6 f 2013 | Müzikal, Tiyatro
- İstanbul BB Şehir Tiyatroları
- Yazan: Musahipzade Celal
- Yöneten: Engin Alkan
- Süre: 164 dk , 2 perde
- Oyuncular: Berna Adıgüzel, Cihan Kurtaran, Çağlar Çorumlu, Çığdem Gürel, Derya Çetinel, Emrah Özertem, Engin Alkan, Hamit Erentürk, Hüseyın Tuncel, Murat Üzen, Reyhan Karasu, Selin Türkmen, Senem Oluz, Serkan Bacak, Sevil Akı, Sevinç Erbulak, Tankut Yıldız, Tuğrul Arsever, Ümit Daşdöğen, Volkan Ayhan, Zafer Kırşan
Kendine damat beğenen bir baba kızının başka birini sevdiğini öğrenirse ne yapar? Savletî Efendi, kızının gönlüne yön vermek için cinlere perilere bel bağlamıştır… Musahipzade Celâl, İstanbul Efendisi ile Osmanlı’nın Lale Devri’nden sonraki gündelik yaşantısını ve sosyal ilişkilerini hicvediyor.
Yazıyı okuyanları uyarmam lazım. Zira yine Engin Alkan’a hayranlığımdan, yine Çağlar Çorumlu’ya sevgimden bahsedeceğim!
Şark Dişçisi‘nin yorumunu yazarken, “her zaman takipçisiyim bu ekibin” demişim. Öyleyim! Hatta şöyle bir ritüele doğru adım adım ilerliyorum. Her Engin Alkan oyununu bir sefer seyrediyorum, sonra sevdiklerimi de götürdüğüm ikinci, üçüncü seferler oluyor.
İstanbul Efendisi’ni de bu ikinci seyredişim. Musahipzade Celal’in eserini ilk sergilendiği yıllarda izlemiştim. Üzerinden bir hayli zaman geçmiş. Tekrar büyük bir zevkle izledim.
İlk defa gittiğim Ümraniye’deki Şehir Tiyatroları sahnesinin girişinde biraz şaşırdım. Zira otoparktan giriş ve fuayesi biraz bakımsızdı. (Ama olsundu!) Nescafe otomatından sıcak içeceklerimizi alıp pufların üzerine oturduk sohbet ettik. Bir hayli erken gittiğimizden, oyuncuların bazılarının provaya girişine de şahit olduk. Sevgili Çağlar Çorumlu provaya girerken, ev sahibi edasıyla selamlaştı bizle.
Ümraniye’deki tiyatronun sahnesi büyüktü fakat akustikte bir problem vardı. Oyuncuların sesleri çok dağıldı. Özellikle hızlı konuşulan sahnelerde hiçbir şey anlaşılmadı. Hatta bir ara, hafta içi olmasına rağmen tamamı dolu olan salonda, homurdanmalar başladı. Fakat müzikler çoğalıp oyunun temposu artınca herkes anladığı kadarıyla yetinip oyunun içine girdi.
Evde geçen bir oyuna oturma odası, boks konulu bir oyuna ring tasarlamasını işin kolayına kaçmak olarak gördüğümden genelde tasarımlarını beğenmediği Barış Dinçel’e ait sahne tasarımı, bu defa şaşırtıcı bir biçimde deneysel ve özgündü. Dönemin İstanbul’unda bozulan idari yapıdan dini anlayışa bir çok konuda göndermeleriyle tozlu ve koyu geçmişimizi hicveden eseri, kalabalık oyuncu grubunun önüne çıkmadan ama olumlu anlamda destekleyen, yer yer postmodern etkiler taşıyan sahne, Dinçel’in şimdiye kadar ki en iyi sahnelerinden biriydi. Ayrıca kostümler ve makyajda yaratılan atmosfere büyük katkı sağlıyordu.
Çağlar Çorumlu ölene kadar benim için Tarla Kuşuydu Juliet‘teki “Wili” olarak kalacak olsa da her oyununda öyle çok parlıyor, öyle çok parlıyor ki, beğenmemek mümkün değil. Sevinç Erbulak enerjisiyle, keyfiyle, her şeyiyle oyunun içinde. Engin Alkan her zamanki gibi oyunu alıp götürüyor, seyirciyle bağını hiç koparmıyor. Tuğrul Arsever oyunu yükseltiyor…
Ve müzikler… Hepimizin aşina olduğu müzikler, biraz dağınık bir kurguda olsa da, seyircilere çok hoş anlar yaşatıyor. Başlarda sadece “seyirciyken”, sonlara doğru el çırpıp eşlik etmeye başlıyorsunuz.
Sözün özü gidin. Eşi dostu da götürün.
İyi seyirler,
17 f 2012 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yönetmen: Pınar Töre
- Yazan: David Greig
- Oyuncular: Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Ayşecan Tatari
Sarı ay, çağdaş bir Bonnie ve Clyde masalı.
Lee Macalinden.
Lee Macalinden?in şapkası.
Bir kere adı çıkmıştı.
Başta polis olmak üzere herkes onu tanırdı.
Billy. Lee?nin annesinin erkek arkadaşı.
Keşke Billy, Lee?nin şapkasına dokunmasaydı.
Leila Suleiman.
Sessiz bir kızdı ve konuşmaması dünyanın umurunda değildi.
Leila, o malum akşamda Lee ile süpermarkette karşılaşmasaydı, bu masalın kahramanlarından biri olmayacaktı.
Hatta Billy, Lee?nin şapkasına dokunmasaydı bu masal hiç bir zaman anlatılmayacaktı.
Şimdi, Leila ile Lee kaçıyorlar.
İskoçya?nın dağlarında, Lee?nin babasını arıyorlar.
Güçleri tükenmek üzereyken bir bekçi onları kurtarıyor.
Lee, bir an her şeyin iyi olacağına inanıyor.
Ama dünya kaçakları unutmuyor.
Lee babası hakkındaki gerçeği öğrenirken,
masalın kahramanları kendi gerçekleri ile yüzleşiyor.
Karatavuk ile başlayan Dot macerası bu sene de sürüyor. Sezonu açıp oyunları duyurdukları ilk an, heyecanı yaşamaya başlıyorum. Acaba bu sefer ne yaptılar?
1 saat kadar erken gittik Maçka G-Mall’a ve bir ritüel olarak NumNum’a gidiyorduk ki, kapanmış. Mecburen ikinci mekan PopUp’a gittik. Dot’a ait olan bu sempatik kafe tıka basa doluydu. Oyunu bekleyen seyirciler, oyuncular, yönetmenler…
Neyse yedik içtik, salona çıktık. Biletimi sağolsun oyundaki oyunculardan Gizem Erdem kontrol etti (!). Yerimize oturduk. Kare bir sahne vardı ve dört tarafta biz seyirciler. Dekor olaraksa 4 pembe sandalye ve bir şapka…
Oyun öyle güzel bir tempoda başladı ve devam etti ki herhalde 1-2 saat daha devam etseler bayıla bayıla izlerdim. 5 yaşındayken babası tarafından terk edilen Lee’nin annesi ile beraber yaşayan sevgilisi Billy’i bıçaklaması ve ardından Leila ile birlikte kaçışlarını anlatan oyunda o bomboş sahne ev oldu, süpermarket oldu, orman oldu, klübe oldu, mağara oldu…
Masalsı bir anlatımı olan oyunda ışık ve ses kullanımı pek yoktu. Gerek de yoktu. Oyuncular kuşların sesini de, araba sesini de, tren sesini de kendileri yaptılar ayrıca hem asıl karakterlerini hem yan karakterleri oynadılar, hem de zaman zaman anlatıcı oldular.
Karmaşık gibi görünen oyunun hikayesi biraz sıradan aslında. Ama Pınar Töre öyle bir anlatım yolu seçmiş ki sürüklenip gidiyorsunuz. İlk olarak Malafa‘da daha sonra ise Süpernova’da izlediğim ufacık tefecik Pınar Töre, ilk yönetmenlik denemesinde inanılmaz bir iş çıkarmış. Devamı gelir umarım.
En son Öksüzler‘de izleyip oldukça beğendiğim oyuncu İbrahim Selim yine bekleneni veriyordu. Sadece Lee’nin üvey babasını oynadığı sahnelerde gerektiği kadar sert olamadığını düşündüm. Ama sahnede o kadar rahat ve kendine güvenli ki izlemesi çok keyifli oluyor. Gizem Erdem ise inanılmazdı. Çok motive bir şekilde sahnedeydi ve oyunun o kadar içindeydi ki beğenmemek mümkün değil. Fakat o kadar güzel, fit ve genç ki, sahnede oğlunu oynayan Kaan Turgut (27 yaşında)’un annesi rolünde kafamda oturmadı. 1978 doğumlu oyuncunun bu rol için çok genç göründüğünü düşünüyorum. (üstteki fotoğrafta en önde)
Punk Rock‘ta çok başarılı bulduğum Kaan Turgut ve genç oyuncu Ayşecan Tatari’de çok iyilerdi. (Kızcağız hikayeyi anlatırken kolundan bacağından tutup havada çeviriyorlardı ve o hikayeyi aynı sakin ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu! Ben olsam: “AAAaaAaaa!”)
Günün sonunda bin türlü sekilde anlatılabilecek bir hikayeyi bu kadar performansa dayalı bir biçimde anlatmayı tercih edip, zaten yukarıda olan çıtasını daha da yükselten Dot ekibini tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum.
