İlk İtalya seyahatimin macerası Milan Bergoma’ya inmemizle başlıyor demek isterdim ama uçağa henüz binmeden başladı. Üniversiteden arkadaşımızın Torino’daki düğünü için 6 kişi hava alanındaydık fakat 3ümüz uçabildik. Benim valizim kalan 3lüde İstanbul^da kaldı…vs.vs.
Velhasıl sabah saatlerinde Milan’a kalanlarımız vardık ve akşam Torino’ya gidene kadar şehri turlayacak 4-5 saatimiz vardı.
Havaalanının hemen dışından kalkan otobüslere binip (7 Euro) yarım saatte tren istasyonuna (A) vardık. Bagajlarımızı istasyondaki KiPoint emanetçisine bıraktık. Bu servis tüm tren istasyonlarında var ve her bagaj parçası için 5 saati sabit 6 Euro, ilave her saat için de artı 1 Euro alıyorlar.
Ülkenin 2. büyük merkezi ve modanın başkenti olarak anılan şehri keşfetmek için tren istasyonundan yola çıkıp ünlü markalarıyla meşhur alışveriş caddesi Via Montenapoleone‘ye (B) doğru yürüdük. Caddeyi birbirinden değişik vitrinlerine baka baka ve tabi ki asla hiç birinin içine girmeye cesaret edemeyerek baştan aşağıya yürüdük. Cadde boyunca çok, hatta zaman zaman aşırı, şık kadınlar ve erkeklerle karşılaşıp, sırt çantalarımız ve kotlarımızla onlar değil biz dikkat çekmeyi başardık. Çünkü Milano gerçekten İtalyan şıklığının gerçek hayatta yaşandığı yermiş!
Caddenin sonundan sonra şehrin en meşhur meydanı Piazza del Duomo‘ya doğru yolumuzu çevirdik (C). Hem uçak yolcuğu hem de sıcak havada 45 dakikaya yakın yürüyüşten sonra meydana bakan restoranlardan birinde mola vermek istedik. Corso Vittorio Emanuele II üzerindeki Bar Madonnina‘da makarna ve bira molası verdik. Oldukça lezzetliydi ve meşhur Duomo Katedrali’ne bakarak dinlenme fırsatımız oldu.
Yapımına 1386’da başlanan ve gotik tarzda tasarlanan katedral, gotik mimari modasının geçmesinden 300 yıl sonra ancak 1813’te tamamlanabiliyor. Cephesinde yaklaşık 3500 mermer heykel bulunan bina, süslü ön cephesiyle gerçekten göz kamaştırıyor. İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın ise 4. dünyanın ise 5. büyük katedrali olan Duomo di Milano (D), 11.700 m2lik bir alana sahip.
Çatısına asansörler veya merdivenle (250 basamak) çıkılabilen bu gotik katedrali, biz öğlen sıcağında ziyaret ettiğimiz için sadece içini gezmek istedik. Yandaki binadan alacağınız biletlerle 3 Euro’ya katedrali gezebilirsiniz.
Hala cephesindeki temizlik ve tamirat çalışmaları, dolayısıyla inşası devam eden katedralde şimdiye kadar en az 78 mimar çalışmış. Üzerinde bu kadar çok çalışılan binanın dışının görkemi gibi içi de ayrı bir güzellikte. Vitraylardan gelen renkli ışıklar, uzun sütunların gotik tarzdaki zarifliği, heykeller, süslemeler, kubbeler… Gerçekten o mermer ve etkileyici büyüklükteki ön cepheden sonra içerideki o koyu gri hava ve estetik ve ince gotik sütunlar insanı çok etkiliyor.
Ayrıca katedralin içinde bulunan, 1562 yılında heykeltraş Marco d’Agrate tarafından yapılmış olan Aziz Bartholomew Heykeli oldukça dikkat çekici. Rehbersiz gezenler için (ki bu katedral mutlaka rehberli gezilmeliymiş, biz hata yaptık) anlatmak isterim: Elinde tuttuğu bıçağıyla derisini tamamen sıyırıp üstüne bir örtü gibi almış olan bu aziz, Hristiyan inancı için şehit olan 12 havariden biriymiş. Hindistan’daki görevinde, insanları Hristiyanlığa çektiği için cezalandırılmış, canlı olarak öldürülürken tüm cildi acı çekişini izlemiş. Bu olayı mermer bir heykelde inanılmaz bir biçimde anlatan sanatçı, gerçekten taşın içinden o hisleri size geçirip tüylerinizi diken diken ediyor.
Oldukça etkilendiğimiz katedralden sonra bir başka etkileyici yapı olan Galleria Vittorio Emanuele‘ye geçiyoruz. (E) Günümüz alışveriş merkezlerinin ilk örneği sayılan bu artı biçimindeki arkadlı, cam ve çelik çatılı yapının içinde bir çok ünlü mağaza var. Duomo Meydanı’ndan buraya giriş yaptığınızda diğer karşı ucu meşhur Teatro alla Scala’nın ve Leonardo da Vinci’nin heykelinin bulunduğu Piazza della Scala‘ya çıkıyor.
Bizim çok vaktimiz olmadığından binalara giremedik ancak meydanı şöyle bir görüp tekrar ana meydana döndük ve metro ile tren istasyonuna döndük. Hızlı Milano turumuz böylece sona erdi.
Como Gölü
Talihsizliklerin peşini bırakmadığı bu ekip Pazar günü Torino’daki düğün sonrası erkenden, koşa koşa trene yetişip Milano’ya geçtik. (hızlı tren 20 Euro) Planımız hemen Como biletimizi alıp Como’ya geçmekti fakat olmadı çünkü önce bilet almak istediğimiz hızlı trenin biletleri bitti, sonra biz yeni bileti almaya çalışırken treni kaçırdık derken derken… Como’da geçirecek hepi topu 3-4 saatimiz olabildi.
Milano’dan kişi başı 4,80 Euro’ya şehir içi trene bilet aldık ve Como’ya gittik. Como merkezde (A) hiçbir yeri gezemeden hemen iskeleye gidip göl turlarından birine katılmak istedik ama maalesef istediğimiz turlarda yer kalmamıştı. Yapacak bir şey yoktu, Como’da bize karada hayat yoktu. =) Biz de uzunca süren (bütün koylara tek tek uğrayan) bir vapura bilet aldık (12 Euro) ve yaklaşık 2 saat boyunca gölün keyfini çıkardık. Yanaştığımız her durakta gördüğümüz inanılmaz lüks villalara, malikanelere, otellere iç geçire geçire, zenginin malı züğürdün çenesi dolaştık…
Como Gölü gerçekten oldukça büyük bir göl. Tatlı suyu olan bu gölde yüzmeye girilen bir çok plaj da mevcut. Biz Eylül’de gezdiğimiz halde hava çok güzeldi ve plajlar doluydu.
İnsanın görene kadar fotoğraflardan çok da anlamadığı bir güzelliği var. Dağlarla çevrili bir göl, müthiş bir yeşillik, jetskiler, zenginlik, renkler, mis gibi doğa… İnsana 360 derecelik bir görsel tatmin yaşatıyor burası…
Uzun yolculuk sonrası Varenna‘da (C) indiğimizde göl kenarındaki yerleşimleri karada gezemenin de ne kadar güzel olduğunu farkettik. O güzel evler, güzel bahçeler ve göl manzarası müthiş iç açıcıydı fakat vaktimiz yoktu ve direkt Varenna’daki tren istasyonuna geçtik. 6,70 Euro’ya aldığımız Milano biletimiz ile trene bindik fakat tren tıka basa doluydu ve oksijensiz bir kabinde 1 saat yolculuk yaptık. Allahtan keyfimiz çok yerindeydi de bu oksijensizlik başımıza gülme krizleri olarak vurdu. =)
1 saatlik yolculuk sonrası Milano’ya vardık ve Venedik’e gideceğimiz trenimizi beklemeye başladık. Böylece Como ve Milano’daki kısa gezilerimiz son bulmuş oldu…
Gideceklere tavsiyeler:
1-Milano’yu çok kısa gezdik ama şehir merkezi pek ufak. Alışveriş yapmayacaksanız turistik gezi için 1 gün yeterli olacaktır. Alışveriş yapmak ve sanat galerisi turlamak isteyenler +1gün daha eklemeliler.
2-Como Gölü gerçekten çok güzelmiş. Kafa dinleme tatili isteyenler burada 2-3 günü dünyadan uzaklaşıp o müthiş evlerin ve bahçelerin içinde geçirebilirler. Fakat dünya gözüyle görsem yeter derseniz sabah 1-2 saati Como merkezde sonra vapurla koylarda gezerek 1 günde etrafı keşfedebilirsiniz.
İki yılı aşkın süredir Fas’ta iş dolayısıyla yaşayan kardeşimi hem ziyaret hem de imkan bulmuşken Afrika’ya bir daha adım atmak için bir gezi planladım. Biraz gazla geziye annemi ve babamı da dahil edince, 4 kişilik ailemizle keyifli ve maceralı bir tatil yapmış olduk.
Gezimiz boyunca sırasıyla Rabat-Sale, Safi, Marakeş (Marrakech-Marrackesh), Essaouira (Suveyr), Qualidia, Agadir ve Kazablanka (Casablanca) şehirlerini gezme şansı bulduk. Bundan 4 yıl önce yaptığım İspanya (Barcelona, Madrid, Valencia) ve 5 yıl önce yaptığım gezinin Brüksel ve Lüksemburg ayaklarına ait gezi notlarımı yazmış olup hala düzenleyememiş olsam da, Fas ile ilgili notlarımı taze tazeyken düzenleyip yayınlayabileceğimi umuyorum. (bu cümleyi temmuz 2017’de yazdı. yayınlanma tarihi merak konusu =))
İlk olarak Rabat ve Sale’den Fas gezimizin giriş bölümünü yazmaya başlıyorum. Buyrun bizimle gezmeye…
Haziran ortasında yaptığımızın gezimizin biletlerini, yılın başlarında satışa çıkar çıkmaz aldık. Zaten açılışı 1500TL civarında olan gidiş dönüş biletlerini kişi başı yaklaşık 1600TL ye aldık. 2017 itibariyle Fas’a direkt uçuş bir tek THY ile mevcut. Aktarmalı olarak, Almanya aktarmalı vardı genelde, gidiş dönüş 900-1000TL civarında gitmemiz de mümkündü aslında ama hem annemle babam yorulmasın istedik, hem de aktarma arası uzun olan uçuşlarda konaklamamız gerekirse aynı hesaba gelir diye düşünerek direkt THY ile uçtuk.
Sabah uçağı ile Kazablanka Muhammed V havaalanına vardık. Valizlerimizi almamız yaklaşık 30 dakika sürse de, çıkışta uzun zamandır görmediğim kardeşimle kavuştuğum için o kısımlara pek takılmadım. Havaalanından arabayla direkt olarak Rabat’a geçtik.
Rabat ve eski bir korsan şehri olan Sale’ye özel araç ile geçtik. Şehre giriş yapıp ana yoldan direkt sahil kenarına geçtik ve bir hayli kalabalık plajı ve sahili gördükten sonra Udaya Kasba‘sına geçmek için otoparka aracımızı park ettik.
