı hayran kalmışken, yaşadığımız topraklardan gelen dansı hissedememek biraz üzücü. Hoş bu kadarını bile görmediğimiz için yine de Mustafa Erdoğan ve ekibinin çabası takdire şayan ama umarım daha akıcı, daha etkileyici, sahneyle ve müziklerle daha bütünleşmiş bir gösteriye dönüştürebilirler zamanla…
Şimdi planım en yakın zamanda Maria Pages’in başrolünde oynadığı flamenko temalı filmleri izlediğimiz bir gece tertip etmek sevgili arkadaşlarımla… Zira kendisine doymadım doyamadım…
Erkan Oğur‘u kardeşim ve ben çok severiz. Zaman zaman çeşitli karma konserlerde dinlemişliğim vardı fakat direkt kendisinin konserine hiç gitmemiştim. İsmail Hakkı Demircioğlu‘yla sahne alacaklarını duyunca gidelim dedik. Fırtınalı ve hafta ortası bir İstanbul’a göre bence aşırı dolu (2500 kişilik salonun %80i civarı..) olan salon sessizce iki üstadı bekledi ve ilk şarkıdan itibaren derin bir sessizlikle dinledik.
Erkan Oğur açılışta, bu tip konser salonlarında çalmaya pek alışık olmadıklarını söyleyip, onları daha önce dinlemeyen olup olmadığını sordu. İşe onlara sabır dilemekle başladı. =))) Bütün cümlelerini aşırı sakin, yavaş ve ciddi söylerken, biz her cümlesine çok güldük. 4. şarkıdan sonra, “İşte bu tip şarkılar çalıyoruz” dedi sakince. 3-4 şarkı sonra ise “Bu şarkıdan sonra bi ara vereceğiz. Burada adet böyleymiş” dedi. Aradan sonra yine 2-3 şarkı çaldılar. Salon hareketsiz ve sessiz dinledi. Bu sefer “Çok sessizsiniz” dedi üstat. Sen misin sessizsin diyen, her kafadan bir istek şarkı çıktı. Sadece 2 sini çaldılar.
Genel olarak konuşma olmadı. Sadece sazlar ve sesler duyuldu. İki müthiş müzisyenin sazlara hakimiyeti, seslerinin güzelliği, şarkıların-türkülerin derinliği…. Tüm şarkılarda ruhumuz dinlendi, beslendi. Ve finali tabiki “Zeynebim“le yaptılar.
Finalden sonra ben inatla alkışladım bis için ama başka alkışlayan olmadı. Sanırım hayatımda ilk defa bis olmayan bir konser izlemiş oldum böylece.
En yakın zamanda tekrar iki usta müzisyeni canlı canlı dinlemek istiyorum.
Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram İnsan Ol Cihanda Bu Dünya Fani Ehline Helaldir, Na Ehle Haram Biz İçeriz Bize Yoktur Vebali
Sevap Almak İçin İçeriz Şarap İçmezsek Oluruz Düçar-ı Azap Senin Aklın Ermez Bu Başka Hesap Meyhanede Bulduk Biz Bu Kemali
Kandil Geceleri Kandil Oluruz Kandilin İçinde Fitil Oluruz Hakkı Göstermeye Delil Oluruz Fakat Kör Olanlar Görmez Bu Hali
Sen Münkirsin Sana Haramdır Bade Bekle Ki İçesin Öbür Dünyada Bahs Açma Harabi Bundan Ziyade Çünkü Bilmez Haram İle Helali
Sevdiğimiz Oscar ayları geldi… E haliyle gönül yayımızda bir titreme var. Senenin izlediğim filmleri aşağıda kırmızı renkli olanlar ve ayrıca yine bu izlediğim filmlerle ilgili kısa notlarım şu yazıda sıralı…
İzleme maratonunda sonlara doğru geldim… Artık adaylarını izlediğim kategoriler için “en”lerimi seçme zamanı… Bu akşamki Oscar öncesi, benim tahminlerim bunlar. Kazanların yanında çizgileri görebilirsiniz yarın sabah itibariyle =)
En İyi Film (Best Picture)
Evettt… Gelelim en heyecanlı bölüme: En İyi Film. Açık konuşmak gerekirse aday listesinde beni etkileyen iki film var. The Revenant ve Room. Aslında duygusal açıdan Room’u çok daha başarılı buluyorum ama DiCaprionun performansı Inarritu’nun yönetimi filan işin içine girince The Revenant bir tık öne geçtiği için birincim kendisi, ikincim ise Room oldu. =)
Sonrasındaki sıralama için aslında işler biraz karışık. Açıkçası Mad Max’i sevmedim sevemedim. Ama prodüksiyonuna saygım sonsuz. Spotlight’da ise prodüksiyon eksik ama gerek senaryo, gerek oyunculuklarla artı puanda. Teraziye koyunca Spotlight’ı üçüncü, Mad Max’i dördüncü sıraya koydum.
