Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Geçen gün şunu düşündüm: Bir sürü sevdiğim tiyatro ekibi var ama Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

— Bu noktada sadece oyunla ilgili yorum okumak isteyenleri aşağıya alalım, biraz kişisel geçmişimden ve deneyimimden bahsedeceğim çünkü şu an anılarını anlatan 90 yaşında bir dede ruhu var üzerimde —

Ne diyordum, Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

Birden fazla verdiğim cevaptan ilki ve en önemlisi, sanırım benim gibi işi “mekan” olan biri için, her seferinde oyundan önce mekanı deneyimleme fırsatı sunmaları olacak. Tiyatrolarda genelde deneyimlenen tek mekan sahne oluyor. Bazı tiyatrolar için fuayesi, çok nadirleri için kafesini de işin içine katabiliriz. Ama Dot’un mekanlarında hem onlardan hem benim kişisel bakışım ve yaşanmışlıklarımdan kaynaklı bazı vurgular var ve beni çok etkileyip mekanları içselleştirmemi sağlıyor.

İkincisi ise oyunların tokat etkisi. Dot Tiyatro’nun tam 15 oyununu izlemişim şimdiye kadar, bu 16. oldu. Hepsinde de oyun boyunca beni içine aldı ama esas önemlisi çıkışta ve sonraki günlerde de etkisi devam etti, üzerine konuştuk, tartıştık. 

Üçüncü ve sonuncusu ise benim gibi yerleşiklik, kişisel mekânsal hafızasına düşkünlük ve mekânsal devamlılık seven birini bile her seferinde heyecanlandıracak ve yeni mekanı ve deneyimini hızla benimsetecek bir değişiklik yapıyor olmaları. 

2008 yılında henüz hala mimarlık öğrencisiyken, bir öğrenciye göre bile pahalıydı o dönem özel tiyatrolar, duyduklarımızdan çok meraklanıp bilet almıştık. In-your-face diye bir akım var, yüzüne tiyatro, gerçek gibi, çok etkileyici diye laflar dolaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla o dönem bu tarz oyunlar Türkiye’de Dot dışında yoktu.

Neyse telefondan bilet almışız, heyecanlıyız, gençliğimiz var (!), İstiklal Caddesi’nde Mısır Aparmanı‘nı bulduk. 1910 yılında inşa edilmiş binanın mermer merdivenlerden çıka çıka doğru katı da bulduk. Tarihi bir binanın içinde bir daire katında tiyatro nasıl olacak derken gerçekten butik bir sahne çıktı karşımıza. Siyah kutuda bir evin odası dekor. Odanın hemen dibinde sandalyeler. (Şimdi normalimiz bu ama ben ilk defa sahnenin bu kadar dibinde, salonlarda olan koltuklara değil de açılır kapanır sandalyeye oturulan bir düzen görüyordum.) Mekanın sahibi gibi en ön en ortaya kurulduk. 

Karatavuk. On iki yaşındayken cinsel tacize uğradığı adamla on beş yıl sonra tekrar karşı karşıya gelen genç bir kadının adamla yüzleşmesi. İstiklal Caddesi’nde bir aparman dairesinde bir avuç insanız, karşımızda o anlar konuşuldu, o kıza tekrar tecavüz edildi, kavga ettiler sandalyeler sular havada uçuştu, üstümüz başımız ıslak, o pislik adam tam önümüzde…

Oyun bitti, az önce neye şahit olduğumuzdan emin olamadan İstiklal’in kalabalığında yürürken önce sessizlik sonra konuşmaya başladık. Günlerce etkisinden çıkamadım, günlerce etrafıma anlattım. 

Sonra Maçka G-Mall‘a taşındılar. İş çıkışı gidip önce kutsal mekanım D&R’da bir tur, sonra NumNum’da makarna yada Dot’un Pop-Up kafesinde bir atıştırma, sonra oyun, yine o kara kutuda yüzümüze vurulan gerçekler, oyun çıkışı Dot’un kafesinde kendi aramızda, diğer seyircilerle, bazen oyuncularla tiyatronun sahipleriyle oyunun kritiği…

Sonra Kanyon.

( Burada yine bir parantez açmalıyım, bugün hatıralar tekneme bindim çok açıldım ama Kanyon’daki Cinebonus sinema salonu benim gibi harçlığı kısıtlı öğrenciler için büyük nimetti o dönem. Turkcell ile bir kampanyaları vardı, haftanın belli bir günü gündüz seansları bilet fiyatları yarı yarıya olurdu, o günkü derslerimi eker hemen sinemaya koşardım. 2-3 film üstüste izlediğim olurdu. Restoranlar, mağazalar, sinema bile çok lüks görünürdü gözüme.)

Seneler sonra Dot Kanyon’a taşınınca, artık öğrencilik bitmiş iş hayatı başlamışken Kanyon’a gittiğimde. Önce kutsal mekanım D&R’ı ziyaret edip sonra restoranda bir şeyler yiyip oyun izlemek, o eski günlerimin anılarını canlandırırdı. 

Velhasıl, sene 2020 oldu, Dot dedi ki biz ormandayız, açık havada sahnemiz var gelin. Haydaa! Ben apartman çocuğuyum, doğayı seven ama içinde olmaktan haz etmeyen konfor düşkünü bir şehirliyim, ne işimiz var ormanda?! Öte yandan Korona’dan deli gibi korkuyorum, 8 aydır ne tiyatro ne sinema yüzü görmedim, içim kurudu.

Tamam dedim gidelim, bakalım bu sefer nasıl bir mekanla karşılaşacağız? En kalın kışlık kabanım, ayağımda yünlü çorap, kahve termosum ve kamp sandalyemi aldım, Üsküdar’dan Kemerburgaz Kent Ormanı’na açık havada oyun izlemeye gittim. True story!

Açıkçası parka bile gidince aman sinek ısırdı, uf böcek geldi diye takılan bir tip olduğumdan, orman fikri biraz korkutucuydu fakat tiyatronun olduğu alan korktuğum kadar bakir değil. Otoparkı düzenlemişler. Tuvaletleri, güvenliği her şeyi var. Bir zaman sonra açılacak bir kafe de olacak ama şimdilik bir stand ile içecek ve atıştırmalık alabiliyorsunuz.

Ortada bir meydan, kamp sandalyelerimizde oturuyoruz, etrafta irili ufaklı ahşap binalar, ve tabi ki orman.

Murat Daltaban oyun öncesi kısa bir girizgah yaptı. Bu yeni deneyimden bahsetti, ormanın havasının tadını çıkarmaktan ve açık havanın rastlantısallığından konuştu. Ki hava o kadar durgun ve güzeldi ki, gerçekten müthiş eşlik etti.

İlaveten klasik kurallara bağlı değiliz isteyen kalksın hareket etsin dedi ki Allahtan kimse böyle bir şey yapmadı.

Daha tiyatro adabını yeni öğrendik Murat Bey’cim lütfen bozmayın dedim içimden. Bilen bilir ben telefonu çalandan, kıpırdanıp dikkatimi dağıtandan, pet şişesinden haşır huşur su içinden, sesli yorum yapandan, gereksiz gülenden bıkmış durumdayım. Oyunu izlemek istiyorum dağıtmayın dikkatimi! Ayağa kalkıp gitmek gelmek nerden çıktı, oturun oturduğunuz yerde 1 saatcik! =) Çok şükür ki sadece 1 kez telefon çaldı ve 2-3 kez şalların poşetlerini hışırdattılar, onun dışında mis gibi bir oyun izledik.

Artık oyunun konusunun etkisinden mi bilmiyorum bugün bu yazıda çenem düştü, ama kişisel tarihimin 12 yılında 16 oyununu izlediğim bir tiyatroyu ancak bu kadar özet geçebildim.

Yeni deneyimlerde görüşmek dileğiyle, buyrun oyunla ilgili yorumuma.

  • Limon, Limon, Limon, Limon, Limon
  • Yazan: Sam Steiner
  • Yöneten: Mert Öner
  • Oynayanlar: Gizem Güçlü, Serhat Parıl

Birbiriyle sayılı kelimeyle iletişim kurmaya çalışan bir çift, avukat bir kadın ve müzisyen bir erkek.

Kelimelere el konulmuş bir dünyada, birbirini anlamaya çabalayan bir kadın ve bir erkek.

Her akşam eve döndüklerinde kaç kelime hakları kaldığını hesaplıyor, kendilerine özel kısaltmalar yapıyorlar.

Normal şartlar altında birbirimizi ne kadar anlıyoruz, kelimeler ne kadarını karşılıyor anlatmak istediklerimizin?

Susmak mı zor, yoksa susturulmak mı?

Oyun, bir avukat ve bir müzisyenin kedi mezarlığında tanışmaları ile başlayan ilişkilerini ve zamanla ilişkinin geçtiği aşamaları, İngiltere’de yürürlüğe giren ve konuşmayı günde 140 kelime ile kısıtlayan yasayı odağına alarak irdeliyor.

İkili ilişkiler penceresinden yasakları ve özgürlüğü, konuşmayı, doğru ifadeyi ve susmayı irdeleyen Limon, Limon… İngiltere’de distopik bir kurgusal zamanda geçiyor ve tıpkı kitapların yasaklandığı Fahrenheit 451’deki gibi bir dünya yaratıyor.

Yasadan önce ve yasadan sonrasını oldukça karışık bir sıra ve dinamik bir kurguyla bize anlatarak hikayede, bu karmaşa ilk 5 dakika kafa karıştırıcı olsa da sonrasında oldukça heyecanlı bir akıcılığa dönüşüyor. 2 tabure dışında dekoru olmayan sahnede 1 saat boyunca nefes almaksızın oynayan Gizem Güçlü ve Serhat Parıl, performanslarıyla parlıyorlar. 360 derece bir sahnede iki kişi döne döne her saniye oynayarak her yerdeki seyirciyi kopmadan oyunda tutmayı başardılar.

140 kelime sınırının, 140 karakterle sınırlı Twitter’a atıf yapıyor olma ihtimali özellikle adalet aradığımız konularda sesimizi duyurabildiğimiz tek mecra haline gelmesiyle denk düşünce kafalardaki sorular artıyor. 

Ayrıca bölünmüşlüğün dibine vurduğumuz bu günleri düşününce, iktidar sahiplerinin bir yasa ile iki sevgilinin arasında bile problem çıkarmayı başarması, bölüp yönetme çabasına güçlü bir gönderme gibi.

Öte yandan oyun tüm bu politik göndermelerin dışında konuşmayla ilgili bir çok soruyu da düşündürüyor: Her şey sözcüklerden mi ibaret, ifade etmek önemli ama tavır ? Davranış? Çok konuşmak çok fazla doğru şeyi söylemek mi? Mutluluğa giden yol az konuşarak da inşa edilir mi? İletişime/geçinmeye gönlü olan başka yollar da bulur/yaratır mı? 

İşte bütün bu sorularla güzel bir Ekim akşamında ormandan ayrıldım. Aylar sonra tiyatro seyrettim ve tadı damağımda kaldı.

Daha güzel günlerde daha bir çok oyunda kafalarımızın karışması, sorularla dolması dileğiyle…

Tiyatro Sezonu Açıldı: Fahrenheit 451

Tiyatro Sezonu Açıldı: Fahrenheit 451

  • Yazan: Ray Bradbury
  • Yöneten: Erdal Beşikçioğlu
  • Oynayanlar: Erdal Beşikçioğlu, Fatih Sönmez, Serhat Midyat, Neslihan Aker, Selin Tekman, Deniz Bal, Ayşegül Çaylı, Hayriye Merve Kaya, Diren Yurtsever, Ozan Gökçe, Gizem Memiç Mert, Aleyna Vargül

” Arzulanan ve hayal edilen ütopik toplum modelinin anti-tezi niteliğindeki “distopya” kavramı; gelecekte ya da kurgusal bir evrende geçen, özgürlüğün reddedildiği, bunaltıcı ve baskıcı bir ideolojinin düzen adına yol açtığı korkuyu, acıyı, güvensizliği ve mutsuzluğu anlatır.

İnsan psikolojisinden başlayarak toplum düzenine yayılan bu denetlenemez kâbusta, kurtuluş mümkün olsa bile onu gerçekleştirmek her zaman mümkün müdür?

‘Fahrenheit 451’; Bradbury’nin distopyası değil, açık seçik bizim dünyamızdır, kendi tarihimiz. Zaman ise belirsiz değil, daima bu zamandır. 

Şimdi sor kendine, kitap kağıtlarını tutuşturmayı sağlayan bir sıcaklık derecesi, düşünceyi ortadan kaldırmaya yeter mi? “

Kim derdi ki tiyatro sezonu açılacak ve sezonun ilk oyununu evimde seyredeceğim! Değişik zamanlardan geçiyoruz dostlar ama enteresan bir hızda da adapte oluyoruz.

7 Ekim günü saat 20:30 da telefonumu sessize aldım, odanın ışıklarını kapattım ve full ekranda 85 dakika tek perde Türkiye’nin ilk online tiyatro oyunu prömiyerini seyrettim.

Hepimiz hemfikirizdir sanıyorum: Bu şekilde tiyatro oyunu izlemek gibi değil de film izlemek gibi oluyor. Fiziksel olarak salonda bulunmamak, koku ve sesi canlı alamamak tiyatronun büyüsünü yok ediyor. Fakat benim için ekrandan izlemenin tek bir güzel yanı var, astigmatım olduğu için en ön sıralarda yer bulamadıysam mimikleri filan göremiyorum tiyatroda, bulanık oluyordu. Ekrandan her türlü mimiği yakalayabildim. (Polyanna mode on!) =)

Ray Bradbury’nin bu kült eserini okuyalı çok olmadı aslında, benim için biraz geç kalmış bir tanışma olmuştu. O yüzden Guy Montag’ı hala net bir biçimde hatırladım ve oyunun içine 1.dakikadan itibaren girdim. 

Fahrenheit 451, kitapların yasak olduğu ve itfaiyeciler tarafından yakıldığı , tüm insanlarının beyinlerinin televizyonlarla yıkandığı bir gelecekten bahsediyor. Hikaye ise bu gelecekte yaptıklarını sorgulayıp kitap okumaya başlayan itfaiyeci Guy Montag’ın etrafında şekilleniyor. Genel olarak kitap sansürünü, kitap toplatılan darbeleri, televizyona bağımlı insanları, kapitalizmi, tüketim toplumunu, savaşı… birçok konuyu eleştiren 67 yıllık bu eserdeki metinlerin güncelliği ise şaşırtıcı.