Bu noktada şu bilgiyi paylaşmalıyım: Fas’ın bir bölümünü Fas’tan oldukça nefret eden sevgili kardeşimle gezdiğimizden dolayı ilk gün planladığım her yere gidemedik. “Orası tehlikeli” , “burada bir şey yok”, “ötesi kokuyor” vs. gibi argümanları var tabi yılların deneyimiyle. E biraz da aşırı korumacı. Hoş, sonraki günlerde ben çoğu istediğim yere sürükledim sevgili familyamı ama Rabat’ta tüm bunların üzerine birazda sıcak ve Ramazan olması sebebiyle bazı yerleri gezmesi ne yazık ki eksik kaldı. Ama günün kısa vaktini yine de oldukça verimli geçirdik.
İlk olarak kardeşimin de daha önce gitmediği Udaya Kasba’sına gitmek üzere yokuş yukarı çıkacakken uzaktan üzerinde Artisanat du Maroc – Maison de L’Artisan yazan binayı gördüm! Önceki yazıları okuyan bilir, gittiğim yerlerde sanatı çekerim. Hemen bizimkileri çekiştirdim binanın yanına gittik ama pek bir yaşam belirtisi yok gibiydi. Kardeşim gitti güvenlikle konuştu, bina kapalı gibi bir şey söylediler. Zanaatkar Evi veya El Sanatları Müzesi (National Craft Museum) gibi adını çevirebileceğimiz binada sonradan öğrendim ki Fas’ın kilimlerinden seramiklerine el sanatlarına ilişkin çalışmalar varmış. 1957 yılında devlet yardımı ile kurulmuş ve 1999 yılından beri oldukça aktif olarak hem zanaatkarların çalışmasına hem de ürünlerin sergilenmesine imkan veren bu binaya benzer bir yeri Allah’tan daha sonra Marakeş’te de bulduk da yüreğime su serpildi.
Biraz buruk bir halde Kasbah’a doğru yolumuza devam ederken, yine kafamı kaldırmamla bu sefer Centre de Qualification Professionnelle des Arts Traditionnels (Geleneksel Sanatlar Meslek Eğitim Merkezi) tabelasını gördüm ve daldım içeri. Bizdeki İsmek benzeri bir yer aslında fakat çok daha sanatsal çalışmalar vardı. Çaktırmadan bir kaçının fotoğrafını çektim ve hatta baya baya çok beğendim. Özellikle de bu Fas evlerini ve terliklerini (babuş) yorumlayan çalışmalar çok çok hoşuma gitti.
Yolumuza tekrar devam ettik ve nihayet Udaya Kasba‘sının ( kasba= kasbah= kasaba) ( Kasbah des Oudaias ) surlarına vardık. Fotoğrafta görünen yukarıdaki o kocaman sur kapısına gelmeden, sağda gördüğümüz büyük kapıdan içeri daldık ve o sıcağın altında adeta bir vahaya düştük.
Bu sırada Fas gezilerinde cümlelerime en çok ‘o kapıdan daldık’, ‘bu sokaktan daldık’ ile başlayacağım. Zira gitmeden anlamanız pek zor ama insan kendini keşfetmekten alıkoyamıyor. Tepenizde habire “Orası tehlikeli olabilir, girmeyelim!” diyen babanız yanınızda olsa bile!
Girdiğimiz Endülüs Bahçeleri 19.yy İngiliz ve İspanyol yapımı pirinç savaş toplarıyla dekore edilmiş; servi, limon ağaçları ve güllerle çevrili bol avlulu ve merdivenli keyifli bir bahçe. Minik havuzundan akan su sesiyle kuşların sesleri birbirine karışmış, dışarıdaki sıcak havadan en az 3-4 derece daha soğuk olan bu güzel bahçede biraz dolaştık fakat bahçeden geçilen saraya giremedik. Çünkü Ramazan! (Biz bayramı kardeşimle geçirebilmek için Ramazan’da gittik ama Fas’ı gezeceklerin tabi ki Ramazan ayı dışında bir zaman tercih etmesi çok daha mantıklı olur.)
Girdiğimiz kapıdan tekrar çıkıp bu sefer 12.yy’da Muvahhidler tarafından inşa edilen kaleye doğru devam ettik. Mağribi tarzı at nalı biçimli Bab Udaya (Udaya Kapısı) ‘dan şehrin tepesine yapılmış bu kale surlarını geçtik ve 17.yy’da içeriye kurulan bu kasabanın sokaklarında dolaşmaya başladık.
Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde olan bu kasaba mavi-beyaz duvarları ve daracık sokaklarıyla oldukça etkileyici. Sokaklardaki mahalleli turistlere pek alışkın. İçeride günlük hayat devam ederken; çamaşırlar asılı çocuklar koştururken, bir yandan butik oteller, bir yandan da turistik eşya satan dükkanlar var.
Kimi daldığınız sokaklar bir duvarla sonlanırken, kiminde bir evin kapısına, kiminde ise tahmin edemeyeceğiniz manzaralara ulaşıyorsunuz. Biz (ben önde, arkamda sürüklenen ailemle) sokaklarda dolaşırken birden Association “Terres de Femmes” tabelalı bu kapıyı gördüm, yine hiç düşünmeden içeri daldım.
Faslı kadınların geleneksel çömlek/toprak işlerini desteklemek amacıyla kurulmuş derneğin tesadüfen kurucuları da oradaydı. Fransız bir bey ve hanımın tutkuyla tariflediği üzere bir çok Faslı kadına yaptıklarını satma imkanı sunmuşlar bu vakıfla. Türkiye’yi de daha önce ziyaret etmişler ve İstanbul’u ne kadar sevdiklerinden bahsettiler. Bu arada sıcakkanları sağolsun, annem ve babam beni ve kardeşimi özel çevirmenleri olarak kullanıp dürte dürte şunu sor bunu sor diye baya sağlam bir muhabbet çevirdiler.
Dükkandan bir şey almadan çıktık. Zira ilerleyen günlerde gezdikçe farkedeceğimiz üzere Fas’ta seramik ve toprak ürünleri çok meşhur fakat kalite ve görsellik para verip almaya, dahası onca yol taşımaya pek değecek gibi değil.
Udaya’nın labirentlerinde dolaşırken bir noktadan sonra yukarı doğru yürümeye başladık, bir noktaya varma umuduyla ve gerçekten en tepe noktaya vardık. Minik bir kafe (kapalıydı Ramazan nedeniyle) ve müthiş bir Rabat manzarası… Aşağıya bakınca upuzun kumsalları ve denize giren büyük kalabalıkları görünce baya sağlam şaşırdık. Zira çoğunluğu Müslüman ülkelerde plaj/deniz kullanımı pek yaygın değil bildiğimiz üzere.
Manzarayı doya doya seyrettikten sonra, Fas’taki surlarla çevrili tüm kasbahlarda yaşacağımız gibi geldiğimiz yoldan dönmeye başladık. Udaya Kasbah’ından çıktıktan sonra şehir merkezi olan Medina bölüme gitmek istedim. Kardeşim çok karşı çıktı ama inatla gezmek istediğimi söyleyip daldım sokaklara. Bizdeki Kapalı Çarşı-Eminönü ara sokaklarında dolaşmış kişilerin asla yabancılık çekmeyeceği darlıktaki sokaklar ve tezgahlar, başlarında ısrarla size bir şey satmak isteyen satıcılar var. Erkekler nedense çok itici ve gerimli takıldılar ama bana cidden hiç yabancı gelmedi. Sonra yine önden önden bir sokağa girdim ama upsss bu sefer cidden ara ve izbe bir sokakmış. Başımıza bir şey gelmedi ama evet Fas’ta çokça fakir bölge var ve hırsızlık yaygın. Dolayısıyla keşfederken biraz dikkatli olmakta da yarar var.
Kardeşim ve babam söylene söylene ana caddeye çıkardılar bizi. Arabamıza gittik ve Shella/Sale‘ye yola çıktık. Şehrin biraz dışına doğru kalan 1154 yılında terk edilmiş ve 14.yy’dan itibaren mezarlık olarak kullanılan bu surlarla çevrili nekropolü maalesef ziyaret saatini kaçırdığımız için gezemedik. Ancak bu görkemli surların ve kapının önüne kadar gidebilmiş olduk.
Nekropole giremeyince kentin doğu ucuna V.Muhammed’in Anıtmezarı‘na gittik. 1960larda inşa edilmesine rağmen geleneksel Fas yapılarına benzeyen anıt mezar altın yazmalı, oymalı ahşaptan tavanları, duvar seramikleri ve bronz avizeleriyle oldukça dikkat çekici ve görkemli. Kapının yanında bulunan nöbette askerler ve koca mermer merdivenler gerçekten etkiyi arttıyor.
Anıtmezarın karşısında 12.yüzyılın sonunda yapımına başlanmış, fakat bitirilememiş caminin sütunlarının dizisi ve Hasan Kulesi olarak bilinen minare bulunuyor. Muhavvid mimarisi olarak anılan kuleden şehrin manzarası görülebiliyor. (Muhavvidler : 1146 ila 1248 yılları arasında, bugünkü İspanya topraklarının büyük bölümünün yanı sıra Kuzey Afrika’daki bazı toprakları da denetimleri altında tutmuş Berberiler. )
Güneşi bu kalıntıların içinde kapattıktan sonra hem ayağımızın tozuyla bütün gün sıcakta gezmekten yorulmuş hem de Fas’ın otantik havasına müthiş bir giriş yapmanın heyecanını yaşıyorduk. Kardeşim Türk yemeklerine hasret olduğundan iftar için bizi Rabat’ın içinde bir Türk restoranına götürdü: Çıtır Usta Döner Kebap.
Günü Türk mutfağıyla kapatıp, kardeşimin yaşadığı Safi şehrine doğru yola çıktık.
Allah sevdiği kulunun ayağına getirirmiş sevdiği şeyleri… Brugge’a giden herkes kanalları, harika korunmuş mimariyi anlatıyor. Benim bu sevimli yerden anılarım Picasso, Dali, Miro, Matisse, Rodin dolu… Şaka değil, gerçek!
Brüksel’deki arkadaşımızın yanındaki günlerimizden birinde Ortaçağ’dan kalma mimarisiyle ün salmış şehre gidelim dedik. II.Dünya Savaşı’nda hiç zarar görmediği için korunmuş şehir aynı bir film seti gibiydi.
Sabah erkenden Brüksel’den trene binip, keyifli bir yolculuktan sonra Brugge’daki tren istasyonu(1)’na vardık. İndikten sonra bir harita edinip hemen şehrin merkezine doğru yürümeye başladık. Yukarıdaki fotoğraflarda da göreceğiniz üzere sokaklar çok güzeldi. Bir kaç poz fotoğraf çekildik. Sonra Site Oud St-Jan(2) kilisesine gittik. Dünyanın ikinci en uzun tuğla yapımı kulesine sahip 13.yy kilisesi gerçekten etkileyiciydi fakat benim dikkatimi üzerinde “EXPO Pablo Picasso” yazan tabela çekti!
Hemen tabelaya doğru koşturdum. İçeri girdim. Hakikaten bir sergi var! Arkadaşlarıma döndüm, “Gelecekmisiniz bilmem ama ben giriyorum.” dedim.
O saniye Brugge’u gezmenin pek önemi kalmadı. Zira içerideki posterde, serginin Picasso’nun 100’den fazla gravür, taşbaskı ve illüstrasyon eserlerini içerdiği yazıyordu. Arkadaşlarımı uğurladıktan sonra gişedeki kadından bir bilet istedim. “Kombine mi yoksa tek mi?” diye sordu. “Kombine derken? dedim. “Picasso sergisi 8 Euro, Markt Meydanı’ndaki galeride bulunan Dali sergisi 1o Euro. ikisine birden bilet alırsanız 15 Euro.” dedi. O esnada bayılmış olabilirim!