Herkese iyi seyirler,
9 f 2012 | Tiyatro
- İKSV Salon ve Dot Tiyatro
- Yönetmen: Bülent Erkman
- Yazan: Aslı Mertan, Bülent Erkman
- Oyuncular: Tan Temel, Serkan Salihoğlu
Karşılaşan, tanışan, bakışan, şakalaşan, dokunan, sevişen, seven, sahiplenen, özleyen, kıskanan, aldatan, kandıran, terkeden, terkedemeyen, tutunan, tutunamayan, unutan ve hatırlayan, yeniden ve yeniden deneyen iki kişinin bir yaşam boyu sürdürdükleri bir ?ilişki oyunu?.
Devasa bir metal ağın içinde, sıkışıp kalmış iki kişi. Bazen birisi kadın, diğeri erkek. Bazen ikisi kadın, bazen ikisi de erkek. Ne tutunabiliyor, ne bırakabiliyorlar. Yalnızca birbirleriyle temas edip, sonra uzaklaştıkları, bitmek bilmeyen bir med-cezirin içinde hapisler.
Bülent Erkmen?in bu konsept temelinde kurduğu ve sahnelediği ?İki Kişilik Bir Oyun?un, her biri ?tek bir kelime?den oluşan cümlelerini Aslı Mertan ve Bülent Erkmen birlikte yazdılar.
Tüm mekanların, zamanların ve sosyal, kültürel, ulusal, cinsel tüm kimliklerin ötesinde bir gerçekliğe ulaşmaya çalışan bu iki kişilik oyunu dört oyuncu, ?farklı eşleşmeler?le, dönüşümlü olarak oynuyorlar.
Bu oyunun aynı isimli, Yekta Kopan?ın yazdığı, farklı ilk versiyonu 2006 yılında Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ve Tiyatro Olimpiyatları kapsamında oynanmıştı.
Salon – DOT işbirliğiyle gerçekleşen yeni ?İki Kişilik Bir Oyun? Kasım, Aralık 2012 ve Ocak 2013 ayları boyunca her Pazartesi Salon?da tiyatroseverlerle buluşuyor.
Oyunu izleyeli iki hafta oluyor. İzlemeden almış olduğum oyun kitabını biraz evvel okumayı bitirdim. İki taraflı kitabın bir tarafında oyunun metni bulunuyor, diğer tarafında ise Aslı Mertan ile Bülent Erkman’ın oyunu yaratma süreçleri anlatılıyor.
Öyle çok uğraşmışlar, öyle çok irdelemişler ki… Neredeyse kelime kelime sorgulayarak ve aylarca uğraşarak yazmışlar metni. Bu çabayı okuyunca beğenmedim demek ayıp olacak ama beğenemedim maalesef.
Oyunun “iki erkek” versiyonuna gittik Salon’da. Kapıda mahşer kalabalığı, önlerde safımızı aldık, zira içeride seyirci sayısının yarısı kadar tabureler var. Kaptınız kaptınız. Neyse tecrübeli arkadaşım kaptı tabureleri oturduk. Ama oyuna 50TL verip, üstelikte ayakta ve yukarı doğru bakarak izlemek zorunda kalanlara çok içim acıdı. (Üzülmeyin! Tabureler de çok rahatsızdı zaten!)
Sahnenin ortasında demirden bir konstrüksiyon vardı. Ve oyuncular demirlere tutunmuş bizi bekliyorlardı. Zaten oyunun tamamında da o konstrüksiyonun üzerinde hareket ediyorlar. Loş bir aydınlatma ve hiç müzik olmadan 40 dakika boyunca kelimelerle iki kişinin aşkının evrelerine tanık oluyorsunuz.
Metin gerçekten güzeldi. Kitaptan tekrar okuyunca da beğendim fakat metnin sadeliği ile sahnelemenin sadeliği birleşince ortaya sıkıcı bir iş çıkmış. İlk beş dakika oyuncuları tanımakla ve metni takip etmekle geçiyor fakat sonrasında yavaş yavaş oyuna ilgili azalmaya başlıyor. Seyircilere dikkat ettim, sonlara doğru herkes başka bir yerlere bakıyordu.
Oyunu aldığımız biletle iki versiyon izleyebiliyormuşuz. Maalesef bir tanesi bile benim için yeterince sıkıcı oldu. Fakat sade ve deneysel oyunları sevenler beğenebilirler belki.
İyi seyirler,
Not: Oyunun seneler evvel sahnelenen Yekta Kopan’ın yazdığı versiyonunu çok merak ediyorum. (Zamanı geri alabilsek…)
24 f 2012 | Tiyatro
- Yazan: Meltem Arıkan
- Yönetmen: Memet Ali Alabora
- Oyuncular: Memet Ali Alabora, Pınar Öğün, Can Kahraman, Sennur Nogaylar, Fuat Onan, Coşku Cem Akkaya, Bora Cengiz, Gözde Seda Altuner, Barış Yalçınsoy, Gizem Yağız, Onur Ay, Öznur Serçeler, Anıl Eroğul, Cansu Kasapoğlu, Deniz Çakır, Ege Arıkan,
Mi Minör ?Kendine Özgür Ülke Pinima?da geçen bir oyundur. Oyun alanına girdiğiniz anda Pinima?ya girmiş olursunuz. Pinima herşeye başkanın karar verdiği, demokrasiyle yönetilen bir ülkedir. Yakışıklı, akıllı ve gece gündüz uykusuz kalarak halkı için neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünen başkan seçimlere katılacak iki partinin de başkan adayıdır. Pinima?da düşünmenize gerek yoktur, ama isterseniz düşünce özgürlüğü satın alabilirsiniz. Pinima?da tek tehlike uzaylılardır. Pinima halkı en çok uzaylılardan korkar çünkü uzaylılar akılları ele geçirebilir. Mi Minör?de seyirci isterse tribünlere oturarak seyirci kalmayı, isterse oyuncularla aynı zeminde ayakta durarak oyuna katılmayı seçebilir. Gösteri boyunca Ustream, Twitter ve Facebook?da neler olduğunu kaçırmak istemiyorsanız, akıllı telefonlarınızı kullanabilirsiniz. Piyanosunun tiz sesleri yasaklanan Piyanist, ona eşlik eden müzisyen ve seyirciler gösteri sırasında bambaşka bir deneyim yaşamanızı sağlayabilir. Piyanist ve ekibi sosyal medyayı kullanarak ülkede yaşananları tüm dünyaya canlı olarak duyuracaklar. Mi Minör sadece oyunun oynandığı alanda değil, dijital medya üzerinden dünyanın her yerinden canlı olarak takip edilebilir. Dijital seyirciler de isterlerse sosyal medya aracılığı ile oyuna katılabilir ya da sadece olanları seyretmeyi tercih edebilir.
Herkesi kolundan tutup bu oyuna götüresim var! Öyle bir anlatma hevesindeyim ki, hem her şeyi bir anda aktarayım istiyorum, hem iyi anlatayım istiyorum, hem çok anlatmayayım da gidin görün istiyorum… Bu nedenle günlerdir yazıyı toparlamaya çalışıyorum.
Türkan dizisinden beri takip ettiğim oyuncu Pınar Öğün’ün twitter hesabından duydum oyunu. Pinima diye hayali bir ülkenin linkini göndermişti. Biraz araştırmayla eşi Memet Ali Alabora ile bir oyun hazırlığında olduklarını öğrendim. Fakat yeterince araştırmamışım. O nedenle oyunu biraz yanlış anlayarak ön gösterime gitmiş bulundum.
Ön gösterim davetiyesi olarak bir vize gönderilmişti. Pinima ülkesine giriş vizesi. Formu çıkartıp gerekli yerleri doldurmamız söyleniyordu. Pinimalı polisler girişte bizi kontrol edeceklermiş… Bir de rahat giyinmemiz söylenmişti, oyunu ayakta izleyecekmişiz…
Hiç bir şey olmasa bile bu davet şekli insanı heyecanlandırıyor. Başımıza neler gelecek diye düşünüp havaya giriyorsunuz.
Neyse bastık vizelerimizi gittik. Çokta detaylı okumamışız internet sitelerini, biraz kafamız karışık. Girişte hakikaten elinde coplarıyla polisler var. Bir vizedeki fotoğrafa bakıyorlar, bir bize, üstümüzü arıyorlar…
İçeri girdik. Maslak Refresh The Venue’de ortasında geniş bir açıklığı olan salondayız. Oturacak yer yok, ayaktayız. Sol taraftaki ekranda reklamlar dönüyor. Pinima ülkesi televizyonunun reklamları. Sol tarafımızda ise yüksek mi yüksek bir kürsü var.