Devamında The Martian’ı Matt Damon’un performası için beşinciliğe, Bridge of Spies’ı Tom Hanks’e rağmen yaratılan atmosfer için altıncılığa, Brooklyn’i niye aday olduğunu bile anlamadığımdan yine sırf prodüksiyon için yedinciliğe, The Big Short’u ise sona kaldığı için =) sekizinciliğe layık gördüm. Artık iyi olan kazansın.
Aslında üstte yazdıklarımı tekrar gibi olacak ama The Big Short gerçekten başarısız bulduğum filmlerden biri oldu. Lüzumsuz uzun diyaloglar, kötü prodüksiyon ve senaryo dallarında “en” olabilir belki ama bu kategoride yeri olmadığını düşünüyorum.
Spotlight’ı konusu itibariyle ilgi çekici bulsam da oyunculuklar dışında bir yönetmenlik dehası göremiyorum arkasında. Mad Max’i ise belki sevseydim daha üst sıraya koyabilirdim fakat sevmediğimden o şaşalı prodüksiyon bana pek bir anlam ifade etmiyor.
Room’u küçücük bir odada bu kadar anlam ve duyguyu verebildiği için bir yönetmen başarısı olarak görüyorum. The Revenant ise sırf açılıştaki ilk yarım saat veya meşhur ayı sahnesi ile ödüle layık.
Hepimiz DiCaprio’yuz, hepimiz Oscar’ı alsın istiyoruz. Buna bir açıklık getirelim.
Matt Damon filmi tek başına sırtladığı için ikinci tercihim olur. Trumbo’yu izlemedim ama Cranston candır. Fassbender ise iyi bir Jobs olmuştu ama bence genel olarak filmde bir akış sıkıntısı ve duygu eksikliği vardı. Eddie Redmayne ise yaaaani…. Laf edip yorulmayacağım, o derece.
Cate Blanchett ve Charlotte Rampling aşırı fanatik bir biçimde destekleniyor bu ödül için. 45 Years’ı izlemediğim için Rampling için yorum yapamayacağım ama Carol rolü bana itici geldi. Yani Carol’ı değil, Cate Blanchett’ı izliyorum hissinden kurtulamadım pek.
Brie Larson ise Blanchett’ın aksine inanılmazdı. O kadın olmuştu gerçekten ve içime işledi. O yüzden birinciliği ona verdim. Ronan’ı saf ve duru performansı için ikinciliğe, Rampling’i valla etrafın methiyle üçüncülüğe, Blanchett’ı dördüncülüğe, Jennifer Lawrence’ı ise her zamanki gibi iyi performansı senaryo zayıflığıyla heba olduğu için beşinciliğe yerleştirdim.