Aldım kombinemi, arkadaşlarımı aradım “Brüksel’e dönerken bana haber verin.” dedim ve gezmeye başladım.
Sergi bir hayli büyüktü. Önce sanat tarihinin en önemli akımlarından empresyonizm eserlerini gördüm. Jean-Baptiste Corot, Eugène Boudin, Claude Monet, Auguste Renoir, Edgard Degas, Paul Signac, Auguste Rodin ve Henri de Toulouse-Lautrec ‘a ait çizimleri, mektupları, fotoğrafları ve heykelleri inceledim. Bu bölümde özellikle Rodin’in Piyanist’in Elleri heykeline bayıldım.
Sonra Miro’ya adanmış koskoca bir koridora geçtim. Ünlü İspanyol sürrealistin pek de bilinmeyen grafik çalışmalarını görme şansım oldu. Devamında ise André Breton ve René Magritte eserlerini görüp, onları inceledim.
Şimdi bu isimleri arka arkaya yazınca bile rüya gibi geliyor ama değil! Ayrıca bitti mi? Bitmedi!
Devamında sanatçının yollarının kesiştiği Marc Chagall, Georges Braque ve Henri Matisse’in orjinal eserleri vardı. Serginin bu bölümünde 1949’da Belçikalı film yapımcısı Paul Haesaerts’in sanatçıyı Vallauris’teki atölyesinde ziyaret edip çektiği, Picasso’yu ve eserlerini anlattığı belgesel vardı. Büyük bir ilgiyle izledim. Belgeselin bir bölümünde Picasso, kamera ve kendisinin arasına konan bir cama çizimler yaptı. Picasso’nun o deli halleri ve tek fırça darbesiyle yaptığı o çizimleri içeren sahneler mükemmeldi. (Belgeselin bir bölümünü buldum, aşağıda izleyebilirsiniz.)
Sergi Picasso’nun 100’den fazla eseriyle sonlandı. Bunlar arasında gravürler, taş baskılar, çizimler, seramikler vardı. Sanatçının ilk dönem eserleri olan bu farklı teknik çalışmalarda İspanyol geleneklerini, Afrika etkisini, portre çalışmalarını, yalın çizgilerini, barış isteğini ve tabi ki kübizm ve sürrealizm etkilerini görmek mümkündü.
Ağzım kulaklarımda kiliseden çıktım. Brugge’u da biraz gezmiş olayım diye yolu birazcık uzatarak Dali sergisinin olduğu Markt Meydanı(3)’na gittim. Kalıcı olan bu sergide Dali’nin suluboya çalışmaları, bir çok farklı teknik uyguladığı grafik çalışmaları ve bazı heykeller vardı. Ressamın en ünlü tabloları için yaptığı eskizleri görünce, hiç bir eser emeksiz ortaya çıkmıyor diye düşündüm.
Herhalde hayatımda görüp görebileceğim en renkli ve ışıklı bu sergi mekanının bir de shop kısmı vardı. Buradakinin yarı fiyatına kocaman bir sürrealizm kitabı aldım ve dışarı çıktığımda hava kararmaya başlamıştı.
Arkadaşlarımla buluşup biraz meydanda oturduk. Yaklaşık 1 hektar büyüklüğündeki bu alan şehrin kalbi olarak biliniyor. 1995 yılında bütünü yenilenen bu meydana bakan binalardan biri, giriş katında Dali sergisini barındıran Belfort Saat Kulesi idi. Şehrin sembollerinden olan 83 metre yüksekliğindeki bu bina 1240 yılı civarında yapılmış.
Kulenin solunda ise yine 12.yy da yapılmış olan Mahkeme Binası (The Provincial Court Building) vardı. Orjinali klasik tarzda olan bu bina 1878’de geçirdiği bir yangın sonrası neo-gotik tarzda yenilenmiş.
Meydanda dinlendikten sonra biraz acıktığımızı farkettik. Arkadaşlarımla birlikte yakınlardaki bir diğer meydan olan Burg(4)’a gittik. Avrupa mimarisinin değişik örneklerini barındıran bu meydanda neo-klasik, gotik ve barok cepheleriyle farklı tarihlerde yenilenmiş binalar vardı. Aşağıdaki resimde, sağ tarafta kalan binanın altındaki yere oturduk ve bir şeyler atıştırdık.
Buradan kalkıp tren istasyonuna doğru geri yürümeye başladığımızda hava artık tamamen kararmıştı. Brugge’un o film seti gibi sokaklarında dolaşırken St.Salvator Katedrali(5)’ni de dışarıdan gördük.
Yürüyerek devam ettiğimiz yolumuzda karşımıza aslında Brugge’da görmesi şaşırtıcı bir meydan çıktı. t Zand(6) Meydanı 1980lerin başında açılan bir yarışma sonrası yapılmış. Hem çağdaş sanat eserleri barındırıp hem de şehirden kopuk olmaması düşünülen meydanda havuz ve heykellerden var.”The Bathing Ladies” adlı heykellerdeki 4 kadın, 4 Flaman şehrini temsil ediyor. Meydanda bulunan Konser Salonu ise mimarlar Paul Robbrecht ve Hilde Daem tarafından yapılmış. Brugge’un 2002 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla birlikte açılan bir yarışma sonucu hayata geçirilen proje, iki yıl gibi kısa bir zamanda inşa edilmiş.
Meydanı da gördükten sonra Brugge ziyaretimizin başlangıç noktası olan tren istasyonuna (1) geri döndük. Hem Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan böyle bir şehri görmek, hem hayranı olduğum dünyanın en ünlü sanatçılarının eserlerini incelemek benim için harikaydı.
Yolu Belçika ve civarına düşenler, 1 günlüğüne bile olsa Brugge’a gitmeyi ihmal etmesinler…
Belçika’dan gittiğimiz iki günlük Paris macerasından sonra, bu defa yine Belçika’dan iki günlüğüne Amsterdam ve Rotterdam’a yola çıktık. Brüksel’den Amsterdam’a hızlı tren ile gittik. Oldukça erken saatte Amsterdam Merkez İstasyonu’na (1) vardık.
12.yy’da Amstel Irmağı kıyısında kurulan bir balıkçı köyüyken, şu anda Hollanda’nın başkenti ve kültürel-parasal yönden en önemli şehri Amsterdam. Çoğunluğu 17.yy’dan kalma kalma yapılarıyla Avrupa’nın en köklü kent dokularından birini barındıran şehir, iç içe geçmiş ay şeklindeki kanallarıyla ünlü.
İstasyondan çıktıktan sonra ilk iş olarak Amsterdam Şehir Kartı olan “I amsterdam City Card” alma noktasına gittik. Bu kart ile belirlenen sürede belirli yerlere ücretsiz girebiliyor, bazı yerlerde indirim alabiliyor ve ücretsiz ulaşım yapabiliyorsunuz.
Kartımızı aldıktan sonra, kanallarıyla meşhur şehirde hemen bir cruise gezisine katıldık. 100 Highlights Cruise adındaki tur normalde 26 Euro imiş fakat kartımız olduğu için ücretsiz katıldık. Kalkıştan (2) sonra ilk olarak Amsterdam’ın dışına, limanlara doğru hareket ettik, daha sonra tekrar Amsterdam’a giriş yaptık. Kanal gezisinde ünlü mimar Renzo Piano’nun binası Nemo Science Center ‘ı(3), Amsterdam kanallarını, kanalların kenarlarında bulunan ve yaklaşık bin adet olduğunu öğrendiğimiz kayık evleri ve ünlü binaları gördük.
Tur kalktığı yerde bizi bıraktı. Yürüyerek otelimiz Die Port Van Cleve(4)’e geldik. 1887’de yapılmış binada bulunan dört yıldızlı otelin konumu süperdi. Zaten hepi topu 1 gece kaldığımız ve geceliğine 2 kişilik oda için 100 Euro verdiğimiz otelin konforu çok iyiydi.
Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra yürüyerek Dam Meydanı(5)’na gittik. 100 metreye 200 metre genişliğindeki bu güzel meydanın batı kısmında 1655 yapımı Amsterdam Kraliyet Sarayı, ortasında ise 1956 yılında II. Dünya Savaşı’ndaki kurbanları anmak için beyaz taştan yapılmış Ulusal Anıt var.
Meydanı geçtikten sonra kanalları ve köprüleriyle ünlü şehrin sokaklarında dolaştık ve Müze Meydanına ( Museumplein) (6) doğru yürüdük.
Amsterdam’ın ünlü müzeleri Rijksmuseum, Van Gogh Müzesi,Stedelijk Müzesi ve Concertgebouw Konser Salonu‘nun bulunduğu bu meydana biz gittiğimiz sırada Rijksmuseum ve Stedelijk müzesi kapalıydı. O nedenle gezme şansımız olmadı.
Van Gogh Müzesi’ni iseise tadını çıkara çıkara gezdik. Kısa ömrünün sadece 10 yılında eserler yapan sanatçıya ait en geniş koleksiyonu barındıran müzede ressamın; Patates Yiyenler, Sarı Ev, Günebakanlar tablolarını görüp inceledik. Şehir kartımız olduğu için 12,32 Euro ya gezdiğimiz sergiden sonra yine yürüyerek Müze Meydanı’na gittik.
Meşhur I Amsterdan yazısı önünde pozumuzu verdikten sonra Heineken Experience(7)’a doğru yürüdük. Kişi başı 11,25 Euro verip girdiğimiz Heineken binasında markanın hikayesini ve biranın yapılışını eğlenceli bir turla gezip öğrendik. Binanın içinde 4D film izledik, DJlik yaptık, fotoğraflar çekindik… Gerçekten eğlenceliydi. Sağolsunlar bir de iki birayı tura dahil edip ikram ediyorlardı. Bütün gün nedense aç bilaç dolaştığımız şehirde midemize ilk giren bu ikram biralar oldu. Tadı muazzamdı.
Heineken’den çıktıktan sonra tekrar Dam Meydanı(5)’na gidip meydandaki restoranlardan birinde karnımızı doyurduk. Saat geç olunca meşhur Red Light District(8)‘i görelim dedik. Hakikaten enteresan bir yer. Caddenin ışıklandırması gerçekten güzel ama insan vitrinlere bakınca feminizm damarı kabarıyor.
Vitrinlerde dans eden kadınlara üzülmekle, ağızları sulanarak bakan erkeklerden iğrenmek duyguları arasında gidip geldik bu sokakta. Hal böyle olunca çok fazla dolaşmadan, iyice de geç olan saat ve bastıran yorgunlukla otele döndük.
Ertesi sabah erkenden kalkıp Rotterdam’a gitmek için tren istasyonuna(1) geri döndük.
Hollanda’nın güneybatısında bulunan ülkenin 2. şehri Rotterdam, Avrupa’nın en büyük limanına sahip. II.Dünya Savaşı’nda Alman hava güçleri tarafından neredeyse tamamı bombalanıp yerle bir edilen şehir, 1950’den 1970’e kadar yeniden inşa edilmiş.
Rotterdam ana tren istasyonuna(1) vardığımızda saat henüz erkendi. Açık bir yer bulup oturduk. Kahve içerek Turist Info’nun açılmasını bekledik. Kişi başı 9 Euro vererek ücretsiz ulaşım ve bazı yerlere indirimli giriş sağlayabileceğimiz 1 günlük Rotterdam Welcome Card aldık.