Derken enteresan bir deneyim olan 2,5 saat başlıyor. Oyun kısa özeti ile şöyle: Bir distopya ülkesi olan, sözde demokratik Pinama ülkesindesiniz. Ve seyirci yani siz dahil herkes Pinama halkından. Ülkenin diktatör başkanı (Memet Ali Alabora) kendi saçma kararlarıyla ülkeyi yönetiyor. Ve bir gün notalardan bazılarını yasaklamasıyla işler değişiyor. Piyanist (Pınar Öğün) eşliğindeki bir grup ayaklanmaya, halka gerçekleri anlatmaya çabalamaya başlıyor. Bu noktadan sonra polis ve televizyon kanalları da devreye giriyor, olaylar çığırından çıkıyor.
httpv://www.youtube.com/watch?v=sB0xP6Z17bI&feature=plcp
Oyunun kısa özeti bu, fakat verilen mesajlar o kadar iç acıtıcı ki… Distopya diyoruz ama Pinima’da olan şeyler aslında bugün yaşadıklarımıza çok benziyor. Olayların gidişatı çok dikkat çekici. Başkanın tavırları ve konuşma şekli bir yerden (!) tanıdık geliyor. Sonra, tüm halkı aydınlığa çıkarmak için didinenin sanatçılar oluşu… Yakın zamanda Ortadoğu’da yaşadıklarımıza benzer bir şekilde sosyal medyanın olaylara dahil edilişi… Polisin sürekli halk içinde dolaşması ve başkana karşı olanların bir şekilde (!) susturulması… Ve oyunun alaycı sonu! Müthiş göndermeler… Detaylı yazıp büyüyü bozmak istemiyorum ama çok çok zekice yazılmış bir metni var oyunun. Meltem Arıkan inanılmaz bir iş çıkarmış. ( Kendime not: Tez zamanda kitapları alınıp, okuna!)
İşte bu ülkenin vatandaşlarından biri olarak siz seyirciler istediğiniz tarafı seçmekte ve desteklemekte özgürsünüz. Aslında oyuna henüz gitmeden internet üzerinden, twitterdan desteklere başlayabilirsiniz. Ve oyun esnasında da akıllı telefonlarınızla twitter üzerinden Pinima’da yaşananları tüm dünyayla paylaşabilirsiniz. Piyanist ve ekibi de sürekli twitter hesaplarından yaşananları anlatıyorlar. Hatta Piyanist, Ustream üzerinden yaşananları canlı olarak tüm dünyaya aktırıyor. Dolayısıyla herkesin Pinima’da olması gerekmiyor, interneti olan herkes oyunu takip edebiliyor.
Oyunda bir dekor yok. Daha doğrusu kurmaca bir ülkenin içinde olduğunuzdan sadece ülke televizyonunu seyredeceğiniz perde ve başkanın konuşmasını yaptığı devasa kürsüsü var. Onun dışındaki hareketli platformları zaman zaman Piyanist ve ekibi performansları için kullanıyorlar.
Piyanist’i canlandıran Pınar Öğün’ün gerçekten güzel bir sesi varmış. Şarkılar ve müzikler canlıydı. Hoplayarak, zıplayarak, dans ederek çok iyi performanslar çıkardı. Yalnız şarkılar belki biraz daha özenli seçilebilirdi. Piyanist’in o mücadeleci ve muhalefet ruhuna göre çok yumuşak kalmışlardı. (örneğin rock bir parça?)
httpv://www.youtube.com/watch?v=aXwPJIL8-Sw&feature=plcp
İlk 15-20 dakika neler olduğunu anlamaya çalışmakla geçti. Pek ısınamadık, acaba beklentimiz çok mu yüksek diye düşündük. Üstüne bir de teknik arıza oldu, mecburen bir 15 dakika ara verilmek zorunda kaldı. Fakat sonra, hem oyuna ısındık, hem twitterdan olaya dahil olduk. 2,5 saate yakın süre ayakta olmamıza ve belimiz ağrımasına rağmen oyundan kopmadık. (Oyunun biletli gösterimleri başladığında seyirciye iki seçenek sunulacakmış. Ya halka dahil olup ayakta izleyip/oynayacaksınız, ya da oturup olan biteni seyredeceksiniz.)
Oyun o kadar çok şeyi, o kadar güzel bir hikaye de anlatıyor ki. Sevmemek gerçekten mümkün değil. Belki kurgusuna ve müziklerine bir iki eleştirim olabilir ama anlattıkları çok değerli. O nedenle 1 Aralık’tan itibaren sahnelenecek oyunun biletlerini tükenmeden, hemen almanızı tavsiye ederim. Ben mutlaka bir gösterime daha gideceğim. Bir de son olarak, oyundaki polislere dikkat etmeniz gerektiğini söylemeliyim. Başkana karşı gelenlerin başına iyi şeyler gelmiyor…
İyi seyirler,
Oyunla ilgili bilgilerin yer aldığı siteler:
7 f 2012 | Tiyatro
Geçen sene tiyatrosu için büyük emekler veren bir başka sanatçı, Metin Zakoğlu’nun tiyatrosu için benzer bir yazı yazmak durumunda kalmıştım. Maalesef bütün itirazlara rağmen Zakoğlu’nun tiyatrosu kapatıldı. Fakat o yılmadı, onlar kapasın ben yine açarım dedi ve yakın muhitte yeni bir sahne açtı.
Şimdi yine Kadıköy’ün önemli sanat noktalarından Emre Kınay’ın kurucusu olduğu Duru Tiyatro’nun sahnesi kapatılmak isteniyor. Emre Kınay olanları twitterdan aşağıdaki sözlerle duyurdu:
- Buyuk emek ve askla yasam verdigimiz Kadikoy Anadolu Lisesi bahcesindeki Duru Tiyatro yu atmak icin sozlesmemizi feshettiklerini bildirdiler
- Ancak yasal ve ahlaki acidan hakli oldugumuza olan inancimizla son dakikaya kadar bu hukuksuzlukla mucadele edecegiz…
- Bu baglamda ilk itirazlarimizi adalet mekanizmasina yapacagiz.Ama belki daha da onemlisi o tiyatronun varolus sebi olan seyircisi en buyuk+
- Destegimiz olacak. En azindan ben oyle umuyorum. Aksi durum varlik sebebimizi ortadan kaldirir zaten…sizi tum surecle ilgili buradan+
- Ve basindan bilgilendirmeye calisicam…yorum ve goruslerinizi de bekliyorum ve lutfen duyduk duymadik kalmasin rica ediyorum RT lutfen
- Bu arada baslangictan bu gune -son donem yoneticileri haric- tum Kadikoy Anadolu Lisesi camiasina varolan ve suren desteklerine tesekkurler4
- Bu okulun ve Kultur Merkezinin asil sahipleri onlardir ve bende her ne olursa olsun kendimi hep onlardan biri olarak gorecegim ama kazanicaz
- Hukuki mucadele surecimizi son noktasina kadar surdurecegimizi burdan duyurmak isteriz.
- Veee son gune kadar oyunlarimizi oynamaya hicbirsey yokmus gibi oynamaya ve provalarimiza devam edecegiz..oyuna devam Sizler de bizimle olun
- Nasil destek olabilirz diye cok sayida msj aldim an itibariyle. Tesekkurler mumkun oldugunca bu haksizligi duyurun ve tiyatrolara gelin 🙂
Kapanma nedenini verdiği röportajda şöyle açıklamış Emre Kınay:
29188 no’lu bir kararla yönetmelikte bir değişiklik yapıldı. Bir okula bağlı alanların kiraya verilmesi hususundaki yönetmeliklerin yeniden düzenlenmesiyle bakanlık ya da müsteşarlar tarafından geçici iki madde konuldu. Bu maddelerde, “Önceki yüklenicilerin sözleşmeleri bitim süresinde yenilenmeyecektir” denildi.
Bu kararın nedeni nedir bilmiyorum. O tiyatronun o okulun bahçesinde olmasının, öğrencilerin sanatla ve sanatçılarla içiçe olması, Kadıköylülerin yanıbaşlarında müthiş bir tiyatroya sahip olması dışında ne gibi bir zararı var onu da bilmiyorum.
Bildiğim ve istediğim şu ki, Kadıköy’e oyundan 1-2 saat önce gidip, Bahariye Caddesinde mağazalara baka baka yürüyüp, oyundan önce bir çayını içtiğim kafesinde oturup, sonra güzelim salonunda yerimi alıp defalarca oyunlarını izlediğim Duru Tiyatro’nun aynı sahnede oyunlarına devam etmesi… Olur da işler ters giderse, Emre Kınay bir yolunu bulur “iki kalas bir heves” başka yerlerde de seyircisiyle buluşur o ayrı, ama bu ayıbı içimize nasıl sindiririz onu bilemiyorum.
Şimdi yapmak gereken 3 şey var.
Birincisi Emre Kınay’ın da belirttiği gibi bu olayın duyulmasını sağlamak, ki bunun için twitterda #DuruTiyatroyaDokunma adlı bir hashtag var. Düşüncelerinizi paylaşabilirsiniz.
İkincisi açılan imza kampanyasına destek vermek.
Üçüncüsü ve esas yapmamız gereken: oyunları izlemek. Kasım ayında; ödülü bol, benim de çok beğendiğim Sondan Sonra oyunu, müthiş bir komedi Aşk Her Yerde ve yeni oyun Tatlı Çarşamba sahnelenecek. Biletler MyBilet’te. Koltuğunuzu seçerek biletinizi alın, izleyin derim.
#DuruTiyatroyaDokunma !
İletişim: Emre Kınay twitter , Duru Tiyatro
13 f 2012 | Tiyatro
- Oyun Atölyesi
- Yazan : Matéi Visniec
- Yöneten: Kemal Aydoğan
- Animasyon: Mertcan Mertbilek, Hande Öztürk
- Oynayanlar: Ebru Özkan, Caner Cindoruk
“Visniec aşk ile ölüm arasındaki hayatın tüm belirsizliğinin barındırdığı potansiyelleri aşikar eder. Ölümden korkan, ölümden sonrasını karanlık olarak nitelendiren batılı modern erkek kültürünün tıkanıp kaldığı, nefes alamadığı yerden başlayan “Pandaların Hikayesi” ölümü yeni bir doğuş olarak gören doğunun çok boyutlu derinliğinde devam eder.”