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Actor In a Supporting Role)
Mark Ruffalo candır ama Spotlight’daki gelmiş geçmiş en kötü performansıyla nasıl aday olabildiğini bile anlamak mümkün değil. Creed’i izlemedim ama Stallone’nin her zamankinden farklı bir şey yaptığını sanmıyorum. Christian Bale, The Big Short’da kendi çapında bir yorumla performansını ortaya koymuştu ama onu da çok çözemedim. Bu üç adayı o yüzden son üçe koydum.
Mark Rylance sopsoğuk ama çok karizmatik rolüyle, Tom Hardy ise ürkünç ama çok karizmatik oyunculuğuyla benim ilk ikilim oldu. İyi olan kazansın gençler!
Bridge of Spies | Matt Charman, Ethan Coen, Joel Coen
Straight Outta Compton | Andrea Berloff, Jonathan Herman, S. Leigh Savidge, Alan Wenkus
En İyi Uyarlama Senaryo ( Writing (Adapted Screenplay))
Room | Emma Donoghue
The Martian | Drew Goddard
The Big Short | Adam McKay, Charles Randolph – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – >
Carol | Phyllis Nagy
Brooklyn | Nick Hornby
En İyi Kurgu (Film Editing)
Baya bir düşündüm aşağıdaki sıralamayı yapmadan önce. Kurgu nedir? Neye göre iyidir, kötüdür, endir? Düşündüm ve aşağıdaki adaylardan The Revenant dışında hiç birinin kurgusunun etkileyici olduğunu düşünmediğimi anladım. O uzun sekanslar, bir insandan diğerinin görüş açısına geçişler… Gözümü ekrandan alamadım izlerken.
Ayrıca Mad Max de insanı sürüklüyor ama filmin genelini beğenmediğimden “en”e koyamıyorum. Star Wars’un da bir akıcılığı var fakat The Big Short ve Spotlight kelimenin tam manasıyla “bayık” filmlerdi, o yüzden bu kategoride ne işleri olduğunu bile anlayabilmiş değilim. Haa, şunu da bilmiyor değilim. Tutup da The Big Short’a ödülü verebilirler. Ama bu ödülün “teselli” dışında bir anlamı olmaz.
Gün geçtikçe film prodüksiyonlarının başardıkları inanması güç noktalara geliyor. Her ne kadar doğru senaryo, cast ve kurgu ile buluşmadığı sürece pek bir şey ifade etmese de, bunları desteklemesi açısından en önemli güç.
Adaylarının tamamının bu dalda olmaları için haklı sebepleri var. Aslında Star Wars ve Ex-Machine de bu dala eklenebilirdi fakat elimizde olanlara bakacak olursak: Açıkçası Mad Max ile The Revenant arasında gidip geliyorum. Mad Max’i genel olarak pek sevemediğimden de The Revenant’ı ön sıraya aldım. Hemen peşinden bir dönem filmi olarak mükemmele yakın bir geçmiş yarattığı için Bridge of Spies, uzaydaymış gibi hissettirebildiği için The Martian ve prodüksiyonu dışında hiçbir şeyini beğenmediğim The Danish Girl’ü sıraladım.
Görme engelliler için kitap seslendirmek, senelerdir aklımda olan bir şeydi, Ve sonunda başardım. İlk kitabımı okuyup teslim ettim. Nasıl gönüllü olduğumu, kitabı nasıl ve ne kadar sürede okuduğumu, neler yaşadığımı ve deneyimlerimi, sorularınıza yanıt olabilmesi için paylaşıyorum.
***
Senelerdir hep yapmak istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım (bahane!) bir şeydi kitap seslendirmek. Yine bir gün internette tesadüfen reklamlarına rastlayınca bu sefer ciddi ciddi yapmak istediğimi farkettim ve Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Ve Eğitim Laboratuvarı (GETEM) ‘in sitesini saatlerce inceledim.