İlk oyun olmasına rağmen Fatih Sönmez’in Montag’ın dönüşümünü oldukça etkileyici bir biçimde seyirciye geçirdiğini söyleyebilirim. Erdal Beşikçioğlu’nun zaten yoruma gerek olmayan performansı ve Selin Tekman’ın anlamlı katkıları da oyunun akışını güçlendiriyor. Ben seçilen metinleri ve bazen fazla geçişken bulsam da kurguyu oldukça sevdim. Oyunun sonuna kadar, yeni bir oyun izlemeye aylardır hasret olmamım da katkısıyla,  büyük bir keyifle ve ilgimi kaybetmeden gelebildim.

İlgimi tek dağıtan şey artık görür görmez tasarımını kimin yaptığını tahmin edebildiğim sahne idi. Barış Dinçel’in tasarladığı dekorun oyuna katkısını geçtim, bir sağa bir sola döndürünce ne değiştiğini pek anlayamadım. Yani bu blogda Barış Dinçel sahnelerine laf etmekten çok sıkıldım ama bir dönem eskitilmiş ahşaplı klasik dekoru kopyala yapıştır her yerde kullanıp, sıfır yaratıcılıkla göz zevkimi tüketmişti. Şimdi ise bir süredir bu konstrüksiyon tasarımlara takıldı! Geçtiğimiz senelerde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Şekerpare oyununda benzer bir tasarımı vardı, o oyunun akışına çok hizmet etmişti ve çok kullanılmıştı, oldukça sevmiştim. Ama bu oyunda neden? Allahtan bu sahnenin işlevsizliğini ve anlamsızlığını müthiş ışık tasarımı toparladı. 

Neyse, öyle bir tiyatro özlemi içindeyim ki Barış Dinçel’in tasarladığı sahneleri bile koşup izleyesim var. Diliyorum ki şu hastalığın korkusunu atlatır, canım tiyatro salonlarına kavuşurum. O zamana kadar bu online gösterimlerin en azından bir süre daha yapılabileceği umuduyla takipte olacağım.

Herkese iyi seyirler,

Karantina’da Müzikal : 7 Şekspir Müzikali

Karantina’da Müzikal : 7 Şekspir Müzikali

  • ‘Söz: William Shakespeare
  • Yöneten: Kemal Aydoğan
  • Oynayanlar: Haluk Bilginer Evrim Alasya Selen Öztürk Zeynep Alkaya Tuğçe Karaoğlan

Karantina herkesi farklı bir yerinden vurdu. Kimi sarılamadığından, kimi seyahat edemediğinden yakınıyor… Benimse en büyük sıkıntım tiyatroyu çok özlemem… Sonra sinemayı…. Hayatımda ilk defa film festivalinde film izleyemedim, aylardır tiyatro seyredemedim, sergiye gidemedim… Hayat sanat olmayınca o kadar çekilmez ki, anlatamam….

Tabi ilk şoktan ve biraz evde takıldıktan sonra baktık bu iş uzun hepimiz “online” tatminler peşinde koştuk. Gerçekte izlediğiniz bir oyunun hissinin yüzde birini bile sağlamak zor ama başaran bir kaç örnek oldu benim için. İşte ilki : 7 Şekspir Müzikali!

 “Bütün dünya bir sahnedir ve kadın erkek ancak birer oyuncu: Sırası gelen girer, sırası gelen çıkar, nice roller oynar ömür boyu, yedi perdelik bir ömürdür yedisinden yetmişine bir erkeğin oyunu…” William Shakespeare

Shakespeare’in farklı oyunlarından farklı dizelerini bir araya getiren Kemal Aydoğan ve bu dizeleri besteleyen Tolga Çebi yıllar süren bir çalışmayla bir erkeğin doğumundan ölümüne kadar yaşadığı 7 evreyi (1-doğum-bebeklik, 2-okul çağı-çocukluk, 3-aşk-gençlik, 4-askerlik, 5-yargıçlık, 6-ihtiyarlık ve 7-ölüm) anlatan müzikali oluşturmuşlar.

Haluk Bilginer’in bahsetmeye gerek olmayan performansı yanında “soykarı”ların müthiş eşliği ve orkestra ve tüm bestelerin kalitesi 4 yıla yakın süren hazırlığı, emeği gözler önüne seriyor.

2002 yılından beri Moda’da bulunan Oyun Atölyesi sahnesi, hem kendi oyunlarına hem başka tiyatro ekiplerinin oyunlarına ev sahipliği yapıyor. Fuayesi, kafesi, hemen “sold out” olan biletleriyle oldukça sevdiğim ve gittiğim salon şimdi hüzünlü ve yalnızdır herhalde.

Tıpkı tüm özel tiyatrolar gibi… Uçaklar uçarken, metroya binilirken, neden en azından açıkhavadaki etkinlikler iptal edilir?! Bir şekilde düzene ayak uydurmaya çalışıp, az seyirciyle düşük karlarla hatta belki zararla oyunları seyirciyle buluşturmaya çalışan tiyatrocular ne olacak? İhtiyacı olan olmayan herkesin yararlandığı kısa çalışma ödeneğinden de yararlanamıyorlar.

Sizi bilmiyorum ama benim bütün bunlar geçerse de geçmese de damarımdaki kanım kadar ihtiyacım var sanata… Bizim hayatta kalmamız için onları ayakta tutmanın bir yolunu bulmalıyız.

…….

O zamana kadar birazcık nefes olsun diye izleyin bu güzel müzikali.

Keyifli seyirler,

Doğan varlık gün ışığını görür görmez zaman, armağanını yok etmeye koyulur.”

Şehir Tiyatroları’nda Son İzlediklerim: Şekerpare, Cibali Karakolu, Fehim Paşa Konağı ve Şahane Züğürtler

Şehir Tiyatroları’nda Son İzlediklerim: Şekerpare, Cibali Karakolu, Fehim Paşa Konağı ve Şahane Züğürtler

Şekerpare

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Yavuz Turgul
  • Yöneten. Engin Alkan
  • Oyuncular: Aslı Menaz, Aybar Taştekin, Berfu Aydoğan, Buğra Can Ildırışık, Cafer Alpsolay, Dolunay Pircioğlu, Emre Çağrı Akbaba, Engin Alkan, Ercan Demirhan, Nurdan Gür, Onur Demircan, Tarık Köksal, Uğur Dilbaz, Volkan Öztürk, Yağmur Damcıoğlu Namak, Yeşim Mazıcıoğlu, Zeynep Çelik Küreş, Zeynep Göktay Dilbaz

” 19. yüzyıl İstanbul’u. Düzenbaz Komiser Ziver’in karakoluna tayin olan; kimine göre saf, kimine göre enayi; Bekçi Cumali, Galata’nın “namlı” kızlarından Şekerpare’ye vurulur. İki kalp birbirini bulmuştur bulmasına ama, Ziver’in Cumali için başka planları vardır. Dönemin aşina olduğumuz, sirto ve longalarıyla yeniden müziklenen, Türk Sineması’nın ünlü klasiği, tiyatro sahnesinde.”

Son 10 yıldır Engin Alkan’ın izlemediğim oyunu yok sanıyorum. Acayip bir enerjisi var hem kendi oyunculuğunun hem yönettiği oyunların. Bir şekilde o tiyatronun dokunabilme durumunu kullanıp en kötü gününüzde bile olsanız sizi oyunun içine çekmeyi başarıyor.

Şekerpare deyince, herkesin olduğu gibi benim de, aklıma; daha ben doğmadan önce çekilmiş olmasına rağmen neredeyse sahnelerini ezbere bildiğim Şener Şenli, İlyas Salmanlı, Yaprak Özdemiroğlulu müthiş Atıf Yılmaz filmi geliyor. Şener Şen’in o müthiş oyunculuğu ve dillere dolanan repliklerinden sonra tiyatroda nasıl olur acaba, bir de dekoru çok sevgili(!) Barış Dinçel yapmış, olmuş mudur ki diye kafamda sorularla gittim oyuna. Fakat öncelikle çok çok güzel bir dekor vardı. Bayıldım. İşlevsel, modern, döneme referansları olan, inmeli çıkmalı, bolca kullanılan… (Görüldüğü üzere Sayın Dinçel’e gerektiğinde hakkını da veriyorum.)

Oyun ise hikayeyi korumuş ama o müthiş ve akıllarımızdaki orjinalinin kötü bir taklidi olma ihtimalini ortadan kaldırıp, güzel ve eğlenceli yeni bir versiyona dönebilmiş. O nedenle ilk dakikalardan itibaren bu kıyaslama halinden çıkıp keyifle izleyebildim.

Şehir Tiyatrolarında izlenebilecek kalitede 2-3 oyundan birisi olduğundan gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.

Cibali Karakolu

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Henri KEROUL, Albert BARRE
  • Yöneten. Nedret DENİZHAN
  • Oyuncular: Berrin Koper, Cem Uras, Derya Kurtuluş Oktar, Doğan Altınel, Eylül Soğukçay, Hülya Arslan, Murat Bavli, Murat Derya Kılıç, Naci Taşdöğen, Şehnaz Bölen Taftali, Tarık Şerbetçıoğlu, Tuğçe Açıkgöz, Zihni Göktay, İbrahim Ulutaş, Begüm Yazıcıoğlu

” Cibali Karakolu hali hazırda varlığını koruyan pek çok gerçeğe ışık tutarak geçmişten günümüzü yansıtan eleştirel bir ayna olmayı başarıyor. Öğrenilmiş kadın erkek ilişkileri başta olmak üzere, paranın ilişkilerdeki etkisi, çeşitli kurumlardaki eksikliklerin neden olduğu yetersizlik, toplumsal ve politik yaşama dair eleştirilerle biçimlenen oyun, güldürmek kadar yeniden cevaplanması gereken pek çok soruyu da beraberinde getirmektedir.”

Doğaçlama tiyatro geleneğinin son temsilcilerinden sayılan usta tiyatrocu Zihni Göktay’ı sanıyorum 2 veya 3 kez uzun yıllar arayla Lüküs Hayat’ta, sonra Kanlı Nigar’da ve 2 kez de bu oyunda izleme şansım oldu.

Oyununu güncel gelişmelere göre her seferinde yenileyen, seyirciyle diyalogunu hiç kaybetmeden oynamayı seven, senelerin deneyimiyle sahnenin her milimetresine hakim, saatler boyunca sizi oyundan koparmamayı başaran ve lafını hiç bir dönemde esirgemeyen usta, bu oyunda da sazı eline alıyor.

Her ne kadar artık modern tiyatronun uçsuz bucaklığı bizi geleneksel tiyatronun sınırlarından kaçırıyormuş gibi dursa da aslında iyi bir klasik oyun izlemenin tadı da hala başka…

Yeni sezonda devam edecekler mi bilmiyorum ama çalışmadan duramayan Zihni Göktay’ı hangi oyunda olursa olsun takip edip gidin izleyin derim.

 

Fehim Paşa Konağı

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Turgut ÖZAKMAN
  • Yöneten. Kemal KOCATÜRK
  • Oyuncular: Ali Karagöz, Bahtiyar Engin, Cihan Kurtaran, Çağatay Palabıyık, Gülsün Odabaş, Hamit Erentürk, Murat Ozan, Murat Üzen, Nazan Yatgın Palabıyık, Nevzat Çankara, Orhan Hızlı, Pelin Budak, Pınar Demiral, Selçuk Soğukçay, Serkan Bacak, Volkan Ayhan, Zeynep Ceren Gedikali

” Turgut Özakman’a 1979 yılında Büyük Ödül kazandıran Fehim Paşa Konağı, 1908 yılında, 2. Meşrutiyetin arifesinde, Abdülhamit’in son günlerinde geçer. Eski Kabadayı Rasim Baba’nın oğlu Yusuf gölge oyunuyla ilgilenmektedir. Bu durum Rasim Babayı rahatsız etmektedir. Oğlunun da kendisi gibi Fehim Paşa’ya bağlı ünlü bir kabadayı olmasını isteyen Rasim Baba, oğlunu Fehim Paşa’nın konağına götürür. Fakat Yusuf’un karagöz oynatıcısı olduğu öğrenilince, Rasim baba büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Oğlu Yusuf, konaktaki kadınları eğlendirmek için bizzat Fehim Paşa tarafından gölge oyuncusu olarak görevlendirilir. Bir de üstüne Yusuf, Fehim Paşa’nın kızına âşık olunca büyük siyasi karışıklıkların, iktidar kavgalarının ortasında eğlenceli bir olaylar dizisi gelişir.

Oyun 160 dakika… Yani çok oyuncu var, giren çıkan olan biten…. Ama benim artık bu kadar demode bir yorumu 160 dakika izleyip bir de keyif alacak durumum yok. 60 yaş üstü anneler, teyzeler çok sevebilirler o ayrı…

 

Şahane Züğürtler

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Jacques DEVAL
  • Yöneten. Haldun DORMEN
  • Oyuncular: Barış Çağatay Çakıroğlu, Can Başak, Ceylan Çete, Çağrı Özgür Hün, Dilay Taşkaya, Müge Akyamaç, Özgün Akaçça, Süeda Çil, Onur Şirin, Hakan Güner, Besim Demirkıran, Caner Bilginer, Engin Akpınar

Rusya’daki devrimden sonra pek çok Rus asilzadesi batı ülkelerine kaçtı. Ouratieff çifti de bu ailelerden biridir. Çar’a ait yüklüce bir serveti de beraberinde getiren çift bu paraya dokunmaz, çeşitli evlerde hizmetçilik ve uşaklık yaparak hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Ancak bu parada herkesin gözü vardır ve Ouratieff çifti parayı korumak için büyük bir gayret içindedir. Neticede, çok büyük bir servete hükmetmekle beraber yoksul bir hayat yaşayan çiftin başına akılalmaz olaylar gelir. Fransız bulvar tiyatrosunun öncülerinden aktör, yazar ve yönetmen Jacques Deval’in 1933’te yazdığı komedi, eğlenceli iki saat geçirmek isteyenler için kaçırılmaz bir fırsat.

Bu oyun da 150 dakika =)… İzleniyor, konu ve mesajı anlaşılır, gülümseten komedi unsurları da var. Boş bir akşamı değerlendirmek için güzel fakat gidilebilecek daha güzel oyunlar var artık bu bollukta.

 

DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

  • Yazan: Tom Basden
  • Yöneten: Mert Fırat , Volkan Yosunlu
  • Oynayanlar: Erkan Avcı, Ferit Aktuğ, Özgün Aydın, Hazal Türesan

DasDas, İngiliz mizah yazarı Tom Basden’la ikinci randevularında bu kez çağın hastalıklarından birine mizahi bir bakış atıyor. Basden’ın Dostoyevski’nin aynı adlı öyküsünden esinle yazdığı oyun, gösteri toplumunun sistemle el sıkışmayı seçen aktörleriyle, bir timsahın karnından “hesaplaşıyor.” Oyun, en az hayatta şahit olduklarımız kadar “tuhaf ama gerçek..”