Dün akşam tam adı “Frankfurt’ta Kız Arkadaşı Olan Bir Saksafoncu Tarafından Anlatılan Pandaların Hikayesi” olan, adı kadar tuhaf, şiirsel, romantik ve felsefi bir oyun izledik.
Oyunun broşüründe anlatıldığı gibi hikayenin merkezinde sıkıntılı, sert, kuşku dolu, umutsuz, hatırlamaz bir adam ve beklenmedik anda beliren, aşkı temsil eden, ona görmeyi, tat almayı, sessizliği, sesleri, anıları, sevişmeyi öğreten bir kadın vardı.
Bütün oyun, belki gözümüze sokmadan ve bilinen gerçeklerden uzak bir şekilde, aşkla yeni boyutlar kazanmayı, hayatı kavramayı, evreni kendinde hatırlamayı anlattı seyircilere. Ve bunu büyük bir dinginlikle, Ebru Özkan’ın şevkatli ve yumuşak sesiyle, bembeyaz sahneyle yaptı. Terapi gibiydi…
Oyundan çıkınca biraz sersemlemiş ve rahatlamış oluyor insan fakat üzerine düşündükçe çok daha keyif alınıyor.
Bir çok anlam yüklenmiş nesne ve aktivite var oyunda: Elma, kuş, kuş kafesi, telesekreter, şarap, saksafon, reenkarnasyon, a, ağaç, sessizlik, çalar saat, 9 rakamı…
Müzikler ve sahne oyuna çok uygundu. Ve özellikle final sahnesindeki olmak üzere sahne geçişlerinde de kullanılan animasyonlar çok iyiydi.
Çokta anlam aramadan, sakince ve bazen gözünüzü kapatarak (tamamen karanlık 3-4 dakikalık bir sahne vardı.) izlemeniz gereken bir oyun Pandaların Hikayesi. Anlamını zaman içinde bulacaksınız.
İyi seyirler,
Uyarı notu: Aşağıda oyunun sonunda yer alan animasyon bulunmaktadır. Oyunu izleyeceklerin, animasyonu daha sonra izlemesi tavsiye edilir.
Pandaların Hikayesi – Dokuzuncu Gece from Gentlemen Visuals on Vimeo.
6 f 2012 | Tiyatro
- Théâtre de la Ville-Paris
- Yazan: Eugène Ionesco
- Yöneten: Emmanuel Demarcy-Mota
- Sahne ve Işık Tasarımı: Yves Collet
- Müzik: Jefferson Lembeye
- Ortak Yapımcılar: Grand Théâtre de Luxembourg?Le Grand T, scène conventionnée de Loire Atlantique
- Yönetmen Yardımcısı: Christophe Lemaire
“Bir kente saldıran bir gergedan ve bu olayın peşi sıra gergedana dönüşen insanların yarattığı ve yaşadığı panik… Ünlü yazar Eugène Ionesco?nun 1950?li yılların tarihsel ve politik dalgalanmalarını aktardığı metin Théâtre de la Ville ve Paris Festival d?Automne Festivali?nin yönetmeni Emmanuel Demarcy-Mota tarafından yeniden sahneye konmuş… Bu defa genç yönetmenin farklı buluşları ve günümüze yaptığı cesur göndermelerle… Emmanuel Demarcy-Mota, ortak tarih bilinci içinde bireyin yerini ve rolünü, sorumluluğunu, düşünce özgürlüğünü her türlü bireyci biçimden uzak kalarak ele alan yazarlara dönem dönem geri dönmek gerektiğini savunuyor. Sahnede yarattığı dille hem gerçekdışı hem somut arasında gerilimi yaratırken şehrin sağır edici sesleri ile düzensizliği ortaya koyuyor.”
Sözlerime İKSV’ye teşekkürlerimle başlamalıyım. Zira düzenledikleri festivallerle dünyadan muhteşem film, tiyatro, müzik örneklerini izleme, dinleme fırsatını buluyoruz. Zaman zaman bilet fiyatlarını ve bilet satma yöntemlerini eleştirsem de, sanatseverler için bulunmaz bir nimettir vakıf.
Gergedan geçtiğimiz seneki tiyatro festivalinde izlediğim oyunlardandı. Bilet bulabilmek için, biletlerin satışa çıktığı ilk saatlerde, yeni açılmış bir Biletix gişesine gidip, insanların henüz o gişeyi keşfetmemiş olmasını dilemiştim. Dileğim yerine gelmiş ve istediğim birçok oyuna bilet almıştım.
Gergedan, absürd tiyatronun önemli yazarlarından Eugène Ionesco tarafından 1959 yılında kaleme alınmış bir oyun. Dönemin tarihsel sıkıntılarına değişik bir pencereden bakan oyunu, Fransız tiyatro grubu Théâtre de la Ville sergiledi.
Oyunda mükemmel bir sahne düzeni vardı. Sahnedeki konstrüksiyonu evirdiler, çevirdiler, sağından girdiler, solundan çıktılar, kırdılar… Hakikaten gergedanlar saldırdı sandık resmen… Sahne ve sahne kullanımı müthişti.
Fakat oyun Fransızca olduğundan ve Muhsin Ertuğrul’daki sahne büyük ve üst yazı yansıtılan bölüm yüksekte olduğundan çevirilere hem bol diyaloglu oyuna hakim olmak hayli zor oldu. Çıkışta herkesin boynu tutuktu =)
Oyuncuların performansı çok iyiydi, ışıklar ve müzik bizim tiyatrolarımızda görmeye alışık olmadığımız biçimde oyunu çok çok fazla destekliyordu.
Dilerim oyunu beraber izlediğim bir çok oyuncu ve yönetmen, kendilerine önemli dersler çıkarmıştır.
4 f 2012 | Tiyatro
- Oyun Atölyesi
- Yazan: Éric-Emmanuel Schmitt
- Yöneten: Kemal Aydoğan
- Oyuncular: Haluk Bilginer, Gülen Karaman, Güneş Berberoğlu, Funda İlhan, Zeynep Alkaya, Evrim Alasya, Muharrem Özcan, Umut Temizaş, Seda Türkmen, Selin Yeninci
“Efsanevi kadın avcısı Don Juan?ın kadınlar tarafından yargılandığını anlatan oyun, temelinde aşk kavramını ele alıyor.
Oyunda; Düşesin, Don Juan?ın beraber olduğu beş kadınla birlikte hazırladığı büyük bir sürpriz konu ediliyor. Düşes?in kraldan çıkardığı yakalama emri ile o gece Don Juan maskeli baloya katılma hayalleriyle partiye gelmiştir. Kadınların kalbini ustaca fetheden çapkın Don Juan, içinde yaşadığı trajedilerle gecenin asıl sürprizinin kendisi olacağını ise oyunun sonunda anlayacaktır.“
Yazıları yazmakta gecikince oyunları tekrar hatırlamakta çok zorlanıyorum. Hele ki beni etkilemeyen bir oyunsa işim iyice zorlaşıyor.Oyun Atölyesi’ndeki bu oyunu da izleyeli uzun zaman olmuş., hafızamı şöyle bir yoklayınca da ne oyunculuk, ne metin, ne sahneden beni çok etkileyen bir iz kalmadığını fark ettim.
Hatırladıklarım arasında öncelikle Haluk Bilgilner’in çapkın, ruh hali değişken Don Juan’ı çok başarılı canlandırması ve hiç özenilmemiş sahne (tasarımı diyemiyorum bile tasarlanmış bir şey yoktu) var.
Sonraki hatırladığım ve canımı sıkan detay ise çok abartılı ve karikatürize bir Rahibe karakteri ile Zeynep Alkaya. O kadar abartılı ve absürd bir karakterin böyle bir hikayede ne işi olduğunu sorup durmuştum kendime.
Akış çok yavaş, metinler çok sıradandı. Finalindeki süprizi dışında da etkileyici bir yanı yoktu.
Kısacası Oyun Atölyesi’nden beklediğimin çok altında bir performanstı.
İyi seyirler,
8 f 2012 | Tiyatro
- Oynayan İnsan Tiyatrosu
- Yönetmen: Halil Ersan
- Yazan: Serkan Bilgi
- Oynayanlar: Beran Soysal, Cansu Fırıncı, Erhan Alpay, Halil Ersan, Pınar Alev
“Istıranca ormanlarında 700 yıllık bir çınar? Tales. Bilge Ağaç. Gölgesinde yetişmiş bir meşe. Meşeye sırtını yaslayan bir yazar? Sabahattin Ali. Ve bir ağacın ilk kez yalvarması gürgenden kopan bir ağaç parçasına: Dur! İnme! Alet olma günahına insanın!İBRET GÖZÜYLE SEYRETMEK, CEZA GEREKTİRMEZ?“
Bir arkadaşım vesilesiyle haberdar olduğum oyuna giderken, internette yazanları biraz okumuştum fakat ne ile karşılaşacağımı pek bilmiyordum. Yazar Sabahattin Ali’nin, hükümet tarafından uygulanan baskılar nedeniyle ailesinden ayrılıp yurt dışına çıkmak zorunda kalması ve sonrasında halen aydınlatılamamış bir cinayetle öldürülmüş ve cesedinin Bulgaristan sınırındaki Istıranca Ormanları’nda bulunmuş olmasını, bu ormanda bulunan bir ağacın gözünden anlatan oyun, özgün hikaye seçimiyle benden artı puanı almıştı.
