Her sene 1 ülke hedefim vardı malumunuz. Geçen sene Libya’yı gidip görmek nasip olmuştu. Bu sene ise Brüksel, Paris, Amsterdam, Rotterdam, Luksemburg ve Brugge’a gidip, 4ülke görmek kısmet oldu. Yediğim içtiğim bana kalsın, ki kalmayacak onları da anlatacağım, gezdiğim gördüğüm yerleri anlatayım size…
Paris’e Brüksel’den hızlı trene binerek 1 saatte vardık. Gare du Nord (1) istasyonuna inip hiç vakit kaybetmeden Paris’in klasik turist gezi rotasının biraz dışında kalan, Bernard Tschumi’nin tasarladığı ve mimarlık öğrencilerinin ezbere bildiği Parc de la Vilette’e gittik. İstanbul’dan aldığım Paris haritası, cep kitabı ve Paris’in her yerinde bulunan haritalar sayesinde rahatça metroyu kullandık. 55 hektarlık bu parkı hızlı bir tur ile gezdik. Maalesef müzelerin ve sinemaların kapalı olduğu güne denk geldiğimiz için sadece dışarıdan bakabildik ama yine de gezimiz keyifliydi. 1984-87 yılları arasında inşaa edilen parka girişimizde biraz şaşırdık, çünkü (tüm Avrupa gibi) biraz terk edilmiş gibiydi. Parkın içine ilerledikçe hem tasarımları yorumlamaya çalıştık, hem Bilim Müzesi’nin önünde bulunan büyük çelik küre Geode’u inceledik, hem de bir iki kişiye rastlayabildik.
Parkı gezdikten sonra yine metro ile Paris’in en çok ziyaret edilen 2.ci anıtı olan Sacre-Coeur Bazilikası’na gittik. Metrodan çıkıp bazilikaya giderken çıktığımız yokuş Eminönü çarşısı gibiydi. Kalabalık, gürültülü, dilenci dolu… Biraz önce doğru düzgün insan göremediğimiz parktan çıkıp bu kalabalığın içine düşmek enteresan oldu. Sacre-Coeur’un önüne vardığımızda ise beni çok daha “enterese” eden merdivenlerle karşılaştık. O kadar merdiveni hayatta çıkmazdım da, bu kadar yolu gelmişiz bir gayret edeyim dedim.
Merdivenlerin yarısında, neredeyse 10 kişilik gruplar halinde merdiven başlarını mesken tutmuş bir dilenci grubuyla karşılaştık.
Paris’e gitmeden çok okumuştum bu ısrarcı dilencileri fakat bu kadarını tahmin etmemiştim. Birden üç beş tanesi üzerimize geldi, biri koluma yapıştı. Dilim dışarda, zar zor çıktığım merdivenleri koşa koşa çıkarak kaçtım yanlarından. En üst merdivenlere varınca bazilikaya bakmak ancak aklımıza gelmişti. Gerçekten hem 1875-1914 yılları arasında inşa edilmiş olan bazilika, hem manzara çok güzeldi fakat kalabalık ve dilenciler canımızı sıkmıştı. Biraz soluklanıp binayı dışarıdan inceledik. O esnada ağaçların arkasında kalan teleferikimsi aleti gördüm ve kahroldum. İş işten geçmiş ve merdivenleri çıkmış bulunmuştum. Her işte bir hayır vardır diyerek fotoğraflarımızı çekip manzarayı biraz daha izleyip, kalabalıktan sıkılıp bazilikanın içine girmeden inişe geçtik. Yine sokak satıcıları ve dilenci topluluklarını yarıp koşarak aşağı indik ve önce otelimize (2) sonra Louvre’a gitmek için yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 2 saat boyunca ara ara atıştıran yağmur eşliğinde, elimizdeki haritamızla kafamızın estiği caddelerden, sokak aralarından yürüye yürüye Louvre’a vardık. Yürüyüş boyunca gördüğümüz binaların %99u eski binalardı. Hepsi işlevlendirilmiş, konut, işyeri, alışveriş merkezi olarak kullanılmaktaydı.