Daha sonra otobüs ile Rotterdam Hayvanat Bahçesi ( Blijdorp Zoo) (2)’ne gittik. 1857’de kurulmuş olan hayvanat bahçesi bir hayli büyük. İçinde envai çeşit hayvan türü, ayrıca oldukça büyük bir botanik bahçesi ve akvaryumu bulunuyor. Kişi başı 15 Euro’ya girdiğimiz bu büyük hayvanat bahçesini gezmemiz yaklaşık 3 saatimizi aldı.
Daha sonra yine otobüsle merkeze döndük. Kruisplein meydanından caddeye doğru biraz yürüyüp, bir an evvel Küp Evler (Kijk-Kubus)(3)’e gitmek istedik. Günlerdir gezdiğimizden yürümek için biraz yorgunduk, yine otobüsle gidelim dedik. Otobüse bindik fakat ring bir otobüsmüş, direk Küp Evler’e gideceğiz sandık ama yarım saatlik bir Rotterdam gezisi yaptıktan sonra ancak varabildik.
Mimar Piet Blom’un yaptığı evler, zemin seviyesinin üstünde, hatta altlarından yol geçiyor. Dışarıdan bakıldığında 45 derece eğik duran küpler , kentsel bir çatıda yaşamak prensibiyle yapılmış. Kişi başı 2 Euro’ya gezdiğimiz müze evin içi çok minik ve sıkışıktı. Fakat öğrendiğimize göre gayet yüksek kiralara alıcıları varmış.
Küp Evler’den sonra tekrar merkeze döndük, bir İtalyan lokantası bulduk ve pizza yeyip dinlendik. Yemekten sonra yürüyerek Euromast(4) adlı kuleye doğru yürüdük. Hugh Maskant tarafından tasarlanan Euromast, Rotterdam’ın en yüksek binası ve üstünde şehri seyredebileceğiniz bir seyir terası var. Aslında terasa çıkmak istiyorduk fakat sis olduğu için görebileceğimiz bir manzara yoktu, o nedenle çıkmadık.
Yürüyerek yolumuza devam ettik. Het Park’ın etrafından dolanırken suyun üzerinde olan New Ocean Paradise Hotel (5)’i gördük, sonra karşı kıyıdaki gökdelenleri ve Ben van Berkel tarafından tasarlanmış ünlü Erasmus Köprüsü(6)’nü görerek sahilden yürümeye devam ettik.
Rotterdam’da sabah başlayan gezintimiz akşam tren saatimizin gelmesiyle son buldu. Zaten hafta içi olduğundan saat 5’ten sonra pek hayat kalmamıştı şehirde. Tekrar başlangıç noktamız olan tren istasyonuna(1) gittik ve Brüksel’e dönüş trenimize bindik.
Haziran 2013’te Petersburg’da yaşayan iki arkadaşını ziyarete karar veren 5 kişinin gezi notlarıdır: =)
Petersburg’daki arkadaşlarımızı ziyarete aylar öncesinden karar verdik. Gitmişken güneşin neredeyse hiç batmadığı tarihleri seçelim, hatta madem Beyaz Geceler’de gidiyoruz 21 Haziran’da da orada olalım dedik ve gidiş-dönüş biletlerimizi Rossiya Havayollarından aldık. (12.307 ruble= 725 TL) Perşembe günü öğlen uçuşu ile Petersburg’a yola çıktık. Uçağın kalitesi Pagasus ayarındaydı fakat pilotumuz berbattı. Hem tüm uçuş çok sallantılı geçti, hem de iniş (konuş ta diyebiliriz!) felaketti. Bir de iniş yaptıktan sonra uzun süre uçağın içinde bekledik. Sonra havaalanı, bagajlar derken bir hayli geç oldu saat.
Arkadaşlarımız o gün çalışıyorlardı ama sağolsunlar araç gönderdiler ve araç ile direkt otele geçtik. Şanslı olan bendeniz arkadaşlarımın evinde kaldım, diğerlerimiz ise eve yakın bir otele yerleştiler. Ana tren istasyonuna çok yakın Ligovsky Prospect’te bulunan otelin (1) ( Otel Allegro) odaları gayet güzel ve büyüktü fakat 7.kattaki odalara çıkmak için bir asansör olmayışı fenaydı. Daha doğrusu otelde bir asansör vardı ama kimsenin gözü içine binmeyi kesmedi. Bir kişilik ve oldukça eski asansörle sadece bavulları taşıdık. Rusların “eskise de işlevini sürdürdüğü sürece yenileme yapmama” bakış açısıyla da ilk dakikalarda tanışmış olduk. Bizim ülkece pek benimsemediğimiz bu sürdürülebilir yaklaşımı oldukça sevdiğimi belirtmeliyim. Bu arada otelden çıkıp Petersburg gezisini anlatmadan tarihçesiyle ilgili ufak bir özet geçeyim:
Rusya’nın 2., Avrupa’nın ise 4. büyük şehri olan Saint Petersburg (Ruslar “Sank Peterburg” olarak okuyor) Baltık Denizi kıyısında Neva Nehri üzerindeki 42 ada üzerine yayılmıştır. Çar I.Petro (ki deli ve büyük Petro olarak bilinir) tarafından 16 Mayıs 1703’te Rus Çarlığı’nın Avrupa’ya açılan kapısı olması amacıyla kurulan şehir, 200 yıl başkentlik yapmıştır. Rus İç Savaşı (1914-1924) sırasında Petrograd, Sovyetler Birliği döneminde (1924-1991) ise Leningrad olarak anılan şehir, Birliğin dağılmasının ardından Sankt-Petersburg olarak adlandırılmıştır. Neva Nehri deltasında kurulan şehir aslında büyük bir bataklık alanın dönüştürülmesi, ıslah edilmesi projesi ile bir bütündür. Kent merkezindeki pek çok bina Amsterdam’da olduğu gibi çamur alanlara saplanmış direkler ve tahtalar ile kuvvetlendirilmiş temellere inşa edilmiştir.
Kent genel olarak ve bugünkü kimliğini İtalyan mimar Domenico Trezzini tarafından 1716 yılında Vasilievsky Adası merkez alınarak tasarlanan hali ile kazanmıştır. II. Dünya Savaşı süresinde, Nazi Almanyası’nın silahlı kuvvetleri tarafından 8 Eylül 1941 den 27 Ocak 1944 tarihleri arasında toplam 29 ay sarılan ve kuşatılan şehir, Adolf Hitler’in emriyle sürekli olarak top ateşine ve bombardımana tutulmuştur. Savaş, kenti büyük hasara uğratınca Leningrad ve onun varoşları, takip eden on yıllık sürede eski kroki üzerinde yeniden inşa edilmiştir. Barok mimari tarzının görkemli örneklerini taşıyan 5 milyon nüfüslu şehir, geniş bulvarları, dingin suları, köprüleri ve çarlık mimarisiyle Kuzey’in Venedik’i olarak anılmaktadır.
Bu kısa tarihçeden sonra gezi notlarına döneyim. Otele gelen arkadaşlarımızla birlikte ünlü Nevsky Caddesi’nde (2) yürüdük. Hal hatır sorma, hasret giderme, etrafı tanıtma ve tanıma, dolar bozdurma işlemlerinden sonra caddedeki ünlü Singer Binası’nın köşesinden içeri döndük. Kitaplar Evi (House of Books) olarak da bilinen Singer House (3), Petersburg’un önemli simge binalarından. 1904 yılında Singer firmasının gökdeleni olması için tasarlanan bina, Petersburg yasalarınca Kışlık Saray (Winter Palace)’dan daha yüksek bina yapmak yasak olduğundan mevcut boyunda bırakılmış. 1919 yılında bir yayınevine tahsis edilen bina, şehrin en büyük kitapçısı olmuş ve Kitaplar Evi adını almış. 2004-2006 yılları arasında yenilenen binadaki kitapçıyı sonraki günlerde ziyaret ettim. Kitapların çoğu Rusça olduğundan, İngilizce bir Saint Petersburg kitabı dışında kitap alamadım. Fakat çok hoş matruşkalar vardı. Onlardan evime aldım.
Singer Binasından dönüp Kanlı Kilise (4) tarafına yürüdük ve arkadaşlarımızın bizi ilk gün ağırlayacağı restorana varmış olduk. 22-13 (5) adlı restorana gerçekten aşık olduk. Benim gibi çingene ruhlu birinin bayılacağı rengarenk çinileri ve eklektik tarzı ile gönlümüzü fetheden restoranın yemekleri de ortamı gibi güzeldi. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. Yemeğimiz bittiğinde sanıyorum saat gece 11i geçiyordu. Hava aydınlık olduğu için ve saat taşımadığım için şu an saatleri hatırlamakta zorlanıyorum. Beyaz geceler gerçekten enteresan bir deneyimdi. Akşam saat 10’da güneş gözlüğü de taktım ya, daha ölsem gam yemem =) İnsanın saat kavramı gerçekten şaşıyor ve uykusu gelmiyor. Çünkü gece 1 ile 4 arası alacakaranlık gibi olan hava (tam karanlık değil) diğer saatler gayet güneşli gündüz! İnsanın bitmek bilmeyen bir enerjisi oluyor, hiç uyumak istemiyor. Fakat hava bize hoş, orada yaşayan arkadaşlarımız kışların çok zor geçtiğini söylüyor. Çünkü benzer şekilde kışın da öğlen 11 de güneşin doğduğu oluyormuş!
Yemekten sonra otele geri döndük. Hemen Singer Binası karşısından otobüse bindik (kişi başı 25 ruble: 1,5 TL) ve otele gittik. Benim valizimi ve arkadaşlarımıza anneleri tarafından gönderilen valizleri alıp, iphone applicationı ile kapıya çağırmayı başardıkları (!) taksi ile arkadaşlarımın Griboyedova Kanalı’nda bulunan evlerine gittik.
Evlere varmak biraz işkenceli. Sovyetler Birliği döneminden kalma ekstra güvenlik durumu nedeniyle önce ana sokaktan pasaj ile iç avluya giriliyor. Pasaja geçmek için şifre giriliyor. İç avludan sonra apartman kapılarına geçiliyor. Burada da şifre. Daha sonra dairenin bulunduğu katta bir kapı var, anahtarla o kapıyı geçip dairenin kapısının bulunduğu koridora varabiliyorsunuz. Ve nihayet ev!
Avlu ve apartman girişlerinde arkadaşlarım uyardı. Şok olma diye. Zira oldukça eski görünen bu apartman girişleri gayet temiz ama yenilenmemiş. Dairenin içi ise oldukça modern ve yeni. Yani yine aynı mantıkla, işleyen yerleri yenileme ihtiyacı hissetmemişler. İnsan ilk girişinde şaşırıyor.
Bu değişik girişli, kanal manzaralı ve yüksek pencereli şirin evde uyuduktan sonra ertesi sabah onlar işe gitti. Bense oteldeki arkadaşlarımla Singer Binası (3) önünde buluştum.
Singer Binası (3) önünden Nevsky Caddesinden yürüyüp Saray Meydanı’na (Palace Square) e ulaştık. Kışlık Saray (Winter Palace) (6) ve yarım daire şeklindeki bakanlık binalarıyla çevrili meydanın merkezinde 1812 yılındaki savaşa ait 42.5 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek sütunu olan Alexander Sütunu var. Ayrıca bakanlık binalarından birinin üzerinde Napolyon savaşlarındaki iki tekerlekli savaş arabalarının figüre edildiği zafer arkı var.
