Taksim Yarışma Projelerini İnceledim !

Taksim Yarışma Projelerini İnceledim !

Okuma süresi: 15-20 dk.

Taksim. Herkes için başka başka yaşanmışlıkları olan bir meydan…

Bugün oylamaya sunulan 3 projeyi elimden geldiğince hem mimar olarak, hem de Taksim Meydanı’nın kullanıcısı bir İstanbullu olarak artıları ve eksileriyle yorumlamaya çalışacağım. Ama önce kısaca benim kişisel tarihimde Taksim’in yerinden ve bir kullanıcı olarak meydandan beklentilerimden bahsetmek isterim. Daha sonra kısaca Taksim Meydanı’nda neler olduğuna ve yarışma sürecine de değineceğim.

Üniversiteye başlayana kadar Taksim, benim gibi bir Tuzlalı için senede bir defa İstiklal Caddesi’ne gezmeye gidilen, tramvaya binilip profiterol yenen bir turistik alandı. Bir de kitap fuarına gittiğimiz zamanlar gezerdik.

Üniversite yıllarımla birlikte, Taksim’in o meşhur müzikli eğlenceli gece hayatının son bir kaç yılına yetişebildim. Kemancıya yetişemedim ama Hayal Kahvesi, Mojo, Babylon, Shaft’ı ucundan gördüm. Gece eğlenmeye, gündüz kitapçılara ve galerilere, film festivali zamanı Atlas ve Beyoğlu sinemalarına, Mısır Apartmanı’nda Dot Tiyatro’nun oyunlarına, 360’ın çılgın gece eğlencelerine, Nevizade’de meyhanelere gittim. Sonra Taksim yavaş yavaş yok olmaya başladı. Oradaki o insan topluluğu Karaköy’e ve Kadıköy’e kaymaya başladı.

Sonra Gezi… Henüz olaylar başlamadan oradaydık, mimar ve İstanbul aşığı olarak ordaydım… Aynı gün konu kapanır sandık, güldük eğlendik durdu dedik. 50 kişi bile değildik ama saatler günler geçtikçe bir ateş topu oldu, büyüdü büyüdü… Gazlar, kovalamalar… Korku, sevinç, üzüntü, gurur, şaşkınlık hepsi birbirine karıştı. Ağaçları kestirmedik ama bizim ruhumuzdan parçalar kesildi, yaralananlar, gözünü, hayatını kaybedenler oldu. Hala anarken gözlerim doluyor, dün gibi o günler aklıma geliyor… 

Şimdi, son 3-4 yıldır Taksim’e, film festivali zamanı hala bizle olmaya direnen Atlas ve Beyoğlu sinemalarında film izlemeye, Akbank ve Yapı Kredi Sanat’ta takip etmek istediğim sergiler olduğunda onları ziyaret etmeye gidiyorum. Sadece dolaşmak, biraz vakit geçirmek, birileriyle buluşmak için Taksim’e gitme devrimiz çoktan kapandı yani.

Taksim Meydanı’nda neler oldu?

Taksim’in bizim için önemli tarihi, Osmanlı Dönemi’nde civar semtlere su dağıtmak için yapılan su deposu, yani Taksim Maksemi (1732) ile başlıyor. Suyun “taksim edildiği” bu yapıdan sonra ise 1800lü yılların başında şimdi Gezi Parkı’nın bulunduğu yere Topçu Kışlası yapılıyor. (Askeri işlevlerinin yanı sıra cambaz gösterileri, at yarışmaları, Rum hacıların konaklaması gibi amaçlarla da kullanılan bina 1940 yılında yeni planlamaya göre yıkılıyor. )

1913’te tramvayla Beyoğlu-Şişli bağlantısı sağlansa da tanımsız ve geniş bir alan olan bugünkü Taksim Meydanı, 1940lı yıllarda yapılan yeni imar planlamalarıyla etrafını saran binalarla sınırlanmaya, Cumhuriyet Anıtı etrafında şekillenmeye başlıyor. 

1960lı yıllarda kalabalık ve olaylı mitinglerin adresi olmaya başlayan, 1969’da Kanlı Pazar’ı, 1977^de Kanlı 1 Mayıs’ı yaşayan ve sonrasında 32 yıl boyunca 1 Mayıs kutlanamayan, 2000 yılında metronun duraklarından biri haline gelen meydan, on yıllardır her kesimden insanda farklı hatıralar ve izler bulunduruyor. 

2000li yıllarda AKM’nin yıkılması (çok şükür yerine AVM yapılmaması), yayalaştırma projeleri, otobüs duraklarının kaldırılması, Kışla’nın tekrar yapılmak istenmesi ( ve çok şükür yapılamaması), nedeni bilinmez bir şekilde cami yapılması, Tarlabaşı’ndan Maçka’ya olan yolun yer altına alınması gibi bir çok değişikliği yaşayan meydan günümüzde artık tanımsız koskocaman bir beton denizi. 

Yarışma süreci nasıldı ve ne olacak? 

Yeni belediye başkanımız seçildiğinden beri başlayan süreci yakinen takip ediyorum. Önce bir buluşma istasyonu tasarlanıp hem oradan hem de online anketlerle sorunları ve ihtiyaçları belirlemeye çalıştılar. Sonra çok aşamalı bir yarışma süreci geçirildi. Soru cevaplar tartışmalar derken 20 proje seçildi. Projelerin tamamını inceledim, hepsinin çok güzel özenli fikirleri vardı. Daha sonra sona kalan 3 proje, kolokyum ve projeler üzerine konuşmalar derken şimdi işin halk oylaması ayağındayız.

Halk oylaması sonucu seçilen proje direkt uygulanmayacak. Bu 3 projenin içinden jürinin de seçtiği bir birinci var. Ayrıca bir başka ekip de teknik konuları görüşüp oyluyor. Dolasıyla karar mekanizması 3 ayaklı. Tüm bu işlemler tamamlandıktan sonra Türkiye’nin belki de en önemli meydanlarından biri için tarihi bir karar verilmiş olacak. 

Açıklanan tarihlere göre 16 Kasım’da proje netleştirilip, 2021’de çalışmalar başlanacak. Hızlıca tamamlanması öngörülüyor. 

Meydanın sorunları neler?

Projelerin detaylarını konuşurken aslında hangi sorunlara hangi çözümleri getirdiklerine de değineceğim fakat yine de önden bir sıralama yapıp, mevcut duruma göz atmak istedim.

1- Meydan çok tanımsız. Ne demek tanımsız? Kocaman bir sert zemin var ve etrafı Gezi Parkı hariç binalarla çevrili. Bu binalardan nitelikli, yani bir mimari/tarihi/kültürel değeri olanlar çok az. Binaların çoğu görüntü olarak niteliksiz, plansız, sakil durduğundan mekan hem yatayda hem düşeyde kocaman bir iç sıkıntısı halinde.

2- Kaos hakim. Her yerden her yere giden yayalar, otel önünde bekleşen taksiler, tramvay, sesler, yakıcı güneş., ıslatan yağmur… 

3- Eskiden Taksim Meydanı bir buluşma mekanıydı, etkinlik ve ses çıkarma yeriydi. Artık değil, artık o kocaman alan sadece bir gelip geçme mekanı. İşlevi ve çekiciliği yok. 

4- Bu tanımsızlık, işlevsizlik ve kaos nedeniyle Gezi Parkı ve çevresi, şimdi yeni yapılan yer altı yolu özellikle belli bir saatten sonra tekinsiz.

Genel bir özetten sonra şimdi artık projeleri incelemeye ve yorumlarıma geçiyorum efenim. Tamamı bana ait, beni bağlayan yorumlar. Tüm ekiplerin aylarca deli gibi çalıştıklarını ve çok emek verdiklerini biliyorum. Zaten göreceksiniz, hepsinde beğendiğim fikirler var ama eleştirmek de biraz mesleğimizin doğasında var. Kararımı doğru vermek için kendimce projeleri masaya yatırdım. Buyurun bakalım:

Not: Altında toprak olmayan bir yerde bu kadar ağaç ( bir de ellerini korkak da alıştırmamışlar, hepsinde ağaçlar 15-20 metre upuzun ve gür) nasıl yetişecek sorusu benim de aklımda…

“Birkaç ağaç” için tarihe günlerce süren bir direnişi yazanları tabi ki anmak istiyorlar fakat meydanın bir beton denizi olmasının çözümü ağaçla doldurmak mı? Düşünmeliyiz.

15 nolu Proje – Taksim Kolektifi

Müellifler :  Şerif SÜVEYDAN/ Burcu SEVİNÇ YILMAZ / Rıfat YILMAZ / Süleyman YILDIZ / Sezer BAHTİYAR/ Murat GÜVENÇ / Herman SALM

Danışmanlar : Gülsün TANYELİ / Uğur TANYELİ / Evrim GÜREL SÜVEYDAN / Duygu ÇAKIR / Gürden GÜR / Erdem ÖZLÜ / Cantekin TURAN / Hakan MİNTAŞ / İpek DUBEN / Cem KOZAR / Özkan ÇALIŞKAN / Ertuğrul AĞAOĞLU / Ömer ALTUN / Duygu ERTEN / Bilge KOBAŞ / Zeynep UŞŞAKLI

Taksim Kolektifi adlı proje ana hattında Taksim Meydan’ı ve çevresini etkinliklerle dolu bir buluşma mekanı haline getirmeyi hedefliyor. Bunun için ; Gezi Parkı’nı Maçka Parkı’na bağlayan bir yaya köprüsü ve köprüye bağlı etkinlik alanları, Talimhane girişine bir etkinlik amfisi tasarlayıp, tramvay hattını Gezi Park’ı çevresini kapsayacak şekilde uzatıyor.

Projenin Olumlu Yanları

– Diğer 2 projeden farklı olarak yer altı ile yoğunlukla ilgilenmiyor. Meydanın bir toplanma ve söz söyleme alanı olmasına, tarihteki önemine ve bunun geliştirilmesine kafa yorulup, bu rotada bir konsept geliştirilmiş.