Bu sezon kendi çapımda bir rekora koşuyorum. Ayda ortalama 6-10 adet oyun izliyorum ve özel tiyatroların yaşadığı bu altın çağdan, hem salon hem de oyun adedi olarak, çok memnunum. Fakat, konuya bir fakat ile başlamak istemezdim ama, salon çokluğu nicelikte iyi olsa da nitelikte bazen yetersiz oluyor.

Timsah oyununu ilk kez gittiğim DasDas‘ın Metropol İstanbul Alışveriş Merkezi içinde açılan salonunda izledim. Salonun kapısından içeri henüz adım atmıştım ki yanımdakine dönüp “inşallah mikrofonla oynarlar” dedim. Zira artık profesyonel sanatseverlik mertebesinde olduğumdan ve işim gereği bazı sıkıntıları öngörebiliyorum. 

Sahne kocaman, tribünler çok güzel ama akustiğin bir sorun olduğu daha girer girmez belliydi. Ve maalesef yan tribünlerden birinde oturmak durumunda kaldık kalabalıktan. Ve yine maalesef akustik tahmin ettiğim gibi sorun oldu, oyuncular mikrofonsuz oynadıkları için biraz arkalarını döner gibi veya açılarını değiştirir gibi olduğunda sesi duyamaz olduk. 

Çözülemez bir sorun değil tabi ki… Böyle güzel fuayeli, kocaman bir sahneyi yapanların, akustiğe kısa sürede bir çözüm bulacağınıa eminim.

Oyuna gelecek olursam, Dostoyevski’nin daha önce okumuş olduğum ve çok sevdiğim bir hikayesi Timsah. Tom Basden‘in hikayeyi ele alışını da oldukça akıcı ve güzel buldum. Oyunda yaşanan bazı şeyler çok tuhaf ve gerçekdışı gibi görünse de olmaz dediğimiz her şeyi yaşadığımız günlerde çok çok manidar olduğu kesin.

Erkan Avcı ve Ferit Aktuğ’un oyunculuk deneyimlerini konuşturarak sırtlandığı oyunda, Özgün Aydın ve Hazal Türesan’ın performanslarını biraz fazla karikatürize bulduğumu söylemeliyim. Fakat oyununun tamamına baktığımızda, ve biz ilk oyunlardan birini izledik, iyi bir grup performansı çıkardıklarını söyleyebilirim çünkü hepsinin enerjisi ve heyecanı çok yüksekti ve oyun sonu alkışlarına bakarsak seyirciye oldukça geçtiği belliydi. Eminim birlikte sahne aldıkça oyun çok daha iyi bir noktaya gelecektir.

Sahne tasarımında daha çağdaş ve enteresan işlere imkan sağlayabilecek bir oyunken, renkli küp gibi sıradan bir öge ile farklı şapkaları tutan ayaklı askılık gibi birr başka klasik tiyatro dekorunun kullanılmasını bir tavır olarak kabul etsem de, yine de bu genç kadronun çok daha fiziksel ve çağdaş bir performansı sergileyebilecekleri bir sahne yaratılabilirdi diye düşünüyorum. Yine muhtemelen ilk oyunlardan olduğu için bir hayli yavaş gelişen, küpleri sürekli taşıyıp renklerini değiştirmekle uğraşmalarının oyuna katkısını çok anlamlı bulamadım.

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yepyeni bir sahnede izlediğimiz oyunun tamamına baktığımda, hem komedi düzeyi, hem eleştirel metni, hem de başarılı oyuncu performansları ile kalabalık grupların gidip izleyebileceği, herkese hitap edecek bir oyun olduğunu söyleyebilirim.

Keyifle izlemeniz dileğiyle… 

Pss Pss’a mı yoksa seyirciye mi daha çok şaşırdık?!

Pss Pss’a mı yoksa seyirciye mi daha çok şaşırdık?!

  • Yöneten: Louis Spagna 
  • Sanatsal İşbirliği ve Teknik Yönetim: Valerio Fassari 
  • Işık Tasarımı: Christoph Siegenthaler 
  • Oynayanlar: Camilla Pessi & Simone Fassari 

” Camilla Pessi ve Simone Fassari’nin samimi ve üretken işbirliğinin ürünü olan Compagnia Baccalà, tiyatroyu sirk ve clown ile harmanlayan eğlenceli, ustalıklı ve çok zekice kurgulanmış olan, şimdiye kadar pek şahit olmadığımız türden bir gösteriyle festivale konuk oluyor. Pss Pss, sessiz sinema döneminden izler taşıyan, son derece eğlenceli ve mizahi bir performans. Beş kıtadaki 50 ülkede 700’ü aşkın performans sergileyen topluluğun Pss Pss’ı, bugüne kadar, Cirque du Demain’nin prestijli Cirque du Soleil Ödülü de dahil olmak üzere 15 uluslararası ödülü kucakladı; 2010’dan bu yana dünya çapında her yaştan oldukça geniş bir seyirci kitlesine ulaştı. Naif ve zarif mizah anlayışını zamana meydan okuyan bir performansla ve büyüleyici bir fiziksellikle sunan Pss Pss’a ilham verenler arasında Chaplin ve Keaton gibi sessiz sinema döneminin yıldızları bulunuyor. Oyunda iki karakter, iki çağdaş clown, sahnede soluksuz izleyeceğiniz bir performansa imza atıyor.”

Sayfalarca yazsam yine de geçmeyecek bir sıkıntım var  bu performansı izlediğimden beri. Pazartesi akşamı işten koşturarak büyük bir heyecanla gidip büyük bir sinirle sonlanan o akşam…

Benim yorumlarıma geçmeden önce yukarıda okuduğunuz paragraf Tiyatro Festivali broşüründen… Sayfanın üstünde yer alan “7 yaş üstü” uyarısını maalesef ciddiye almamışız, yazılanları okuyunca bir Chaplin bulacağımızı, sessiz bir hikayeye tanık olacağımızı düşünüp sevinmişiz, heyecanla koltuklarda yerimizi almışız.

Oyun başladı. İnsanlar gülüyor eğleniyor. Dakikalar geçiyor. Ben inatla izlediklerimizin, bizi bir sonraki çok şaşırıp seveceğimiz hamleye götüren bir ön hazırlık kısmı olduğunu düşünüyorum. Fakat böylece bitiyor.

Sahnede izlediğimiz şeyi nasıl tanımlasam bilemiyorum ama tanıtımda yazdığı üzere tiyatro diyemeyeceğim kesin! Bir hikaye yok, bir akıcılık yok, sahne tasarımı yok, fiziksel bir performans var fakat kadın oyuncunun abartılı mimikleri dışında bir oyunculuk da yok. Sadece yazıldığı gibi bir sirk-palyaço gösterisi var.  

Asla küçümsemiyorum, çok kıymetli bir iştir saygı duyuyorum ama festivale gelmiş bir yabancı yapım tiyatro izlemeyi bekleyen, ona göre bilet fiyatı veren, ona göre programını yapan bir izleyici olarak büyük hayalkırıklığı oldu.

Bir kere bunu “büyüleyici performans” gibi abartılı tanımlamanın, Yetenek Sizsiniz Türkiye+Güldür Güldür performansından hallice bir şey izleyen biz “çocuk olmayan” seyircileri kandırmak olduğunu düşünüyorum.  Tamam, iyi bir fiziksel-jimnastik performans vardı. Çok zor hareketleri başardılar ama buna yazıldığı gibi “çok zekice kurgulanmış” hiçbir şey eşlik etmedi. 

Fakat işin enteresan kısmı bizim için şurası oldu. Bu tiyatro bile olmadığını iddia ettiğim küçük sirk gösterisi bitince bütün Caddebostan Kültür Merkezi ayağa kalkıp alkışladı! Yani, baya herkes!

Nasıl bir şaşkınlık yaşadık anlatamam. Nice usta tiyatrocuların nice oyunlarını, ellerinde telefonlar, saygısızca izleyip, daha selamlamayı bekleyemeden paltosuna davranıp alkışı çok göreni o kadar çok gördüm.. Ki insanların hakkıdır beğenmeyen alkışlamaz… Ama o usta oyunculara oturduğu yerden alkışı çok görenlerin bu ikiliyi ayakta çılgınca alkışlamasını anlayamadım, anlayamıyorum.

Oyun bitti çıktık. Eve varana kadar yol boyunca ve sonra bütün gece boyunca bu seyirci davranışını irdeledik. Özet çıkarımlarımız şunlar oldu:

Birincisi maalesef seyircinin tiyatrodan ana beklentisi gülmek. Ve güldükleri şeyin ne olduğunu pek önemsemiyorlar. Yani gaz çıkarana da, düşene de, kötü oyunculuk bile olsa abartılı her şeye gülüyorlar. İkincisi maalesef ve maalesef o kadar az oyun izliyorlar ki iyi bir tiyatro oyunu ile kötüsünün ayrımına varamıyorlar. Yani iyisini görmeden kötünün kötü olduğunu nasıl anlayabilirsiniz ki.. Ve üçüncüsü tiyatro adabını bilmiyorlar. Oyun nasıl izlenir, beğendiğiniz oyun sonunda nasıl takdir edilir haberleri yok. Ki bu konu için ayrıca bakınız şu yazım: Bilmeyenler için Tiyatro Adabı!

Velhasıl, oldukça hayal kırıklığı yaşadığımız bir deneyim oldu bu performans. Hem izlediğimiz performans açısından, hem de seyircinin tavrı açısından… Fakat festivale her zaman izleyici olarak desteğimiz tam, önümüzdeki sene çok çok daha iyi işleri izlemek umuduyla…

Oyunun traileri için tıklayınız. 

 

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

  • Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
  • Yazan: Eric De Volder 
  • Sahne Tasarımı: Lawrence Malstaf & Meryem Bayram 
  • Yönetmen: Mesut Arslan
  • Oynayanlar: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül / Gökhan Girginol, Pervin Bağdat 

Eric De Volder’in oyunundan sahneye uyarlanan, yönetmenliğini Mesut Arslan’ın üstlendiği performans, sahne tasarımı, seyirciyle kurduğu ilişki ve anlatısıyla öne çıkıyor. Bir anne, üç oğlu ve ortalıkta olmayan bir baba, Lawrence Malstaf ve Meryem Bayram’ın tasarladığı kusursuz arenada bir topaç ile birlikte hareket ederek iletişimin sınırlarını keşfediyor. 

Mesut Arslan, metnin çizgiselliğine koşut olarak duygu ve sezginin daireselliği ekseninde seyirci için izleme ve dinlemenin ötesine geçen evrensel bir anlam yaratıyor. Bir aile trajedisini, günlük bir ritüele dönüştürüyor ve şöyle diyor: “Oyun, öykünün sonunda ortaya çıkan, ailesini demir pençesinde tutan kayıp bir babanın çevresinde gelişiyor. Oyunu okuyan herhangi biri, o anda babanın dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünür. Ben duruma farklı bakıyorum. Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.””

Nasılsın? İyiyim.

Her gün, nasıl olduğumuzu gerçekte hiç önemsemeyenlerin sorduğu bu soruya, çoğunlukla yalan olan bu cevabı veriyoruz. Peki gerçekten nasılız?

Bu oyunun yazısına her şeyden önce üzerine uzunca düşünülebilecek ve konuşulabilecek bir iş çıkarmış olmalarını alkışlayarak başlamak istiyorum. Zira İstanbul Tiyatro festivalini aklım yettiğinden beri takip etmeye çalışan biri olarak, ağzımı açık bırakan, kafamı allak bullak eden oyunları bizimle buluşturmalarına alışık bünyem son senelerde oldukça sarsıldı. Hele bu sene yaşadığım “Pss Pss” tramvasından sonra, bu oyun tekrar hayata dönmeme sebep oldu bile diyebilirim.

3 erkek çocuk, bir baba ve bir anneden oluşan bir çekirdek ailenin yapısındaki arızaları, tek tek tüm bireylerin maruz kaldığı/katlandığı bir çok konuyu su üstüne çıkaran bir hesaplaşmayla bizlerle paylaşan oyun, 80 dakika boyunca bu hesaplaşmanın tam ortasına bırakıyor seyirciyi.

İyi-kötünün ayrımına varılamayan, her insanın egosal çıkarı doğrultusunda hem aile içindeki bireysel ilişkilerinde hem toplumla ve sistemle olan ilişkisinde dönüştüğü halleri ve sınırlarını göz önüne seren oyuna tüm bu karmaşayı anlatması için sahne tasarımı hizmet ediyor. Ve çağdaş tiyatroda oldukça aşina olduğumuz şekilde sahnesini seyirciyle paylaşan ve seyirciyi”seyir eden”den olayın bizzat içinde “tanık olan”a evrilten tasarım, aslında bir metafor yağmuruna da ev sahipliği yapmış oluyor.

İyi, kötü, saf, temiz, canice tüm duygularımızı gömdüğümüz bir kutudan, domuzlarla dolu b.klu bir çukura kadar bir çok şey olan sahnede, tüm bu iç dünya karmaşası yönü-hızı belli olmayan topaçlarla deneyimleniyor. Ne yöne gittiği belli olmayan, kimi zaman hızlandıkça hızlanan, kimi zaman aniden duran, istenildiğinde kontrol edilebilen fakat korunmadığında can yakan bu güçlü topaçlar bir şekilde oyunun en kuvvetli oyuncusu olmayı başarıyor. 

Nasılsın? İyiyim!

Oyuna, damarlarında klasik tiyatro sevgisi/ilgisi ve çağdaş tiyatro temkini dolaşan annemle gitmiş olmam aslında bu eleştiri yazısını bir şekilde daha çok açıdan görerek yazmama neden oldu. Zira tüm bu sahne, topaçlar gibi metaforların içinde kalınca, bazen ben mi bazı şeylerden fazla anlam çıkartıyorum ve aslında çok mu zorluyoruz anlamak/anlatmak için diye sorgular buluyorum kendimi. O yüzden annemin yorumları bana yardımcı oldu.

Örneğin bence oyunun en can alıcı hikayelerinden biri olan baba ile büyük çocuğunun yumurta hikayesinden tatlı annem hiç bir şey anlamamış. Sonra, oyunun giriş bölümü olan Güven Kıraç’ın çok çok iyi bir performans çıkararak ilk saniyeden bizi bu hikayenin içine soktuğu “domuzlar” kısmını ise anlamanın yanından bile geçmemiş. Benim bakış açımla iki küçük kısım da iç sıkıştıran, derin ve yoğun bölümlerdi. Fakat işin enteresan kısmı, annem bu ve bunun gibi bir çok kısmı alıştığı anlamda anlayamamış olsa da bir şekilde duygusunu hissetmiş. Ve oyun sonrasındaki uzun sohbetimizde anladıklarımızı ve hissettiklerimizi bir araya getirince, aslında oyun bizim evin salonunda da devam ederek enteresan bir noktaya vardı.