Ülkemizde bulunan yaklaşık 10 görme engelli kütüphanesinden biri olan GETEM kütüphanesi, diğer kütüphanelerle birlikte çalışıyor ve eser taramasını tüm kütüphaneler ortaklaşa yürütüyor. Türkiye’deki sayıları yaklaşık 400bin civarında olan görme engellilerin yanı sıra, diğer tür engeli gereği basılı kaynaklardan sınırsızca faydalanamayan (felçli, dyslexic) bireyleri de kapsayan bu projede; ağırlıklı olarak Türkçe ve İngilizce yayınlar olmak üzere hikaye, roman, şiir türü kitapların yanısıra ders kitapları, makaleler, ders notları vb. kaynaklar da seslendiriliyor. GETEM bünyesindeki seslendirilmiş eserler ister internet üzerinden, ister indirilerek ilgili teknolojik aletlerden, istenirse de telefon aracılığıyla dinlenebiliyor.
GETEM bünyesinde gönüllü okuyucu olmak için bir iki yol var. Ben kitap okuması yaparken uyulması gereken kuralları inceledikten sonra, 5 dakikalık bir kaydı (istediğiniz eserden okuyabiliyorsunuz) İphone’da halihazırda bulunan Sesli Notlar uygulamasında yaptım ve e-mail ile gönderdim. Kabul edildiğimi bildiren maille birlikte nasıl okuma yapmam gerektiğiyle ilgili video ve sunum dökümanlarını ilettiler. Öğrenmesi biraz zaman alıyor zira dipnot nasıl okunur, kaçar dakikalık kayıtlar yapılmalı, ayrımlar nasıl ifade edilmeli gibi gibi bir sürü konuyu doğru okuma yapabilmek için öğrenmek gerekiyor. Ayrıca aynı mailde kütüphaneden talep edilen, halihazırda hiç bir kütüphanede okunmamış olan kitapların listesini bulabileceğim bir link de vardı. Bu linke göre o anda yaklaşık 1200 adet seslendirilmesi talep edilmiş eser vardı. Bunlar arasından benim de okumak istediğim Tolstoy’un Sanat Nedir? adlı kitabını seçtim.
Kitabı seçerken keyifle seçtim fakat okuma kısmı beni biraz zorladı. Birincisi ilk okumaya göre biraz kalın bir kitap seçmişim. Kitap yaklaşık 370 sayfaydı. İkincisi çeviri kitaplarda cümleler okumak açısından biraz zorlayıcı olabiliyor. İlk 100 sayfa alışmam sürdü diyebilirim. O yüzden ilk kitabı yerli bir yazardan seçmek, ısınma evresini kolay atlatmak için daha akılcı bir seçim olabilir. Bir de kitabın içinde sürüsüne bereket Fransızca, Almanca ve İngilizce isimler, eser adları ve alıntılar vardı. Okumadan önce tüm kitabı tarayıp bu yabancı kelimelerin okunuşlarını Google Çeviriden dinleyip yanlarına not ettim. Bir de şahsen yabancı dilleri usulünce konuşma konusuna pek yatkınlığım yoktur, bir hayli çalışmam gerekti.
Tam her şeyi hazırlamış ve kendimi kaptırmıştım ki giden sesimle birlikte kronik faranjit olduğumu hatırladım! Boğazım sağolsun günde ortalama 20-30 dakika okumayı ancak yapabildim. Bu nedenle ve yukarıdaki nedenlerle kitabı okumam tahmin ettiğimden daha uzun sürdü. 8 Aralık’ta başladığım okumalarım 8 Ocak’ta bitti. Toplamda 11 buçuk saat gibi bir sürede, 33 ayrımda kitabı okudum. Bugün itibariyle de wetransfer yolu ile okumalarımı ve künyeyi ilgililere gönderip yeni okuma yapacağım kitapları seçtim.
Bütün zorluklarına rağmen gerçekten sesimin birisine ulaşacağını bilmek büyük bir keyif. İnsan hep elinden fazlası gelsin istiyor ama bence elimizden gelenler de çok değerli. Şahsen ben yapabilecekken bunca yıldır yapmayıp ancak 30umda bir kitap okuyabildiğim için mahçup ve üzgünüm. Fakat bundan sonra sağlığım elverdiğince ömrümün sonuna kadar okumalara devam edeceğim.