– The Marmara Oteli Önüne denk gelen hizaya, araç yolunun geçtiği kısma, diğer projelerde de olduğu gibi ağaçlandırma yapılmış. ( Araç yolu ile meydanı ayırmak meydanda hiç bir şey yapılmasa bile bence şu an direkt yapılması gereken bir şey. )

– Meydanda geniş tanımlı büyük bir alan bırakılmış, ki Taksim’in hafızasında olan o toplanma, miting, söz söyleme etkinlikleri için yeter bir büyüklükte.

Tramvay rotası Gezi Parkı’nın etrafını dolaşacak şekilde uzatılmış. Şu anda nostaljik ve turistik olarak görülen tramvayın gerçek bir işlev kazanmasına yardımcı olacağını ve bu hattın çokça kullanılacağını düşünüyorum.

– Cumhuriyet Caddesi ağaçlandırılarak o tanımsız geniş yol anlamlandırılmış., ayıca Gezi Parkı’nın cadde tarafındaki eteğini kaldırıp oraya mağazalar, info merkez vb. işlevleri olan bir aks yaratılmış, ki şu anda ruhsuz görünen caddeyi canlandırmak için iyi planlanmış.

– Yer altındaki otobüs duraklarının bulduğu Talimhane tarafındaki köşeye konumlandırılan amfi o alanda ışık alan bir galeri boşluğu yaratıp o bölümü işlevlendirmek için çok güzel düşünülmüş.

Projenin Olumsuz Yanları

– Hali hazırda kaos içinde olan meydana çok fazla şeyi bir arada katmaya çalışarak daha fazla kaos yaratıyor. Organize kaos denebilir ama meydanın gerçekten buna ihtiyacı var mı?

– Üst kottan giden turuncu yaya yürüme yolu oldukça vizyoner, modern ve etkili gözüküyor fakat proje görsellerindeki gibi etraftaki binalar beyaz kutular değiller. Zaten etrafta her tarz her şekil bina varken bir de bu alana bu köprü yolu ekleyip, üzerine bazı kesişim duraklarına değişik tarzlarda etkinlik yapıları eklemek meydanı ve çevresini keşmekeşe dönüştürüyor. (Moda tabir ile overdesigned durumu var projenin)

Belki proje sadeleştirilerek, bu üst kottaki köprü de daha az göz yorucu, parka daha uyumlu, daha çok işlevli olup, daha sade bir rota ve tarz belirleyip seyir terası, çocuk oyun alanı gibi işlevler yerine sadece yürüyüş yapma, ulaşım ve üst kottan meydanı izleme işlevleri ile tanımlansa çok daha uygun olabilirdi.

– Meydanın tamamına konumlandırılan yerden su fışkırtma sistemini (adı ne ise artık) ise ekstra gereksiz buldum. Evet insan bir su ögesi arıyor meydanda ama bu artık modası geçmiş sistem mi olmalıydı gerçekten, emin değilim.

 

 

 

Projeyi inceleyip, oy vermek için : https://istanbulsenin.org/meydan-oylama/taksim/15-sira-numarali-proje/

Projeyi daha detaylı incelemek için: https://konkur.istanbul/taksim/15/

16 nolu Proje – Herkesin ve Her Şeyin Meydanı Taksim

Müellifler: Bünyamin DERMAN / Dilek DERMAN / Mehmet KADIOĞLU / Redife KOLÇAK

Danışmanlar: Mustafa AKKAYA / Gülay ZORER GEDİK / Neşe YÜĞRÜK AKDAĞ / Sibel SARIKAYA / Nur URFALIOĞLU / Emre ILICALI / Yeşim DEMİR / Britta NAGEL / Serhan ÇAYCILAR / Yusuf TIMBIR / Selahattin ÖZDENİZ / Tanju ÖZELGİN / Günnur ÖZSOY / Semih ALTIN

Yardımcılar: Berk ÖZDEMİR / İsmail Hakkı TUNÇAY / Hasan ÖGÜT / İdil DERMAN

Herkesin ve Her Şeyin Meydanı Taksim adlı proje ana hattında Gezi Parkı’nın ağaç yoğunluğunu arttırıp, bir kaç yıl önce yer altına alınan Cumhuriyet Caddesi araç yolunu tekrar zemine alıp, yolun etrafını ağaçlandırıyor, atta kalan kısmı ise Taksim Bellek Müzesine dönüştürüyor.

Projenin Olumlu Yanları

– Projenin odağına tekinsiz yer altı yolunu alıp, o alanı bir müzeye dönüştürerek işlevlendiriyor. Kent planında Cumhuriyet Caddesi’nde yakalanan bu dilin Mete, Sıraselviler ve İnönü Caddesi için de aynı şekilde uygulanması öngörülüyor. Açıkçası Avrupa şehirlerine gidince hayran olduğumuz o yol düzeni, bizdeki Bağdat Caddesi ve Dolmabahçe Caddesi gibi, semtin havasını kesinlikle değiştirir.  

– The Marmara Oteli Önüne denk gelen hizaya, araç yolunun geçtiği kısma, diğer projelerde de olduğu gibi ağaçlandırma yapılmış. 

– Meydanda geniş tanımlı büyük bir alan bırakılmış, ki Taksim’in hafızasında olan o toplanma, miting, söz söyleme etkinlikleri için yeter bir büyüklükte.

– Taksim’in adına konu olan “su”yu hem Maksem’in yanındaki su deposu cephesinde bir su duvarı oluşturarak, hem de AKM önüne bir havuz koyarak meydana dahil etmeleri, meydana su ögesini kazandırmak açısından güzel.

– Meydana bir müze kazandırma fikri oldukça olumlu.

– Gezi Parkı’nın göbeğinde bulunan alandaki ağaçları taşıyarak o alanı büyük bir etkinlik alanı olarak bırakma fikri, parka yeni bir kimlik kazandırmak için oldukça güzel. Konserler, açık hava sinemaları gibi etkinlikler için böyle bir alan biçilmiş kaftan olacaktır.

– Tarlabaşı Bulvarına doğru meydana bakacak şekilde konumlandırılmış kafe fikrini çok sevdim. Meydana bakan kafede oturma keyfini hissettim içimde. (Fakat arkasında yaratılan o mini ormanın teknik olarak yapılabilirliğinden emin değilim. ) 

Projenin Olumsuz Yanları

– Özellikle tarihinde büyük mitinglerin alanı olarak geçen bir meydana kocaman bir havuz yerleştirmenin hem meydanı bölmesi hem de güvenlik açısından değerlendirilmesi gerek.

– Halihazırda bir kaç yıl önce yer altına alınıp milli servetten para harcanmış bir alanın, güvenlik endişesiyle tekrar zemin kota alınması maalesef kaynak kaybı. Acaba bu sorun daha önce bir çok tartışmada da konuşulduğu şekilde düzgün aydınlatma, kamera sistemleri vb. bazı ufak detaylarla çözülemez mi? Ayrıca bunun zeminde yaratacağı tek etki maalesef yeşil bir araç yolu aksı.

Yine konusu gelmişken yaratılması planlanan yeşil akstaki ağaçların kökleri için projede bırakılan o minik “saksı” nın ağaçlar için yeterli olamayacağı da aşikar.

Projenin genelindeki bu “çok” yeşil kocaman ağaçların büyük bir kısmının, meydanın altı toprak olmadığından gerçekçi olmadığını da belirtmek gerek. Bu açıdan proje görselleri, tıpkı 15 nolu projede etraftaki binaların beyaz kutu olması gibi, her yeri yemyeşil yaparak bizi aldatıyor maalesef.

 

 

 

Projeyi inceleyip, oy vermek için : https://istanbulsenin.org/meydan-oylama/taksim/16-sira-numarali-proje/

Projeyi daha detaylı incelemek için: https://konkur.istanbul/taksim/16/

19 nolu Proje – Obruk

Mükellefler: Kutlu İnanç BAL / Hakan EVKAYA / Barış EKMEKÇİ / Münire SAĞAT / Olgu ÇALIŞKAN

Danışmanlar : Selen CAMBAZOĞLU / Figen Kıvılcım ÇORAKBAŞ / Pınar EVRENOSOĞLU / Yasin İLEMİN / Levent Y. İNCE / Pınar ERSÜ

Yardımcılar: Yasemin KILIÇ / Serhat ÇAKIR / İpek GÖNÜLLÜ / Kıvanç MUTLU / Lal Gülten ÖNER / Eda Nur MOTCU / Sevi ÖZDEMİR / Sina ÇİFTÇİ / Berke CANBAZ

Obruk adlı proje ana hattında AKM önünde olacak şekilde yer altında bir sanat kompleksi yaratmayı planlıyor. Cumhuriyet Caddesi ve Talimhane tarafında zemini kaldırarak altına yeme içme alanları yerleştiren ve üzerlerini yeşil çatı olarak tasarlayan proje, yer üstünde beton meydanı yeşile kavuşturup, yer altında sanatı çoğaltmayı hedeflemiş.

Projenin Olumlu Yanları

– Projenin yeşili alıp Gezi Parkı’nı meydana doğru ilerletmesi, Talimhane tarafına doğru saçak/yeşil çatı ile yeşil zemin yaratması, vakit geçirilecek yeşil alanlar yaratmak açısından olumlu.

– The Marmara Oteli Önüne denk gelen hizaya, araç yolunun geçtiği kısma, diğer projelerde de olduğu gibi ağaçlandırma yapılmış. (Bu projedeki biraz geniş duruyor)

– Cumhuriyet Caddesi’ne bakan parkın eteğini kaldırıp zemin altına yeme içme alanları eklemek, o caddeyi canlandırıp işlevlendirmek açısından olumlu.

Projenin Olumsuz Yanları

– Meydanda Taksim’in asıl hafızası olan miting, toplanma, söz söyleme alanı çok azaltılmış. Ayrıca bir toplanma alanına böyle büyük ve açık bir çukur eklemenin her açıdan yanlış olduğunu düşünüyorum.

Dahası bu açılan çukura sanat kompleksi yerleştirmenin, her türlü sanatsal aktivite alanı açısından, hele AKM’de tamamlanınca, oldukça zengin olan bir bölgede gereksiz olduğu kanısındayım. Tabi ki her zaman daha çok sanat üretim/sergileme alanlarına ihtiyacımız var ama o yer AKM’nin hemen dibi değil bence.