Nasılsın? İyiyim…

Tüm bu sahne tasarımını oldukça yenilikçi ve anlamlı bulmama, hikayenin ele alınışını sevmeme, kadın oyuncular hariç tüm oyuncu performanslarını üst düzey görmemem rağmen oldukça iyi ve görülmesi bu oyunun o “vav” hissini engelleyen bir şeyler var.

Bunlardan ilki ve en önemlisi kesinlikle Derya Alabora’nın ekiple ve hikayeyle enteresan şekilde uyumsuz performansı. Öyle zannediyorum robota dönüşmüş, bildiklerine rağmen ailesini bir ara tutma görevi olan “anne/eş” figürünü değişik bir yorumla sunmaya çalıştı fakat öyle garip bir yerden oynadı ki, ne oyuna ne o aileye ne o sahneye bir türlü dahil edemedim. (Üstüne üstlük benim izlediğim oyunda mikrofonu sıkıntılıydı ve cızırdıyordu. İyice ayrık bir performans oldu.)

İkincisi topaçlar cidden çok çok iyi düşünülmüş olsa da mekanizma kablolu aletlerle çalıştırılana kadar geçen o süre kopmalara yol açtı. Keşke şarjlı bir aletle oyunun akışına uygun bir hızda topaçlar kurguya dahil olabilse ve kapı aç- kablo ve aleti getir – topacı çalıştır- kabloyu topla – kapıyı kapat şeklindeki oyundan çıkaran anlar yaşanmasaydı. Ama sanki bu öyle bir oyun ki, hem oyuncular hem seyirci oyun piştikçe, her deneyimden sonra çok daha enteresan (iyi anlamda) bir yere doğru taşıyacak hikayeyi. O nedenle mutlaka 2-3 ay sonra tekrar izlemek istiyorum.

Son olarak, her ne kadar bütün bu metafor silsilesini sevmiş olsam da bazı noktaları 80 dakikalık bir oyunun içinde zorlama buldum. Bize mimarlık eğitiminde öğretilen bir bakış vardır: Bir tasarımın içindeki bir kısım özel amaca hizmet etmiyorsa, genel tasarıma da anlamlı bir katkısı yoksa varlığını sorgularız. Bu oyunda da örneğin düzeni/otoriteyi simgelediğini sandığım o büyük boru, iç içe geçen borular gibi sahne ekipmanlarının ve hikayeleri ile kız arkadaş(lar) ve anneannenin genel anlatılana anlamlı katkısını sorguladım.  Hatta anlamlı katkısını bulamadığım gibi zaten “zor/acı ama gerçek” duygu yoğunluğu içinde bütünü bozduğunu ve seyirciyi gereksiz yorduğunu bile düşündüm.

Nasılsın? İyiyim. İyiyim. İyiyim!

Aslında bütün bu detayların içinden bir ana fikire varacak olursak, başlangıçta söylediğime dönüyor olacağım. Üzerine bunca yorumu yapabileceğimiz, konuşup kafa patlatabileceğimizi, kendimizi ve sınırlarımızı sorgulatan iyi bir deneyim bu oyun. Sırf böyle olması bile izlenmesi gerektiğini gösteriyor. 

Mutlaka ikinci bir sefer, hikayenin nereye vardığını görmek için ve bu sefer tribünden değil sahnenin hemen dibinden izliyor olacağım. 

İyi seyirler, 

Her Gün Biraz Daha / A Bit More Everyday

Her Gün Biraz Daha / A Bit More Everyday

  • her_gun_biraz_dahaYazan: Mahin Sadri
  • Yöneten: Afsaneh Mahian
  • Oyuncular: Setareh Eskandari, Elham Korda, Baran Kosari

“Daracık bir mutfakta günlük angaryalarıyla meşgul, koyu renk giyinmiş üç İranlı kadın, hayatlarının bir özetini anlatıyor; tutkuları, acıları, hayalleri ve hayatta kalma taktiklerini… Mahnaz, bir savaş kahramanın dul eşi. Shahla, tanınmış bir futbolcunun (değersiz) metresi. Geleneksel bir aileden gelen Leyla, dağ yürüyüşlerini keşfedip kurtarmış kendini. Mahin Sadri ve Afsaneh Mahian, bu ıstırap dolu kader öyküleri aracılığıyla 1981’den (İran devriminden iki yıl sonra) 2013’e uzanan tarihten bir kesit sunuyor. Sahnede gördüğümüz ev ortamının dışında, sahne arkasından gelen savaş ve dinden ibaret sesler, erkeklerin her daim orada olduğunu gösteriyor bize. 2015’in Ocak ayında Tahran Tiyatro Festivali’nden (Fajr) “En İyi Özgün Metin” ve “En İyi Kadın Oyuncu” dallarında ödüllerle dönen, aynı yıl İran Tiyatro Eleştirmenliği Birliği’nin “En İyi Oyun” ve “En İyi Yönetmen” ödüllerini kucaklayan, Paris’te kapalı gişe oynayan Her Gün Biraz Daha….”

İran’dan kesitler sunan, İranlı yazar, yönetmen ve oyuncuları içeren filmler ve oyunlar beni değişik bir biçimde içine alıyor. Hem coğrafi olarak çok yanıbaşımızda olmalarından hem de İran’ın köklü kültür, eğitim ve sanat birikiminin politikalarla geldiği noktayı görebilmemizden etkileniyorum sanıyorum.

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında izlediğim oyun, üç kadının müthiş performansıyla derinden yaralayarak seyirciyi içine alıyor. Sahnede hiç erkek olmamasına ve bir mutfakta sahnelenmesine rağmen hem hikayelere dahil erkeklerin sahnede olduğunu hissettik, hem de konu dönemdeki savaş ortamının içindeymiş gibiydik. Türkçe üstyazılı olarak Farsça izlediğimiz oyunda, bir çok kişiye belki arabesk veya acındırma gelebilecek kıvamda bölümler vardı ama ben çokça gözyaşı döktüm.

Keşke Dünyadan farklı oyunları çok daha sık izleme şansımız olsa…

İki Kişilik Yaz

İki Kişilik Yaz

  • iki kişilik yazDot Tiyatro
  • Yazan: David Greig & Gordon McIntyre
  • Yöneten: Serkan Salihoğlu
  • Oyuncular: Gizem Erdem, Tuğrul Tülek, Özgehan Özturan

35 yaşın keskin virajını dönerken, hayatın denk getirdiği bir adam ve bir kadın. Edinburgh’da bir barda kesişiyor yolları.

Yağmur yağıyor.
Yağmur hiç durmayacakmış gibi yağıyor.
Yağmur hafta sonu boyunca bir kere bile durmayacak.

Helena, boşanma avukatı, şarap dolabının gümüş rengi kapağında yansımasına bakıyor.
İç ses: “Evet, her şeye rağmen hâlâ bu kadına evet derdim.”
Bu gece yalnız olmak istemiyor.

Bob, boşanmış, yasadışı işler peşinde, bedeni düğüm düğüm, her yerinden negatif enerji fışkırıyor, neşelenmek için Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ını okuyor.

Bob ve Helena şu konuda hemfikir: 35, bok gibi bir yaş!
Çünkü insan artık olayın bundan ibaret olduğunu anlıyor.

Desteden sana dağıtılan el bundan başkası değil.
Hayat bize kağıtları dağıtıyor ve görünen o ki oyunu oynamıyoruz bile, sadece kağıtları çevirip elimize bakıyoruz.

Artık sıkıcı olmaya başladı biliyorum ama Dot’un oyunlarına bayılıyorum!  Tuğrul Tülek’in direkt hastasıyım!

Yok sayılabilecek bir dekorda, evden kiliseye, ordan bara, ordan oraya giden bu ikilinin hastası olmamak mümkün değil. Zira iyi oyunlara ve iyi oyunculara büyük saygı ve sevgi besliyorum. Ve Tuğrul Tülek ve Gizem Erdem bütün bu mekanlara bizi götürüp, müthiş bir hikayeyi yaşayarak/yaşatarak anlatıyorlar.

Oyun bitiminde yüzümde hem keyiften bir gülümseme, hem de 35ime az kalmışken aklıma doluşan deli sorulardan dolayı bir endişe hali vardı. Konu itibariyle günümüz kadın-erkek ilişkilerini ve ilişki klişelerinden ayrılıp değişime açık olma durumunu sorgulayan oyun hem pembe bir romantizm, hem en umutsuz yaşlarda bile umut edebileceğiniz yeni şeyler olabileceğini, olabilecek en tatlı hikayeyle ve en tatlı şekilde anlatıyor.

Yazarın Sarı Ay oyununu da daha önce sahneleyen Dot’un, oyuncuların fiziksel performansına dayalı bu iki oyunu da mükemmele yakın çıkardığını düşünüyorum. Resmen İki Kişilik Yaz ile ilgili eleştirebileceğim tek bir nokta bile yok. Bir adam, bir kadın, aşk, müzikler, danslar… 35 yaşına umutla girmek isteyenler başta olmak üzere herkes, bu senenin en iyi oyununu kaçırmasın!

İkiKişilikYazDüğüm

On İki Öfkeli Adam ve #Cehennem

On İki Öfkeli Adam ve #Cehennem

On İki Öfkeli AdamOn İki Öfkeli Adam

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Reginald Rose
  • Yöneten: Arif Akkaya
  • Oyuncular: Ahmet Özaslan, Ali Gökmen Altuğ, Enes Mazak, Erkan Akkoyunlu, Gün Koper, Kutay Kırşehirlioğlu, Mehmet Avdan, Metin Çoban, Nihat Alpteki, Rahmi Elhan, Serdar Orçin, Yalçın Avşar

Şüphelinin suçlu olduğunun genel kabul görüldüğü jüride, bir üye bu karara karşı çıkarsa ne olur? 12 jüri üyesi üzerinden adalet kavramını sorgulayan oyun tiyatro seyircisi ile buluşuyor.

1957 yılında çekilen film ile meşhurlaşmış 12 Angry Men’in tiyatro sahnesindeki uyarlamasını beğendiğimi söyleyebilirim. Şehir ve devlet tiyatrolarında görmeye alışkın olduğumuz “teatral” tavırlar oyunculukların gerçeklik hissini aşağı çekiyor olsa da, konusu itibariyle (özellikle de sonunu bilmiyorsanız), bakış açılarını değiştirmek konusu ve adalet kavramı üzerinden merakla gelişen dava jürisini keyifle izleyebilirsiniz.

on-iki-ofkeli-adam_01

 

cehennemCehennem

  • Devlet Tiyatroları
  • Yazan: Jeniffer Haley
  • Yöneten: Metin Belgin
  • Oyuncular: Metin Belgin, Simay Tuna, Ahmet Somers, Hakan Onat, Aslı Sarınç

#cehennem, düşüncelerimizi kodlayan, yaşamı gerçeklikten koparan ve şiddet dürtüsünü tetikleyen sanal dünyanın gelecekte duygularımızı da ele geçirme boyutlarını bilimkurgu atmosferinde tartışıyor.

Yenilikçi oyunları gerçekten çok seviyor ve destekliyorum. Bir gelecekte, sanal dünyaların gerçek dünyayla karıştığı ve sanal dünyada suçların işlendiği bir zamanda, suçun “suç” olabilmesi için illa gerçek dünyada mı olması gerektiği sorgulanıyor. Pedofili ve sanal kimlik-gerçek kimlik konularını değişik bir bakış açısıyla sunan oyun, finalinde bazı sürprizler barındırıyor.

Oyunu annemle izledik. Maalesef internet-sanal dünya terimlerine çok hakim olmadığından oyunun asıl numarası olan ve açıkça söylenmeyen durumu (yazamıyorum spoiler olmasın diye!) anlamamış. Ben anlatınca ona, taşları yerine oturtabildi.

Dekoru şahsen çok sade ve uğraşılmamış bulmakla birlikte amaca hizmet eder bulmuştum. Fakat sonra oyunun dünyadaki versiyonlarındaki dekor tasarılarını görünce, bir ince kıskandım.  Ama olsundu. Böyle yenilikçi bir oyunu sahneye koymak bile bir adım, bir adım sonra dekorlar, bir adım sonra oyunculuklar derken derken gelişecek tiyatromuz. Yaşasın Polyannacılık ! Hey!

cehennem-01

cehennem-02

Uyuduğum Tiyatro Oyunları: Kısasa Kısas ve Sersem Kocanın Kurnaz Karısı

Uyuduğum Tiyatro Oyunları: Kısasa Kısas ve Sersem Kocanın Kurnaz Karısı

Tiyatro emekçilerine çok saygı duyuyorum ve iyi bir tiyatro izleyicisi olduğumu düşünüyorum. Fakat tiyatroya emek verenler kadar ben de seyirci olarak zamanımı ve paramı harcayıp, üstüne beklentilerle oyun izlemeye gidiyorum. E oyunları da beğenmeyince bir çift kelam etmeye hakkım olsun artık.

Kısasa KısasKısasa Kısas 

  • Yazan: William Shakespeare
  • Yöneten: Zişan Uğurlu
  • Oyuncular: Caner Bilginer, Cengiz Tangör, Enes Mazak, Erkan Akkoyunlu, Ertuğrul Postoğlu, Gün Koper, Hüseyin Köroğlu, İrem Arslan, Okan Karaca, Zeki Yıldırım
  • Süre: 105 dk / 2 perde

“Shakespeare tarafindan yazılan KISASA KISAS adalet, merhamet, ahlaki yetkinlik, evlilik öncesi ilişki, aşk kavramlarını sorgularken tebdil-i kıyafet sürprizleriyle dolu bir olaylar örgüsüyle, yapılan pazarlıkları, anlaşmaları ve otoriteyi dokunabileceğimiz bir yakınlığa getirip cağdaş dünya sorunlarına yeni bir gözle bakmamızı sağlar.”