Sahneye “İki Şehir” adlı grubun müzikleriyle girdik. 4 kişiden oluşan grup oldukça sağlam müzikler yapıyordu. Hem girişteki müzikleri, hem de oyun içindeki performansları çok iyiydi.
Giriş parçasından sonra hikayeyi gölge oyunları ile izlemeye başladık. Klasik gölge oyunlarından farklı olarak ışığın ileri geri hareket ettirilmesiyle gölgeler büyütülüp küçültülüyor ve ortaya üçüncü hatta bazen dördüncü boyutlar çıkıyordu. Oynayan Adam Tiyatrosu bu yöntemi uygulama konusundaki becerisi bir hayli başarılıydı.
Gölge oyunları, oyunun aynı zamanda yönetmeni olan, anlatıcı Halil Ersan tarafından kesiliyordu. Araya giren Halil Ersan hikayeyi destekleyici konuşmalar yapıyordu fakat gölge oyunlarının büyüsünden sonra koca sahnede tek başına çok anlamsız kalmıştı bence. Hele bir de ara ara bağrış çağrış girişleri vardı ki… Olmasaydı da olabilirdi.
Oyununun kurgusu biraz karmaşıktı ve bazı sahneler biraz uzundu ama yine de alternatif bir oyun olması ve Oynayan İnsan Tiyatrosu’nun ilk oyunu olması nedeniyle ümit vadediyordu.
Oyun çıkışı aldığım duyumlara göre ekibi önümüzdeki sene yine Türkiye’den bir geçmiş dönem anlatısıyla izleyeceğiz. Ve bu sefer gölge oyunları konusunda bu oyunda kazandıkları müthiş deneyimin desteğiyle, çok daha iyi bir oyun seyrettireceklerine inanıyorlar.
Takipte kalalım, göreceğiz.
İyi seyirler,
httpv://www.youtube.com/watch?v=N-RLWTWGeJc&feature=player_embedded#!
20 f 2012 | Tiyatro
- Ortak Yapımcı: İstanbul Tiyatro Festivali
- Konsept ve Koreografi: Aydın Teker
- Yaratıcı Dansçılar: Bilge Sürmeli, Irmak Altınbulak
- Süre: 40 dk
“Birinci Faz (…)
İkinci Faz İki
Üçüncü Faz İsimsiz
40? sürer; ara yoktur.
Üç Faz minimal ve kompleks bir iş. İçinde ayrı katmanlar barındırıyor. Eserde kullanılan platformlar, işe mimari bir bakış açısı getiriyor. Hareketli platformlar sayesinde düzlemler değişiyor ve bedenlerin bu düzlemlerle ve mekânla olan ilişkisi sorgulanıyor. Diğer bir katman ise kadını gündeme getiriyor. İki kadın, platformlar aracılığıyla, üç ayrı riskli durumda buluşuyorlar. Karakterlerin aralarında oluşan dinamikler hiçbir zaman tiyatroya dönüşmüyor ama soyut çağrışımlar yaratıyor. Bu durum yaratım sürecinde koreografın kendi dışında ? hatta ona karşı? oluşmuştur…”
Tiyatro festivalinin ilk oyunu, Garaj İstanbul’daki “Üç Faz” idi. Soyut oyunları izlemeden önce, hep bir şüphe oluyor içimde. Ya çok sıkıcıysa, ya hiçbir şey anlamazsam, ya beğenmezsem…
Fakat korktuğum olmadı. Soyut konsept beni bir sürü düşünceye götürdü. Benim gözümde bu iki kadın, kimi zaman birbirine yakınlaşmak isteyen iki sevgili, kimi zaman ayrılıklar yaşayan iki aşık, kimi zaman çekişen iki ev kadını belki gelin kaynana, kimi zaman ise birbiriyle çok uyumlu iki sporcu oldular.
İki dansçının 3 bölümden oluşan performansları oldukça etkileyiciydi.1 saat daha devam etse, izlemeye devam edebilirdim.
Tekrar ne zaman gösteri yapılır bilmiyorum ama izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
13 f 2012 | Tiyatro
- Oyun Atölyesi
- William Shakespeare
- Yönetmen: Kemal Aydoğan
- Oynayanlar: Zerrin Tekindor, Haluk Bilginer, Kevork Malikyan, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya, Muharrem Özcan, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan, Mehmet Özbek
Oyun atölyesinin 26-27 Mayıs’ta Londra’daki Globe’s 2012 International Shakespeare Festivali’nde, Türkiye’yi temsil edeceği oyunu Antonius ile Kleopatra, oyuncu kadrosu ile çok şey vaad ediyor.
Shakespeare’in iktidar savaşı içinde aşkı anlattığı oyununu, klasik Shakespeare yorumu ile değil de oldukça muzip bir dille ele alan oyun, maalesef beni tatmin edemedi.
Öncelikle ağır bir dram barındıran bu hikayenin komediyle harmanlanarak anlatılmasına, tutucu bir gözle yaklaştığımdan değil, sakil durması ve oyunun içine girmeme engel olduğu için karşıyım. Zerrin Tekindor’un Kleopatra olduğu sahnelerde seyircilere kocaman kahkahalar attıran bir cinsellik konulu komedi ve abartılı karakterler varken, bir sonraki sahnede oynadığı karaktere tam anlamıyla bürünmüş, onun yaşadığı ikilemleri ve aşkı müthiş bir olgunlukla yaşatan Antonius-Haluk Bilginer beliriyor. Hal böyle olunca, seyirciler dram dolu sahnelerde oyuncu komedi mi yapıyor, dramatik mi oynuyor anlayamıyor. Sonra sahnede bağıra bağıra ağlayan oyuncuya gülen seyirciler ortaya çıkıyor.
Amacım ve isteğim oyunların basitleştirilmesinden yana değil. Tabi ki Shakespeare oyunları komediyle harmanlayarak sahneye konabilir, konmalıdır da. Ama bu oyunda ben oyuncuların harmonisini yakalayamadım maalesef. Mert Fırat, Emre Karayel, Haluk Bilginer oyunun klasik versiyonunu oynarken, Zerrin Tekindor komedi versiyonunu oynuyor gibiydi. Bu komedi ve dram öğeleri kaynaştırılamamıştı.
Ayrıca bu karmaşıklığı destekleyen diğer bir unsur, bir iki kostüm değişimi dışında oyuncuların tamamının sürekli sahnede kalmasıydı. Sahnesi biten oyuncu, sahnenin arkasına doğru konumlanmış koltuklara oturup, sahneleri izliyordu. Bu da oldukça dikkat dağıtıcıydı.
Fakat bunun dışında oldukça yoğun kullanılan müzikler etkileyici, ışık kullanımı ise bir hayli başarılıydı.
Sanıyorum bu gözüme batanlar, Testosteron gibi mükemmel bir işe imza atmış ekipten çok daha iyi işler başarmasını beklememden kaynaklanıyor. Yine de, tabi ki, ülkemizi Londra’daki festivalde en iyi şekilde temsil etmelerini diliyorum.
İyi seyirler,
8 f 2012 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yazan: Bryony Lavery
- Yöneten: Murat Daltaban
- Oyuncular: Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Berrak Kuş, Ünal Silver, Pınar Töre, Tuğrul Tülek, Emre Yeti
Dot tiyatroyu 3-4 senedir büyük bir ilgiyle takip ediyorum. In yer face (yüzüne tiyatro) akımını ilk olarak Dot’ta izleyip benimsemiştim. Mısır Apartmanındaki o siyah kutu sahnede izlediğim 2 oyun da, beklediğimin çok üstünde performanslara ev sahipliği yapıyordu.
Sonraları oynamaya başladıkları Maçka G-Mall ise benim için tarifsiz bir mekan haline geldi. Her Dot oyunundan önce mümkün olduğunca erken gidip, önce bir D&R turu, sonra Numnum’da ya da Dot’un kafesinde bir yemek ve sonra tiyatro ziyafeti. Otoparkı da var. Daha ne olsun!
Bu seferki ritüel, Bryony Lavery’nin orjinal gösteriminden sonra dünyada ilk kez oynanan ikinci versiyonu Beautiful Burnout’u izlemek içindi. Her zamanki siyah kutu salonun ortasında koca bir boks ringi duruyordu. Açıkçası Barış Dincel’in sahnenin tasarımını yaptığını öğrendiğimden beri bir hayli korkuya kapılmıştım fakat her zamanki gibi yaratıcılıktan uzak olmasına karşın, sade bir sahne tasarlamıştı. Işıktan (görünmez) iplerle çevrili sahnenin ortasında kocaman bir ışık panosu vardı, ve oyunda bu panonunun etrafından yazılar aktı. Bir hayli yüksek panodaki yazıları okumak dikkatimi dağıtsa da, oyunun güzel birçok özelliğinin yanında ufak bir kötü detaydı.
Bir grup gencin, boks tutkularıyla birlikte kurdukları hayalleri anlatan oyun Uygur Yiğit’in muazzam müzik seçimleri, Tan Temel ve Sernaz Demirel’in kareografileri ve oyuncuların müthiş boks performansları ile oldukça zirvedeydi. Tüm oyuncuların 1,5 yıl boyunca boks dersleri alarak oluşturdukları fiziksel disiplin daha önceki Dot oyunlarından aşina olduğum bu oyunculardaki değişimi fark edilir kılmıştı.