– Beton alanı projede rengini değiştirerek sempatikleştirme hamlesi maalesef o sert zemini yok etmiyor.

– Talimhaneye bakan kafe fikir olarak güzel fakat yönlenmesinin meydanın aksine olduğundan biraz tanımsız olduğunu düşünüyorum.

– 16 nolu projedeki gibi projenin genelindeki bu “çok” yeşil kocaman ağaçların büyük bir kısmının, meydanın altı toprak olmadığından gerçekçi olmadığını da belirtmek gerek. Bu açıdan proje görselleri, tıpkı 15 nolu projede etraftaki binaların beyaz kutu olması gibi, her yeri yemyeşil yaparak bizi aldatıyor maalesef.

Projeyi inceleyip, oy vermek için : https://istanbulsenin.org/meydan-oylama/taksim/19-sira-numarali-proje/

Projeyi daha detaylı incelemek için: https://konkur.istanbul/taksim/19/

Bütün bu inceleme ve değerlendirmelerden sonra geldiğim nokta bu şekilde.

Projeleri elimden geldiğince detaylı okumaya ve bakmaya çalıştım, ayrıca 4,5 saatlik o müthiş kolokyumu ve diğer yayınları da takip etmeye çalıştım. Umarım atladığım bir şey olmamıştır.

Şimdi üzerine düşünüp oyumu bu değerlendirmelerim ışığında vereceğim. Ama oyumu verirken projelerin direkt uygulanması ihtimalini değil de geliştirilebilme potansiyelini de göz önünde bulunduracağım.

Dilerim 1-2 yıl sonra yeni meydandan yine bloguma yazıyor olurum. 

=)

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Günümüz dünyasında insanlık hallerine odaklanan Şimdinin Peşinde adlı koleksiyon sergi 2018-2020 yılları arasında İstanbul Modern’in Beyoğlu’ndaki geçici mekanında ziyarete açıktı.

33 sanatçının 42 çalışmasına yer veren, insanın kentle, doğayla, fiziki çevresiyle ve kendi benliğiyle olan ilişkisini; tarihsel, toplumsal ve kişisel bağlamda irdeleyen yapıtları bir araya getiren sergi pandemi döneminde online ziyarete açıldı. 

Sanki sergiyi gerçekten geziyormuşçasına hareketlenen kamera ile belirlenen yerlerde durup, yakınlaşıp uzaklaşarak bir kamera gözünden dokusu, hissi ne kadar algılanabilirse, o kadar algılanıyor eserler. Ayrıca eser açıklamalarının kimini yazı olarak okuyabiliyorsunuz, kimini ise sanatçının sesinden kendi açıklamasıyla dinleyebiliyorsunuz. 

Ne kadar süre daha açık kalır bu online sergi bilmiyorum ama fırsatınız varken güzel bir zamanınızı ayırıp ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sergi linki için tıklayınız.

Sergide özellikle dikkatimi çeken bazı eserlerle ilgili bir iki kelam edeceğim. 

Yandaki bu eser Necla Rüzgar‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı ve akrilik boya ile yapılmış İç Fauna adlı 130x200cm boyutundaki bu eser aslında yurtlarından ettiğimiz hayvanlardan yola çıkan bir üst anlatıya sahip. Sanatçının kendi sesinden anlattığı yorumunda yerinden ettiğimiz hayvanlarla aramızda oluşan uçurumdan ve kimi hayvanları ise evcilleştirerek artık hayvan bile diyemeyecek hale getirişimizden bahsediyor. Eserinin temel anlatısında ise içimizde yaşayan farklı hayvanları, bunların farklılıklarından beslendiğimizi ve uykunun uyanmaya yakın evresinde geleceğe hazırlanma halimizi resmettiğini söylüyor. 

Bu çalışma vahşi hayvanları içerse de garip bir huzur ve sakinliğin yanında, resimdeki kadının gücünü ve doğayla uyumunu da insana geçiriyor. Oldukça etkilendiğim, bir çok hisler bütününü oluşturan bir eser.

Yandaki eser ise Murat Akagündüz‘e ait. 2015 yılında tual üzerine reçine ile yapılmış Soma adlı 200x300cm boyutundaki bu eseri ilk gördüğüm an, kompozisyon oldukça dikkatimi çekti. Hikayesini okumadan önce dakikalarca inceledim fakat sonra hikayesi gerçekten uzun süre aklımdan çıkmayacak şekilde beni etkiledi. 

Anadolu^da ağrıların giderilmesi için tülbent üzerine sürülerek uygulanan çam reçinesini kullanarak yaptığı eserinde Akagündüz, 2013 yılında Soma faciasında hayatını kaybedenler anısına Soma’nın Google Earth’teki harita görselini resmeder. Dünyadaki diğer madenler gibi kuşbakışı bakıldığında cerrahi bir yaraya benzeyen bu coğrafyada gelişme ve kalkınma adı altındaki hedeflere giderken insan hayatına verilen değeri sorguladığı eseri. beni anlam, amaç ve yöntemleri bakımından derinden etkiledi. Sanatçının bundan sonraki eserleri yakın takibimde olacak.

Bu eser Taner Ceylan‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı boya ile yapılmış. Beyaz Fonda Alp adlı 115x180cm boyutundaki bu eser iki an arasındaki arayı ve sonsuz olanakları resmeden, hiperrealist çalışmalarına aşina olduğumuz Ceylan’ın “an” dışında zamanı resme dahil etmeye çalıştığı bir deneme.

Bir erkeğin bir Prima Donna’ya dönüştüğü anı, içimizde bizden kaç tane olduğu sorusunu ve gerçeği/gerçekçiliği sorgulamayı hedefleyen eser, tekniği ve yarattığı etki ile oldukça değerli.

Tiyatro Sezonu Açıldı: Fahrenheit 451

Tiyatro Sezonu Açıldı: Fahrenheit 451

  • Yazan: Ray Bradbury
  • Yöneten: Erdal Beşikçioğlu
  • Oynayanlar: Erdal Beşikçioğlu, Fatih Sönmez, Serhat Midyat, Neslihan Aker, Selin Tekman, Deniz Bal, Ayşegül Çaylı, Hayriye Merve Kaya, Diren Yurtsever, Ozan Gökçe, Gizem Memiç Mert, Aleyna Vargül

” Arzulanan ve hayal edilen ütopik toplum modelinin anti-tezi niteliğindeki “distopya” kavramı; gelecekte ya da kurgusal bir evrende geçen, özgürlüğün reddedildiği, bunaltıcı ve baskıcı bir ideolojinin düzen adına yol açtığı korkuyu, acıyı, güvensizliği ve mutsuzluğu anlatır.

İnsan psikolojisinden başlayarak toplum düzenine yayılan bu denetlenemez kâbusta, kurtuluş mümkün olsa bile onu gerçekleştirmek her zaman mümkün müdür?

‘Fahrenheit 451’; Bradbury’nin distopyası değil, açık seçik bizim dünyamızdır, kendi tarihimiz. Zaman ise belirsiz değil, daima bu zamandır. 

Şimdi sor kendine, kitap kağıtlarını tutuşturmayı sağlayan bir sıcaklık derecesi, düşünceyi ortadan kaldırmaya yeter mi? “

Kim derdi ki tiyatro sezonu açılacak ve sezonun ilk oyununu evimde seyredeceğim! Değişik zamanlardan geçiyoruz dostlar ama enteresan bir hızda da adapte oluyoruz.

7 Ekim günü saat 20:30 da telefonumu sessize aldım, odanın ışıklarını kapattım ve full ekranda 85 dakika tek perde Türkiye’nin ilk online tiyatro oyunu prömiyerini seyrettim.

Hepimiz hemfikirizdir sanıyorum: Bu şekilde tiyatro oyunu izlemek gibi değil de film izlemek gibi oluyor. Fiziksel olarak salonda bulunmamak, koku ve sesi canlı alamamak tiyatronun büyüsünü yok ediyor. Fakat benim için ekrandan izlemenin tek bir güzel yanı var, astigmatım olduğu için en ön sıralarda yer bulamadıysam mimikleri filan göremiyorum tiyatroda, bulanık oluyordu. Ekrandan her türlü mimiği yakalayabildim. (Polyanna mode on!) =)

Ray Bradbury’nin bu kült eserini okuyalı çok olmadı aslında, benim için biraz geç kalmış bir tanışma olmuştu. O yüzden Guy Montag’ı hala net bir biçimde hatırladım ve oyunun içine 1.dakikadan itibaren girdim. 

Fahrenheit 451, kitapların yasak olduğu ve itfaiyeciler tarafından yakıldığı , tüm insanlarının beyinlerinin televizyonlarla yıkandığı bir gelecekten bahsediyor. Hikaye ise bu gelecekte yaptıklarını sorgulayıp kitap okumaya başlayan itfaiyeci Guy Montag’ın etrafında şekilleniyor. Genel olarak kitap sansürünü, kitap toplatılan darbeleri, televizyona bağımlı insanları, kapitalizmi, tüketim toplumunu, savaşı… birçok konuyu eleştiren 67 yıllık bu eserdeki metinlerin güncelliği ise şaşırtıcı.

İlk oyun olmasına rağmen Fatih Sönmez’in Montag’ın dönüşümünü oldukça etkileyici bir biçimde seyirciye geçirdiğini söyleyebilirim. Erdal Beşikçioğlu’nun zaten yoruma gerek olmayan performansı ve Selin Tekman’ın anlamlı katkıları da oyunun akışını güçlendiriyor. Ben seçilen metinleri ve bazen fazla geçişken bulsam da kurguyu oldukça sevdim. Oyunun sonuna kadar, yeni bir oyun izlemeye aylardır hasret olmamım da katkısıyla,  büyük bir keyifle ve ilgimi kaybetmeden gelebildim.