Güzel yürüyüşümüz sonunda Louvre’a vardığımızda ise tüm bu tarihi binaların arasındaki dar sokaklardan ve caddelerden geçtikten sonra, birden insan ölçeğinin, binaların ve bahçelerin büyüklüğü yanında çok küçüldüğü koca bir tarihin içine düştüğümüzü hissettik.
Kış olmasına, hatta soğuk bir gün olmasına rağmen, Louvre’un bahçesi çok kalabalıktı. Müzeye girmek için ufak bir sıra vardı. Aslında tamamını hakkıyla gezmenin günler sürdüğünü bildiğim müzeye girmeyecektik. Zira 2 günlük bir Paris seyahati için müzenin hakkını vermek mümkün olmazdı. Fakat bu kadar yolu gelmişken Mona Lisa’yı görmeden şuradan suraya gitmem diye tutturduğumdan girdik.
Müzenin sadece Italyan sanatçıların tablolarının bulunduğu bölümünde hızlı bir tur attık. O kadar kalabalıktı ki, zaten zevkle gezmek pek mümkün değildi. Her resmin önünde toplaşan onlarca kişiyi beklemek, kalabalığı yarmak gerekiyordu. Biz Mona Lisa hedefine kitlenip önce Leonardo’nun o muhteşem eserini gördük. Fotoğraf çekilmesi yasak alanda, herkes elinde makinesiyle fotoğraf çekiyordu. 15 dakika debelenerek önlere ulaşıp dünya gözüyle tabloyu gördüm. Mona Lisa’nın olduğu odada bulunan Veronese’nin The Wedding Feast at Cana adlı tablosu da neredeyse 7 metreye 10 metrelik devasa boyutlarıyla göz kamaştırıyordu.
Aynı bölümde yer alan, Dünya’nın en ünlü heykellerinden, M.Ö. 3.yy’a ait Kanatlı Zafer Anıtını (The Winged Victory of Samothrace) da gördük. Kolları ve başları bulunamadığından (ki bence böyle daha estetik), bu şekilde sergilenen eser, 3 metre boyunda ve kumaş detayı ve kanatlarıyla muhteşemdi.
Benzer bir çok eseri hızlıca gezmeye çalıştıktan sonra Arc de Triomphe du Carrousel’den geçip, tarihi 1570lere dayanan Fransız bahçelerini (Jardin des Tuleries) dolaştık. Bahçelerden sonra ise tüm ihtişamıyla Champs Elysees karşımızdaydı. Alışveriş için delirmekte olan bir sürü Türk turistin bulunduğu caddede, ışıklar ve hareketlilik gerçekten çok hoştu. Fakat Paris’in genelinde hissettiğimiz o “turist şehri” havası, bu ünlü caddede iyice kendini göstermişti. Sanki sadece başkalarının gezmesi için olan, aslında yaşamayan bir yer gibiydi.
Bir iki mağaza gezerek, kışa rağmen çokta soğuk olmayan havanın tadını çıkararak ilerledik. Önce kalabalık bir restoranda Avrupa’daki pek çok yerde olduğu gibi yüzyüze değil caddeye bakacak şekilde oturarark yemek yedik. Sonra benim şimdiye kadar adını duymadığım fakat yanımdaki tatlı delisi arkadaşımın mağazasını görünce çıldırdığı Laduree’ye gittik. Meğersem bu pastaneye bir tek ben “fransız”mışım. 1862’de kurulan ve 1930larda makaron’u yaratıp meşhur eden pastanede uzunca bir kuyrukta bekledik. Ve sonra renk renk müthiş tatlardaki makaronlarımıza kavuştuk. Caddenin devamını bu nefis makaronları yiyerek yürüdük.