Cemil Büyükdöğerli ve Tuğrul Tülek yine üstlerine düşeni fazlasıyla yapmışlardı. Pınar Töre geçirdiği fiziksel değişim bir yana, oynadığı karaktere tamamen dönüşmüş olmasıyla ve Hakan Kurtaş salt final sahnesindeki mükemmel performansıyla alkışı hakediyordu. Ünal Silver, diğer oyuncuların hareket ve enerjisine karşın elinde taburesiyle kurduğu oyun dengesiyle ve sesiyle muhteşemdi. Berrak Kuş, bence genç anne rolüne göre fazla minyon ve cılız kalmıştı. Daha önce izlediğim performanslarında kendisini çok beğenmiş olsam da, bu oyundaki rolünün, kendisinin fiziksel durumuna yakışmadığını düşündüm. Emre Yeti ise, artık başka bir rolü oynayamacağına emin olmakla birlikte, her zamanki ezik, sesi çıkmayan ve anlaşılmayan kişi rolünde vasattı.
“In-yer face” akımından sonra “Fiziksel tiyatro” akımını da bizlere sunan Dot’un, oyunun geneline ve oyuncuların duygusal rolle birlikte verdikleri fiziksel çabaya bakarak oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Benim gözüme takılan olumsuzluklar ise Dot’un hep çıtayı daha yükseğe taşımasından kaynaklı…
Sahnede terlerinin son damlasına kadar oynayan oyuncuları mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
Mehmet Turgut imzalı tanıtım fotoğrafı
26 f 2012 | Müzikal, Tiyatro
- Sehir Tiyatroları
- Yazan: Hagop Baronyan
- Yöneten: Engin Alkan
- Koreografi: Selçuk Borak
- Müzik: Selim Atakan
- Sahne Tasarımı: Cem Yılmazer
- Kostüm Tasarımı: Tomris Kuzu
- Oyuncular: Çağlar Çorumlu, Tuğrul Arsever, Sevinç Erbulak, Çiğdem Gürel, Emrah Özertem, Hüseyin Tuncel, Murat Üzen, Okan Patirer, Özge O’Neill Sarımola, Reyhan Karasu, Salih Bademci, Selçuk Borak, Selin Türkmen, Senem Oluz, Serkan Bacak, Sevil Akı, Ümit Daşdögen, Yasemin Güvenç, Yılmaz Arda Alpkıray
“Tarihin belirsiz bir zamanından çıkıp gelen gezici bir tiyatro kumpanyası,19. yüzyıl Osmanlı mizah yazınının en önemli kalemlerinden olan Hagop Baronyan’ın eğlenceli komedisini; müzikli, danslı, şenlikli bir gösteriyle bugünün seyircisiyle buluşturuyor ve zamanın İstanbul Ermenileri arasında geçen; birbirini aldatan eşlerin, kavuşamayan aşıkların hikayesini konu alan oyunla, izleyenleri bir arada güldüğümüz zamanları hatırlamaya davet ediyor.”
Engin Alkan’ı ne kadar çok sevdiğimi daha önce yazmış mıydım? Sanırım yazmıştım. Peki Çağlar Çorumlu’nun oyunculuğuna bayıldığımı? Evet bunu da yazmıştım.
Bu yazıda tekrar tekrar söylememek için baştan söylüyorum. Engin Alkan, Türk tiyatrosu adına inanılmaz işler yapan çok güzel bir beyin. 3 saatten fazla süren 2 perdelik bu oyunda belki çok bilindik hikayeleri barındıran bir metin var ama öyle güzel detaylar bir araya getirilmiş ki, hiç sıkılmadan izleniyor.
Çağlar Çorumlu… Ömür boyunca unutamayacağım Shakespeare… Hala hatırladıkça gülümsüyorum. Bu oyunda ise Şark Dişçisi kendisi… Ama nasıl kurnaz, nasıl muzip, nasıl komik…
Sırasıyla anlatmam gerekirse;
- Dekor çok iyiydi. O kumpanya aracının 4 bir yanını evire çevire kullandılar. Kah üstüne tırmandılar, kah yatak odası oldu, kah antre oldu, kah kumpanya yapıldı… Çok iyiydi. Sade ama fonksiyoneldi.
- Kostümler inanılmaz bir renk şöleni sunuyordu. Fotoğraflardan da gördüğünüz üzere bir renk cümbüşü vardı.
- Müzikler çok sevimliydi. Ses düzeni ise ufak tefek aksaklıklara rağmen iyiydi.
- Engin Alkan oyunlarının en sevdiğim yanı olan doğaçlamalardan bolca vardı. Hele sevişme sahnesi yapmaya çalışan iki oyuncunun peruklarının çıktığı sahnede çok çok komik diyaloglar yaşandı.
- Sevinç Erbulak’ın, her ne kadar Tarla Kuşuydu Juliet‘teki performansını kendi skalasına göre biraz düşük bulsam da, bu oyundaki performansı müthişti. Kelimenin tam anlamıyla sahneye sığamadı. Enerjisini tüm seyircilere hissettirdi.
- Beğendiğim milyonlarca şeye rağmen iki şeye çok takıldım. İlki Tarla Kuşuydu Juliet gibi müthiş bir senaryoda neler yapabileceğini ispatlamış olan Engin Alkan’ın, oldukça sempatik olmasına karşın bu sıradan metni seçmesiydi.
- İkincisi ise oyuncuların konuşmasıydı. Yazarı Ermeni olan bir oyun için hemen hemen tüm oyuncular dile dikkat etmişti fakat yer yer Roman şivesine geçen konuşmalar oldu. Açıkçası kulağımı tırmaladı.
Fakat tüm bu detayları toparlayınca, ortaya çıkan şeyin çok başarılı ve Türk tiyatrosu adına ümit vaad edici olduğunu söyleyebilirim.
Yani Hollywood’un Tim Burton’ı varsa bizim de sinemada Ezel Akay’ımız, tiyatroda da Engin Alkan’ımız var! İstanbul Efendisi ve Tarla Kuşuydu Juliet (ki 3 sefer seyrettim) başarılarından sonra kemikleşmiş seyircilerine süpriz olmayan bu başarı ve görsel şölen, ilerleyen zamanlardaki oyunların da habercisi. Her zaman takipçisiyim bu ekibin…
İyi seyirler,
25 f 2012 | Tiyatro
- Devlet Tiyatroları
- Yazan: Janusz Glowacki
- Yönetmen: Faik Ertener
- Oyuncular: Özden Çiftçi, Mehmet Ali Kaptanlar, Şamil Kafkas, Ali Düşenkalkar, Adnan Kürkçü, Ethem Tuncay
“New York?un Parklarından birinde dünyanın bir çok yerinden Amerika?ya göç etmiş insanların bazıları hayatlarını sürdürmeye çalışırlar. Evsizlerin, sokaklarda yaşamanın kuralları, normal evi olan insanlarınkinden çok farklıdır, ama sokaktakiler arasında da aynı önyargılar paylaşılmaya devam eder. Bu ortamda dostluk, aşk, sadakat ve arkadaşlık başka tanımlara girer ve sınanır. İşte kaybolan bir cesedin peşinden bir maceraya atılan evsizlerin öyküsü, hem toplumsal düzeni, hem de ?normal ve doğru? olanı tekrar sorguladığımız bir kara komediye dönüşür.
Sofokles?in Antigone?si, Kral Kreon?un buyruklarına karşı direnen soylu bir kadındı. New York?lu Antigone ise Puerto Rica?lı, hayatını Manhattan?daki Central Park?ta geçiren, geceleri park kanepelerinde uyuyan ?bir tahtası eksik? göçmen kız Anita?dır. Ölünün saygınlığını korumak, her iki Antigone?nin de kaygısı. Sofokles?in Antigone?si, Kreon tarafından hain ilan edilen kardeşinin cenazesini kaldırmak için direniyor.Ailesinin değerlerini, Kral?ın kanunlarının ve buyruklarına önceliyor. New York?lu Antigone?nin ise bir ailesi yok. Bu Antigone, kimsesiz, yarım akıllı bir kız ama tıpkı Sofokles?in kahramanı misali, hayatının uğruna mücadele etmeyi gerektiren yüce bir anlamı olması gerektiğine inanmakta direniyor. Parkı evi biliyor ya, iki Doğu Avrupalı göçmen arkadaşıyla, bir iki gün içinde kimsesizler mezarlığına gömülecek olan platonik aşkla bağlı olduğu gencin cesedini bulunduğu hapishaneye ait bir mekandan çalarak parka getirmeye ve bir ağacın altına defnetmeye karar veriyor. Onun için sadece iki kişinin katıldığı bir cenaze töreni bile hazırlıyor. (dunyabulteni.net)”
Hafta içi büyük bir hevesle gidip en öndeki koltuklarımıza kurulup izlemeye başladık oyunu. Fakat hayatımda ikinci defa bir oyunun ikinci yarısını izleyemeden çıktım.
Ve ilk yarısında çıktığım iki oyun için de aynı hatayı yaptığımı fark ettim. İkisinde de konuya doğru düzgün bakmamıştım. Birincisine arkadaşlarımla ayarladığımız zamana denk geldiğinden, ikincisine de arkadaşım davet ettiğinden gittim. Bunu kendime not olarak düşüyorum.