İlgimi tek dağıtan şey artık görür görmez tasarımını kimin yaptığını tahmin edebildiğim sahne idi. Barış Dinçel’in tasarladığı dekorun oyuna katkısını geçtim, bir sağa bir sola döndürünce ne değiştiğini pek anlayamadım. Yani bu blogda Barış Dinçel sahnelerine laf etmekten çok sıkıldım ama bir dönem eskitilmiş ahşaplı klasik dekoru kopyala yapıştır her yerde kullanıp, sıfır yaratıcılıkla göz zevkimi tüketmişti. Şimdi ise bir süredir bu konstrüksiyon tasarımlara takıldı! Geçtiğimiz senelerde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda Şekerpare oyununda benzer bir tasarımı vardı, o oyunun akışına çok hizmet etmişti ve çok kullanılmıştı, oldukça sevmiştim. Ama bu oyunda neden? Allahtan bu sahnenin işlevsizliğini ve anlamsızlığını müthiş ışık tasarımı toparladı. 

Neyse, öyle bir tiyatro özlemi içindeyim ki Barış Dinçel’in tasarladığı sahneleri bile koşup izleyesim var. Diliyorum ki şu hastalığın korkusunu atlatır, canım tiyatro salonlarına kavuşurum. O zamana kadar bu online gösterimlerin en azından bir süre daha yapılabileceği umuduyla takipte olacağım.

Herkese iyi seyirler,

Eylül’de Mubi’de Neler İzledim?

Eylül’de Mubi’de Neler İzledim?

Malum evlerdeyiz. Yani en azından ben evdeyim. =) Şahsen Mart ayında kapandığım evden, evden çalıştığım ve pandemi yüzünden panik atağımsı bir halde olduğum için oldukça sınırlı dışarı çıkıyorum. Ne tiyatroya ne sinemaya aylardır gidemiyorum ve çok fena özledim, ağlayacak kadar!

O yüzden bu ihtiyacımı mümkün mertebe güzel filmleri bulup izleyip ruhumu doyurarak gidermeye çalışıyorum. Mubi’ye çok eskiden üye olmuştum ama fırsat bulamıyordum izlemeye, şimdi ise hakkını veriyorum diyebiliriz..

İşte bu ay izlediğim filmler:

Sivas –  Kaan Müjdeci – 2014

“Anadolu’nun kasvetli bir köyünde yaşayan Aslan, acımasız bir dövüş sonrası ölüme terk edilen Sivas isimli yaralı bir çoban köpeğini kurtarır. Sınıf arkadaşlarını ve özellikle de hoşlandığı kızı etkilemek için Sivas’ı kullanan Aslan, başka bir çocuğun köpeğiyle amatör bir dövüş bile düzenler.”

Venedik film festivali ödüllü filmi zamanında bir sürü yerde yapılan gösterimlerinde kaçırmayı başarmıştım. Amerika’yı yeniden keşfediyor ve müthiş şaşırtıcı bir açıklama yapıyor gibi olmayayım ama gerçekten çok etkileyici bir filmmiş.

Final sahnesindeki diyalogdan sonra vicdansızlığın öğretilen bir şey olduğunu, saf çocuk hislerimizin büyürken içinde bulunduğumuz toplum tarafından nasıl yok edildiğini ve düzenin olduğumuz kişi olmamızda nasıl da etkili olduğunu günlerce düşündüm. 

Evet köpeklerin dövüş sahnelerini izlemek çok zor ve rahatsız edici ama beni asıl rahatsız eden o benimsenmiş kültür ve öğrenilen acımasızlığı insanların yüzlerinde görmek oldu. Ve Sivas’ın bakışları…. Neden köpeğin başrolde oynadığı film dediklerini de anladım. Ve son olarak da Aslan rolündeki Doğan İzci… 

Yakın dönem Türkiye sinemasının en etkili filmlerinden biri Sivas, şimdiye kadar izlememiş herkes listesine almalı. 

Run Lola Run – Tom Tykwer – 1998

“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”

Gençliğim ve aklımın başıma gelmesi 2000leri bulduğundan, o yıllardan önceki filmlerden sadece kült olan bazılarını biliyorum. Zaman zaman duyduğum tavsiyelerle not aldığım eski filmler oluyor, bu film onlardan biriydi. Yorum olarak “biraz saçma ama çok güzel” yazmışlar, bu yorumu çok tuttum. Gerçekten izlemesi kolay ve zevkli, temposu oldukça üst seviyede. Güzel vakti geçirmek istediğiniz bir zaman izlemenizi tavsiye ederim. 

Deniz Seviyesi – Esra Saydam, Nisa Dağ – 2014

Damla, yakın zamanda evlendiği Kevin’la birlikte New York’ta yaşar. Damla Kevin’ı da alarak Türkiye’deki ailesini ziyarete gider. Kevin burada onun ilk aşkı Burak’la tanışacaktır. Burak’ın varlığı, Damla’nın elde etmek için çok çabaladığı konforlu Amerikan yaşamını sorgulamasına sebep olur.

Ah çok ağladım,… Pişmanlık çok ağır, konuşulmayanlar ağır, özlem başka ağır, bir çocuğun sorumluluğu daha başka ağır… Damla’nın içindeki o ağırlıklar izlerken benim omuzlarıma çöktü sanki. Damla Sönmez’in mükemmel oyunculuğu ve müthiş sinematografisiyle film beni içine aldı yuttu. Gerçekten çok çok beğendim, hatta iddialı konuşmak gerekirse, uzun zamandır izlediğim en iyi dram-gerilim filmiydi.

Son Çıkış – Ramin Matin – 2018

İstanbul’da bir mimarlık ofisinde çalışan Tahsin, eski bir arkadaşıyla karşılaşınca tüm hayatını değiştirmeye karar verir. Buradaki tekdüze hayatını geride bırakarak, güney sahillerinde kendini keşfedeceği bir yolculuğa çıkmaya kararlıdır. Oysa önce İstanbul’u terk etmesi gerekecektir.

Öncelikle: Tahsin, I hear you kardeşim! Ah bu inşaat sektörünün içi biz içindekileri, dışı da geri kalan herkesi ayrı ayrı yakar! Ah bu İstanbul’un keşmekeşini bırakması ayrı dert, özlemesi ayrı. Filmi biraz uzun ve sönük buldum ama Fikirtepe’deki o korkunçluğu kayıt altına aldığı için çok sevindim. Gün gelecek tüm Dünya’da okullarda kentsel dönüşüm nasıl yapılmaz diye okutulacak çünkü. 

İstanbul’dan kaçmayı düşünenler, İstanbul’dan mı yoksa kendi mutsuzluğunuzdan mı kaçıyorsunuz belki onu sorgulatabilir bu film, bir göz atın derim.

RGB – Betsy West, Julie Cohen – 2018

Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin efsanevi figürlerinden Ruth Bader Ginsburg’un gündelik yaşamına ve sıradışı kariyerine odaklanan belgeselde, hiç beklenmedik şekilde bir pop kültür ikonuna dönüşen Ginsburg’un verdiği hukuk mücadelesinin dünyayı kadınlar için nasıl değiştirdiğini izliyoruz.

Bu ay kaybettiğimiz Ruth Bader Ginsburg’u maalesef ölümü vesilesiyle tanıyıp, hakkında bu yazıyı yazmıştım.

Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel, Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.

Tekrar İzlediklerim

Tahran Taksi – Jafar Panahi – 2015

“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”

2015 yılında festivalde izlediğim Tahran Taksi, Jafar Panahi’nin yasaklı olduğu, hapis yattığı İran’da inatla yapmaya çalıştığı sanatının izlediğim son filmi sanıyorum. İran’ı merak edenlere mutlaka tavsiye ederim. 

 Moonrise Kingdom  – Wes Anderson – 2012

1965 yılının yaz aylarında, iki mektup arkadaşı buluşup New England’daki evlerinden kaçınca aileleri ve bir grup izci peşlerine düşer.

Alışık olduğumuz Wes Anderson dünyasının en tatlı hikayesi buydu sanırım. Çocuk oyuncular, müzikler, ve müthiş bir yolculuk… Tekrar izlerken yine aynı keyfi aldım, tavsiye ederim.

The Artist – Michel Hazanavicius – 2011

George Valentin sessiz filmlerin süper starıdır. Sesli filmin gelişimi onun kariyeri için ölüm çanının ve unutulmanın habercisidir. Sonradan ortaya çıkan genç Peppy Miller içinse yapılacakların sınırı yoktur ve beklemeye geçer. The Artist birbirine bağlanmış kaderlerin hikayesini anlatıyor.

 Bu filmi izlediğim yılı ve neler düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. ( Çünkü bloga yazmışım.)  Nostaljik etkisi dışında sessiz ve siyah beyaz olması tercihini anlamsız bulmuştum. Bir daha izleyip düşüncelerim değişti mi diye görmek istedim. Değişmemiş. Eski yazıyı okuyabilirsiniz efenim. =)

Captain Fantastic – Mat Ross – 2015

Kuzeybatı Pasifik ormanlarının derinliklerinde yaşayan fedakâr bir baba, altı çocuğunu toplumdan uzakta yetiştirmektedir. Beklenmedik bir trajedi sonucu, kendi yarattıkları cennetten ayrılmak zorunda kalırlar. Dış dünyaya adım atınca, babanın da ebeveynliğe dair fikirleri sarsılacaktır.

İzlenmesi gereken filmler listemde bulunan filmi bir kere daha izlemek istedim. İçinde çok güzel oyunculuklar ve müthiş göndermeler var. Özellikle anne babalar ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında düşünecek çok şey bulacaklar. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.

Vicky Christinae Barcelona – Woody Allen – 2008

Vicky ve Cristina adındaki iki kız arkadaşla ilgili bir trajikomedi. Barselona’da bir yaz tatilinde karizmatik bir adam olan Juan Antonio’yla onun hiddetli eski eşi Maria Elena’nın da içine karıştığı bir dizi romantik karmaşa yaşarlar.

Woody Allen’ın sinemasını seviyoruz, kendisine ise büyük nefretimiz var. Bu eser-sanatçı durumlarını nasıl yapacağız bilmiyorum ama düşünmemeye çalışarak bu filmi bir kere daha izleyeyim istedim. İlk izlediğimde daha mı etkilenmiştim ne?  

RBG ile Tanışmamış Olanınız Var Mı?

RBG ile Tanışmamış Olanınız Var Mı?