Eski Roma zafer anıtlarının kemerleri model alınarak yapılan Zafer Anıtı’na (Arc de Triomphe) vardığımızda akşam olmuştu. Napoleon döneminde Fransa ordusuna ithafen yapılan ve üzerinde savaşa katılmış 660 generalin ismi bulunan anıtın olduğu bölüm biraz daha yüksekte ve soğuktu. Saatte geç olduğundan anıtın üzerine çıkmadan ışıklandırılmış Eifel’i seyretmek üzere metroya gittik.
Metrodan çıkıp 1751’de kurulmuş olan parka (Parc du Champs de Mars) gittik. Park oldukça büyük, ışıksız ve ıssızdı. Koşu yapan bir iki kişiden başka kimse yoktu ve açıkcası çok ürkütücüydü. Hızlı adımlarla parkı geçip, Eiffel’e yaklaştıkça kalabalıklaşan bölümüne ilerledik. Paris’in simgesi olan 1889 yılında yapılmış olan kule, yaklaştıkça büyüklüğünü hissettiriyordu. Oldukça yaklaştığımızda, her saat başı 10 dakika süre ile yapılan ışık gösterisi başladı. İlk bir dakikasından sonrası pekte zevk vermeyen bu şölenden sonra sağımızdan solumuzdan geçen meşhur fareleri atlatarak parktan çıktık ve kulenin altından geçip bir yarım saatlik yürüyüş daha yapıp bir diğer metro istasyonuna ulaştık.
Oldukça yorucu bu günün sonunda otelimize döndük.
Ertesi gün uyandıktan sonra kruvasanlar eşliğinde güzel bir kahvaltı yaparak ilk iş metroyla Notre Dame Katedraline (Cathedral de Notre-Dame) gittik. Gotik çağın başyapıtlarından olan, inşasına 1160 yılında başlanıp 1345 yılında tamamlanan bu katedral hem cephesi hem iç mimarisiyle çok etkileyiciydi. Planı ve yarattığı dörtgen duygusuyla Romanesk etkileri de olan bu mühtiş binayı büyük bir zevle gezdikten sonra yürüyüşümüze Sen Nehri üzerinden karşıya geçip, Pompidou’ya ilerleyerek devam ettik.
Bernard Schumi’nin Park’ından sonra Paris’in tarihi dokusunun göbeğinde, tüm etkisiyle bu modern binayı görmek çok hoştu. Mimarlar Renzo Piano ve Richard Rogers’ın binanın altyapısını olduğu gibi dışarıya çıkardıkları Pompidou Binası (The Pompidou Center) maalesef o gün kapalıydı. İçini gezme fırsatımız olmadı ama dışında yağmur izin verdiği kadar gezdik.
Yağmur hızlanınca kendimizi binanın tam karşısındaki, klasik Fransız cafelerinden birine attık. Fransa’da hemen tüm yeme-içme mekanları içinde 3-4 taburelik bir barı ve yaklaşık 10 tane ufak yuvarlak masası olan cafelerden ibaret. Ve tüm bu cafelerde dekorasyon çok renkli. Bahsi geçmişken, garsonların da bu şirin mekanlara tezat bir şekilde gayet soğuk ve mesafeli olduklarını belirtmeliyim. Türkiye’deki sıcak, hatta bazen laubali garsonlardan eser yok. Daha kafeye girer girmez sayınıza ve yiyip içeceğiniz şeye göre yerinizi onlar gösteriyor. Sonra hızlıca şık sunumlarıyla servislerini yapıp gitmenizi bekliyorlar. İlk bir iki mekandan sonra bu tavırlarına alışıyor insan.