Oyuna gelince…
Ya oyun hakikaten çok yavaş ilerliyordu, ya o gün bir arkadaşlarını kaybeden oyuncular (Ali Düşenkalkar dışında) çok tutuktu ya da ben uygun bir günümde değildim. Bilemiyorum. Fakat en önde, içimdeki esneme isteğini bastırmaya çabalayan kötü enerjim ile oyunu seyretmeye devam edip hem kendime hem emek veren oyunculara saygısızlık etmek istemedim. Tamamını izlemediğim bir oyun hakkında da yorum yapmayı uygun bulmuyorum.
5 f 2011 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yazan: Dennis Kelly
- Yöneten: Tuğrul Tülek
- Oyuncular: Gizem Erdem, İbrahim Selim, Yusuf Akgün
“Evliliklerinde hiçbir sorun yokmuş gibi görünen genç bir çift, evlerinde bir kutlama yemeği yemektedir. Kadının erkek kardeşi üstü başı kan içinde eve gelir, sokakta başına gelenleri anlatmaya başlar. Genç adam sokakta olanları anlattıkça hikayesi karmaşıklaşır, boşluklar şüpheleri arttırır ve bütün aile büyük bir trajediye doğru sürüklenir.”
Dennis Kelly’nin yazdığı Öksüzler bu sene izlediğim ilk Dot oyunu. Diğer Dot oyunlarına göre görünürde en az şiddet içeren oyun olan Öküzler, anlattıklarıyla aslında şiddetin en uç noktalarından birine, oyunun başından sonuna doğru tırmanıyor.
Son dönemlerde izlediğim en başarı sahne ışığı çalışmalarının bulunduğu oyun, gölgeleri de oyunun bir parçası haline getiriyor. Hele final sahnesindek o ışık kullanımı… Afiş tasarımı da bu ışık çalışmalarıyla bağdaşacak şekilde yapılmış. Oldukça başarılı.
Oyunculuklara gelince, son olarak yine bir Dot oyunu olan Malafa’da izlediğim İbrahim Selim çok çok başarılıydı. Yine daha önce bir Dot oyununda izlediğim Gizem Erdem ise mükemmelin üzerinde bir başarı sergiledi. Fakat ismini Adını Feriha Koydum dizisi ile duyuran Yusuf Akgün, diğer iki oyuncuya göre çok formsuzdu. Karakterin derinliğini bizlere anlatamadı. Oynadığı karakterin zekasında problemler mi var, yoksa normal birimi anlayamadım.
Fakat her zamanki gibi beni etkilemeyi başaran Dot’un oyunlarını büyük bir merakla takip etmeye devam edeceğim. Zira özel tiyatroların çıtasını yükselttiği ve genç oyunculara bu kadar önemli görevler verdiği için, tüm oyunlarını çok önemsiyorum.
Not: Oyunda telefonu 5 dakika boyunca çalan, elindeki pet şişeyi büzüştürüp garip garip sesler çıkararak içen ve saçma sapan kahkahalarıyla bütün konsantrasyonumuzu bozan kişiler, lütfen ya tiyatroya gelmeyi kesin, ya da oyunları adabıyla izleyin.
5 f 2011 | Tiyatro
- Şehir Tiyatroları
- Yazan: Aziz Nesin
- Yönetmen: Tarık Şerbetçioğlu
- Oyuncular: Şevket Avşar, Binnur Şerbetçioğlu, Gökhan Eğilmezbaş, Ceylan Çete, İskender Bağcılar, Naci Taşdöğen, Murat Bavli, Rahmi Elhan,İbrahim Şirin, Tarık Şerbetçioğlu, Berna O. Demirer, Funda Köseoğlu, Abdullah Topal, Tuğçe Açıkgöz
“Aziz Nesin’in deyimiyle “izahı olmayan şeylerin mizahının yapıldığı” oyunda, Nuri Sayaner isimli mülayim bir memur emeklisi, ailesiyle birlikte monoton bir hayat sürmektedir. Aile bir taraftan geçim sıkıntısıyla diğer taraftan onları apartmandan atmak isteyen ev sahibiyle uğraşmaktadır. Tahliye davasını kazanan Sayaner ailesinin sevinci çok uzun sürmez. Ev sahibi, alt – üst kata yerleştirdiği adamlarla ve çevirdiği türlü oyunlarla apartmanı zındana çevirir. Nuri Bey, ailesinin ısrarları sonucu karakola gidip şikâyetçi olmak zorunda kalır. Yıllardır aranmakta olan “Toros Canavarı” adıyla nâm yapmış seri katil yerine, emekli memur Nuri Bey polisler tarafından derdest edilir. Nuri Sayaner’in karakola adımını attığı o geceden sonra herkesin kaderi değişecektir.”
Aziz Nesin’in mizahı önünde şapka çıkarmamak elde değil. Memleket tahlili o kadar kuvvetli ki… Trajikomik olayları hem gerçekçi, hem de bir o kadar komik yazmış ki.. Bir yandan Nuri Bey’e acıyor insan, diğer yandan başına gelenlere gülmeden edemiyor…
Açılış sahnesinde Toros Canavarı lakaplı seri katili ve yaşamından bir kesiti 3 dakikalık, izlediğim en başarılı açılış sahnelerinden birinde izleyerek başlıyor oyun. Işık, müzik, sahneleme stili harikulade olan bu bölümden sonra memur emeklisi Nuri Bey ve ailesinin evine konuk oluyoruz. İlk yarıya kadar uzun diyaloglar oldukça yorucu oluyor ve neredeyse bir buçuk saate yaklaşan birinci perde sıkılmanıza neden oluyor.
İkinci yarıda ise, içinden çıkılmaz bir hal alan olaylar, hikayeye dahil olan gazetecilerle beraber şenleniyor. Seyretmesi çok daha keyifli sahneler geliyor.
Oyunculuklar, müzik kullanımı ve açılış sahnesi çok çok başarılı olan oyunda, oyunun süresi ve klasik sahnesi vasat bulduğum yanlar oluyor. Bir de eklemem gerekir ki, gözlerim hep Kemal Sunal’ı arıyor…
İyi seyirler…
1 f 2011 | Tiyatro
- Asya Prodüksiyon Tiyatrosu
- Yazan-Yöneten: Murat İpek
- Oynayan: Günay Karacaoğlu
“Eğer kocanız 15 yıldır kapıdan hep aynı şekilde giriyor, hep aynı yere çantasını bırakıp klozetin kapağını 15 yıldır açık bırakıp fermuarını koridorda çekiyorsa, hele birde evliliğinizi ?Eh! Artık zamanıdır?? diyerek yapmışsanız emin olun siz de ziyan ve zebil ( ! ) olmuş kadınlar kulubüne üyesiniz.
Aslında Songül, hepimiz kadar cesur aynı zamanda hepimiz kadar ürkek. O en az bizim kadar gerçekçiyken, Merzifon saat kulesinin dibinde romantik bir buluşma hayal edecek kadar da ayakları yerden kesik.
Doğal olarak aşksız bir hayatı yaşanmış saymayan Songül, savrulduğu Brezilya dizilerinden, bizi yazmaya çalıştığı romanın kıyılarında dolaştırıp, kara mizah bir kahkaha tufanına götürüyor. Onun kendini aşma serüveni aslında yaşadığımız toplumun kendini aşma serüveninden de çok farklı değil.
Bu nedenle Songül hayatına bizim için komik bir pencere açarken, aşk romanında ?Genç ve güzel kadın kırılan gururunu ve onurunu bir kenara bırakıp İspanya?dan Merzifon?a uzanan çileli dans hayatını düşündü.? Hayal ettiklerini hatırladı ve kendi kendine dedi ki. ?Artık ben iyi ve muhteşem sevgililer hayal etmeyeceğim. Çünkü bu hayaller sonra hayalete dönüşüyor? demeyi de ihmal etmiyor.”
Günay Karacaoğlu, izleyen şanslıların gönlünde yeri ayrı olan Yeditepe İstanbul dizisindeki mahallenin hem delisi hem baştacı Önem’dir benim için. Sonraları nerede oynarsa oynasın o karakterdeki kadar derinliği olan birini oynamamıştı sanki. Bugün ise, hala bir erkeğin nasıl bu kadar derin bir kadın dünyası analizi yaptığını anlamadığım, Basit Bir Ev Kazası oyunundaki Songül rolü ile yine derinleşmişti.
Son zamanlarda korkarak gittiğim tüm tek kişilik oyunların başarısından zevk alıyorum. Her memnuniyetimden sonra ise bir sonrakinde yine korkuyorum, acaba önceki gibi olmassa diye…
Fakat içinde hayatın gerçekliklerini, acısını, üzüntüsünü bu denli güzel anlatabilen bir metin ile, oyunculuğunu vücuduyla, sesiyle, bakışlarıyla konuşturdu Günay Karacaoğlu. 2 saat boyunca bir kadını anlattı bize. Hepimizden birşeyler almış bir kadını… Biraz Sıdıka gibi, biraz Lütfiye Çıtır, biraz sen, biraz ben.. .
Oyuncu performansı müthişti. Müzik 1-2 yerde oyuna hizmet için vardı ve güzeldi. Işık pek kullanılmadı. Sahne ise yine Barış Dinçel tasarımıydı. Yani artık adamcağıza da hak veriyorum. Senede 30 tane sahne tasarlayınca, yaratıcılığının kaybolması normal.. Bknz. Doğum Günü Partisi oyunu sahnesi.. (III.Richard geldi ya memlekete… hani bir sürü paralar verdik oyuna gittik… Yani azıcık modern bir sahne nasıl olmalıyı öğrense miydik? Biraz yeniliğe ve değişikliğe ihtiyacımız yok mu?)