Sahneyi görünce çok heyecanlandım. Üstüne broşürde Zişan Uğurlu’nun kariyerini okuyunca iyice beklentim arttı fakat ne söylediğini anlamakta zorlandığım, anaokulu temsiline çıkarcasına oyunculuklar… kimi rolünü aşırı büyüten, kimi sözleri içine yutan oyuncular…

Gözlerimi açık tutabilmek için çok zorlandım, çoğu zaman da başaramadım. Annemle gitmiştik, kadıncağız uyuyamadı da benim gibi, aşırı mutsuzdu oyun bitimi. Fakat insanlar ayakta alkışladılar. Baya şok geçirdik ve bizde mi bir problem var diye düşündük…

sersemkocaSersem Kocanın Kurnaz Karısı

  • Yazan: Haldun Taner
  • Yöneten: Nur Şubaşı
  • Oyuncular: Murat Karasu, Mehlika Balkan, Saydam Yeniay, Rüyam Dirin, Ali Fuat Çimen, Filiz Kılıç, Şamil Kafkas, Nurettin Özşuca, Ediz Akşehir, Orkun Gülşen, Ergun Akvuran, Necmettin Amaç, Ferdi Atuner,
  • Süre: 105 dk / 2 perde
 “”Öyle bir tiyatro ki buram buram biz koksun, hem de çağa uygun olsun…”
Bu sözlerle başlar serüven… Moliere’nin oyununu çalışan Tomas Fasülyeciyan ve tüluat oyunlarıyla üstadı Küçük İsmail Efendi arasında anlaşmazlıklarla sürüp gider…
Haldun Taner’in yazdığı bu oyun Türk Tiyatrosu’nun kimlik arayışını anlatan gerçek ve komedinin iç içe geçtiği “oyun içinde oyun” kurgusuyla tiyatromuzun en iyi örneklerinden biridir. “
Sevgili tiyatro oyuncusu abilerim ablalarım. Ermeni aksanı yapmaya çalışmışsınız ama dedikleriniz anlaşılmıyor. Profesyonel oyunculukla müsamere öğrencisi oyunculuğu arasında dağlar kadar fark var, sizin oyununuzda o fark hiç anlaşılmıyor. İlk yarı zor dayandık ve arada çıktık.  Güzelim oyunu harcamışsınız mı sanki?
Geçmiş Zaman Olur Ki: Huysuz ve Dövüş Gecesi

Geçmiş Zaman Olur Ki: Huysuz ve Dövüş Gecesi

dövüşgecesiDövüş Gecesi / Fight Night

  • Dot Tiyatro
  • Yazan: Alexander Devriendt & Lexander Devriendt & Fight Night Orjinal Prodüksiyon
  • Yöneten: Murat Daltaban
  • Oynayan: 1.Ekip: Ece Dizdar, Gizem Erdem, İbrahim Selim, Mert Öner, Pınar Töre, Serkan Altunorak, Tuğrul Tülek / 2.Ekip: Ezgi Bakışkan, Gizem Güçlü, Mert Öner, Mehmetcan Mincinozlu, Saim Karakale, Uğur Baran

Dövüş Gecesi, seyircinin oylarıyla yol alan ve yön değiştiren bir “demokratik sistem simülasyonu”.

Modern seçim sisteminin çetrefilli yapısını ve tuzaklarını keşfetmeye çalışan oyun, “Neye göre oy veririz?”, “bizi belli bir adaya oy vermeye iten şey nedir?”, “seçmen ve adaylar arasındaki ilişkinin derininde ne yatar?” gibi seçim sürecine dair kritik sorulara cevap arıyor.

Oyun, seçmenin “çoğunluk” ve “azınlık” fikirleriyle olan ilişkisini kurcalarken, çoğunluğun kurmaya meyilli olduğu tahakküme dair de söz söylüyor.

Hanımefendiler ve beyefendiler, Dövüş Gecesi başlıyor !

Tiyatro oyunu diye gidiyorsunuz, elinize bir oylama cihazı veriliyor. İçeri bir giriyorsunuz, karşınızda adaylar. Önce görünüşlerine göre, sonra söylemlerine göre adayları oylayıp bir başkan seçmeye çalışıyorsunuz.

Oyunu iki kere izledim. İkisinde de bambaşka şeyler yaşadı, çünkü gerçekten bulunan topluluğun seçimlerine göre oyun şekillendi. Örneğin ilk oyunda başkan seçilen Tuğrul Tülek, ikinci oyunda ilk elenen aday oldu. Ve bilin bakalım oyunun 10. dakikasından itibaren elenen adaylara ne oluyor? Salonu terk ettiler. Baya…

Seçim süreci ve seçimin demokrasisi üzerine uzun uzun düşündüren oyunun çıkışında gerçekten tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Dot oyunları her zaman insana hayatı sorgulatan oyunlar olmuştur ama Dövüş Kulübü bence içinde bulunduğumuz düzen de düşünülünce hem sorgulatan hem de acıtan oldu. Biz her oyun çıkışında en az 1 saat mekandan ayrılamayıp sohbete daldık.

huysuzHuysuz

  • Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu
  • Yazan-Yöneten: Engin Alkan
  • Oyuncular: Engin Alkan, Büşra Pekin, Deniz Uğur, Haki Biçici, Gülhan Tekin, Umut Temizaş, Esra Akbaş

“Molière’in Huysuzu” lakaplı eski tiyatro oyuncusu Armağan Özcan’ın hafızasında kalan pek çok Molière oyunundan izler taşıyan eğlenceli, aşklı, entrikalı, danslı, müzikli rengarenk bir komedi olan Huysuz’da; Özcan’ın kendisi hastalık hastası, cimri, huysuz bir ihtiyarken, huzurevinin sakinleri, başhekimi, hemşiresi, hastabakıcısı da oyunun diğer karakterlerine dönüşür.

Tedavi masraflarına para dökmekten kurtulmak için kızını ille de bir doktorla evlendirmek isteyen Harpagan, evin hastabakıcısı, hizmetçisi ve belki de her şeyi olan Anjelik’in tüm uyarılarına rağmen kararından dönmez. Oysa kızı Sümbül, kalbini çoktan yakışıklı Klean’a kaptırmıştır. Ama Klean evlenme teklif etmek için cesaretini toplayamadan, budala doktor adayı Arif ve kibirli annesi Mürşide Huzurlu, Sümbül’ü istemeye gelmişlerdir bile. Anjelik, Harpagan’ın genç ve seksi karısı Madam Biju’ya mektup taşıyan Memo’dan, Madam Biju’nun çevirdiği dolapları öğrendiğinde; Sümbül’ü bu zoraki evlilikten kurtarabileceğini düşünse de, Klean ve Sümbül arasındaki yanlış anlaşılmalar işleri iyice karıştıracaktır.”

Artık senelerdir blogumu takip edenler Engin Alkan sevgimi de biliyorlar. Kimi oyunlarını birden çok kez izlemişliğim var ve son 10 yıldır yönettiği ve oynadığı bir çok oyunu izledim.

Üzülerek belirtmeliyim ki en ortalama bulduğum Huysuz oldu. Ortalama diyorum, zira kötü bir oyun çıkardığını görmedim Alkan’ın. Fakat Huysuz’da yolunda gitmeyen, akışını engelleyen bir şeyler vardı. Öncelikle şu arada rolden çıkıp bilerek unutma, laf atma, gülmesini tutamama olayı, ki Cem Davran’da sağolsun yapar, Engin Alkan oyunlarını takip eden bizler için bi tık sıkmaya başladı. (Son olarak izlediğim Şekerpare oyununda dozunu azaltmıştı). Sonrasında, diyalogların uzunluğu oyunun da uzunluğuyla birleşince izlemek oldukça zorladı.

Fakat bu olumsuzluklara rağmen dozunda komedi, iyi oyunculuklar ve keyifli bir hikaye olduğundan izlenesi bir oyundu.

Soytarılar Lear’ın Hikayesini Anlatırsa

Soytarılar Lear’ın Hikayesini Anlatırsa

  • Yazan: W. Shakespearesoytarımlear
  • Uyarlayan – Yöneten: Yiğit Sertdemir
  • Sahne, Kostüm, Maske, Kukla, Makyaj Tasarımı: Candan Seda Balaban
  • Müzik: Tuluğ Tırpan
  • Işık Tasarımı: Yüksel Aymaz
  • Ses Tasarımı: Meriç Şeker, Aras Tüysüz, Okan Yalabık
  • Oyuncular: Tomris İncer, Berkay Ateş, Demet Evgar, Okan Yalabık, Sezin Akbaşoğulları, Umut Kurt, Yiğit Sertdemir
  • Akordeon: Hakan Ali Toker
  • Kontrbas: Aydın Balpınar, Çiğdem Tachouli

” Bu güçlü ve şimdiye dek belki de binlerce kez sahnelenmiş oyun, bir tragedya. Ancak biz yolculuğumuza, Lear’ın ve çevresindekilerin hikâyesini; Lear’a en yakın kişi olan, bütün gerçekleri ve fikrini hiç çekinmeden dillendirebilen, fakat her nasılsa oyunun bir yerinde kaybolan ve bir daha adı bile geçmeyen, Soytarı’nın gözünden başladık. Oyunun o bilinmedik anında kaybolan Soytarı, yanına aldığı bu hikâyeyi, başka soytarılarla yeniden anlatmayı seçse; Lear’ın yaşadıklarını, hem de kendi gözünden paylaşmayı tercih etse, ortaya ne çıkardı. Bu nedenle oyunu grotesk dille yeniden yaratmak ve seyirciyle ‘soytarıca’ bir Lear hikayesini paylaşmak istedik. Groteskin o acıtıcı gerçekliğiyle baş başa kalmak! Jan Kott, Çağdaşımız Shakespeare adlı kitabında şöyle der: ‘Tragedya rahiplerin, grotesk soytarıların tiyatrosudur.’ Belki de yapmaya çalıştığımızı en iyi özetleyen sözleri de buradan yola çıkarak dillendirebiliriz: ‘Biz, Kral Lear’ı rahiplerden çalıp, soytarılara teslim ettik! “

Yiğit Sertdemir ile tanışmam pek keyifli değildi. Benim yalnızca ilk yarısına dayanabildiğim fakat o senenin önemli ödüllerine aday gösterilen “Leonce ile Lena” oyununda yönetmen ve oyuncuydu. Sonrasında hiç bir oyununu izlemedim.

soytarımlear2İKSV geçtiğimiz seneki 19.Uluslararası Tiyatro Festivali’nde 450. doğum yılı sebebiyle Shakespeare oyunlarına yer vermişti. Festival için Sertdemir’den de oyun istenmiş ve ortaya Altıdan Sonra Tiyatro ve Pangar Tiyatro ortak yapımı “Soytarım Lear” çıkmış. Meşhur “Kral Lear” tragedyasını soytarılara anlattırıp çok daha grotesk ve karanlık bir hale getirirken, aynı zamanda soytarıların hareketli ve çılgın enerjisini sahneye taşımak istemiş. Yiğit Sertdemir ile ikinci karşılaşmam işte bu oyun ile oldu.

Hiç kimsenin gerçekçi davranmadığı sarayda tüm doğruları dile getiren, tiyatro literatürünün en ünlü soytarısından yola çıkarak hikayeyi soytarılara anlattırmak oldukça zekice bir fikir. Şenlikli soytarıların giriş sahnesinde postere yaptıkları sprey çizimin sonrasında kızlar tarafından posterin (ülkenin) aç kurtlar gibi bölüşülmesi son dönemde izlediğim en etkileyici açılışlardan. Fakat böylesine iyi bir açılışa rağmen bu mükemmel fikrin ve castın çok daha iyi yorumlanabileceğini düşünüp durdum oyunun devamında.

soytarımlear3

Çoğu kişinin pek beğendiği sahne tasarımını yetersiz, kostümleri ise gereksiz bulduğumu öncelikle belirtmek isterim. Çok beğendiğim maskeler haricinde kostümlerin göz yormaktan başka bir amaca hizmet etmediğini düşünüyorum. Keşke bu denli alternatif bir yoruma yakışacak, daha sade ama etkili kostümler olsaydı ve maskeler çok daha ön planda kalsaydı. Zira yenilikçi fikirlere bu denli uyum sağlayan bir ekibin çok daha sade kıyafetler ile çok daha yoğun ve yüksek performanslar sergileyebileceğini düşünüyorum. Her ne kadar grotesk ve şatafatlı bir iş yaratılmaya çalışsa da bazen “less is more (az çoktur) ” istenileni daha iyi verebilir ve soytarılık kıyafetlerle değil oyunculuklarla canlandırılabilirdi.

soytarımlear4Ayrıca kısa ve vurucu bir anlatım yerine uzun tutulan metini çok yorucu buldum. Yaklaşık 3 saat süren oyun keşke daha kısa tutulan iki perde olarak tasarlansaydı da, bu denli anlamsız ve zorlama görünen soytarı hallerine ve kostümlerine gerek kalmasaydı. Oldukça dokunaklı olması planlanan finalin duygusunu bir miktar kaybetmesi ve soytarılıkların zaman zaman sıkıcı hale gelmesi bu uzun tutulan süreyle doğru orantılıydı.

Son olarak soytarının krala dönüştüğü değil de kralın soytarıya dönüştüğü bir versiyonun çok daha etkileyici olduğunu düşündüğümü ekleyerek;  oyuncuların tercih edilen bu versiyonda ellerinden gelenin en iyisini yaptığını, müziklerin sanki bir diğer oyuncuymuşcasına uyumlu eşlik ettiğini ve  ışık düzeninin de oldukça başarılı olduğunu hakkıya hakkını teslim etmek adına belirtmeliyim. Tüm eleştirilerime rağmen yine de izlemesi keyifli bir iş çıkardıklarını belirtip, tiyatroda parlak fikirleri merak edenlerin umut vaad eden bu oyunu izlemesini tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

  • Kimsenin_ölmediği_bir_günün_ertesiydi_afişKumbaracı 50
  • Yazan: Ebru Nihan Celkan
  • Yöneten ve Oynayan: Sumru Yavrucuk

Bugün’ün dünden farksız olduğu bir coğrafyada, varoluşunun tehdit olarak algılandığı bir kadının tek kişilik gösterisine hoşgeldiniz! Hep büyük bir hayatın figüranı olan Umut, bu kez anılarını paylaşmak için sahnededir. Aile bağları, “madilik” , hayal kırıklıkları, çocukluk düşleri, muhatabını bulamadığından insanın dilini ekşiten her şey!

Asker bir babanın erkek vücudunda doğan kadın ruhlu çocuğu Umut. Ailesi ve toplum tarafından dışlanan, seks işçiliği dışında bir şey yapamayan, dövülmesi normal, öldürülmesi daha da normal olanlardan trans Umut’un hayatından ve çocukluğundan kesitleri izliyoruz. Bildik hikaye ve bildik olaylar olmasına rağmen Sumru Yavrucuk’un oyunculukta son nokta olduğuna inandığım başarısı sayesinde, oyun bambaşka bir noktaya gidiyor. Oyun artık oyun olmaktan çıkıyor ve bir çoğumuzun belki uzaktan şahit olduğu, belki sadece duyduğu bu hayatlardan biri olan Umut’un hayatı, birinci ağızdan öğrendiğimiz bir trajediye dönüşüyor.

kimsenin_olmedigi“Bugün kimse ölmedi, çok mutluyum”, “En son Umut ölür!”…

Sumru Yavrucuk, 1 saat içinde bizi Umut ile tanıştırıyor, Umut’un aklına ve bedenine sokuyor, acısını ta en içimize işliyor ve ayakta alkış üstüne alkış alıyor. Beni de en çok yukarıdaki iki cümle yaralıyor.