Meydanı inceledikten sonra Kışlık Saray’da bulunan Ermitaj Müzesi’ne (Hermitage Museum) (6) kişi başı 400 Rubleye (25TL) girdik. Dünyanın en eski ve büyük müzelerinden olan Ermitaj, 1764 yılında Çariçe II.Katerina tarafından kurulmuş ancak 1852 yılında kamunun hizmetine açılmış. Yaklaşık 3 milyon sanat eserinden oluşan müzenin koleksiyonunun çok az bir kısmı sergileniyormuş. ( Dünyanın en büyük resim koleksiyonuna sahip müze, bu nedenle Guinness Rekorlar Kitabı’ndadır.)
Ermitaj Müzesi’nde gerçekten sayısız güzellikte eser vardı. Fakat binanın kendi güzelliği eserlerle yarışacak düzeydeydi. Gözlerimizi duvarlardaki, yerlerdeki, tavanlardaki işlemelerden, işçiliklerden ve boyamalardan alamadık. Genel olarak 19.yy ve sonrası ilgimi çektiğinden arkadaşlarımı da oralara sürükledim. Paul Cezanne, Paul Gauguin, Henri Matisse (The Dance tablosunun boyutları çok etkileyiciydi) , Pablo Picasso, Claude Monet, Vincent van Gogh eserlerini gördük. Kandinsky’e saplantılı derecede hayran olduğumdan onun eserlerini de görmek istedim fakat görevlilere sorunca eserler yok dediler. Oysaki katalogda görünüyordu fakat haritada yazan odada bulamadık. Saatler süren gezintiden sonra pek yorulmuştuk, o yüzden daha detaylı arayamadık.
Müzede en çok aklımda kalan eserlerden biri Tavuşkuşu Saat (The Peacock Clock ) idi. İngiliz Mekanikçi James Cox tarafından 18.yyın 2.yarısında yapılan 3 metre boyundaki bu inanılmaz mekanik saat, bronz, gümüş ve camdan yapılmış. Yanındaki ekrandan hareketlerini izleyebildiğiniz bu büyüleyici güzellikteki hareketli minik bahçe çok ihtişamlıydı. Diğer bir eser ise adını kaydetmediğim ve fotoğrafını çekmediğim için kahrolduğum, zannediyorum 15.yy Fransız ressamlarından birinin düşen objeleri inanılmaz bir gerçeklikle (düşüş anının fotoğrafı gibiydi!) resmettiği tabloydu.
Müzeden çıkıp St.Isaac Katedrali’ne gitmek üzere yol almıştık ki, acıktığımızı farkettik ve yol üzerindeki Tonyc Bar’a oturduk. Yemeklerin lezzeti ve fiyatlar güzeldi. Bar’ın bulunduğu Malaya Morskaya Ulitsa adlı sokak Dostoyevski, Tugenyev, Çaykovski ve Gogol’un yaşadığı, hatta Bir Delinin Hatıra Defteri’nin yazıldığı sokaktı. Sanat dünyasının bu önemli sokağı 100kg saf altın kaplı kubbesiyle kentin önemli simgelerinden olan Aziz İshak Katedrali (8)’ne çıkıyordu. Dünyanın en büyük kubbelerinden birine sahip olan Rusya’nın ana katedralinin içi heykeller, parlatılmış taşlar, resimler, mozaikler ve özel camlarla kaplı. Kişi başı 350 Rubleye (19 TL) katedralin içini gezdikten sonra 300 basamakla çatıya çıkılabiliyordu. Ben tabi ki çıkmadım, merdivene karşıyım ama arkadaşlarım çıkıp şehri yukardan izlediler. Sağolsunlar fotoğraf da çekmişler =)
Katedralden çıktıktan sonra tekne turuna katılmak için Neva Nehri kıyısına doğru yürümeye başladık. Kıyıya doğru giderken içinden geçtiğimiz parkta şehrin ayrılmaz parçalarından biri olan 1778 yılında Falconet tarafından yapılan Büyük Petro’nun bronz atlı heykelini de gördük.
Neva Nehri kıyısında birden çok noktada gezi teknelerinin kalkış yerleri var. Biz Donanma Binası (Admiralteystva) önündeki turlardan birine katıldık. Yaklaşık 74km uzunluğundaki, üzerinde 42 ada, 95 kanal bulunan bu nehirde 1 saat süren bir tur yaptık. (Haritadaki yeşil kesik çizgili yol). Şehri şöyle bir turlamak için bu kanal turları gerçekten iyi bir yöntem.
Nehir turumuz bittikten sonra köprüden yürüyerek karşıya Zooloji Müzesi (Zulogiçeskiy Muzey) ve Deniz Savaşı Müzesi(Tsentralniy Vayenno-Morskoy Muzey) ‘nin önünden geçip, bir zamanlar deniz feneri olarak kullanılan, üzerinde Rusya’daki dört büyük nehrin simgelerini taşıyan Rostalniye Sütunları (Rostralniye Kolonni)’nı gördük. Daha sonra yine bir köprüden geçerek 1703 yılında Petro tarafından yaptırılan ilk yapının bulunduğu ve şehrin ilk kurulduğu yer olan adaya yürümeye başladık. Geceleri şehrin panoramasına ayrı bir güzellik katan ve özellikle gece ışıklandırması çok güzel olan bu adada, kentin sembollerinden biri olan 122m’lik oku ile Petrus ve Pautus (Peter and Paul) Bazilikası, Tarih Müzesi (Komendantskiy Dom), Mühendisler Evi (Injinerniy Dom) ve Siyasi Hapishane (Trubetskoy Bastion) bulunuyordu. Bu binaların içlerini gezmedik, sadece dışardan inceledik. Bir de Petersburg’un genelinde olduğu gibi burada da çimlerin üzeri plaj gibiydi. Az sayıda güneşli ve sıcak günün tadını çıkaran bir çok kimse vardı.
Bu tarihi alandan çıktıktan sonra yine yorgunluk ve açlık belirtileri gösterince bir kafeye oturup bir şeyler atıştırdık ve biraz dinlendik. Petersburgda cafe ve restoranlardaki ücretler İstanbul’dakine ile hemen hemen aynı. Et biraz daha ucuz, içki ise tabi ki bir hayli ucuz. Girdiğimiz restoranlarda, ki güzel yerlerdi, kişi başı 25-35 TLye içki dahil yemekler yedik.
Dinlenceden sonra yine Neva Nehri üzerindeki köprülerden birinden geçerek 1785 yapımı, yapımında 32 çeşit değerli taş kullanılan Mermer Saray (Mramorniy Dvarets)’ın yanından geçip Kurtarıcı İsa, diğer adıyla Kanlı Kilise (4) (Spas Na Krovi)’ye doğru yürüdük. Yapımı 1883 yılında başlayıp 1907 yılında biten ve Kremlin’i andıran bu Ortodoks kilisesi 7.000m2’den fazla alan kaplayan mozaikleriyle göz kamaştırıcıydı. Gerçekten nefes kesen detaylara sahip soğan kubbeli bu kiliseyi büyük bir keyifle gezdik.
Kiliseden çıktıktan sonra arkadaşlarımızın Griboyedova Kanalı’nda bulunan evlerine doğru yola koyulduk. Bütün bir günü yürüyerek geçirdiğimizden ayaklarımızda derman kalmamıştı. Kendimizi eve zor attık desek yeridir.
Beraberce akşam yemeği yiyip, bol bol sohbet ettikten sonra gece yarısındaki köprü açılışını izlemek üzere yine Neva Nehri kıyısına doğru yola çıktık. Kıyıdaki kalabalık arasında kendimize yer bulup bu görkemli ve bol ışıklı açılışı izledik. Daha sonra otele giden arkadaşlarımızı taksiye bindirdik ve eve doğru yol aldık.
Ertesi gün sabah kalkıp arkadaşlarımızla buluştuk ve Ermitaj Müzesi önüne yürüdük. Oradan Peterhof’a gitmek üzere deniz otobüsüne bindik. Baltık Denizi’nde yaklaşık 40 dakika süren seyahatimizden sonra merkezi Unesco Dünya Kültür Mirası olan Peterhof’un Yazlık Sarayı’na vardık. Büyük Pedro’nun İsveç’e karşı kazandığı savaş sonrası yaptırmaya karar verdiği enfes bahçelere sahip bu sarayın önünde 64 çeşme, 37 yaldızlı bronz heykel ve 142 fıskiye bulunuyor. Kişi başı 450 Rubleye (28 TL) girdiğimiz, 1714 yılından 18. yy.ın ikinci yarısına kadar Mimar Leblon, Braunşteyn, Miketti, Heykeltıraş Bartolomeo Rastrelli’nin iştirakiyle yapılan saray, Petersburg’un en güzel yapı ve parkı.
Sarayın içine girmedik fakat bu ihtişamlı bahçede uzun uzun dolaştık, bol bol fotoğraf çekindik ve dönüş yoluna geçtik. Geldiğimiz gibi deniz otobüsü ile geri döndük. Bir önceki günün yorgunluğu da üzerimizde olunca arkadaşlarımızın tavsiyesiyle Mamaliga (9) restoranına gittik. Arkadaşlarımız yıllardır burada yaşadığından bizim damak tadımıza uygun yerleri de keşfetmişler tabi. İlk gün gittiğimiz restoran da çok güzeldi, Mamaliga da. Etleri ve sebze yemeklerini denedik. Lezzetleri iyiydi. Fakat haçapuri (khachapuri)si inanılmazdı. Farklı versiyonlarını isteyip birer dilim yedik. Bayıldık.
Karnımızı doyurduktan sonra Rusya’nın en bilindik ikonik yapılarından olan Kazan Katedrali(10)’ne gittik. Yapımına 1801 yılında başlanıp 1818’de tamamlanan yapı büyüklüğüyle ve ihtişamıyla gerçekten etkileyici. Mimar Andrey Voronikhin tarafından Roma’daki St.Peter Bazilikası’ndan yola çıkarak tasarlanan katedralin Nevsky caddesi?ne bakan kuzey cephesinin yanında yarım daire şeklinde sütunlar sıralanıyor. İçinde yine işlemeleri ve resimleri ile göz kamaştıran katedralde, tam biz gezdiğimiz sırada ayin vardı. Bu sayede müthiş akustiği de duymuş olduk.
Katedralden çıktıktan sonra Nevsky Caddesi üzerinde bulunan Kupetz Eliseevs (11) şekerci dükkanına gittik. 1902 yılında Eliseyev kardeşler tarafından yaptırılan üç binadan oluşan bu Art Nouveau tarzındaki bina kompleksinin en altında bulunan ve 2012 yılında restore edilen dükkan masal mekanı gibiydi. Kendi kendine çalan piyanosu, çeşit çeşit şekerleri, tatlıları, çikolataları ve rengarenk dekorasyonuyla pek beğendiğimiz dükkandan ufak tefek hatıralar alıp çıktık.