Sahne konusunda hassaslaştım artık. Kişisel bir sıkıntım oldu sanıyorum.
Neyse Allah’tan esas kişisel sorunum olan ağlanacak sahnede gülen seyirciler bu oyunda yoktu da, iyice konsantre olarak izleyebildim oyunu. Takip edin, biletinizi alın ve gidin… Bu sevimli ve hayalperest kadının dünyasıyla tanışınca, pişman olmayacaksınız.
İyi seyirler,
Not: Oyun bitiminde tüm salon ayakta alkışladı Günay Karacaoğlu’nu… Gözyaşlarını tutamadı ağladı… O kadar geçti ki enerjisi bana.. Duygulandım çok… Sanatçıların işi çok zor çok… Allah eksikliklerini göstermesin, yeni oyunlarda da izleyelim…
23 f 2011 | Tiyatro
- Devlet Tiyatroları
- Yönetmen: Atilla Şendil
- Yazan: William Wharton
- Oyuncular: Burak Karaman, Can Yılmaz, Kerim Altınbaşak, Emre Çakman, Onur Demircan, Hakan Yufkacıgil
“Savaştan geri dönen iki yakın arkadaş. Birisi fiziksel olarak yaralar almışken, diğeri savaş travmasını atlatamayarak ruhen onarılmaz yaralar almıştır. Özgürlüğünü kafasının içindeki kuş imgesiyle yaşayan bu gence, arkadaşı ve psikoloğu yardım etmeye çalışırlar. Bir zamanların kült romanı ve filminin tiyatro uyarlaması ve gelmiş geçmiş en etkili savaş karşıtı eserlerden birisi…”
Şu cümleyle başlıyor oyun: ”Düşünebildiğimiz için uygarlık denen bu kafesi inşa ettik. Şimdi bu kafesten kurtulmak için düşünmek zorundayız.”
William Wharton’un kült romanından uyarlanan oyun, Birdy ve Al’ın çocuklukları ile savaş sonrası yaşamlarını aynı sahnede farklı zamanlarda sahneliyor. Seneler önce 1984 yapımı aynı isimli filmi izlediğimde günlerce etkisinden çıkamamıştım. Nicolas Cage ise aklımda hep bu film ile kalmıştı.
Romanı bir hayli değiştirerek uyarladıkları film ise tiyatro oyunundakinden çok farklıydı. Filmde Vietnamdaki savaş sahneleri vardı ve o sahneler, çocukluk günlerinin etkisi ile savaş sonrası bir araya gelen bu iki arkadaşın ruh hallerini çok destekliyordu. Oyunda ise savaşın hangisi olduğu önemsizdi, yaşattıkları ise ön plandaydı.
Tek bir sahnede iki farklı zamanı ve yaşanan koca bir hayatı 2 saatte anlatmaya çalışmak zordu. (Sahnenin üstünde gördüğünüz genç Al ve Birdy, aşağıdakiler ise savaş sonrası halleri) Fakat yine de oyuncuların büyük çabası ile bütün o duygular biz seyircilere geçti.
Çok çok önemli sistem eleştirileri olan ve savaş karşıtı bu başyapıtı izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
23 f 2011 | Tiyatro
- Oyun Atölyesi /
- Yazan: Andrzej Saramonowicz /
- Yöneten: Kemal Aydoğan /
- Oyuncular: Metin Coşkun, Onur Ünsal, Emre Karayel, İnan Ulaş Torun, Mert Fırat , Timur Acar, Tuna Kırlı /
- 2 perde, 140 dk /
“Rezervuar Köpekleri filmindeki, soygun için bir araya gelen, ama birbirlerini tanımayan beş erkeğin masanın çevresinde oturup kendilerini yöneten testosteron hormonu üzerine yaptıkları sohbet sahnesinin barkovizyon sunumuyla başlıyor oyun… Filmin bu sahnesinde karakterlerin erkeklik sorgulaması yapmasına neden olan Madonna’nın “Like a Virgin” (Bakire Gibi) adlı şarkısını dinleyerek ilk sahneyi izlemeye başlıyoruz… Hemen ardından testosteron fazlalığının şiddete yönlendirdiği Garson’la (Tuna Kırlı) tanışıyoruz ve bingo! Testosteronun bizi götüreceği ilk erkek modeli karşımızda…
Skandal nedeniyle gerçekleşememiş bir nikah töreni sonrasındayız… Nikahın en önemli anında gelin hayır cevabını verip, davetliler arasından birini işaret ederek – ki o Gazeteci Tretyn’dir (Mert Fırat)- kalbinin başkasında olduğunu söylemiş ve kalkıp onu öpmüştür. İşte o noktadan sonra damadın çevresindeki bütün erkeklerin müstakbel gelin konumundaki kadına ne sıfatlar taktıklarını ve nasıl “erkekçe bir kapışma”nın tam ortasında kaldıklarını tahmin etmeniz zor olmasa gerek… Kavga sonrası, gerçekleşemeyen düğün yemeğinin yenileceği restorantta bir araya gelmek zorunda kalan yedi erkek, gelinin hayır demesinin nedenleri üzerine bir hesaplaşmaya girişirler… Fiziksel ve psikolojik şiddetle başlayan bu yüzleşme, genellikle ikiden fazla erkeğin bir araya geldikleri her ortamda olduğu gibi, tipik bir “erkek muhabbeti” ne dönüşür. Çapkın Baba Stavros (Metin Coşkun), Kuş Bilimci Kornel (Onur Ünsal), Gazeteci Tretyn (Mert Fırat), Müzisyen Fistach (Emre Karayel), Avukat Yanis (Timur Acar), Mikrobiyolog Robal (İnan Ulaş Torun) ve Garson Tytus (Tuna Kırlı) karakterleri, erkeğin kadına ve cinselliğe bakış açısını esprili bir açıdan dile getirirlerken, kadını elde edilebilir cinsel obje olarak görme yanılgısına düşen ve gücün kendisinde olduğunu düşünen erkeklerin aslında tamamen kadınların kontrolünde olduklarını gözler önüne seriyorlar…(Başak Sakızlıoğlu)”
Uzun zamandır görmek istediğim oyunu nihayet izleyebilmenin sevinci içindeyim. Yanda gördüğünüz Dali çalışmasından esinlenen bir sahneye yukarıda anlatıldığı şekilde bir girizgahla giren hepsi birbirenden başarılı, hepsi başrol oynayan oyuncular geliyor. Ve oyun başlıyor. Testestoranları “erkeklikler”ini belirleyen bu adamlar başlıyorlar muhabbete. Kadınlardan bahsediyorlar aslında ama içkiler gırla.. ve kavgalar…
Çok iyi düşünülmüş bir sahnede, müthiş oyunculuklar. İnanılmaz bir metin. Süper müzikler… Gülmekten karın ağrılarıyla geçen 140 dakika…
Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
16 f 2011 | Tiyatro
- Yazan: Anton Çehov
- Uyarlayan: Neil Simon
- Yöneten: Taner Barlas
- Oyuncular: Taner Barlas, Funda Postacı, Aziz Sarvan, Kubilay Penbeklioğlu, Meriç Benlioğlu, Nagehan Erbaşı, Yalçın Avşar
“Birbirinden bağımsız 8 kısa oyundan oluşan iki perdelik eser, insan hakları, sınıfsal ayrım, sömürü, ezen-ezilen ilişkileri ile sistem sorununa mizahi bir dille yaklaşıyor.”
Geçen sezon “Merhaba Hoşçakal” oyununu izlediğim yönetmen ve oyuncu Taner Barlas, bu sezon bir Çehov hikayeleri çalışmasıyla sahnedeydi. Daha önce Devlet Tiyatroları dahil olmak üzere, birçok özel tiyatronun da sahnelediği oyuna 10 dakika kadar geç kaldım. Allahtan Üsküdar Muhipzade Sahnesi’nde balkon katına çıkan bir asansör var ve arkalardaki boş yerlere sessizce girebiliyorsunuz. Salona giremeseniz bile, kafeteryada bulunan ekranlardan ilk yarıyı takip edebiliyorsunuz.
Biraz koşuşturmacalı ve geç kalmacalı bir girişe rağmen, oyuna çok çabuk adapte oldum. Genellikle son dönem sahne tasarımlarını eskilere nazaran kötü bulduğum Savaş Dinçel, bu sefer oyunun ruhuna oldukça katkı sağlayan hareketli bir sahne tasarlamıştı. Geçen sezon “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” adlı oyununu izlediğim Neil Simon’ın, Anton Çehov’un kitabından oyunlaştırdığı 8 hikayeyi, zamanın nasıl geçtiğini anlamadan izledik.
Hikayelerin hepsi bizi güldürdü fakat buruklaştırdı. Zira hikayelerde anlatılanlar, aslında komedi gibi gözükse de trajikomikti ve altında ciddi sistem eleştirileri barındırıyordu.
Oyuncuların ise tamamı çok başarılıydı. Fakat deneyimli oyuncular Funda Postacı ve Aziz Sarvan tüm salonu kendilerine aşık ettiler.
Hem oyunculuklar, hem akış hızı, hem de hareketli ve eğlenceli metninden dolayı bu sezonun yeni oyunlarından “Sevgili Doktor”u izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,