Bir hayli zamandır sahnede olan oyun, bu sene de seyircisiyle buluşacak. Kaçırmayın, mutlaka izleyin ve Sumru Yavrucuk’u dakikalarca ayakta alkışlamaya hazır olun.

İyi seyirler,

Kısa Kısa #10 – Kabare, Kapıların Dışında, Michalengelo, İsim Şehir Hayvan ve Alevli Günler

Kısa Kısa #10 – Kabare, Kapıların Dışında, Michalengelo, İsim Şehir Hayvan ve Alevli Günler

Bu oyunları izleyip yazılarını yazalı çok oldu ama paylaşmak bugüne kısmetmiş:

Kabare / Şehir Tiyatroları

  • 2013_Kabare_AfişYazan : Joe Masteroff
  • Yöneten : Yücel Erten
  • Koreografi: Selçuk Borak
  • Müzik: John Kander
  • Süre: 2 Saat 40 Dakika / 2 Perde
  • Oyuncular : Ayşem Yağmur Ulusoy, Berk Samur, Can Başak, Ceren Hacımuratoğlu, Deniz Evrenol, Doğan Şirin, Eraslan Sağlam, Ergün Üğlü, Hakan Arlı, Mehmet Soner Dinç, Mert Turak, Nurdan Kalınağa, Özge Borak, Özge Midilli, Pelin Budak, Pınar Aygün, Selma Kutluğ, Yılmaz Arda Alpkıray

“Bir kabare aktristi ile Amerikalı bir yazarın kısa ömürlü aşkı ve onları kuşatan büyük toplumsal kaos. 1931 yılı, Berlin Bir yanda faşizmin tırmanışıyla süre giden huzursuzluk ve açlık; diğer yanda yalnızca eğlence ve para peşinde küçük burjuvaların kendi kabuklarındaki umursamaz yaşam. Kült müzikaller sınıfında yer alan Kabare,1972’de beyaz perdeye aktarıldığında 8 Oscar kazanmış ve “Tüm Zamanların En İyi Yüz Filmi” listesine girmiştir.”

Bu oyundan bahsedeceksem öncelikle Mert Turak’tan bahsetmeliyim. Daha önce yine Şehir Tiyatrolarının Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz ve Romeo ve Juliet oyunların izlediğim oyuncu, bu iki oyunda olduğu gibi yine başroldeydi ve yine oyunu sırtladı. O kadar yüksek bir enerjisi var ki, sahnede görüldüğü her an dikkatleri üzerine çekmesini biliyor.

Dünyanın  en ünlü müzikallerinden birini oynayan Şehir Tiyatrolarının bu oyununa bir hayli konsantre gitmiştim fakat şu yazımda belirttiğim üzere arkamda oturan kadın yüzünden dikkatim darmadağın oldu.

Ümraniye sahnesi de berbat ses düzeniyle (su ara yenileniyor/ ya da yenilendi sanırım) bu dağınıklığıma eklendi .Zira ses o kadar çok dağılıyordu ki, ne söylendiğini hiç anlamadık. Çoğu diyalog ve şarkı sözlerinin tamamı gürültüden ibaretti.

Bu kadar çok dikkat dağıtıcı olmasına rağmen, oyunun prodüksiyonunu fena bulmadım. İzleyeceklere iyi seyirler dilerim;

Kapıların Dışında / Yolcu Tiyatro

  • kapıların dışındaYolcu Tiyatro
  • Yazan: Wolfgang Borchert
  • Çeviren: Behçet Necatigil
  • Yöneten: Ersin Umut Güler
  • Oyuncular: Cenk Dost Verdi, Müzeyyen Durgun, Yasemin Ertorun, Ersin Umut Güler

“Yolcu Tiyatro seyircisi ile buluşacağı ilk oyun için, tiyatro tarihinin en güçlü savaş karşıtı oyunlarından biri olan, ?Kapıların Dışında? oyununu, dijital 3D mapping teknolojisini kullanarak sahneliyor.

Animasyonlarla gerçek oyuncuların iç içe geçtiği oyunda, dijital teknoloji bir fon olarak değil, oyunun bir parçası olarak kullanılıyor. Oyuncuların, animasyonlar ile interaktif olarak sürekli iletişim halinde oldukları oyun, seyirciler için bugüne kadar tiyatro sahnesinde yaşamadıkları farklı bir deneyim oluşturacaktır.

Savaşın birey üzerindeki yıkıcı etkisinin anlatıldığı ?Kapıların Dışında? oyununda, ruhsal ve fiziksel yaralarla savaştan yurduna dönen bir askerin, döndüğünde hiçbir şeyi eskisi gibi bulamamasının hikayesi anlatılıyor.”

Prömiyeri’nde izlediğim ve üzerinden çoook uzun zaman geçen oyunda; oyuncuların video/animasyon görüntüleri ile gerçek oyunlarını iç içe geçirmişlerdi. Açıkçası oyun tanıtımında bu özelliğini o kadar çok ön plana çıkarmışlardı ki, beklentim bir hayli yüksekti. Fakat pek beklediğim gibi olmadığını söyleyebilirim.

Yine de bu kadar genç bir ekibin, böyle cesur denemeler yapmasını takdir ediyorum ve takip etmeye devam edeceğim.

Michelangelo / Devlet Tiyatroları

  • michalengeloDevlet Tiyatroları
  • Yazan: Irmak Bahçeçi
  • Yöneten: Saydam Yeniay
  • Oyuncular: Atilla Şendil, Mahmut Gökgöz, Cemal Ünlü, Ozan Uçar, Tevfik Tarhal, Kemal Topal, Nurettin Özşuca, Çetin Demir, Onur Serimer, İpek Gülbir, Duygu Yürükçe, Arda Baykal, Utku Çorbacı, Merve İleri, Merve Bağdatlı, Gökay Müftüoğlu, Yiğit Kartal, Çetin Demir, Samet Silme

“Rönesans’ın önemli sanatçılarından biri olan Michelangelo Buanorotti’nin, Roma’daki Sistine Şapeli’ni resimlerken yaşadığı son birkaç hafta… Heykeltraş, ressam, mimar Michelangelo sanatın iktidarla yaşadığı çatışmaları, dehasının sonucu gelen kaçınılmaz yalnızlığı ve güvensizlikleriyle, yüzyıllar boyunca insanlık tarihinin en büyük hazinelerinden biri olarak anılacak olan büyük eserini tamamlamaya çalışır.”

michelangeloDevlet Tiyatrolarının bol ödüllü oyununu konuşmaya dekorundan başlamak gerekir. Sistine Şapali’nin resimlendiği zamanı anlatan oyundaki dekor kilisedeki iskeleleri ve oyunun sonunda büyük bir ihtişamla süpriz yapan detayları içeriyor.

Kalabalık kadronun bu gösterişli dekoru kullanımı ışıklarla da birleşince gerçeken çok etkileyiciydi. Fakat Devlet Tiyatrosu oyuncularının klasik oyun anlayışı, bu kadar çok modern tiyatroyla haşır neşir olan benim gibi bir çok izleyiciye abartılı ve gerçeklik duygusundan uzak geliyor.

Keşke bu güzel dekorun  hakkını vererek biraz daha modern yorumlayabilselermiş… Ama yine de izlenmeye değer olduğunu düşünüyorum. En azından Michelangeloyu biraz daha yakından tanımak için… İyi seyirler.

İsim Şehir Hayvan

  • Tiyatro İstanbul
  • Yöneten : Metin Serezli
  • Yazan : Yılmaz Özdil 
  • Oynayanlar   : Nusret Çetinel, Sabri Özmener, Hülya Gülşen, Bilal Çatalçekiç, Burcu Kazbek, Taner Ergör, Banu Çiçek, Yeliz Şatıroğlu, Levent Çimen, Aybar Taştekin, Serdar Aslan, Alev Azyok, Zafer Aslan, Anıl Yülek

Yılmaz Özdil’in köşe yazılarından hazırlanan “skeç”lerden oluşan oyunumsu çalışma. Uzun yıllardır izlediğim en kötü işlerden biri. Ne oyunculuklar, ne rahmetli Metin Serezli’nin yönetimi, ne “hala bu işi neden yaptığını anlamadığım” Barış Dinçel’in sahne tasarımı… Hiç birinin elle tutulur bir yanı yoktu. Yılmaz Özdil’in yazılarını merak ediyorsanız, yazılarını okuyun! Hiiiç oyuna gitmeye zahmet etmeyin…

alevli_gunlerAlevli Günler

  • İstanbul Halk Tiyatrosu
  • Yazan: Irmak Bahçeci
  • Yöneten : Yıldıray Şahinler
  • Oyuncular: Cem Davran, Erkan Can, Yıldıray Şahinler, Bahtiyar Engin, Selin Yeninci

“Çocukluğundan beri ayrılmamış üç arkadaş, biri mahallenin kasabı, biri muhasebeci, biri de Türk kültürü profesörü olmuş üç kafadar… İçlerinden biri kanser olunca, inançları gereği öldükten sonra yakılmak ister ve farklı olana yaşam hakkı vermeyen düzenle karşı karşıya gelirler. Başvurdukları her yerde başka komediler yaşar, her türden anlaşmazlık ve anlayışsızlıklarla karşılaşır, bize çağdaş bir ?Yaşar-yaşamaz? hikayesi sunarlar. “

Göndermeleri, esprileri ve oyunculukları çok iyi olan oyunun iki büyük kusuru olduğunu düşünüyorum. Birincisi 2,5 saate varan süresi. Komedi unsurları içeriyor olsa da 2,5 saat boyunca konsantre olmak çok zor oluyor. Ayrıca uzatılan ve sıkan bir kaç sahnenin çok rahat kısaltılabileceğini düşünüyorum. İkincisi ise artık benim görmekten bıktığım, fakat dekor tasarımcısı kıtlığı varmışçasına tüm tiyatroların çalıştığı Barış Dinçel tasarımı olduğu her halinden belli ahşaplı saçma kalabalıklı dekor!

Bu iki unsur dışında en azından usta oyuncuları izlemek için seyredilebilir. İyi seyirler,

Kısa Kısa #1 – Dot’tan Makas Oyunları 1, Altın Ejderha ve Yüksek

Kısa Kısa #1 – Dot’tan Makas Oyunları 1, Altın Ejderha ve Yüksek

MimarcaSanat’ta artık yeni bir yazı dizisi var. Her gittiğim etkinlikle ilgili minik de olsa notlar alıyorum, fakat hepsini ayrı birer yazıya dönüştürmeye zamanım olmuyor. Ayrıca bazı etkinliklerle ilgili söyleyecek sözüm kısa oluyor. Hal böyle olunca bu tip konularda “Kısa Kısa” başlığı altında yazılar yazmaya karar verdim. Söz konusu yazılar birden fazla eseri, etkinliği ve/ya sanatçıyı içeriyor olabilir, dikkat!

Uyarımı yaptıktan sonra ilk yazının ilk konusuna geleyim: Dot Tiyatro’nun izlediğim son üç oyunu. Artık bildiğiniz üzere Karatavuk ile başlayan Dot maceram hız kesmeden devam ediyor. O oyundan bu yana hemen her oyunlarını izledim. Aşağıda bahsedeceğim üç oyunu da muhtelif zamanlarda izledim ve sonrasında yazılarımı yazmıştım fakat derleyip yayınlamak bugüne kısmetmiş.

Makas Oyunları

makas oyunları

  • Şişman Adam / The Fat Man – Yazan: Anders Lustgarten  – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncu: İbrahim Selim
  • Bazı Şeyler Çok Saçma / Things That Make No Sense – Yazan: Dennis Kelly – Yöneten: Tuğrul Tülek – Oyuncular: Deniz Türkali, Pınar Töre, Enis Arıkan
  • Pankart / A Bigger Banner – Yazan: Mark Ravenhill – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncular: Elvin Aydoğdu / Ezgi Bakışkan, Su Olgaç, Tuğçe Altuğ, Can Şıkyıldız
  • Hassas / Fragile – Yazan: David Greig – Yönetmen: Murat Daltaban – Oyuncular: Tuğrul Tülek

Dot’un bu sezon başladığı kısa oyunları içeren bir seri oyunun adı. 2011’de Britanya’da başlayan “Theatre Uncut” adlı kısa oyun yazma ve okuma projesinde yer alan güncel ve politik oyunları alıp, bütün sezon boyunca sıra sıra sergileyecekler. Seçkin oyun yazarları tarafından yazılan bu kısa oyunlardan Şişman Adam, Bazı Şeyler Çok Saçma, Pankar ve Hassas adlı dört tanesini içeren Makas Oyunları 1’in sanat yönetimi, Dot’un kurucularından Murat Daltaban’a ait.

15’er dakikadan oluşan oyunlardan ilki Şişman Adam (The Fat Man), pek sevdiğim Oyuncu İbrahim Selim tarafından sahnelendi. Kapitalizmi simgeleyen şişman adamın ne olduğunu, nasıl yaşadığını ve ona karşı neler yapmamız gerektiğini anlatan oyun, açılışı yaptı. Peşinden Deniz Türkali, Pınar Töre ve Enis Arıkan’ın yer aldığı, suç işlediğine dair bir kanıt olmadığı halde suçlanan bir kadını anlatan Bazı Şeyler Çok Saçma (Things That Make No Sense) geldi. Üçüncü oyun, Pankart ( A Bigger Banner), Serkan Salihoğlu yönetimindeki genç oyuncularla, 50lerdeki bir öğrenci hareketi ile günümüzü bağdaştırarak “devrim hayali” üzerine yoğunlaştı.

Bu üç oyunda da metinlerin yetersiz olduğunu düşünüyorum zira başlık olarak kapitalizm, suçsuz suçlular ve devrim hayali konuları verilse, herkesin benzer tekstleri yazabileceğini düşünüyorum. Hep konuşulan klişe cümleler ve derinliği olmayan kara mizah Dot’un bu zamana kadar sahneledikleri ile uzaktan yakından alakalı değildi. Dot oyunlarının sonunda, kafamda deli sorularla salondan ayrılmaya alışık olduğumdan, bu oyunlar bana pek yavan geldi. Ve metinlerde duyduğum bu sıkıntı, daha önce bayıla bayıla izlediğim oyuncuları da tutuklaştırmış gibi hissettim.

makas oyunları2Dördüncü oyun ise, diğerlerine göre daha üstündü. Tuğrul Tülek’in hayat verdiği bir karakterle, genellemeden nispeten daha uzak durarak, özel bir durumu ve karakteri anlatıp empati kurmamızı sağlayan Hassas (Fragile) çok daha ilgi çekiciydi. Bütçe kesintileri nedeniyle kapanan bir kliniğin hastası olan Jack’in terapistinin evine gitmesini ve dünya düzeninde insana verilen değeri sorgulamasını anlatan oyunu baştan sona mükemmel götüren Tülek, bir bölümü seyircilere oynatarak, katılımımızı da sağladı. Doktor karakterinin konuşmalarına, hep bir ağızdan biz seyirciler can verdik. Değişik bir deneyimdi, yalnız replikleri takip edeceğim diye oyuna konsantrasyonum bozuldu ne yalan söyleyeyim.

