Geçen gün şunu düşündüm: Bir sürü sevdiğim tiyatro ekibi var ama Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

— Bu noktada sadece oyunla ilgili yorum okumak isteyenleri aşağıya alalım, biraz kişisel geçmişimden ve deneyimimden bahsedeceğim çünkü şu an anılarını anlatan 90 yaşında bir dede ruhu var üzerimde —

Ne diyordum, Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

Birden fazla verdiğim cevaptan ilki ve en önemlisi, sanırım benim gibi işi “mekan” olan biri için, her seferinde oyundan önce mekanı deneyimleme fırsatı sunmaları olacak. Tiyatrolarda genelde deneyimlenen tek mekan sahne oluyor. Bazı tiyatrolar için fuayesi, çok nadirleri için kafesini de işin içine katabiliriz. Ama Dot’un mekanlarında hem onlardan hem benim kişisel bakışım ve yaşanmışlıklarımdan kaynaklı bazı vurgular var ve beni çok etkileyip mekanları içselleştirmemi sağlıyor.

İkincisi ise oyunların tokat etkisi. Dot Tiyatro’nun tam 15 oyununu izlemişim şimdiye kadar, bu 16. oldu. Hepsinde de oyun boyunca beni içine aldı ama esas önemlisi çıkışta ve sonraki günlerde de etkisi devam etti, üzerine konuştuk, tartıştık. 

Üçüncü ve sonuncusu ise benim gibi yerleşiklik, kişisel mekânsal hafızasına düşkünlük ve mekânsal devamlılık seven birini bile her seferinde heyecanlandıracak ve yeni mekanı ve deneyimini hızla benimsetecek bir değişiklik yapıyor olmaları. 

2008 yılında henüz hala mimarlık öğrencisiyken, bir öğrenciye göre bile pahalıydı o dönem özel tiyatrolar, duyduklarımızdan çok meraklanıp bilet almıştık. In-your-face diye bir akım var, yüzüne tiyatro, gerçek gibi, çok etkileyici diye laflar dolaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla o dönem bu tarz oyunlar Türkiye’de Dot dışında yoktu.

Neyse telefondan bilet almışız, heyecanlıyız, gençliğimiz var (!), İstiklal Caddesi’nde Mısır Aparmanı‘nı bulduk. 1910 yılında inşa edilmiş binanın mermer merdivenlerden çıka çıka doğru katı da bulduk. Tarihi bir binanın içinde bir daire katında tiyatro nasıl olacak derken gerçekten butik bir sahne çıktı karşımıza. Siyah kutuda bir evin odası dekor. Odanın hemen dibinde sandalyeler. (Şimdi normalimiz bu ama ben ilk defa sahnenin bu kadar dibinde, salonlarda olan koltuklara değil de açılır kapanır sandalyeye oturulan bir düzen görüyordum.) Mekanın sahibi gibi en ön en ortaya kurulduk. 

Karatavuk. On iki yaşındayken cinsel tacize uğradığı adamla on beş yıl sonra tekrar karşı karşıya gelen genç bir kadının adamla yüzleşmesi. İstiklal Caddesi’nde bir aparman dairesinde bir avuç insanız, karşımızda o anlar konuşuldu, o kıza tekrar tecavüz edildi, kavga ettiler sandalyeler sular havada uçuştu, üstümüz başımız ıslak, o pislik adam tam önümüzde…

Oyun bitti, az önce neye şahit olduğumuzdan emin olamadan İstiklal’in kalabalığında yürürken önce sessizlik sonra konuşmaya başladık. Günlerce etkisinden çıkamadım, günlerce etrafıma anlattım. 

Sonra Maçka G-Mall‘a taşındılar. İş çıkışı gidip önce kutsal mekanım D&R’da bir tur, sonra NumNum’da makarna yada Dot’un Pop-Up kafesinde bir atıştırma, sonra oyun, yine o kara kutuda yüzümüze vurulan gerçekler, oyun çıkışı Dot’un kafesinde kendi aramızda, diğer seyircilerle, bazen oyuncularla tiyatronun sahipleriyle oyunun kritiği…

Sonra Kanyon.

( Burada yine bir parantez açmalıyım, bugün hatıralar tekneme bindim çok açıldım ama Kanyon’daki Cinebonus sinema salonu benim gibi harçlığı kısıtlı öğrenciler için büyük nimetti o dönem. Turkcell ile bir kampanyaları vardı, haftanın belli bir günü gündüz seansları bilet fiyatları yarı yarıya olurdu, o günkü derslerimi eker hemen sinemaya koşardım. 2-3 film üstüste izlediğim olurdu. Restoranlar, mağazalar, sinema bile çok lüks görünürdü gözüme.)

Seneler sonra Dot Kanyon’a taşınınca, artık öğrencilik bitmiş iş hayatı başlamışken Kanyon’a gittiğimde. Önce kutsal mekanım D&R’ı ziyaret edip sonra restoranda bir şeyler yiyip oyun izlemek, o eski günlerimin anılarını canlandırırdı. 

Velhasıl, sene 2020 oldu, Dot dedi ki biz ormandayız, açık havada sahnemiz var gelin. Haydaa! Ben apartman çocuğuyum, doğayı seven ama içinde olmaktan haz etmeyen konfor düşkünü bir şehirliyim, ne işimiz var ormanda?! Öte yandan Korona’dan deli gibi korkuyorum, 8 aydır ne tiyatro ne sinema yüzü görmedim, içim kurudu.

Tamam dedim gidelim, bakalım bu sefer nasıl bir mekanla karşılaşacağız? En kalın kışlık kabanım, ayağımda yünlü çorap, kahve termosum ve kamp sandalyemi aldım, Üsküdar’dan Kemerburgaz Kent Ormanı’na açık havada oyun izlemeye gittim. True story!