Ruth Bader Ginsburg ismini maalesef ölümüyle vesilesiyle duydum. (Benim cahilliğim! ) Tüm dünyanın, özellikle Amerika’daki kadınların büyük bir üzüntüyle paylaştığı ölüm haberlerinden kim olduğuyla ilgili bilgileri öğrendikçe hayatı ve yaptıkları oldukça ilgimi çekti.

Bu harika kadınla ilgili 2 film olduğunu öğrenince, sırayla izlemek istedim. Ve sadece kadın hakları konusunda başardıkları değil, bir dönemi değiştiren tüm büyük insanlar gibi nasıl çalışkan olunuru da gördüm ve çok etkilendim. 

Önce özellikle yaşını ve yaşadıklarını kısa kısa notlarla anlattığım hayatının kısa bir özetini, sonra ise filmleri anlatacağım.

Keyifli okumalar.

Müthiş Bir Hayatın Kısa Bir Özeti

1933’te Brooklyn, New York’ta doğan Joan Ruth Bader, ailenin 2.çocuğu. Henüz 14 aylıkken ablasını kaybeden Ruth, kanserle mücadele eden ve ona güçlü ve bağımsız olmasını öğreten annesini ise liseden mezun olmadan kısa bir süre önce kaybediyor.

15 yaşına kadar eğitim alan annesi aslında üniversiteye gitmek isteyen, okumaya meraklı biriymiş fakat ailesi onun yerine erkek kardeşini üniversiteye göndermeyi seçmiş. Bu nedenle Ruth annesi tarafından hep eğitime yönlendirilmiş.

17 yaşında Lisans eğitimi için  gittiği Cornell Üniversitesi’nde ömrünün tamamını geçireceği Martin D.Ginsburg ile tanışıyor, ve çok iyi derecelerle üniversiteden mezun olduğu yıl evleniyorlar. Yaşı 21 iken eşi askere gidiyor ve yaşı 22 iken Ruth o yıl ilk çocuklarını dünyaya getiriyor.

23 yaşında, 500 öğrencinin sadece 9unun kadın olduğu Hardward Üniversitesi Hukuk Bölümü‘ne başlıyor.. Hukuk bölümü dekanının “Neden erkeklerin yerini işgal ediyorsunuz?” diye sorduğu 9 öğrenciden biri olan Ruth, aslında bu ayrımcılığı itici gücü haline getirip eğitim hayatına dört elle asılıyor. 

O yıl kendisi 1.sınıfta, eşi ise aynı bölümde 2.sınıftayken, eşine testis kanseri teşhisi konuyor. Uzunca bir süre hem eşinin hem kendisinin derslerine girip notlar alıp, eve gelip hem çocuğu hem eşi ile ilgilenip gece olduğunda ise eşinin ödevlerine yardımcı olup kendi ödevlerini tamamladığı uzunca bir zaman geçiriyor. O yıllarda günde 2 saat uyuduğundan bahsediyor.

25 yaşındayken eşi üniversiteden mezun olup NewYork’ta iş bulunca, hastalığı sebebiyle onu yalnız bırakamıyor ve Hardward’dan Colombia Üniversitesine geçip eğitimine orada devam ediyor.

26 yaşında mezun olduğunda, New York’taki bir tane avukatlık bürosu bile, üstün başarılarla mezun Ruth’u “kadın” olması sebebiyle işe almıyor. Araya giren hocalarının baskısıyla yargıç Palmieri için memurluk yapmaya başlıyor ve 2 yıl bu görevine devam ediyor. 

 

60lı yılların başında, 28-30 yaşları arasında İsveç’teki bir araştırmada görev alıp İsveççe öğreniyor. İsviçre’deki kadın hareketleri, hukuk fakültesinde %20-25 oranında kadın bulunması 8 aylık hamile olduğu halde yoğun çalışmalarına devam eden Ruth’u çok etkiliyor.

30-39 yaşları arasında görev alacağı Rutgers Hukuk Okulunda işe başladığında, Amerika’daki sayısı 20yi bulmayan “kadın” profesörlerden biri oluyor ve işe başlarken, kocasının iyi bir işi olması sebebiyle erkek profesörlere göre daha az maaş alacağı belirtiliyor. 39-47 yaşları arasında ise Columbia Hukuk Okulu’nda kadrolu ilk kadın öğretmen olarak görev yapıyor. 

 

1972 yılında 39 yaşındayken, Kadın Hakları Projesi’ne başlıyor ve yüzlerce davayı takip ediyor. Amerikan yasalarında toplumsal cinsiyet eşitliğini ve kadın haklarını ihlal eden 180eden fazla madde olduğunu bilen Ruth Ginsburg, her bir davada bir yanlışı düzelterek, yeni emsaller oluşturarak hukuk sistemini baştan yaratmaya kendini adıyor.  

47 – 60 yaşları arasında ABD Başkanı Jimmy Carter tarafından Columbia Bölgesi Bölgesi için Amerika Birleşik Devletleri Temyiz Mahkemesi’ndeki bir koltuğa aday gösteriliyor ve seçilip görev yapıyor. Temyiz mahkemesinde ılımlı ve işbirlikçi olarak bilinen Ginsburg aslında bu tutumunu bilinçli olarak, işleri istediği şekilde sonlandırmaya yardımcı olmak için sürdürüyor.

Bu tutumu sayesinde 1993 yılında, 60 yaşındayken, ABD Başkanı Bill Clinton tarafından Yüksek Mahkeme Ortak Yargıcı olarak aday gösteriliyor ve 96ya karşı 3 oyla seçiliyor. 

66 yaşında kolon kanserine yakalanıyor, yeniyor, 76 yaşında ise pankreas kanserine yakalanıyor, yeniyor, 81 yaşında kalbine stent takılıyor, 85 yaşında akciğer kanserine yakalanıyor, yeniyor, 86 yaşında pankreas kanserine tekrar yakalanıyor, yeniyor. 87 yaşında tekrar kansere yakalandığında artık mücadelesi bitiyor ve 18 Eylül 2020’de hayata gözlerini yumuyor. 

Tüm bu hastalık süreleri boyunca ve 2010 yılında kocasını kaybettiği zaman dahil, Ginsburg asla işlerini aksatmıyor ve emekliliği her sorulduğunda yetebildiğini düşündüğü sürece işine devam edeceğini kararlılıkla belirtiyor. 

Özellikle 2006 yılında Yüksek Mahkeme’deki tek kadın yargıç olmasından sonra muhalif çıkışları ve feminist söylemleri ile adeta bir “pop kültür ikonu” haline geliyor. Gençler dövmelerini yaptırıyor,  t-shirtlerini giyiyor, sokaklara grafitileri yapılıyor.

On The Basis Of Sex – 2018

Felicity Jones’un Ginsburg’u canladırdığı film, hukuk fakültesine girdiği ilk yıl olan 1956’dan başlayarak yaşadıklarını anlatıyor ve sonrasında 1970 yılında, erkek olması nedeniyle annesinin bakımını üstlendiğinden vergi indiriminden yararlanamayan Charles Moritz’in davasına odaklanıyor. Kanuna göre evde bakımdan sadece kadını sorumlu gören bakış açısına odaklanarak cinsiyet eşitsizliğini ve haksızlığı çözmeye çalışırken yaşadıkları, azmi ve çalışkanlığı gerçekten ilham verici.

 RGB – 2018

Aynı yıl, Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel ise Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.

 — — — 

Hem eşiyle olan ilişkisi, hem Amerika’da cinsiyet eşitliğinin hukuken sağlanması için verdiği çaba,, hem çalışkanlığı ile bir çok açıdan müthiş bir örnek ve ilham olan Ruth Bader Ginsburg’u geç de olsa tanıdığım için çok mutluyum. İyi ki yolu bu dünyadan geçmiş.

Tanışmamış olanlara ise iki filmi de öneririm. 

İlham olması dileğiyle,

 

 

Karantina’da Müzikal : 7 Şekspir Müzikali

Karantina’da Müzikal : 7 Şekspir Müzikali

  • ‘Söz: William Shakespeare
  • Yöneten: Kemal Aydoğan
  • Oynayanlar: Haluk Bilginer Evrim Alasya Selen Öztürk Zeynep Alkaya Tuğçe Karaoğlan

Karantina herkesi farklı bir yerinden vurdu. Kimi sarılamadığından, kimi seyahat edemediğinden yakınıyor… Benimse en büyük sıkıntım tiyatroyu çok özlemem… Sonra sinemayı…. Hayatımda ilk defa film festivalinde film izleyemedim, aylardır tiyatro seyredemedim, sergiye gidemedim… Hayat sanat olmayınca o kadar çekilmez ki, anlatamam….

Tabi ilk şoktan ve biraz evde takıldıktan sonra baktık bu iş uzun hepimiz “online” tatminler peşinde koştuk. Gerçekte izlediğiniz bir oyunun hissinin yüzde birini bile sağlamak zor ama başaran bir kaç örnek oldu benim için. İşte ilki : 7 Şekspir Müzikali!

 “Bütün dünya bir sahnedir ve kadın erkek ancak birer oyuncu: Sırası gelen girer, sırası gelen çıkar, nice roller oynar ömür boyu, yedi perdelik bir ömürdür yedisinden yetmişine bir erkeğin oyunu…” William Shakespeare

Shakespeare’in farklı oyunlarından farklı dizelerini bir araya getiren Kemal Aydoğan ve bu dizeleri besteleyen Tolga Çebi yıllar süren bir çalışmayla bir erkeğin doğumundan ölümüne kadar yaşadığı 7 evreyi (1-doğum-bebeklik, 2-okul çağı-çocukluk, 3-aşk-gençlik, 4-askerlik, 5-yargıçlık, 6-ihtiyarlık ve 7-ölüm) anlatan müzikali oluşturmuşlar.

Haluk Bilginer’in bahsetmeye gerek olmayan performansı yanında “soykarı”ların müthiş eşliği ve orkestra ve tüm bestelerin kalitesi 4 yıla yakın süren hazırlığı, emeği gözler önüne seriyor.

2002 yılından beri Moda’da bulunan Oyun Atölyesi sahnesi, hem kendi oyunlarına hem başka tiyatro ekiplerinin oyunlarına ev sahipliği yapıyor. Fuayesi, kafesi, hemen “sold out” olan biletleriyle oldukça sevdiğim ve gittiğim salon şimdi hüzünlü ve yalnızdır herhalde.