Son oyun dışındaki oyunları pek beğenmediğim Makas Oyunları 1’in sahne tasarımı ise hoştu. Farklı yüksekliklerde ve renklerdeki platformların hem görseli güzeldi, hem de oyuncular çok verimli bir şekilde kullandıklarından işlevseldi. Ayrıca yine müzik kullanımı ve ışık düzeni başarılıydı. Artık Dot’tan beklentilerim, özellikle geçen seneki Sarı Ay (Yellow Moon)‘dan sonra, çok çok yükseldi. O nedenle başarılardan kısa, beklentilerimi karşılamayan şeylerden ise uzun bahseder oldum sanırım. Fakat görüldüğü üzere her zaman oyunlarından çok etkilendiğim Dot’ta bu sefer Hassas oyunu dışında herhangi bir etki alamadım. Bu yüzden de ikincisine gidip gitmemekte kararsızım.

Altın Ejderha / Der Goldene Drache 

altınejderha

  • Yazan: Roland Schimmelpfenning
  • Yöneten: Serkan Salihoğlu
  • Oyuncular: Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan, Saim Karakale

“Oyun bir apartmanın en alt katındaki Altın Ejderha, Çin-Thai-Vietnam lokantasında geçer? Mutfakta Uzak Doğulu aşçılar durmadan yemek pişirirler. Aralarındaki en genç çocuk orada kaçak olarak çalışmaktadır? Çocuğun diş ağrısıyla başlayan oyunda apartmanın farklı katlarında yaşayan ve tamamen farklı hayatlara sahip olan tüm komşuları tanırız? Balkondaki yaşlı adam ve torunu, Çatı katında oturan genç çift, Bir kat aşağıda; bir kadın ve erkek arkadaşı Altın Ejderha?nın yanındaki bakkal? Herkes hayatından farklı bir şey bekler, herkes başka biri olmak ister, herkes Altın Ejderha?da yemek yemeye devam eder?”

Dot Tiyatro’nun ülkemiz tiyatro tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunun şu anda farkında mıyız? Tam emin değilim. Zira Türkiye’de yapılmayanı yapma, henüz görmediğimiz, bilmediğimiz metinleri ve tarzları bulup, kötü bir kopya değil daha da iyi ve modern bir şekle sokma konusunda her geçen zaman kendini daha da geliştiriyor.

Roland Schimmelpfenning’in yazdığı, Serkan Salihoğlu’nun yönettiği Altın Ejderha, bir apartmanın en alt katındaki Çin-Thai-Vietnam lokantasının adı. Ve oyun, o lokantada kesişen hayatları kapitalist düzen ve  kaçak işçi konularının eleştirileriyle birlikte seyirciye anlatıyor.

Oynayan beş oyuncunun maksimum performans gösterdiği tek perdelik oyun, takip edilmesi zor bir hızla aktı. Fakat sürekli karakter değiştiren oyuncular, öyle güzel altından kalktılar ki bu işin, bazen hızdan yorucu olsa da derin konuları keyifli bir seyirlik haline getirdiler.

Bu sezon tekrar oynarlar mı bilmiyorum ama şansınız olursa kaçırmayın derim.

Yüksek / Overspill 

  • yüksek2Yazan:Ali Taylor
  • Yöneten: Tuğrul Tülek
  • Oyuncular: Mehmetcan Mincinozlu, Onur Öztay, Aykut Akdere

 “Baron, Pıt, Çakı. Üç çocukluk arkadaşı. Aynı okula gitmiş, aynı mahallede büyümüşler,  aynı takımı tutuyor,  aynı müzikleri dinliyor, adeta tek vücut olmuş gibi yaşıyorlar. Her Cuma gecesi birlikte dışarı çıkıp, o mekandan bu mekana geçer, kalabalığa karışır, içer, eğlenir, sarhoş olurlar?

O gece, ?hikayeleri? yine her zamanki gibi devam ederken, şehirde patlamalar başlar. Üç ?Panpa??nın gittikleri ve hatta içinde bulundukları mekanlar teker teker  yok olur.  Şehirde paranoya artmaktadır? Baron, Pıt ve Çakı suçlunun peşine düşer, istedikleri tek şey onu yakalamak ve hikayelerini eski haline döndürmektir. Kahramanlarımız ?hikayeyi? değiştirmeye çalıştıkça geri dönüşü olmayan bir yola girer? ?Hikaye? gittikçe büyür, ağırlaşır ve derin bir karanlığa doğru gider.”

Tuğrul Tülek elini attığı her işte bir farklılık yaratıyor ve başarısını hep bir üst kademeye taşımayı başarıyor. Yüksek’de bu başarılarından biri.

Yine bildiğimiz anlamda, tefrişli-dekorlu sahne düzenlemesi yok. Çok başarılı ışıklar ve müzikler dışında koca bir alan ve 3 oyuncu. Fakat metin o kadar iyi yazılmış ve düzenlenmiş ki, oyuncuların anlatımıyla tüm seyirciler Taksim’de hissettik kendimizi. Tülek’in cümleleriyle; “Oyun, her birimizin kendi hikayesi olduğunu fakat bizim dışımızda akan hayat içinde ne yazık ki kendimizi istediğimiz gibi yaşayamadığımızı ve anlatamadığımızı irdeliyor. “du ve bunu hepimizin bildiği sokaklar ve mekanları kullanarak yaparak, hikayenin “gerçek” hissiyatını içimize işliyordu.

İzleyeli bir hayli zaman geçti ama düşünüyorum da oyunda olmamış diyebileceğim hiçbir şey yoktu. Oyunculuklar, metin, koreografi, ışık, reji…

Tuğrul Tülek’in yeni işlerini merakla bekliyor ve takip ediyorum.

Berkun Oya’dan Babamın Cesetleri

Berkun Oya’dan Babamın Cesetleri

  • Tiyatro Krek
  • Yazan ve Yöneten: Berkun Oya
  • Oynayanlar: Defne Kayalar, Kaan Taşaner, Öner Erkan, Özge Özel, Şerif Erol, Ulaş Tuna Astepe, Yurdaer Okur

Yaklaştı, yüzlerimiz arasında yirmi santim yok. Nefesi burnumda ve şeytan konuştu. Just watch my friend? Just watch. Kıpırdamadan baktım şeytana, my friend dediği için alçak bir umut doğdu içime. Şeytanın arkadaşıyım ve hayatta kalacağım.

httpv://www.youtube.com/watch?v=fOcD1YQkwHs

Berkun Oya çok acayip bir adam. İşlerini yakından takip ederim ve hep çok saygı duyarım. Babamın Cesetleri’ni izlemeden önce sahneye koyuşu açısından bir farklılık bekliyordum. Hani tüm tiyatrolar klasikten vazgeçip fiziksel ve yüzüne tiyatro örneklerini sergilemeye başladı ya, o anlamda bir değişiklik beklemiştim. Fakat iyi ki böyle bir deneme yapılmamış, zira mükemmel bir metin, inanılmaz oyunculuklar ile son zamanlarda izlediğim en iyi tiyatro oyunlarından birini ortaya koymuşlar.

Bir kere baba ve oğulların ve tüm ailenin içinde yaşanan o olaylara tanıklık etmek, sıkılmadan, hatta nefes almadan izlemenizi sağlıyor. İki perde olan oyunda, neden ara verildi diye üzüldüm o derece.

Bu kadar derin aile mevzuları işlenirken Öner Erkan ve  Kaan Taşaner inanılmaz oyunculuk performansları sergiliyorlar. Gerçi yine sevgili seyirciler, oyunun dram olduğunun farkında değilmişcesine, şu anda komedi dizisinde oynadığından mıdır nedir Öner Erkan ağlarken bile gülmeyi başardılar ya … Neyse…

Birçoklarının sıkıcı bulduğu, babanın hikaye anlattığı yaklaşık 15 dakika süren sahne beni büyüledi. Kitap okur gibi anlattı Şerif Erol ve seyircinin hayal gücüne bırakıldı. Bayıldım, bayıldım!

Dekor olarak bir hastane odası vardı. Abartısı, gereksiz hiç bir detayı yoktu sahnenin. Olması gerektiği gibi. Kapı açıldığında koridordan gelen “hastane sesi” mükemmel bir detaydı, ilk saniyeden itibaren oyunun içinde olmamıza katkı sağladı.

Bıraksam kendimi, sabaha kadar övebilirim. Ama özellikle Öner Erkan’ın o yükselen oyunculuğu, ağlama sahnesinde ben hüngür şakır ağladım, ve finali ile unutamayacağım bir oyun oldu.  Gerçekten uzun zamandır izlediğim en iyi dram tiyatro oyunuydu.

Mutlaka seyredin.

Not: Gidiş gelişler sorun olur sanıyor insan. Malum Santral İstanbul biraz uzak. Fakat biz Kabataş sahilden direk servise bindik, tiyatronun kapısında indik. Sitelerinde detaylı bilgi var, yoldan korkmayın, gidin!

Çehov’un Vişne Bahçesi Sahnede

Çehov’un Vişne Bahçesi Sahnede

  • VişneBahçesi_AfişİBB Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Anton Çehov
  • Yönetmen: Engin Alkan
  • Süre: 2 sa 15 dk
  • Oyuncular: Aslı Nimet Altaylar, Başak Erzi, Berna Adıgüzel, Cemal Ahhan Şener, Çağlar Polat, Destan Batmaz, Emre Şen, Engin Alkan,Erhan Abir, H.Samet Hafızoğlu, Hümay Güldağ, Hüseyın Tuncel, Işıl Zeynep Tangör, Murat Üzen, Selin Türkmen, Zafer Kırşan, Zeynep Ceren Gedikali

“Aristokrat bir ailenin son fertleri tüm servetlerini tüketmişlerdir. Ellerinde kalan son şey olan vişne bahçesiyle çevrili çiftlikleri ise borçlarından ötürü satılmak üzeredir. Üretmeye ve çalışmaya alışık olmayan bu insanlar; kapılarını sıkıca kapadıkları evlerinde, servetlerinin son kırıntılarını tüketirken, dışarıda yaşanan büyük değişim, sadece o ünlü vişne bahçelerini değil, eskiden olduğu gibi sürdürebileceklerini sandıkları yaşamlarını da tehdit etmektedir. Çehov, “değişim” denilen süreci sorgularken, 19. yüzyıl sonu Rus aristokrasisinin çözülüşüne ve çöküşüne tanıklığa çağırıyor.”

Şimdiye kadar 10’a yakın oyununu izleme şansı bulduğum ve yeni oyunlarını heyecanla bekleyip, koşa koşa gidip izlediğim Engin Alkan, bana göre Türk Tiyatrosu’nun en önemli yönetmenlerinden. Vişne Bahçesi bu sezon boyunca izlemek istedim, biraz geç oldu ama sonunda bu nefis oyunla buluştum.

Oyuna geçmeden büyük alkış hakeden Cem Yılmazer ve Duygu Türkekol’u yazmalıyım önce. Dekor ve ışık gerçekten çok çok güzeldi. Oyuna bu kadar iyi katkı  yapan dekoru uzun zamandır görmemiştim. Renkler, sahne giriş çıkışları, o mükemmel dal parçalarından heykel ve onunla yakalanan gölgeler ile sahnenin gerçekten bir vişne bahçesine dönüşmesi… Sonra ailenin o bahçeye hapsolduğunu anlatan o koca ahşap duvarlar, hep yenilen içilen harcanan tüketileni anlatan o koca masa… Hepsi çok çok iyiydi. Dekorla ilgili tek yapabileceğim eleştiri masanın yerini biraz uzak bulmuş olmam olabilir. Masanın önünü de kullandılar oyuncular ama biraz daha yakın olabilirdi sanki. (bir de hem miyopum hem astigmatım var, ondan uzak gelmiş olabilir :))

Ayrıca dekorla birlikte kostümler de çok başarılıydı. Oyunun içine girmemize çok büyük etkenlerdi. Değişimin olduğu Rusya’ya ayak uyduramamış aristokratlar pudralı yüzleri ve dönem kostümleri ile sahneye çıkarken, mücadeleci çağdaşlar günümüz kıyaferleriyle sahnedelerdi. (Hatta oyun içinde taraf değiştirenler bile oldu…)

vişne bahçesi

akbahaber.com

vişne bahçesi

oznurdogan.com

Oyuna gelecek olursak, Çehov’un eserini çok uzun yıllar evvel okumuştum. Hatırımda kalan, oldukça ağır bir hikayeye sahip oluşuydu. Engin Alkan’ın rejisi bu ağırlığı olabildiğince yumuşatıp, bazı uzatılan sahneler akışı yavaşlatsa da,  metnin mesajlarını yok etmeden daha rahat seyredebilecek bir hale getirmişler.

Oyunculukları da beğendim. Karikatürize karakterler gayet kararında tutularak, oyunun dengesini çok iyi sağlamıştı. Bunu özellikle tebrik etmek isterim çünkü bu tip oyunlara katılmaya çalışan komedi unsuru çoğunlukla oyundan kopmamıza neden olacak kadar abartılıyor. Bu oyunda denge çok iyiydi. Oyunculuklar deyince Engin Alkan özellikle oyunun sonlarına doğru yükselen performansıyla müthişti. O mükemmel tiradı gerçekten tüylerimi diken diken etti.

Oyunun keyfi damağımda, verdiği mesajları ve alt metni uzun uzun yazamayacağım. Özetle, biraz uzun olması ve zaman zaman akışındaki sıkıntılar haricinde çok keyifliydi. Mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Bahçe

Sınıfların yeniden belirlendiği, sermayenin, elitlerden yeni zenginlere el değiştirdiği, para kazanma hırsının alevlendiği, değer yargılarının değiştiği, eski ile yeninin, geçmiş ile şimdinin yaman çelişkisiyle bezeli bir Bahçe’ yi hikaye edeceğiz birazdan.

Bu bahçede geleneğin ve statükonun var ettiği seçkin insanlar yoksullaşmayı ve belki de yok oluşa  katlanmayı göze alsalar bile kemikleşmiş ezberlerinden ödün vermeye yanaşmazlar. Zamanın dayattığı yenilenmeye ayak uydurmayı reddederler. Varlıklarını sürdürebilmenin çözümü kendilerinde olmasına karşın, hiç bir eylemde bulunmazlar. Durmaksızın konuşurlar ama kimsenin birbirini dinlemediği gülünç bir o kadar da acıklı cümleler sarf ederler. Bu bahçede adeta hiç bir cümle tamamlanamaz. 