Açıkçası parka bile gidince aman sinek ısırdı, uf böcek geldi diye takılan bir tip olduğumdan, orman fikri biraz korkutucuydu fakat tiyatronun olduğu alan korktuğum kadar bakir değil. Otoparkı düzenlemişler. Tuvaletleri, güvenliği her şeyi var. Bir zaman sonra açılacak bir kafe de olacak ama şimdilik bir stand ile içecek ve atıştırmalık alabiliyorsunuz.

Ortada bir meydan, kamp sandalyelerimizde oturuyoruz, etrafta irili ufaklı ahşap binalar, ve tabi ki orman.

Murat Daltaban oyun öncesi kısa bir girizgah yaptı. Bu yeni deneyimden bahsetti, ormanın havasının tadını çıkarmaktan ve açık havanın rastlantısallığından konuştu. Ki hava o kadar durgun ve güzeldi ki, gerçekten müthiş eşlik etti.

İlaveten klasik kurallara bağlı değiliz isteyen kalksın hareket etsin dedi ki Allahtan kimse böyle bir şey yapmadı.

Daha tiyatro adabını yeni öğrendik Murat Bey’cim lütfen bozmayın dedim içimden. Bilen bilir ben telefonu çalandan, kıpırdanıp dikkatimi dağıtandan, pet şişesinden haşır huşur su içinden, sesli yorum yapandan, gereksiz gülenden bıkmış durumdayım. Oyunu izlemek istiyorum dağıtmayın dikkatimi! Ayağa kalkıp gitmek gelmek nerden çıktı, oturun oturduğunuz yerde 1 saatcik! =) Çok şükür ki sadece 1 kez telefon çaldı ve 2-3 kez şalların poşetlerini hışırdattılar, onun dışında mis gibi bir oyun izledik.

Artık oyunun konusunun etkisinden mi bilmiyorum bugün bu yazıda çenem düştü, ama kişisel tarihimin 12 yılında 16 oyununu izlediğim bir tiyatroyu ancak bu kadar özet geçebildim.

Yeni deneyimlerde görüşmek dileğiyle, buyrun oyunla ilgili yorumuma.

  • Limon, Limon, Limon, Limon, Limon
  • Yazan: Sam Steiner
  • Yöneten: Mert Öner
  • Oynayanlar: Gizem Güçlü, Serhat Parıl

Birbiriyle sayılı kelimeyle iletişim kurmaya çalışan bir çift, avukat bir kadın ve müzisyen bir erkek.

Kelimelere el konulmuş bir dünyada, birbirini anlamaya çabalayan bir kadın ve bir erkek.

Her akşam eve döndüklerinde kaç kelime hakları kaldığını hesaplıyor, kendilerine özel kısaltmalar yapıyorlar.

Normal şartlar altında birbirimizi ne kadar anlıyoruz, kelimeler ne kadarını karşılıyor anlatmak istediklerimizin?

Susmak mı zor, yoksa susturulmak mı?

Oyun, bir avukat ve bir müzisyenin kedi mezarlığında tanışmaları ile başlayan ilişkilerini ve zamanla ilişkinin geçtiği aşamaları, İngiltere’de yürürlüğe giren ve konuşmayı günde 140 kelime ile kısıtlayan yasayı odağına alarak irdeliyor.

İkili ilişkiler penceresinden yasakları ve özgürlüğü, konuşmayı, doğru ifadeyi ve susmayı irdeleyen Limon, Limon… İngiltere’de distopik bir kurgusal zamanda geçiyor ve tıpkı kitapların yasaklandığı Fahrenheit 451’deki gibi bir dünya yaratıyor.

Yasadan önce ve yasadan sonrasını oldukça karışık bir sıra ve dinamik bir kurguyla bize anlatarak hikayede, bu karmaşa ilk 5 dakika kafa karıştırıcı olsa da sonrasında oldukça heyecanlı bir akıcılığa dönüşüyor. 2 tabure dışında dekoru olmayan sahnede 1 saat boyunca nefes almaksızın oynayan Gizem Güçlü ve Serhat Parıl, performanslarıyla parlıyorlar. 360 derece bir sahnede iki kişi döne döne her saniye oynayarak her yerdeki seyirciyi kopmadan oyunda tutmayı başardılar.

140 kelime sınırının, 140 karakterle sınırlı Twitter’a atıf yapıyor olma ihtimali özellikle adalet aradığımız konularda sesimizi duyurabildiğimiz tek mecra haline gelmesiyle denk düşünce kafalardaki sorular artıyor. 

Ayrıca bölünmüşlüğün dibine vurduğumuz bu günleri düşününce, iktidar sahiplerinin bir yasa ile iki sevgilinin arasında bile problem çıkarmayı başarması, bölüp yönetme çabasına güçlü bir gönderme gibi.

Öte yandan oyun tüm bu politik göndermelerin dışında konuşmayla ilgili bir çok soruyu da düşündürüyor: Her şey sözcüklerden mi ibaret, ifade etmek önemli ama tavır ? Davranış? Çok konuşmak çok fazla doğru şeyi söylemek mi? Mutluluğa giden yol az konuşarak da inşa edilir mi? İletişime/geçinmeye gönlü olan başka yollar da bulur/yaratır mı? 

İşte bütün bu sorularla güzel bir Ekim akşamında ormandan ayrıldım. Aylar sonra tiyatro seyrettim ve tadı damağımda kaldı.

Daha güzel günlerde daha bir çok oyunda kafalarımızın karışması, sorularla dolması dileğiyle…