Tıpkı tüm özel tiyatrolar gibi… Uçaklar uçarken, metroya binilirken, neden en azından açıkhavadaki etkinlikler iptal edilir?! Bir şekilde düzene ayak uydurmaya çalışıp, az seyirciyle düşük karlarla hatta belki zararla oyunları seyirciyle buluşturmaya çalışan tiyatrocular ne olacak? İhtiyacı olan olmayan herkesin yararlandığı kısa çalışma ödeneğinden de yararlanamıyorlar.

Sizi bilmiyorum ama benim bütün bunlar geçerse de geçmese de damarımdaki kanım kadar ihtiyacım var sanata… Bizim hayatta kalmamız için onları ayakta tutmanın bir yolunu bulmalıyız.

…….

O zamana kadar birazcık nefes olsun diye izleyin bu güzel müzikali.

Keyifli seyirler,

Doğan varlık gün ışığını görür görmez zaman, armağanını yok etmeye koyulur.”

Ve Yeni Türkü’nün 40.Yılı Kutlu Olsun!

Ve Yeni Türkü’nün 40.Yılı Kutlu Olsun!

Benim gibi 30lu yaşlarında olanların tüm ömrüne damga vurmuş bir grup… Öyle ki 4CDlik koleksiyon albümleri, hala CD teknolojisinde kalmış arabamda her zaman durur. Her zaman playlistimde veya dilimde bir şarkıları olur. Her Murathan Mungan kitabı bir kaç şarkının günlerce beynimde tekrar tekrar çalması ile son bulur…

Yeni Türkü’nün gönlümdeki yeri başkadır yani. Sayısını hatırlamadığım kez de izlemişliğim vardır sahnede. Ama bu sefer başka… Bu sefer kutlama vardı ona davetliydik.

 

Vadi Açık Hava Sahnesi’ne ilk defa bu konser vesilesi ile gitmiş oldum. Yani tabi ki insan Kuruçeşme Arenayı, Rumelihisarını arıyor. Ama olsun gökdelenlerle de çevrili olsak göğü görmek güzel…

Önce konser alanı dolmayacak diye panik olduk ama biraz rahat bir seyirci vardı geç oturabildiler yerlerine. Ve seyirci yerleşince konser başladı.

Tüm şarkılar için hazırlanmış videoları ayrı ayrı çok beğedim, girişteki o 40 yılın özeti video da dahil. Normalde arkada manasız şeylerin dönmesinden rahatsız olur, azıcık daha düşünseydiniz şunları diye söylenirim. Bu defaysa bazı şarkılarda gözümü ekrandan alamadım. Kim yaptıysa emeğine sağlık.

Sahneye gruptan önce çıkan Sunay Akın yine dünyaları birbirine bağladı ve müthiş bir girizgah yaptı. Sonra sırayla o en güzel, en içimize işlemiş şarkılar sevilen sanatçıların eşliğiyle hep birlikte söylendi. Cahit Berkay, Athena, Cem Adrian, Ceylan Ertem, Fırat Tanış, Hayko Cepkin, Kenan Doğulu, Can Gox, Manuş Baba, Eda Baba, Kalben, Sena Şener, Şevval Sam aklımda kalanlar…

İlk şarkıların aralarında Derya Köroğlu bir iki cümle ediyordu fakat sonra onlar da kendilerini şarkılara kaptırdılar ve sadece müzik konuştu, bir de gelen konuklar bir iki cümle ettiler. Gerçekten ayakta neredeyse 3 saat süren konseri bir 3 saat daha büyük bir keyifle izleyecek bir kitle vardı. Kenan Doğulu’yu görmeye gelen genç kızlarımız ve son alkışı yapamayacak kadar terbiyesiz otopark telaşındaki araç sahipleri hariç…

Şu güzel konserde bunlardan konuşmak istemezdim ama saat 9da konser başlamış ve saat 12 olmuş. Belli ki bir ya da iki şarkı daha söyleyip zaten bitirecekler. Sırf çıkışta otoparktan çıkış kuyruğuna yakalanmayayım diye seyircilerin üçte biri çıktılar. 

Bu telaş tiyatro çıkışında da oluyor son zamanlarda. Daha oyuncuların selamı devam ederken çıkanlar oluyor. Hadi diyorum oyunu beğenmemiş olabilir, alkışlamak istemiyor olabilir. Ama yani 40 yıllık bir grubun böyle özel bir gecesine gelip bu değerli müzisyenlere son alkış yapılmaz mı?! Hem finale kadar keyifle gelmiş biz seyirciler çıkanların yanımızdan yöremizden geçişiyle sinir oluyoruz, hem de sahnedeki sanatçılar demoralize oluyor. Bu kadar bilgiye ulaşımın kolay olduğu yıllarda bu kadar edepsiz ve cahil seyircilerin olması beni çok üzüyor ve sinirlendiriyor. Ayrıca sahneye 10 dakika ara verildiğinde, dipdibe durduğumuz sahne önünde sigara içen ve konser esnasında bağrış çağrış konuşanları saymıyorum bile…

Tüm konser öyle keyifliydi ki, insan bunlar da olmasın diliyor ama takılmayağım. Hem tüm hayatım boyunca bu müziklere hem de bu özel geceye tanıklık ettiğim için ben de kendimi şanslı sayıyorum. Daha çok uzun yıllar var ol Yeni Türkü! 

Şehir Tiyatroları’nda Son İzlediklerim: Şekerpare, Cibali Karakolu, Fehim Paşa Konağı ve Şahane Züğürtler

Şehir Tiyatroları’nda Son İzlediklerim: Şekerpare, Cibali Karakolu, Fehim Paşa Konağı ve Şahane Züğürtler

Şekerpare

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Yavuz Turgul
  • Yöneten. Engin Alkan
  • Oyuncular: Aslı Menaz, Aybar Taştekin, Berfu Aydoğan, Buğra Can Ildırışık, Cafer Alpsolay, Dolunay Pircioğlu, Emre Çağrı Akbaba, Engin Alkan, Ercan Demirhan, Nurdan Gür, Onur Demircan, Tarık Köksal, Uğur Dilbaz, Volkan Öztürk, Yağmur Damcıoğlu Namak, Yeşim Mazıcıoğlu, Zeynep Çelik Küreş, Zeynep Göktay Dilbaz

” 19. yüzyıl İstanbul’u. Düzenbaz Komiser Ziver’in karakoluna tayin olan; kimine göre saf, kimine göre enayi; Bekçi Cumali, Galata’nın “namlı” kızlarından Şekerpare’ye vurulur. İki kalp birbirini bulmuştur bulmasına ama, Ziver’in Cumali için başka planları vardır. Dönemin aşina olduğumuz, sirto ve longalarıyla yeniden müziklenen, Türk Sineması’nın ünlü klasiği, tiyatro sahnesinde.”

Son 10 yıldır Engin Alkan’ın izlemediğim oyunu yok sanıyorum. Acayip bir enerjisi var hem kendi oyunculuğunun hem yönettiği oyunların. Bir şekilde o tiyatronun dokunabilme durumunu kullanıp en kötü gününüzde bile olsanız sizi oyunun içine çekmeyi başarıyor.

Şekerpare deyince, herkesin olduğu gibi benim de, aklıma; daha ben doğmadan önce çekilmiş olmasına rağmen neredeyse sahnelerini ezbere bildiğim Şener Şenli, İlyas Salmanlı, Yaprak Özdemiroğlulu müthiş Atıf Yılmaz filmi geliyor. Şener Şen’in o müthiş oyunculuğu ve dillere dolanan repliklerinden sonra tiyatroda nasıl olur acaba, bir de dekoru çok sevgili(!) Barış Dinçel yapmış, olmuş mudur ki diye kafamda sorularla gittim oyuna. Fakat öncelikle çok çok güzel bir dekor vardı. Bayıldım. İşlevsel, modern, döneme referansları olan, inmeli çıkmalı, bolca kullanılan… (Görüldüğü üzere Sayın Dinçel’e gerektiğinde hakkını da veriyorum.)

Oyun ise hikayeyi korumuş ama o müthiş ve akıllarımızdaki orjinalinin kötü bir taklidi olma ihtimalini ortadan kaldırıp, güzel ve eğlenceli yeni bir versiyona dönebilmiş. O nedenle ilk dakikalardan itibaren bu kıyaslama halinden çıkıp keyifle izleyebildim.

Şehir Tiyatrolarında izlenebilecek kalitede 2-3 oyundan birisi olduğundan gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.

Cibali Karakolu

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Henri KEROUL, Albert BARRE
  • Yöneten. Nedret DENİZHAN
  • Oyuncular: Berrin Koper, Cem Uras, Derya Kurtuluş Oktar, Doğan Altınel, Eylül Soğukçay, Hülya Arslan, Murat Bavli, Murat Derya Kılıç, Naci Taşdöğen, Şehnaz Bölen Taftali, Tarık Şerbetçıoğlu, Tuğçe Açıkgöz, Zihni Göktay, İbrahim Ulutaş, Begüm Yazıcıoğlu

” Cibali Karakolu hali hazırda varlığını koruyan pek çok gerçeğe ışık tutarak geçmişten günümüzü yansıtan eleştirel bir ayna olmayı başarıyor. Öğrenilmiş kadın erkek ilişkileri başta olmak üzere, paranın ilişkilerdeki etkisi, çeşitli kurumlardaki eksikliklerin neden olduğu yetersizlik, toplumsal ve politik yaşama dair eleştirilerle biçimlenen oyun, güldürmek kadar yeniden cevaplanması gereken pek çok soruyu da beraberinde getirmektedir.”

Doğaçlama tiyatro geleneğinin son temsilcilerinden sayılan usta tiyatrocu Zihni Göktay’ı sanıyorum 2 veya 3 kez uzun yıllar arayla Lüküs Hayat’ta, sonra Kanlı Nigar’da ve 2 kez de bu oyunda izleme şansım oldu.