Bir de bu okuma sırasında blogla ilgili bir karar aldım. Görme engelliler için kitaplar olduğu gibi filmler de var malum. Hatta müzik ile görebilenlere göre çok daha derin bir bağları var. Onların da ilgilenip ulaşabildikleri sanat dalları ile ilgili yazılarımı seslendirip bloga ekleyeceğim. Altyapısını nasıl yapmam gerektiğini çözer çözmez bunu hayata geçirmekte kararlıyım.
Bu arada Tolstoy’un Sanat Nedir? kitabıyla ilgili de uzun uzun yorumlarım var aslında. Ayrı bir yazının konusu olur ama kitaptaki açıklamaların %80ine katılamadım. Çoğu yaklaşımını fazla muhafazakar ve dar görüşlü buldum ve hatta çoğu tespitini çok yanlış buldum. Ama yine de Tolstoy gibi bir yazarın sanat ile ilgili yorumlarını öğrenmek kafa açıcıydı.
***
30lu yaşlara gireceğim şu aylar, hayata bakışıma çok farklı perspektifler ekliyor. Sadece kendimiz için çalışıp, kendi hayat şartlarımızı korumakla uğraştığımız bir yaşam tarzı, hayli boş geliyor artık. Yaşamlarımızın bu denli kapalı ve bencil olması neyin dayatması bilmiyorum ama güvenli yaşamlarımızdan çıkıp dünyada ne olup bittiğine sadece seyirci kalmak yerine olan biteni düzeltmeye iyileştirmeye yardım etmek için çaba harcamak lazım. Ben kendi elimden geldiğince, hani bir deniz yıldızı da olsa klişesiyle, çabalamaya devam edeceğim.
***
Son Not:
Böyle değerli bir çalışmayı yapıp bizlerin de birer parçası olmasını sağladığı için GETEM’e çok teşekkür ederim.
Gazeteci Tolga Akyıldız‘ın düzenlediği Açık Sahne‘lerden aslında uzun zamandır haberderdim. Nedendir bunca zaman gidememiştim. 18 Aralık’ta 8. defa etkinliğin yapılacağını duyunca arkadaşlarımla biletleri kaptık. Sahne alacak 20 isim/gruptan bir kaçı hariç diğerlerini daha önce canlı dinlememiştim. (Sevinç Erbulak’la Özge Borak’ı tiyatroda izledim, o sayılmaz!) Bu isimlerimlerin/grupların bir kısmını normalde dinliyorum, bir kısmını merak ediyordum, bir kısmını da hiç duymamıştım. Sanırım bu etkinliği eğlenceli kılan da bu keşfetme merakı oldu.
Gecenin açılışını daha evvel adını duymadığım Kuytu grubu yaptı. Vokal ve gitarda Denizer Özveren, gitarlarda Cem Kurt, bas gitarda Taha Rıza Özmen, davulda Gökçe Kölüksüz?ün olduğu grubun bu sene yayınladığı “Düş İçime” adında bir albümü varmış. Hem performasları hem de şarkıları çok güzeldi. (Biz bir süre müziklerinden ziyade Kerem Bürsin’e pek benzettiğimiz solistleriyle ilgilendik!)
Kuytu’dan sonra sahneyi efsane grup Whisky aldı. (Sıralamaları şaşırabilirim, not almadım zira.) 1979 yılında kurulan grup, müzik aşklarından ve enerjilerinden bir şey kaybetmediklerini gösterir bir rock’n roll performans sergileyip kulaklarımızın pasını sildi. (özellikle Babaanne şarkısı!)