Arkadaşlarımız otele, biz ise eve dinlenmeye gittik ve gece buluşmak üzere sözleştik. Arkadaşlarımız bizi Kazan Katedrali yakınındaki Barrel adlı restoran-bara götürdüler. Gece saat ilerledikçe kalabalıklaşan barda, öğrendiğimiz üzere hemen her barda bulunan ve pole dans (direk dansı) yapan dansçılar vardı. Maşallah günlerdir bakmaya doyamadığımız tüm Rus kızları gibi, çok güzel dansçıları izleyip, güzel müzikler ve içkiler eşliğinde takıldıktan sonra geç saatte eve dönüşe geçtik. Beyaz geceler döneminde olduğundan saat sabaha karşı olmasına karşın öğlen vaktinden daha çok insan sokaklardaydı.
Son günümüzün sabahında Garcon adlı minik Fransız pastanesine gittik ve kahvaltımızı yaptık. Dekorasyonu ve lezzetiyle gerçekten tatlı bir yerdi. Sonra arkadaşlarımızın oteline gittik. Zira otelin yakınlarında Dostoyevski’nin yaşadığı evin müzesi (12) vardı. Yazarın çalışma odası ve kişisel eşyalarının sergilendiği müzede hayatına dair oldukça detaylı bilgiler öğrendik. Kulaklık satın aldık ve dinlemek istedik fakat öğleden sonra uçağımız vardı ve pek vaktimiz yoktu, o yüzden belirli bir kısmını, hızlandırılmış olarak dinleyebildik. Hakkıyla dinleyerek gezmek sanıyorum 2 saati bulurdu.
Dostoyevski Müzesinden sonra son durağımız olan Kunstkamera (13)’ya gittik. Kişi başı 200 rubleye (13 TL) girdiğimi mavi-beyaz renkli bu Barok binada, Büyük Pedro’nun Rusya’da kurduğu ilk müze olan Gariplikler Evi bulunuyor. İçinde tuhaf koleksiyonların bulunduğu müzede, iki başlı fetuslar, deniz kızı bebekler gibi bakması ve görmesi oldukça garip olan şeyler vardı. Bir bölümünde bu tuhaf koleksiyon, diğer bölümlerinde ise halkların günlük hayatlarını gösteren Antropoloji ve Etnografya Müzesi bulunan binayı tozlu ahşap kaplamaları ve tuhaf sergisi nedeniyle nefesimiz daralarak gezdik.
Uçak vaktine az kalmıştı ve arkadaşlarımızla biraz daha vakit geçirmek istedik. O yüzden gezme kısmını burada sonlandırıp, bir önceki gün çok beğendiğimiz Mamaliga’ya geri döndük. Yine güzel yemekler ve sohbetten sonra eve gidip valizlerimizi aldık ve havaalanının yolunu tuttuk.
Bu keyifli tatilin son cümlesini beraber gezdiğimiz tüm arkadaşlarıma ve özellikle evlerini bana açan ve bizleri gezdiren arkadaşlarım Sibel ve Gökhan’a teşekkürlerimle bitireyim.
İyi gezmeler,
Kaynakça: fotoğraflar: internetten ve benim çektiklerim, bilgiler: dost yayınevi petersburg haritarehberi ve wikipedia.
Her sene 1 ülke hedefim vardı malumunuz. Geçen sene Libya’yı gidip görmek nasip olmuştu. Bu sene ise Brüksel, Paris, Amsterdam, Rotterdam, Luksemburg ve Brugge’a gidip, 4ülke görmek kısmet oldu. Yediğim içtiğim bana kalsın, ki kalmayacak onları da anlatacağım, gezdiğim gördüğüm yerleri anlatayım size…
Paris’e Brüksel’den hızlı trene binerek 1 saatte vardık. Gare du Nord (1) istasyonuna inip hiç vakit kaybetmeden Paris’in klasik turist gezi rotasının biraz dışında kalan, Bernard Tschumi’nin tasarladığı ve mimarlık öğrencilerinin ezbere bildiği Parc de la Vilette’e gittik. İstanbul’dan aldığım Paris haritası, cep kitabı ve Paris’in her yerinde bulunan haritalar sayesinde rahatça metroyu kullandık. 55 hektarlık bu parkı hızlı bir tur ile gezdik. Maalesef müzelerin ve sinemaların kapalı olduğu güne denk geldiğimiz için sadece dışarıdan bakabildik ama yine de gezimiz keyifliydi. 1984-87 yılları arasında inşaa edilen parka girişimizde biraz şaşırdık, çünkü (tüm Avrupa gibi) biraz terk edilmiş gibiydi. Parkın içine ilerledikçe hem tasarımları yorumlamaya çalıştık, hem Bilim Müzesi’nin önünde bulunan büyük çelik küre Geode’u inceledik, hem de bir iki kişiye rastlayabildik.
Parkı gezdikten sonra yine metro ile Paris’in en çok ziyaret edilen 2.ci anıtı olan Sacre-Coeur Bazilikası’na gittik. Metrodan çıkıp bazilikaya giderken çıktığımız yokuş Eminönü çarşısı gibiydi. Kalabalık, gürültülü, dilenci dolu… Biraz önce doğru düzgün insan göremediğimiz parktan çıkıp bu kalabalığın içine düşmek enteresan oldu. Sacre-Coeur’un önüne vardığımızda ise beni çok daha “enterese” eden merdivenlerle karşılaştık. O kadar merdiveni hayatta çıkmazdım da, bu kadar yolu gelmişiz bir gayret edeyim dedim.
Merdivenlerin yarısında, neredeyse 10 kişilik gruplar halinde merdiven başlarını mesken tutmuş bir dilenci grubuyla karşılaştık.
Paris’e gitmeden çok okumuştum bu ısrarcı dilencileri fakat bu kadarını tahmin etmemiştim. Birden üç beş tanesi üzerimize geldi, biri koluma yapıştı. Dilim dışarda, zar zor çıktığım merdivenleri koşa koşa çıkarak kaçtım yanlarından. En üst merdivenlere varınca bazilikaya bakmak ancak aklımıza gelmişti. Gerçekten hem 1875-1914 yılları arasında inşa edilmiş olan bazilika, hem manzara çok güzeldi fakat kalabalık ve dilenciler canımızı sıkmıştı. Biraz soluklanıp binayı dışarıdan inceledik. O esnada ağaçların arkasında kalan teleferikimsi aleti gördüm ve kahroldum. İş işten geçmiş ve merdivenleri çıkmış bulunmuştum. Her işte bir hayır vardır diyerek fotoğraflarımızı çekip manzarayı biraz daha izleyip, kalabalıktan sıkılıp bazilikanın içine girmeden inişe geçtik. Yine sokak satıcıları ve dilenci topluluklarını yarıp koşarak aşağı indik ve önce otelimize (2) sonra Louvre’a gitmek için yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 2 saat boyunca ara ara atıştıran yağmur eşliğinde, elimizdeki haritamızla kafamızın estiği caddelerden, sokak aralarından yürüye yürüye Louvre’a vardık. Yürüyüş boyunca gördüğümüz binaların %99u eski binalardı. Hepsi işlevlendirilmiş, konut, işyeri, alışveriş merkezi olarak kullanılmaktaydı.
Güzel yürüyüşümüz sonunda Louvre’a vardığımızda ise tüm bu tarihi binaların arasındaki dar sokaklardan ve caddelerden geçtikten sonra, birden insan ölçeğinin, binaların ve bahçelerin büyüklüğü yanında çok küçüldüğü koca bir tarihin içine düştüğümüzü hissettik.
Kış olmasına, hatta soğuk bir gün olmasına rağmen, Louvre’un bahçesi çok kalabalıktı. Müzeye girmek için ufak bir sıra vardı. Aslında tamamını hakkıyla gezmenin günler sürdüğünü bildiğim müzeye girmeyecektik. Zira 2 günlük bir Paris seyahati için müzenin hakkını vermek mümkün olmazdı. Fakat bu kadar yolu gelmişken Mona Lisa’yı görmeden şuradan suraya gitmem diye tutturduğumdan girdik.
Müzenin sadece Italyan sanatçıların tablolarının bulunduğu bölümünde hızlı bir tur attık. O kadar kalabalıktı ki, zaten zevkle gezmek pek mümkün değildi. Her resmin önünde toplaşan onlarca kişiyi beklemek, kalabalığı yarmak gerekiyordu. Biz Mona Lisa hedefine kitlenip önce Leonardo’nun o muhteşem eserini gördük. Fotoğraf çekilmesi yasak alanda, herkes elinde makinesiyle fotoğraf çekiyordu. 15 dakika debelenerek önlere ulaşıp dünya gözüyle tabloyu gördüm. Mona Lisa’nın olduğu odada bulunan Veronese’nin The Wedding Feast at Cana adlı tablosu da neredeyse 7 metreye 10 metrelik devasa boyutlarıyla göz kamaştırıyordu.
Aynı bölümde yer alan, Dünya’nın en ünlü heykellerinden, M.Ö. 3.yy’a ait Kanatlı Zafer Anıtını (The Winged Victory of Samothrace) da gördük. Kolları ve başları bulunamadığından (ki bence böyle daha estetik), bu şekilde sergilenen eser, 3 metre boyunda ve kumaş detayı ve kanatlarıyla muhteşemdi.
Benzer bir çok eseri hızlıca gezmeye çalıştıktan sonra Arc de Triomphe du Carrousel’den geçip, tarihi 1570lere dayanan Fransız bahçelerini (Jardin des Tuleries) dolaştık. Bahçelerden sonra ise tüm ihtişamıyla Champs Elysees karşımızdaydı. Alışveriş için delirmekte olan bir sürü Türk turistin bulunduğu caddede, ışıklar ve hareketlilik gerçekten çok hoştu. Fakat Paris’in genelinde hissettiğimiz o “turist şehri” havası, bu ünlü caddede iyice kendini göstermişti. Sanki sadece başkalarının gezmesi için olan, aslında yaşamayan bir yer gibiydi.
Bir iki mağaza gezerek, kışa rağmen çokta soğuk olmayan havanın tadını çıkararak ilerledik. Önce kalabalık bir restoranda Avrupa’daki pek çok yerde olduğu gibi yüzyüze değil caddeye bakacak şekilde oturarark yemek yedik. Sonra benim şimdiye kadar adını duymadığım fakat yanımdaki tatlı delisi arkadaşımın mağazasını görünce çıldırdığı Laduree’ye gittik. Meğersem bu pastaneye bir tek ben “fransız”mışım. 1862’de kurulan ve 1930larda makaron’u yaratıp meşhur eden pastanede uzunca bir kuyrukta bekledik. Ve sonra renk renk müthiş tatlardaki makaronlarımıza kavuştuk. Caddenin devamını bu nefis makaronları yiyerek yürüdük.
Eski Roma zafer anıtlarının kemerleri model alınarak yapılan Zafer Anıtı’na (Arc de Triomphe) vardığımızda akşam olmuştu. Napoleon döneminde Fransa ordusuna ithafen yapılan ve üzerinde savaşa katılmış 660 generalin ismi bulunan anıtın olduğu bölüm biraz daha yüksekte ve soğuktu. Saatte geç olduğundan anıtın üzerine çıkmadan ışıklandırılmış Eifel’i seyretmek üzere metroya gittik.