Kahvelerimizi içtikten sonra dün dahil kattetiğimiz mesafelerden yorulduğumu farkedip metroyu önerdim. İstikametimiz Lüksemburg Bahçeleri (Jardin du Luxembourg)…
Lüksemburg bahçelerine varmak için metroya gittik fakat ana hatlardan birinde sorun vardı. Yer altında bir hayli mesafe katederek uygun bir hat bulmaya uğraştık ve sonunda çalışan hatlardan biri ile bahçelere çokta uzak olamayan bir durakta indik. Yürüyerek ünlü bahçeye vardık fakat kış olması sebebiyle ağaçlar yapraksız ve keldi. Park ise bomboştu. Ünlü yuvarlak gölet ve çevresindeki çiçek tarhları güzel görünse de pek etkileyici değildi. Büyük bir hayal kırıklığıyla zaman geçirmeden Eiffel’e gitmek için yola koyulduk fakat metro hatları halen sıkıntılıydı. Otobüs bulmak için bir hayli çabaladıktan sonra yolun birazını yürüyüp kalanı için metroyu kullandık.
Eiffel’e vardığımızda yine yağmur hızlandı ve hava birden kapanıp soğudu. İnatla 1,5 saat sıra bekleyip 2.kat için biletlerimizi aldık. Bütün gezme yorgunluğunun üstüne sıra bekleme yorgunluğu ve soğukta eklenince Eiffel’den sislerin içinde görünen belli belirsiz Paris manzarası pek tat vermedi.
Biraz manzaraya bakıp bir kaç parça hatıra satın aldıktan sonra kalan 2-3 saatimiz için Moulin Rouge’a gittik. Aslında içeri girme hevesim pek çoktu fakat fiyatların neredeyse 100 Euro olduğunu öğrenince, hevesim geçiverdi. Hem zaten kıyafetimiz pek müsait değildi. Kapıda çok uzun bir kuyruk vardı. Kadın erkek şık giyinmiş bir sürü insan şov için bekliyordu. Yine yağmur bastırınca kırmızı yel değirmeninin tam karşısındaki kafeye oturup yağmurun ve Paris’in tadını sohbet ederek çıkardık. Yaklaşık 1 saat sonra aralarında Erotizm Müzesi’nin (Musee de L’erotisme) de bulunduğu Clichy bulvarında yürümeye başladık. Karşılıklı seks shoplarla dolu bu cadde kırmızının hakim olduğu renklerle bezeliydi. Normal mağaza gezer gibi seks shopların gezilebildiği caddede oldukça eğlendiğimizi ve birçok yerde bahsedildiği gibi sevimsiz hiçbir şeyle karşılaşmadığımızı söylemeliyim.
Yağmur sonrası düzelen havanın ve sokakların keyfini çıkarırken Brüksele dönüş trenimizin saatinin yaklaştığını farkettik. Metro ile ana istasyona varıp, hızlı tren ile Brüksele yol aldık.
2 günlük bu ufak seyahatimizde Paris’e bir tülü ısınamadım. Tüm o görkemli tarihi doku, sürekli bir film setini geziyormuşum hissiyatı verdi. Bunun nedeninin kış olmasına rağmen Parislilerden çok gördüğüm turistler olduğunu düşünüyorum. Bir de her şeyin turist olarak gelenlere paket olarak verilmek üzere tasarlanmış olması hoşuma gitmedi sanırım. Dilini hiç bilmediğiniz bir şehirde çok rahat gezip, görüp alışveriş yapıyorsunuz, bu doğru. Ama sanki hepsi birer oyun gibi. “Sırada ne var?” diyerek bir yeri gezmek pek zevk vermedi bana. Hissedemedim şehri. Ve sanırım bu nedenle en sevdiğim bölümü ara sokaklarda kafamıza estiği gibi yürürken keşfettiğimiz Çin ve Türk mahalleri oldu. Oralarda gördüğümüz herkes gerçekten orada, orayı, o şekilde yaşıyordu!
Yine de dünyanın en çok ziyaret edilen bu tarih dolu kentini, özellikle tarihe ve tarihi mimariye ilginiz varsa, gidip görmenizi tavsiye ederim.
Gidip göreceklere iyi seyahatler,
Okuyanlaraysa tez zamanda bir gezi dilerim.