Sonrasında sahneye çıkan Alpay Erdem, kendisinin de içinde bulunduğu yazar ve sanatçılardan kurulu; Hayko Cepkin, Harun Tekin, Cansel Elçin, Emrah Serbes gibi isimleri kadrosunda bulunduran Ayazma Futbol Takımı’nı ve maçlarda yaşadıkları bazı eğlenceli olayları anlattığı mini stand up gösterisiyle bizi epey güldürdü.
Daha sonra sahnede yerini alan ve çok sevdiğim gruplardan biri olan Redd ve devamında Gece Yolcuları hep bir ağızdan eşlik ettiğimiz şarkılarını söyledi. (Redd bi Bahçelere Daldık söyleseydi ne güzel olurdu…) Devamında (ya da öncesinde) gençliğimin rock grubu Kargo, 25.yıllarında sahnedeydi. Artık kaç kere dağılıp, kaç kere grup üyelerinin değiştiğini bilmediğim ama müziklerini hala çok sağlam bulduğum grup, vokalinde; süper dansı, garip bakışları ve hareketleri (ki seyirci komple gözünü alamadı!), ama çok başarılı performansı ile dikkat çeken Haluk Babadoğan ile yeni albümlerinden bir parça seslendirdi.
Gecenin en efsane performansları ise; volkalde Pentagram’ın eski solisti Murat İlkan, gitarda yine eskiden Pentagram’ın ve şimdilerde Şebnem Ferah’ın gitaristi Metin Türkcan, kemanda Melisa Uzunarslan ve gitarda Alper İlkandan oluşan grubun “Murat İlkan & Metin Türkcan Akustik Proje”si kapsamında söyledikleri şarkılardı. Özellikle Metallica’dan Unforgiven… Efsaneydi… ( Bu proje kapsamında farklı yerlerde sahne alacaklarmış, kaçırmayın!) ( Ayrıca Murat İlkan’ın bu kadar sempatik biri olduğunu hiç düşünmemiştim. Tatlı tatlı gülümsedi performans aralarında. Metin Türkcan’ın ise gözüne gözüne giren saçları içimizi sıktı. Tokamız olsa dayanamayıp takıverecektik o derece! )
Saatler gece yarısına geldiğinde kalabalık bir müzisyen grubu ve önlerinde minicik bir kadın, Selin Sümbültepe sahneye çıktı. O minik kadından bir güzel ses çıkıyor… Saf, dupduru… Yeni bir Türkçe caz solisti kazandım şahsen. Açık Sahne’nin kendi adıma en büyük keşfi oldu kendisi. Devamında sahnesine Aslı Demirer eşlik etti. Radyoda bir kaç kez şarkılarını duymuştum Demirer’in, kendisini de izlemiş olduk. Ve sonrasında bu ikiliye Gökhan Türkmen eklendi. Kendisini yıllar evvel tesadüfen canlı olarak dinleyip ağlama krizlerine girmişliğim var (gençlik işte…), bir ince korkuyordum ama ters köşe yaptı ve hareketli parçalarından seslendirdi.( iyi ki!) Fakat gecenin (seyirciler tarafından da aşırı belli edildiği üzere ) en alakasız ikilisi sanırım Aslı Demirer ve Gökhan Türkmen oldular. Gerçi Açık Sahne’nin en güzel tarafı da bu farklılıkları içinde bulundurması sanırım. Bilemedim. (kafası karışmış.)
Gecenin en merak edilen performanslarından olan; Derin Design’ın sahibi ve İç Mimar Derin Sarıyer‘in, Oğuz Kaplangı‘nın gitar eşliği ile seslendirdiği akustik parçaları, bence dinleyicilerden beklenenin üstünde olumlu tepki aldı. Sarıyer’in parçalarını sosyal medyadan yayınladıkça görüyordum ve bir kaçını dinlemiştim. Canlı da dinlemiş oldum. Pek fikrim değişmedi. Kendisinin severek söylediği belli fakat ben pek beğenemedim.