Metrodan çıkıp 1751’de kurulmuş olan parka (Parc du Champs de Mars) gittik. Park oldukça büyük, ışıksız ve ıssızdı. Koşu yapan bir iki kişiden başka kimse yoktu ve açıkcası çok ürkütücüydü. Hızlı adımlarla parkı geçip, Eiffel’e yaklaştıkça kalabalıklaşan bölümüne ilerledik. Paris’in simgesi olan 1889 yılında yapılmış olan kule, yaklaştıkça büyüklüğünü hissettiriyordu. Oldukça yaklaştığımızda, her saat başı 10 dakika süre ile yapılan ışık gösterisi başladı. İlk bir dakikasından sonrası pekte zevk vermeyen bu şölenden sonra sağımızdan solumuzdan geçen meşhur fareleri atlatarak parktan çıktık ve kulenin altından geçip bir yarım saatlik yürüyüş daha yapıp bir diğer metro istasyonuna ulaştık.
Oldukça yorucu bu günün sonunda otelimize döndük.
Ertesi gün uyandıktan sonra kruvasanlar eşliğinde güzel bir kahvaltı yaparak ilk iş metroyla Notre Dame Katedraline (Cathedral de Notre-Dame) gittik. Gotik çağın başyapıtlarından olan, inşasına 1160 yılında başlanıp 1345 yılında tamamlanan bu katedral hem cephesi hem iç mimarisiyle çok etkileyiciydi. Planı ve yarattığı dörtgen duygusuyla Romanesk etkileri de olan bu mühtiş binayı büyük bir zevle gezdikten sonra yürüyüşümüze Sen Nehri üzerinden karşıya geçip, Pompidou’ya ilerleyerek devam ettik.
Bernard Schumi’nin Park’ından sonra Paris’in tarihi dokusunun göbeğinde, tüm etkisiyle bu modern binayı görmek çok hoştu. Mimarlar Renzo Piano ve Richard Rogers’ın binanın altyapısını olduğu gibi dışarıya çıkardıkları Pompidou Binası (The Pompidou Center) maalesef o gün kapalıydı. İçini gezme fırsatımız olmadı ama dışında yağmur izin verdiği kadar gezdik.
Yağmur hızlanınca kendimizi binanın tam karşısındaki, klasik Fransız cafelerinden birine attık. Fransa’da hemen tüm yeme-içme mekanları içinde 3-4 taburelik bir barı ve yaklaşık 10 tane ufak yuvarlak masası olan cafelerden ibaret. Ve tüm bu cafelerde dekorasyon çok renkli. Bahsi geçmişken, garsonların da bu şirin mekanlara tezat bir şekilde gayet soğuk ve mesafeli olduklarını belirtmeliyim. Türkiye’deki sıcak, hatta bazen laubali garsonlardan eser yok. Daha kafeye girer girmez sayınıza ve yiyip içeceğiniz şeye göre yerinizi onlar gösteriyor. Sonra hızlıca şık sunumlarıyla servislerini yapıp gitmenizi bekliyorlar. İlk bir iki mekandan sonra bu tavırlarına alışıyor insan.
Kahvelerimizi içtikten sonra dün dahil kattetiğimiz mesafelerden yorulduğumu farkedip metroyu önerdim. İstikametimiz Lüksemburg Bahçeleri (Jardin du Luxembourg)…
Lüksemburg bahçelerine varmak için metroya gittik fakat ana hatlardan birinde sorun vardı. Yer altında bir hayli mesafe katederek uygun bir hat bulmaya uğraştık ve sonunda çalışan hatlardan biri ile bahçelere çokta uzak olamayan bir durakta indik. Yürüyerek ünlü bahçeye vardık fakat kış olması sebebiyle ağaçlar yapraksız ve keldi. Park ise bomboştu. Ünlü yuvarlak gölet ve çevresindeki çiçek tarhları güzel görünse de pek etkileyici değildi. Büyük bir hayal kırıklığıyla zaman geçirmeden Eiffel’e gitmek için yola koyulduk fakat metro hatları halen sıkıntılıydı. Otobüs bulmak için bir hayli çabaladıktan sonra yolun birazını yürüyüp kalanı için metroyu kullandık.
Eiffel’e vardığımızda yine yağmur hızlandı ve hava birden kapanıp soğudu. İnatla 1,5 saat sıra bekleyip 2.kat için biletlerimizi aldık. Bütün gezme yorgunluğunun üstüne sıra bekleme yorgunluğu ve soğukta eklenince Eiffel’den sislerin içinde görünen belli belirsiz Paris manzarası pek tat vermedi.
Biraz manzaraya bakıp bir kaç parça hatıra satın aldıktan sonra kalan 2-3 saatimiz için Moulin Rouge’a gittik. Aslında içeri girme hevesim pek çoktu fakat fiyatların neredeyse 100 Euro olduğunu öğrenince, hevesim geçiverdi. Hem zaten kıyafetimiz pek müsait değildi. Kapıda çok uzun bir kuyruk vardı. Kadın erkek şık giyinmiş bir sürü insan şov için bekliyordu. Yine yağmur bastırınca kırmızı yel değirmeninin tam karşısındaki kafeye oturup yağmurun ve Paris’in tadını sohbet ederek çıkardık. Yaklaşık 1 saat sonra aralarında Erotizm Müzesi’nin (Musee de L’erotisme) de bulunduğu Clichy bulvarında yürümeye başladık. Karşılıklı seks shoplarla dolu bu cadde kırmızının hakim olduğu renklerle bezeliydi. Normal mağaza gezer gibi seks shopların gezilebildiği caddede oldukça eğlendiğimizi ve birçok yerde bahsedildiği gibi sevimsiz hiçbir şeyle karşılaşmadığımızı söylemeliyim.
Yağmur sonrası düzelen havanın ve sokakların keyfini çıkarırken Brüksele dönüş trenimizin saatinin yaklaştığını farkettik. Metro ile ana istasyona varıp, hızlı tren ile Brüksele yol aldık.
2 günlük bu ufak seyahatimizde Paris’e bir tülü ısınamadım. Tüm o görkemli tarihi doku, sürekli bir film setini geziyormuşum hissiyatı verdi. Bunun nedeninin kış olmasına rağmen Parislilerden çok gördüğüm turistler olduğunu düşünüyorum. Bir de her şeyin turist olarak gelenlere paket olarak verilmek üzere tasarlanmış olması hoşuma gitmedi sanırım. Dilini hiç bilmediğiniz bir şehirde çok rahat gezip, görüp alışveriş yapıyorsunuz, bu doğru. Ama sanki hepsi birer oyun gibi. “Sırada ne var?” diyerek bir yeri gezmek pek zevk vermedi bana. Hissedemedim şehri. Ve sanırım bu nedenle en sevdiğim bölümü ara sokaklarda kafamıza estiği gibi yürürken keşfettiğimiz Çin ve Türk mahalleri oldu. Oralarda gördüğümüz herkes gerçekten orada, orayı, o şekilde yaşıyordu!
Yine de dünyanın en çok ziyaret edilen bu tarih dolu kentini, özellikle tarihe ve tarihi mimariye ilginiz varsa, gidip görmenizi tavsiye ederim.
Üniversitedeki değerli hocalarımdan Doç. Dr. Canan Girgin Hocam, geçtiğimiz günlerde Seoul’e gitmiş ve gezisinden bazı notları facebook profilinde bir fotoğraf albümü ile paylaşmıştı.
Güney Kore’nin başkenti ve en büyük kenti olan Seoul, dünyanın en kalabalık şehirlerinden. 2009 verilerine göre 10 milyondan fazla insanın yaşadığı şehir, 3 Unesco dünya mirası ( Changdeokgung, Jongmyo Shrine ve Joseon Hanedanlığı’nın kraliyet mezarları ) sahibidir.
Dünya’daki ekonomik ve finansal merkezlerde ilk onun içerisinde yer alan ve Samsung, LG Grup, Hyundai Grubu ve Kia gibi önemli holdinglere ev sahipliği yapan şehire 16-23 Eylül 2011 tarihlerinde giden Canan Hocam’ın fotoğraflarını ve değerli notlarını, kendisinin de izniyle, aşağıda paylaşıyorum.
Hocama tekrar teşekkürler. Sizlere de iyi okumalar,
Incheon havalimanını Seoul’a bağlayan denizde set ile çevrili kazanılmış bataklık bölge (Saemangeum) -wetland- (34 kilometre boyunca geniş bir alanda ve 2006 yılında oluşturulmuş)
Halen Yıldız Teknik Üniversitesi Yapı Bilgisi Anabilim Dalı’nda görev yapmakta olan Doç.Dr.Canan Girgin, lisan, y.lisans ve doktora eğitimlerini İstanbul Teknik Üniversitesinde tamamlamıştır ve ulusal,uluslararası bir çok araştırma, makale ve ödüle sahiptir.
Not: Bu yazı Mart 2010’da Libya iç savaşı öncesi kaleme alınmıştır.
Uyarı: Aşağıdaki gezi notlarını yukarıdaki müzik eşliğinde okumanız tavsiye edilir. (Elissa Khoury, Lübnanlı bir şarkıcı. Arap dünyasının en sevilen şarkıcılarından ve tüm Libya kendisini dinliyor.)
Öncelikle Libya’ya neden gittiğimi anlatayım. Zira turist olarak gidilesi ülkelerin başında değil bildiğimiz üzere.
3 senedir bünyesinde çalıştığım firmamızda tüm işlerimiz Libya’da. Ve geçtiğimiz sene Mayıs ayında başlayan , 9 ay gibi rekor bir sürede tamamlanan, Tabanlıoğlu firmasının tasarımını, Metex’in ise iç tasarımını yaptığı aşağıdaki binamız artık teslim edilmek üzereydi. Teslim edilmeden dünya gözüyle projemizi görelim istedik. O kadar yolu gitmişken de hemen hemen tüm projelerimizi görme fırsatımız oldu. Ve de Libya’yı yakından tanımış olduk.
Ülke :Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi (ülkenin tam adı)
Konum: Akdeniz kıyısında , doğusunda Mısır , batısında Cezayir ve Tunus, güneyinde Nijer ve Çad, güneydoğusunda Sudan ile komşu olan bir Kuzey Afrika ülkesidir.
Bayrak: üstteki gibi düz yeşildir. (Dünya üzerinde sadece renkten oluşan tek bayraktır.)
Başkent : Trablus
Resmi Dil : Arapça
Yönetim Şekli: Cumhuriyet
Devlet Başkanı : Muammer Kaddafi
Yüzölçümü : 1.800.000km2
Nüfus : 6.5milyon
Para birimi : Libya Dinarı (LYD)
Milli Bayram : 1 Eylül (Devrim günü, 69)
Telefon kodu : +218
Arma:yandaki kartaldır.
Sahil Şeridi: 1770km
Tarihçe
Ülkenin asıl yerlileri Berberi kabilelerdir. Ancak Antik çağlardan bu yana bilinen tarihinde ülkeye;
Fenikeliler,
Kartacalılar,
Büyük İskender’in orduları,
Ptolemaus hanedanı,
Romalılar,
Arap-İslam İmparatorluğu
ve Osmanlılar hakim olmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı dönemde, 1911’de İtalyanlar bölgeyi işgal etmişler ve Trablusgarp Savaşı akabinde yapılan Oshy (Oşi) anlaşması ile Libya’daki fiili Osmanlı hakimiyeti sona ermekle birlikte hukuken Osmanlıya bağlılığı benimsemişler.
İtalya ülkeyi, baskı ve zulümle kontrol etmeyi başarmış, adeta bütün Libya’yı köleleştirmiş. Bu dönemde İtalyan sömürgeciliğe karşı Ömer Muhtar tarafından başlatılan direniş hareketi, Ömer Muhtar’ın idamıyla başarısızlığa uğramış.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge Fransa ve İngiltere’ye bırakılmış.