Oyununu güncel gelişmelere göre her seferinde yenileyen, seyirciyle diyalogunu hiç kaybetmeden oynamayı seven, senelerin deneyimiyle sahnenin her milimetresine hakim, saatler boyunca sizi oyundan koparmamayı başaran ve lafını hiç bir dönemde esirgemeyen usta, bu oyunda da sazı eline alıyor.

Her ne kadar artık modern tiyatronun uçsuz bucaklığı bizi geleneksel tiyatronun sınırlarından kaçırıyormuş gibi dursa da aslında iyi bir klasik oyun izlemenin tadı da hala başka…

Yeni sezonda devam edecekler mi bilmiyorum ama çalışmadan duramayan Zihni Göktay’ı hangi oyunda olursa olsun takip edip gidin izleyin derim.

 

Fehim Paşa Konağı

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Turgut ÖZAKMAN
  • Yöneten. Kemal KOCATÜRK
  • Oyuncular: Ali Karagöz, Bahtiyar Engin, Cihan Kurtaran, Çağatay Palabıyık, Gülsün Odabaş, Hamit Erentürk, Murat Ozan, Murat Üzen, Nazan Yatgın Palabıyık, Nevzat Çankara, Orhan Hızlı, Pelin Budak, Pınar Demiral, Selçuk Soğukçay, Serkan Bacak, Volkan Ayhan, Zeynep Ceren Gedikali

” Turgut Özakman’a 1979 yılında Büyük Ödül kazandıran Fehim Paşa Konağı, 1908 yılında, 2. Meşrutiyetin arifesinde, Abdülhamit’in son günlerinde geçer. Eski Kabadayı Rasim Baba’nın oğlu Yusuf gölge oyunuyla ilgilenmektedir. Bu durum Rasim Babayı rahatsız etmektedir. Oğlunun da kendisi gibi Fehim Paşa’ya bağlı ünlü bir kabadayı olmasını isteyen Rasim Baba, oğlunu Fehim Paşa’nın konağına götürür. Fakat Yusuf’un karagöz oynatıcısı olduğu öğrenilince, Rasim baba büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Oğlu Yusuf, konaktaki kadınları eğlendirmek için bizzat Fehim Paşa tarafından gölge oyuncusu olarak görevlendirilir. Bir de üstüne Yusuf, Fehim Paşa’nın kızına âşık olunca büyük siyasi karışıklıkların, iktidar kavgalarının ortasında eğlenceli bir olaylar dizisi gelişir.

Oyun 160 dakika… Yani çok oyuncu var, giren çıkan olan biten…. Ama benim artık bu kadar demode bir yorumu 160 dakika izleyip bir de keyif alacak durumum yok. 60 yaş üstü anneler, teyzeler çok sevebilirler o ayrı…

 

Şahane Züğürtler

  • Şehir Tiyatroları
  • Yazan: Jacques DEVAL
  • Yöneten. Haldun DORMEN
  • Oyuncular: Barış Çağatay Çakıroğlu, Can Başak, Ceylan Çete, Çağrı Özgür Hün, Dilay Taşkaya, Müge Akyamaç, Özgün Akaçça, Süeda Çil, Onur Şirin, Hakan Güner, Besim Demirkıran, Caner Bilginer, Engin Akpınar

Rusya’daki devrimden sonra pek çok Rus asilzadesi batı ülkelerine kaçtı. Ouratieff çifti de bu ailelerden biridir. Çar’a ait yüklüce bir serveti de beraberinde getiren çift bu paraya dokunmaz, çeşitli evlerde hizmetçilik ve uşaklık yaparak hayatlarını sürdürmeye devam ederler. Ancak bu parada herkesin gözü vardır ve Ouratieff çifti parayı korumak için büyük bir gayret içindedir. Neticede, çok büyük bir servete hükmetmekle beraber yoksul bir hayat yaşayan çiftin başına akılalmaz olaylar gelir. Fransız bulvar tiyatrosunun öncülerinden aktör, yazar ve yönetmen Jacques Deval’in 1933’te yazdığı komedi, eğlenceli iki saat geçirmek isteyenler için kaçırılmaz bir fırsat.

Bu oyun da 150 dakika =)… İzleniyor, konu ve mesajı anlaşılır, gülümseten komedi unsurları da var. Boş bir akşamı değerlendirmek için güzel fakat gidilebilecek daha güzel oyunlar var artık bu bollukta.

 

Milano ve Como’da Günübirlik Geziler

Milano ve Como’da Günübirlik Geziler

Milano Merkez

 İtalya’ya hoş bulduk!

İlk İtalya seyahatimin macerası Milan Bergoma’ya inmemizle başlıyor demek isterdim ama uçağa henüz binmeden başladı. Üniversiteden arkadaşımızın Torino’daki düğünü için 6 kişi hava alanındaydık fakat 3ümüz uçabildik. Benim valizim kalan 3lüde İstanbul^da kaldı…vs.vs. 

Velhasıl sabah saatlerinde Milan’a kalanlarımız vardık ve akşam Torino’ya gidene kadar şehri turlayacak 4-5 saatimiz vardı. 

Havaalanının hemen dışından kalkan otobüslere binip (7 Euro) yarım saatte tren istasyonuna (A) vardık. Bagajlarımızı istasyondaki KiPoint emanetçisine bıraktık. Bu servis tüm tren istasyonlarında var ve her bagaj parçası için 5 saati sabit 6 Euro, ilave her saat için de artı 1 Euro alıyorlar. 

Ülkenin 2. büyük merkezi ve modanın başkenti olarak anılan şehri keşfetmek için tren istasyonundan yola çıkıp ünlü markalarıyla meşhur alışveriş caddesi Via Montenapoleone‘ye (B) doğru yürüdük. Caddeyi birbirinden değişik vitrinlerine baka baka ve tabi ki asla hiç birinin içine girmeye cesaret edemeyerek baştan aşağıya yürüdük. Cadde boyunca çok, hatta zaman zaman aşırı, şık kadınlar ve erkeklerle karşılaşıp, sırt çantalarımız ve kotlarımızla onlar değil biz dikkat çekmeyi başardık. Çünkü Milano gerçekten İtalyan şıklığının gerçek hayatta yaşandığı yermiş!

Caddenin sonundan sonra şehrin en meşhur meydanı Piazza del Duomo‘ya doğru yolumuzu çevirdik (C). Hem uçak yolcuğu hem de sıcak havada 45 dakikaya yakın yürüyüşten sonra meydana bakan restoranlardan birinde mola vermek istedik. Corso Vittorio Emanuele II üzerindeki Bar Madonnina‘da makarna ve bira molası verdik. Oldukça lezzetliydi ve meşhur Duomo Katedrali’ne bakarak dinlenme fırsatımız oldu. 

Yapımına 1386’da başlanan ve gotik tarzda tasarlanan katedral, gotik mimari modasının geçmesinden 300 yıl sonra ancak 1813’te tamamlanabiliyor.  Cephesinde yaklaşık 3500 mermer heykel bulunan bina, süslü ön cephesiyle gerçekten göz kamaştırıyor. İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın ise 4. dünyanın ise 5. büyük katedrali olan Duomo di Milano (D), 11.700 m2lik bir alana sahip.

Çatısına asansörler veya merdivenle (250 basamak) çıkılabilen bu gotik katedrali, biz öğlen sıcağında ziyaret ettiğimiz için sadece içini gezmek istedik. Yandaki binadan alacağınız biletlerle 3 Euro’ya katedrali gezebilirsiniz.

Hala cephesindeki temizlik ve tamirat çalışmaları, dolayısıyla inşası devam eden katedralde şimdiye kadar en az 78 mimar çalışmış. Üzerinde bu kadar çok çalışılan binanın dışının görkemi gibi içi de ayrı bir güzellikte. Vitraylardan gelen renkli ışıklar, uzun sütunların gotik tarzdaki zarifliği, heykeller, süslemeler, kubbeler… Gerçekten o mermer ve etkileyici büyüklükteki ön cepheden sonra içerideki o koyu gri hava ve estetik ve ince gotik sütunlar insanı çok etkiliyor.

Ayrıca katedralin içinde bulunan, 1562 yılında heykeltraş Marco d’Agrate tarafından yapılmış olan Aziz Bartholomew Heykeli oldukça dikkat çekici. Rehbersiz gezenler için (ki bu katedral mutlaka rehberli gezilmeliymiş, biz hata yaptık) anlatmak isterim:  Elinde tuttuğu bıçağıyla derisini tamamen sıyırıp üstüne bir örtü gibi almış olan bu aziz, Hristiyan inancı için şehit olan 12 havariden biriymiş. Hindistan’daki görevinde, insanları Hristiyanlığa çektiği için cezalandırılmış, canlı olarak öldürülürken tüm cildi acı çekişini izlemiş. Bu olayı mermer bir heykelde inanılmaz bir biçimde anlatan sanatçı, gerçekten taşın içinden o hisleri size geçirip tüylerinizi diken diken ediyor.

Oldukça etkilendiğimiz katedralden sonra bir başka etkileyici yapı olan Galleria Vittorio Emanuele‘ye geçiyoruz. (E) Günümüz alışveriş merkezlerinin ilk örneği sayılan bu artı biçimindeki arkadlı, cam ve çelik çatılı yapının içinde bir çok ünlü mağaza var. Duomo Meydanı’ndan buraya giriş yaptığınızda diğer karşı ucu meşhur Teatro alla Scala’nın ve Leonardo da Vinci’nin heykelinin bulunduğu Piazza della Scala‘ya çıkıyor. 

Bizim çok vaktimiz olmadığından binalara giremedik ancak meydanı şöyle bir görüp tekrar ana meydana döndük ve metro ile tren istasyonuna döndük. Hızlı Milano turumuz böylece sona erdi.  

Como Gölü

Talihsizliklerin peşini bırakmadığı bu ekip Pazar günü Torino’daki düğün sonrası erkenden, koşa koşa trene yetişip Milano’ya geçtik. (hızlı tren 20 Euro) Planımız hemen Como biletimizi alıp Como’ya geçmekti fakat olmadı çünkü önce bilet almak istediğimiz hızlı trenin biletleri bitti, sonra biz yeni bileti almaya çalışırken treni kaçırdık derken derken… Como’da geçirecek hepi topu 3-4 saatimiz olabildi. 