Seçkinlerimiz, eski güçlerini ve görkemlerini arzularlar fakat varlıklarını borçlu oldukları değerlerin giderek anlamsızlaşmasını görmezden gelme refleksiyle bir çeşit körlüğe sığınırlar. Bu körlük sürekli bir nostalji hissiyle şimdinin boşluğundan beslenir.

Peki, eski olanın çöküşünden  bir ” yeni” var edilebilecek midir? Her dönüşüm ilerleme ile eş anlam içerir mi? Yozlaşma ile ilerleme arasındaki sınır nedir? Bahçedeki dönüşümün öncülleri ilerlemeyi ve çağdaşlığı kültüre dönüştürebilecek bir sistemi var edebilecekler midir? Sözü edilen toplumsal dönüşüm bir yenilenme midir, yoksa topyekûn  bir tepetaklak oluş mu?

Değişim arzusu taşımayan bir toplum yoktur. Statükoya karşı çıkarak çağdaşlaşmayı hedefleyen bir çaba, var olan sistemin yok saydıklarından ihtiyaç duyduğu desteği bulabilir. Ne var ki taşları yerinden oynatacak denli güçlenen tabanın sesi,  kendine bir yer edindikten sonra, yeni bir felsefe yaratmayı seçecek midir? Yoksa gücünü şeklen değişmiş statükonun restorasyonu için mi harcayacaktır?

Biz bu sorularımızın yanıtlarını kendi bahçemizde aramaya devam edeceğiz.”

?Engin Alkan

Bilmeyenler için Tiyatro Adabı!

Bilmeyenler için Tiyatro Adabı!

“Seyircilerin eğitilmesi ile ilgili Muhsin Ertuğrul: 1927’de yeni seyirciler yetiştirmek için “talebe matineleri” yapmış. Seyircilerin adabını oluşturmak için iki sayfalık bir broşür hazırlanmış. Muhsin Ertuğrul’un kaleme aldığı “Tiyatro Adabı” adlı bu broşürün baş sayfasına “Bilmeyenler İçin” kaydının konulması da unutulmamış.” (kaynak:tiyatrodunyasi.com – Ali Çakır )

Geçtiğimiz hafta sonu İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Kabare adlı oyununu izlemeye gittik. Oyunla ilgili eleştiriler çok iyi, Mert Turak’ın performansı dillere destanmış, çok keyifli bir akşam olacak derken, arkamda oturan kadını öldürme şeklimi hayal ederek  geçirdim iki saatimi! Gerçekten sınırlarımı çok zorladı. Üstelik bu ilk değil!

Hemen her hafta muhtelif tiyatrolarda oyunlar izlediğimden, daha önce defalarca benzer şeyler yaşadım ama artık ayrıca yazma ihtiyacı duydum. Daha da olmazsa, bu yazıyı broşür olarak bastırıp oyunlardan önce dağıtmayı planlıyorum!

Lütfen telefonunuzu kapatın!

Öncelikle herkesin bildiği ama nedense bir türlü uygulamadığımız bir kuralı hatırlatmak isterim: Lütfen oyundan önce telefonlarınızı kapatınız!

Son oyunda üşenmedim saydım: 6 kere telefon çaldı! Üstelik her iki perdenin başında anons yaptılar. Anlaması mı güç? Uygulaması mı zor? Yani ben her seferinde hem sesi hem alarmı iki kez kontrol ediyorum, açık olmasın diye. Saygıdır yahu bu!

Bir de şu var. Telefonun sesini kapattı diyelim, titreşim açık! E ne anladım ben o işten? Melodi çalmıyor ama zar zar zar sürekli titreşim sesi duyuyorum! Ya da telefonun sesini de titreşimi de kapattı Allah razı olsun ama o telefonu elinde tutuyor ve mesaj/arama geldikçe ışığı yanıyor! Çaktırmadan kontrol ediyor ekranı, açıyor hafif bir açıyla, sonra hemen kucağına gömüyor!

Eğer bir haber bekliyorsanız veya biriyle iletişim kurma ihtiyacındaysanız oyuna girmeyin lütfen!

Biraz da olsa araştırın!

Şöyle saçma bir durum oluştu son günlerde. Kültürlü olduğunu ispat etmeye çalışan herkes tiyatroya gitmeye başladı. Yani sırf gitmiş olmak için, gittiğini sağa sola anlatmak için tiyatroya giden bir kitle oluştu. Fakat bilinçli olarak izlemediklerinden ve oyun araştırmak gibi bir huyları olmadığından sıkılıp herkesi rahatsız ediyorlar. Ve bu yüzden kültürlü olmayı bırakın amiyane tabirle kırolar!

Eğer sıkılgan bir insansanız ve beğenmeseniz bile sessizce oturup izleyemeyecekseniz lütfen önceden detaylı bir araştırma yapın. İnternet denen bir şey var artık elimizin altında, ayrıca bir sürü oyun var. Beğenebileceklerinize gidin. Örneğin ben de, tarihi oyunlara pek ilgi duymuyorum, o nedenle pek tercih etmiyorum. Çok basit yani.

Bir de konuyu araştırmak şu açıdan önemli.  Bazen kara komedi oyunlar oluyor. Bir diğer algımız olan tiyatroya “eğlenmek” için gitmek konusu hemen devreye giriyor, okumadan etmeden bilet alan kültür mantarı kişisi oyunu komedi sanıyor! Gördü ya afişte “komedi” yazısını, “kara”sı umrunda değil. Sonra koca salonda, aslında çok önemli bir konuyu kara mizahla anlatmaya çalışan oyunculara, olur olmadık yerde gülen tipler çıkıyor. Ağlaya ağlaya ölen oyuncuya, komik karakteri oynuyor diye gülen gördüm yahu!

Benzer şekilde küfre gülmek gibi bir alışkanlığımız da var. Hele yabancı dilden çeviri oyunlarda çok karşılaşıyorum. “Lanet olsun Amy, seni bir daha burada görmek istemiyorum. S.ktir git!” diyor oyucu sinirle. Seyirciler kıkırdıyor. Bazen gerçekten herkesin delirdiğini düşünüyorum…

tiyatro adabıSesli yorumlar yapmayın!

Hafta sonu sinir hastası olduğum oyunda, arka sırada oturan hanımefendi, henüz oyunun başında yanındaki beyefendiye bir şeyler anlatmaya başladı. Dönüp bakış attım anlar belki diye ama nerede?! Oyunun ortasına kadar ya sabır çekip dayandım.

İkinci yarıda artık tahammül edemeyeceğim bir seviyeye geldi. Zira yanındaki beye “Aaa baş roldeki Özge Borak! Ata Demirer var ya onun karısı…” gibi yorumları daha da artan ses tonuyla yapmaya başladı. Dönüp elimle sus işareti yaptım ama 5 dakika sonra aynı tas aynı hamam.

Oyun bitene kadar gerçekten zor dayandım. Selamlama bittikten sonra da kapıdan dışarı çıkana kadar önce hanımefendinin kendisine, sonra peşinden ortaya sesli sesli söylenip durdum: “Tiyatroda konuşulmaz! Tiyatroda sesli yorum yapılmaz! Çok önemli bir şey söyleyeceksen illa, 5-6 kere dekor değişti, o aralarda söyle.!”

Ah o pet şişeler!

Telefonlar, sesli yorumlar, gereksiz kahkahalar dışında en çok karşılaştığım bir diğer sinir bozucu şey de pet şişe hışırtısı. (hışırtı mı denir ona?) Yani milletçe bol su içiyoruz anladığım kadarıyla, ne güzel ama biraz daha sessiz içebilirsek…

Geçen oyunda, iki aşık sahnede el ele göz göze, romantik bir konuşma yapıyorlarken yanımdaki hanımefendi bir su içti ki, maşallah romantizm tavan yani! O pet şişeyi daha az ezerek kullanabilse ne güzel olacak.

Aynı şekilde, artık tiyatro/sinema büfelerinde satılması yasak olsa da çantada getirilen bisküvilerin kaplarının sesi de insanı çıldırtacak cinsten. Yakın zamanda sinemada bir beyefendi koca bir paket cipsi bitirene kadar filmden hiçbir şey anlamamıştım!

Tiyatro Adabı!

Son olarak  diğer genel kuralları basitçe sıraladım:

  • Eğer oyunu beğenmediyseniz, sıkıcı bulduysanız sesli sesli “of” çekmeyin. Beğenenler vardır unutmayın. Beğenmediyseniz perde arasında çıkarsınız olur biter.
  • Uykunuz geldiyse sesli sesli esnemeyin, sessizce perdenin bitmesini bekleyin.
  • Ayaklarınızı çişiniz gelmiş gibi sallamayın. Bütün sıra sallanıyor siz öyle yapınca!
  • Sesli sakız çiğnemeyin. Dahası sakızı balon yapılıp patlatmayın. (Bunu da gördüm!)
  • Durup durup parfüm sıkmayın. Dip dibe olunca kokudan başı ağrıyor insanın. (Bunu da gördüm!)
  • Lüzumlu lüzumsuz her yerde alkışlamayın. (Bazen alkış yersiz olunca, oyuncular da sıkıntıya düşüyor, devam mı etsem beklesem mi diye. Devam edince alkıştan sesi duyulmuyor … vs. (özellikle ilk oyunlarda))
  • Lütfen nezle, grip, faranjitseniz veya öksürüğünüz, hapşuruğunuz çoksa, burnunuzu sürekli silmeniz gerekiyorsa; öncelikle hastalığını kalabalığa yaymamak adına sağlık için, sonra etrafınızdakilerin ruh sağlığı için biletinizi erteletin.

Yapmamamız gerekenler bunlar. Yapmamız gereken ise çok daha basit. Sakince koltuğumuza yerleşip, oyun boyunca konuşmadan, ses çıkarmadan oyunu izlemek ve bitiminde oyuncuları takdir için alkışlamak. Bu kadar.

Diliyorum bundan sonra çok daha bilinçli seyircilerle, oyun izleme zevkini paylaşabiliriz.

İyi seyirler,

Civan Canova’nın Yazıp Yönettiği Oyun: Düğün Şarkısı / Akhilleus ile Ophelia

Civan Canova’nın Yazıp Yönettiği Oyun: Düğün Şarkısı / Akhilleus ile Ophelia

  • düğün şarkısıDevlet Tiyatroları
  • Yazan: Civan Canova
  • Yöneten: Civan Canova
  • Oyuncu: Berrin Akhasanoğlu
  • Tek perde, 1 saat

Atların çektiği ışıltılı gelin arabasının zaman içerisinde bal kabağına dönüşmesini, ya da dönüşme ihtimalinin neden olduğu korkuları, tedirginlikleri anlatmaktadır, “Düğün Şarkısı”. Bütün bunları yaşamış ya da yaşamak üzere olan bir kadının diliyle…

Birçoğumuzun oyuncu olarak tanıdğı Civan Canova aslında oyunculuğunun yanı sıra sağlam bir oyun yazarı.  Canova’nın Açelya Akkoyunlu ile evliliğinden yola çıkarak yazdığı Düğün Şarkısı / Akhilleus ile Ophelia  daha önce İzmir Devlet Tiyatrosu tarafından Işıl Kasapoğlu’nun yönetmenliğinde oynanmış. Bu sezon ise Civan Canova’nın kendi tekstini yönetmesiyle yeniden hayat bulmuş.

Bir otel odasında başlayan ve zaman zaman geçmişe giderek bize hikayesini anlatan tek kişilik oyun, Berrin Akhasanoğlu’nun inanılmaz performansı ile herkesi içine çekiyor. Bazılarına aşırı melankolik bir hikayeymiş gibi gelse de, kadınlar aslında bu dozda hüznün ve acının kendilerine yabancı olmadığını bilirler.

Her seferinde tek kişilik oyunlara giderken çok tedirgin olduğumu söyler, müzikallerde bile sıkıldığım olmuşken tek kişiye odaklanmanın zorluğunu filan anlatırım ama bu sefer, özellikle sonuna doğru, göz yaşları içinde izledim oyunu. Gerek ışık, dekor, kostüm, gerekse dış sesin kullanımı ile birlikte, Berrin Akhasanoğlu oyundan kopmamıza izin vermedi, aksine onun aşkına sonuna kadar ortak olduk.

Bu noktada bir ilişkiyi kadının gözünden yazabilme başarısı açısından Civan Canova’nın önünde saygıyla eğilmek gerekir. Zira ilişkilerde kadınların gelgitleri, duygusal çıkmazları, ufak şeyler mutlu olmaları ya da derin üzüntü duymaları çok güzel işlenmişti. Bir tek oyunun sonunda ‘keşke adamın gözünden de olanları görebilseydik’ diye diledim. O kadar. (belki ilerde ?)

Aşağıda Civan Canova’nın sitesinden oyunu yazma hikayesini alıntılıyor ve oyunu izlemenizi tavsiye ediyorum.

İyi seyirler,

“Nereden başlasam bilmem ki? Duygular diyelim. Korkular mesela. Korkular değişmiyor. Cinsiyeti yok korkularımızın. Mutluluklarımız da öyle. Ben bu oyunu kaleme aldığım dönemde, bir kadının gözlerinde  ?mutluluğu? ve de ?o mutluluğu yitirme korkusu? nu görmüştüm, aynı anda. Ve de o sıralar onun yüreğini aralayabilmem ya da  kendimi onun duygu süzgeçinin ağzında bulabilmem için, aşırı bir empati gayreti içersine girmem de gerekmiyordu. Çünkü o sıralarda yüreklerimiz aynı şarkının ritmini tutuyordu birlikte. ?Düğün Şarkısı?

   İlk yazma isteği, o iki korkuyu, o gözlerde yakaladığım an başladı işte. O noktadan sonra benim için en önemlisi, sahnede gördüğümüz ve de görmediğimiz oyun kişilerini ve yeni atmosferi oluşturmaktı. Bütün bir yazımı bu işe ayırdım. Sonbahar bitiminde doğru bu oyun çıktı. O zamanki hayat arkadaşım ve ilham kaynağıma teşekkür ediyor, saygı ve sevgilerimi yolluyorum. Bütün bir yaz destek olmuştu bana. Bu oyunu günün birinde onun oynamasını tasarlıyordum ama hayat bizim tasarılarımızı kaale almıyor pek. Korkularımız da bu yüzden işte. Tasarılarımızı yarım bırakma korkusu. Planlarımızın allak bullak olması ihtimali…”

 

 

kaynak: civancanova.net