Yine sonra ya da önce (ayy!), Neyse adlı grup sahne aldı. Tüm dinleyenlerin bildiği ve sanırım bi bizim bilmediğimiz şarkıları Hokkabaz da dahil olmak üzere şarkılarını söylediler. O gün bugündür Hokkabaz dinliyorum bangır bangır. Ben nasıl bu şarkıyı daha önce duymamışım yahu! Ayrıca grubun bıyıklı rockçu solisti Selim Kırılmaz’ın sesini gerçekten baya farklı ve güzel buldum.
Bu kadar performanstan sonra bizde hafiften yorgunluk belirtileri başlamıştı ama sahnede durmadan bir hareket, bir güzel müzik. Sıra çok eski yıllardan beri severek dinlediğim, ki 2004’teki albümü “O Gün” ü CD çalarımda bin kere dinlemişliğim vardır, Ogün Şanlısoy‘daydı. Enerjisi ve performansıyla sahneyi yıktı geçti. Peşinden rapper Sansar Salvo sahneye çıktı ve her sözcüğünü anladığım (!), inanılmaz net ve çarpıcı sözlü rap parçalarını söyledi. Rap dinleyicisi değilim ama kendisini pek beğendim.
Gecenin bu değişken akışında seyirciler de bir hayli değişti. Biz ön taraflarda ve sabit olarak aynı yerde durmayı başardığımızdan, örneğin Murat İlkan çıktığında ağır rockçı dinleyiciler yoğunlaşırken, Aslı Demirer sahneye çıktığında daha enteresan (açıkçası ortamla alakasını pek anlayamadığımız!?) bir grup dinleyici kalabalığı oluşurken, Gece Yolcuları ve Redd gibi gruplar sahnedeyken daha pop-rock karışık bir dinleyici grubu oluştu. Ayrıca dinleyiciler arasında benim gördüğüm Şebnem Ferah, Tuna Kiremitçi, Kanat Atkaya, Aylin Aslım gibi isimlerde vardı. Bir de, kulis girişinde, diğer müzisyenlerin sahnedeki performansları dinliyor oluşu (özellikle Metin Türkcan sahneye çıkana kadar çoğu performansı pür dikkat dinledi.) çok hoşuma gitti.
Saatler 01:30 olduğunda hala sahneler bitmemişti. Nuri Harun Ateş ve Sevinç Erbulak-Özge Borak ikilisinin performanslarını pek merak ettiğim halde, pilimiz bittiğinden çıktık. Dolayısıyla bu isimler ve Pamela, Sattas ve Çiğdem Erken’i dinleyemedik.
Açık Sahne’nin tek eleştirebileceğim yönü sunumları yapan hanımefendiydi. Sürekli kendisiyle ilgili bir şeyler anlattı, sahneye çıkanlarını tanıdığını gözümüze sokacak bir takım şeylerden bahsetti, anlayamadık kendisini. Yani olayın ev sahibi Tolga Akyıldız çıkıp kendiyle ilgili 1 cümle etti, etmedi; biz habire, her performans sunumu öncesi bu hanımı dinledik. Neyse Allah’tan çok güzel müzikler dinledik de, çok takılmadık.
İşte geceyle ilgili notlarım bunlar. Son olarak bu kadar başarılı müzisyenleri ve yorumcuları bir araya getirip, böyle güzel ve canlı Türkçe müzik performansları dinleyebildiğimiz bir gecenin biletlerini 30 TL gibi aşırı uygun bir rakama satmanın, önünde saygıyla eğilesi bir olay olduğunu belirtmeliyim. Tolga Akyıldız ve ekibi bunun için ayrı bir teşekkürü hak ediyor.
Yeni yıla, ruhumun gıdasını müzikten alarak (cidden diyetteyim, bütün bu müzikleri zero alkol dinledim! valla!) ve kulaklarımın pasını silerek girmiş oldum. Bundan sonra yeni açık sahneleri büyük bir keyifle takip ediyor olacağım.