Birleşmiş Milletler, 1949’da Libya’nın bağımsız bir ülke olması gerektiği kararını almış.
1951’de Libya bağımsızlığını kazanmış ve Birleşmiş Milletler aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke olmuş.
1969’da, ordunun genç subaylarından Muammer Ebu Minyar Al-Kaddafi bir grup subay ile birlikte Kral İdris’e karşı darbe yapmış. Monarşi sona erdirilmiş ve Libya Arap Cemahiriyesi kurulmuş. Kaddafi, o tarihten sonra kendisinin “Üçüncü Evrensel Teori” dediği , Sosyalizm ve İslam karışımı politik bir rejimi izlemiş.
1990’lı yıllardan itibaren Lokerbie faciasını bahane eden Amerika’nın baskısı ile sağlanan uluslararası ambargo ile 1969’dan itibaren sürdürdüğü kalkınma hamlesine darbe vurulmuş.
Lokerbie faciası: Londra-Newyoek seferisini yapan uçak, 1988 yılında havada infilak etmiştir. İskoçya’ya düşen uçak faciasında 275kişi ölmüştür. Uçağa patlayıcıyı yerleştirenlerin Libya uyruklu olduğu anlaşılmıştır.
Libya ve Yaşam
Libya’da halk oldukça tembel olmalarıyla nam salmış durumda. Zira devletin verdiği işsizlik maaşına ilave olarak elektriğin, benzinin bedava olduğu, genel olarak herşeyin ucuz olduğu ve para harcayacak herhangi bir yerin olmadığı bir ülke burası.
Sırf işsiz güçsüz kalmaması için 1 kişinin yapabileceği işlere 5-6 kişi atanıyor. Mesai saatleri genelde 11-15 arasında. Zaten hava sıcak olduğundan gündüz kimse dışarıya çıkmıyor.
Akşamları ise, bütün caddeler sokaklar doluyor. Gece saat 12-1e kadar kalabalık azalmıyor. Sıcak iklim nedeniyle geceleri yaşam daha hareketli.
Sokaklarda kadına neredeyse hiç rastlamadık. Kadınlar ya araçların içlerinde ya da evlerdeler. Gördüklerimiz de giyim kuşam olarak beklediğimiz gibi değildi. Oldukça modernlerdi. Türban altına tunik ve pantolon giymişlerdi. Giyim mağazalarının vitrinleri ise şaşkınlıktan küçük dilimizi yutmamıza neden oldu. Zira hiç kapalılar için kıyafet satan mağaza görmedik, fakat onlarca dekolte gece kıyafeti satan mağaza vardı. Mini eteklerden dantelli iç çamaşırlara,gögüs dekolteli tuvaletlere kadar envai çeşit kıyafet mağazası vardı. Öğrendiğimiz kadarıyla kadınlar evlerde bu tip giysiler giyiyorlarmış.
Sokaktaki halkın %30’unun istihbarat tarafından görevlendirilmiş ajanlar olduğu rivayet ediliyordu. Yönetimle ilgili oluşumları ve olumsuz konuşmaları engellemek ve korkutma amaçlı bir uygulama olduğu söylendi.
Bütün dünya markalarının mağazaları vardı. Nike, Dior, Coton, Adidas.. hatırladıklarım.
Kaddafi’nin adını anmak oldukça kötü karşılanıyor. Bu nedenle halk arasında “Büyük Lider”, “Müthiş İnsan” gibi adlandırılıyor.
Libya ve Mimari
Ülke tam bir şantiye halinde. Ambargo kalktığından beri bütçe fazlasının büyük bir kısmını üst yapıya aktarmışlar. Tripoli şehrinde her yanınız şantiye. Yüksek katlı iş merkezleri, oteller, parklar… Yeni bir Dubai olma yolunda ilerliyor ülke.
Geleneksel mimaride ise klasik bir Akdeniz ülkesi özellikleri taşıyorlar. Hatta ilk olarak Tripoli’ye vardığımızda Mersin’e ne kadar benzediğini düşünmüştük.
Binalar genelde 1-2 katlı. Çok ufak pencereleri var, onlarda da kepenk var. Konutlar dışarıdan oldukça bakımsız ve eski duruyor fakat içlerinin oldukça lüks olduğunu öğrendik.
Konutların girişleri genelde yol tarafından değil arka taraftan. (Bunun nedenini yıllarca hüküm süren sömürgeci anlayışa bağlıyorlar. ) Ön cephede ise ilk katlarda hiç pencere olmazken üst katlarda sadece 1-2 pencere görünüyor. O pencerelerde de demirlik yada kepenk-panjur sistemi bulunuyor. Konutların arka taraflarında bulunan yüksek duvarlarla çevirili bahçelerde ise balkonlar bulunuyor. Bahçe ve balkon sadece aile üyelerince kullanılabiliyor, yabancıların girmesine izin verilmiyor.
Çadır geleneği ise halen devam ediyor. Göçebe bir toplumdan gelen Libya’lılar toplanma alanı olarak çadırları kullanıyorlar.
Çarşılarda ise geleneksel Osmanlı mimarisi etkisindeki kolonlu- kemerli yapılar mevcut. Hemen hemen hiç tabela yok. Tabelalardaki ingilizce yazılar nedeniyle yönetim tamamen iptal etmiş.
Yine şaşırdığımız bir konu , gördüğümüz 1-2 büyük cami dışındaki tüm camilerin tek minareli ve oldukça küçük ve az oluşuydu.
Libya ve Güvenlik
Tripoli’de güvenlik üssü olarak nitelendirilebilecek 3 adet büyük askeriye alanı var. Bunlar şehrin göbeğinde konumlanmış durumdalar. Kapıda ellerinde taramalı tüfekleri ile askerler bekliyor. Önünden geçerken yanlışlıkla kameramı kaldırıp kayda alacak oldum, araçtakiler hemen beni engellediler. Öldürülebileceğimi söylediler!.
Bu güvenlik üslerinden birinin kapısında, Kaddafi’nin meşhur kadın askerlerinden 2sini görme şansım oldu. Onların dışında kadın polis-askere rastlamadım.
Tripoli’den Sirte’ye yola çıktığımızda, varamama ihtimalimiz vardı. Zira Lider Sirte’deydi ve güvenlik önlemleri oldukça arttırılmıştı. Varana kadar 10a yakın kontrol noktasından geçtik. Kontrol noktalarında yine ellerinde taramalı tüfekleri bulunan askerler ve ufak bir bina bulunuyor. (Gümrük gibi) Dönüşte de yine 10a yakın kontrolden geçtik. Bizim döndüğümüz gün Sirteye giriş çıkış yasaklanmıştı. (Afrika Birliği toplantısı nedeniyle)
Libya ve Dİn
Duyduklarımız hep katı bir dini rejim uygulandığı yönündeydi , oysaki gittiğimizde gördüklerimiz tamamen farklıydı.
Ülkede içki yasak. Fakat yasal olmayan yollardan ülkeye sokuluyor ve gece Akdeniz kıyısına çekilmiş sıra sıra arabaların tamamında içki tüketiliyor.
Sigara oldukça ucuz olduğundan, sürekli sigara içiyorlar.
Camilere gitmek veya herhangi bir dini ritüel zorunlu değil.
Cuma günleri resmi tatil. Heryer kapalı oluyor. Bazen cuma akşamları dükkanlar açılabiliyor.
Gittiğimizde 3 kadın gayet normal kıyafetlerle ve başımız açık olarak gezdik. Hiç bir rahatsız edici tavırla karşılaşmadık. Bunun sebebi normalde sokaklarda hiç kadın olmaması da olabilir, turist olarak geldiğimiz çok belliydi.
Libya ve Yeme-İçme
Libya’ya ilk vardığımız gün bir İtalyan kafesinde Cappucino içtik!
Tüm dünya markaları var derken, sadece giyim de değil yeme-içme sektöründe de markalaşmış tüm restoran – kafeler vardı.
Tripoli’de Akdeniz’de tutulan envai çeşit balığın satıldığı bir balık pazarı var. Pazardan balığınızı seçiyorsunuz ve hemen arka tarafta bulunan restoranlarda yiyebiliyorsunuz.
Kadın olduğumuz için bizi paravanın arkasına, restoranın en sonuna oturtmak istediler. Kabul etmedik. En orta yere oturduk, kimse tepki vermedi.
Bizim için önden kalamar, arkasından barbunya balığı ve son olarakta lagos getirdiler. Hayatımda yediğim en taze ve en güzel balıktı gerçekten.
Balığın yanında Türk usülü çoban salata yedik ve alkolsüz bira içtik.
Ardından tatlı olarak şekerli bir suyun içinde badem getirdiler. Çok tatlı ve ağırdı, pek fazla yiyemedik.
Yemek çıkışı pişirilen yerleri ise görmesek daha iyi olabilirdi. Zira hijyen yok.
Bunun dışında gittiğimiz yerlerde çay kahve istediğimizde otomatik olarak çok fazla şekerli getiriyorlar. O nedenle bir süre sonra “no sugar” diye uyarmayı alışkanlık haline getirdik.
Libya ve Trafik
Kaç kere ölümden döndük hatırlamıyorum!
Gerçekten çılgın gibi araba kullanıyorlar. Yollarda herhangi bir uyarı,işaret vs. yok. Bir-iki yerde ışığa rastladık ama onlarda da kırmızı da geçtik!
Her yola her yerden giriş çıkış var. Mesela, E-5 gibi çift gidiş çift gelişli, min 70-80km hızla işleyen bir yola her an her yerden araç girebiliyor ve çıkabiliyor. Kavşaklar ana baba günü gibi, sürekli fren sesleri geliyor sağdan soldan.
Her an kazaya ramak kalma durumu var ama o kadar alışmışlar ki kimse tartışmıyor, ya da bağırıp çağırmıyor bu durumlarda. Bir de enteresan bir biçimde yaya gördükleri anda sürati unutup hemen yol veriyorlar. (Kan parası yasalarında var ve cezalar çok yüksekmiş.)
Libya’da lüks arabaların fiyatları 10bin – 20bin dinar arasında (15-25bin TL)… Herkesin altında araba var. Toplu taşıma namına hiçbir şey görmedim, sadece taksiler var. Onlarda çok ucuz, zira benzin Libya’da sudan ucuz!
Tripoli – Sirt arası çöl yolunda tek gidiş tek dönüş asfalt bir yol var. Saate 210km hızla gittik o yolda! Yolun iki yanında da çitler vardı. Bir de hiç tabela göremediğimiz Libya’daki tek tabela “deve çıkabilir” tabelasıydı! Çitleri görünce içimiz rahatladı, zira saatte 200km süratle giden aracların farları dikkatlerini çekip, develerin yola fırlamasına ve ciddi ölümlü kazalara yol açıyor diye duymuştuk. Fakat yolun ilerleyen bölümlerinde çitin önünde otlayan develeri görünce, oldukça panik olduk!
Yine çöl yolu boyunca aşağıdaki araçlardan gördük. Bunlar Mısır’a giden araçlarmış.
Libya hem yönetim şekli, hem parasal durumu hem de halkının halet-i ruhiyesi açısından enteresan bir ülke. Gezilecek görülecek pek bir yeri yok ama ciddi bir ekmek kapısı olduğundan dost ülkedir. Kaldı ki Libyalıların Türklere karşı sempatisi her zaman bildiğimiz ve duyduğumuz bir şeydir. Tekrar gidebilmek dileğiyle…