Milano’dan kişi başı 4,80 Euro’ya şehir içi trene bilet aldık ve Como’ya gittik. Como merkezde (A) hiçbir yeri gezemeden hemen iskeleye gidip göl turlarından birine katılmak istedik ama maalesef istediğimiz turlarda yer kalmamıştı.  Yapacak bir şey yoktu, Como’da bize karada hayat yoktu. =) Biz de uzunca süren (bütün koylara tek tek uğrayan) bir vapura bilet aldık (12 Euro) ve yaklaşık 2 saat boyunca gölün keyfini çıkardık. Yanaştığımız her durakta gördüğümüz inanılmaz lüks villalara, malikanelere, otellere iç geçire geçire, zenginin malı züğürdün çenesi dolaştık…

Como Gölü gerçekten oldukça büyük bir göl. Tatlı suyu olan bu gölde yüzmeye girilen bir çok plaj da mevcut. Biz Eylül’de gezdiğimiz halde hava çok güzeldi ve plajlar doluydu. 

İnsanın görene kadar fotoğraflardan çok da anlamadığı bir güzelliği var. Dağlarla çevrili bir göl, müthiş bir yeşillik, jetskiler, zenginlik, renkler, mis gibi doğa… İnsana 360 derecelik bir görsel tatmin yaşatıyor burası…

Uzun yolculuk sonrası Varenna‘da (C) indiğimizde göl kenarındaki yerleşimleri karada gezemenin de ne kadar güzel olduğunu farkettik. O güzel evler, güzel bahçeler ve göl manzarası müthiş iç açıcıydı fakat vaktimiz yoktu ve direkt Varenna’daki tren istasyonuna geçtik. 6,70 Euro’ya aldığımız Milano biletimiz ile trene bindik fakat tren tıka basa doluydu ve oksijensiz bir kabinde 1 saat yolculuk yaptık. Allahtan keyfimiz çok yerindeydi de bu oksijensizlik başımıza gülme krizleri olarak vurdu. =)

1 saatlik yolculuk sonrası Milano’ya vardık ve Venedik’e gideceğimiz trenimizi beklemeye başladık. Böylece Como ve Milano’daki kısa gezilerimiz son bulmuş oldu…

Gideceklere tavsiyeler:

1-Milano’yu çok kısa gezdik ama şehir merkezi pek ufak. Alışveriş yapmayacaksanız turistik gezi için 1 gün yeterli olacaktır. Alışveriş yapmak ve sanat galerisi turlamak isteyenler +1gün daha eklemeliler.

2-Como Gölü gerçekten çok güzelmiş. Kafa dinleme tatili isteyenler burada 2-3 günü dünyadan uzaklaşıp o müthiş evlerin ve bahçelerin içinde geçirebilirler. Fakat dünya gözüyle görsem yeter derseniz sabah 1-2 saati Como merkezde sonra vapurla koylarda gezerek 1 günde etrafı keşfedebilirsiniz.

 

 

 

Fotoğraflar: MimarcaSanat / Zeynep Yılmaz

 

 

 

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett Müthiş, Ceyhun Yılmaz Vasat!

Dada Salon Kabarett’e açıldığından beri gitmek istiyorum. Belki 40 defa bilet için Biletix’e girdim ama bir türlü elim gitmedi. 

Birincisi, tecrübeyle sabit, çok yüksek beklentilerimin olduğu yerler ve çalışmalar ilk zamanlarında mutlaka can sıkacak aksaklıklarla dolu olur. Çocuğunun müsameresine gidip onun düşmesini izleyen veli gibi hissediyorum kendimi böyle durumlarda. O yüzden biraz daha “otursun” kafasında bir bekleme süreci yaşıyorum.

İkincisi ilk zamanlar oynayan Eğlenceli Cinayetler Kumpanyası’nın en düşük bilet fiyatları bile iki-üç kişi gitmek istediğimizde pahalıydı. (Şu aralar para o kadar değersiz oldu ki, 150TL bilet fiyatı ortalamanın azcık üstü gibi geliyor bana… Ama daha önce daha fazla gibi geliyordu. bknz. sadece Türkiye’de olan problemler!)

Velhasıl Dada Salon’a yolumun düşmesi Temmuz sonundaki son etkinlik olan Ceyhun Yılmaz’ın Nekre gösterisine kısmet oldu.

Ceyhun Yılmaz – Nekre

Dada Salonla ilgili izlenimlerimi paylaşmadan araya gösteriyle ilgili görüşlerimi yazayım istedim. Ceyhun Yılmaz’ı şiirleri ve radyo programları ile tanıyan biri olarak gösteri yapacağını duyduğumda iyi bir hikaye anlatıcısından güzel hikayeler dinleriz diye düşündüm. Fakat onun da ilk oyunuydu (maalesef). 

Öncelikle teknik bir sıkıntı oldu. Ceyhun Yılmaz bütün şovu bir takım görseller ve müziklerle desteklemişti fakat görsellerin yansıtılacağı perde iplerden oluştuğundan biz seyirciler o görselleri düzgün göremedik. Dolayısıyla her görseli izah etmek durumunda kaldı. Ayrıca müzikler çok istediği yerlerde giremedi, sanıyorum bir koordinasyon eksikliği ya da ilk gün günahları oldu.

Fakat esas büyük sıkıntı birbirinden bağımsız hikayelerdeydi. Hiç bir ortak noktası ve bağlantısı olmayan hikayelerde giriş-gelişme-sonuç olmadığı gibi birinden diğerine geçişte de büyük kopukluklar vardı. Ceyhun Yılmaz büyük bir heyecanla sıra sıra dizdi kurguyu belli ki fakat biz seyirciler ne bu kısa kısa anlatımların içine girebildik ne de ne ara başladı ne ara bitti gösteri anlayabildik.

Fakat salon o kadar hoşuma gitti ve nereye bakacağımı şaşırdım ki, Ceyhun Yılmaz’ın bu vasat performansını görmezden gelip salonu anlatmaya geçmek istiyorum.  

Dada Salon Kabarett

Mecidiyeköy’deki Quasar Tower’ın içinde bulunan mekana hem toplu taşımayla ulaşım çok rahat, hem de arabanız varsa otoparkı var. Kulenin henüz bomboş ve ürpertici atmosferini, kabarenin ihtişamlı karşılaması sonrası unutuyorsunuz ve giriş kapısı yanındaki camekanların içlerine odaklanıyorsunuz. Salonun kapısından içeri girince ise başınız dönmeye başlıyor.

Tavanda 24 farklı sanatçının yaptığı gergedan çizimleri/boyamaları ışık kutuları içinde boynunuzu ağrıtana kadar baktırıyor, Sahneye doğru uzanan kırmızı beyaz çizgili dalgalanan kaplama başınızı döndürüyor. Duvarlardaki sanat eserleri, aynalar, mottolar, asma kat ve pirinç korkulukları, kristalli avizeler, zemindeki damalı desen ve derken müthiş dev kitaplık…

D&R’a utanmasa çadır kuracak kadar çok kitap karıştırmayı ve keşfetmeyi seven biri olarak kitaplık dişlerimi kamaştırdı ama bu mekanda odağınızı bir yerde tutabilmek biraz zor. Kitaplığın üstünde yine farklı illüstratörlerin işlerinin yer aldığı mini bir sergi vardı, bu çalışmalara yöneldi ilgim. Ve tek tek bakarken en sol üstte bir illüstrasyon gördüm. Çok çok beğendim ama yukarıda olduğundan imzayı okuyamadım. 

Gösteri sonrası çıkarken bir kez daha şansımı denedim imzayı okumak için ama baktım olmuyor eserin fotoğrafını çektim ve eve dönünce Dada Salon’un Instagram sayfasından eserin sahibini sordum. Sağolsunlar hemen yanıt verdiler, Gizem Vural’ın çalışmasıymış. 

Bir mekanın içine bu kadar sanat doldurursanız olacağı bu ama Dada Salon’a ara verip Gizem Vural’dan bahsetmeliyim. Şu anda Amerika’da olan illüstratör müthiş bir yetenek. The New York Times’tan tutun The New Yorker’a kadar bir çok ünlü yayında çalışmaları basılan, özgür renk paleti ve hafif ama etkili çizgisiyle kendi stilini yaratmış sanatçının baskılarını şu adresten satın alabilirsiniz. Daha bir çok güzel çalışması içinse websitesini ziyaret edebilirsiniz. Bir Türk illüstratörün bu kadar özgün ve sanatsal işler yaratıyor olmasından ve kendisiyle bir sanatsever olarak tanışmaktan çok memnun oldum.

 

 

Dada Salon’a dönersek… Okan Bayülgen gibi ilk gençlik yıllarımızdan itibaren yaptığı tüm programlarla bizleri bir anlamda büyütmüş olan birinin sanata sadece mekansal bir artı katıp bu işin tüccarı olmasını tabi ki beklemezdim. Kendisinin sıklıkla söylediği esnaflık bakış açısı işin ticari yanı için doğrudur ve zorunludur elbet ama bir mekanı bu kadar sanatla doldurup gelen her izleyiciye mutlaka bir şey katarak o mekandan göndermek de ancak kendisi gibi vizyoner ve zeki birinin işidir.

İki temel sorunu var insanlığın. Adaletsizlik ve anlamsızlık. Birine karşı hukuku bulduk, diğerine karşı sanatı. Ama insanlar hukuka ulaşamadı. Ve sanat insanlara….

Blogumu açtığım ilk günden beri Nietzsche’nin bu sözü yazar alt bölümde. Ve bu blogda bahsettiğim her filmden, her oyundan, her sergiden bu yüzden bahsediyorum hep derim. Kimsenin bir şeyi araştıracak vakti, yeni yerleri görecek hevesi yok gibi geliyor bazen. Oysa Okan Bayülgen’in yıllardır söylediği gibi hayat sokaklarda ve hayatınızı anlamlandıracak sanat her yerde ama ona ulaşmak için siz de çaba göstermelisiniz. Bir gün evinizden çıkmanız lazım! Çıkın ki o salona gidip başınızı döndüren onlarca çalışmayı görün ve aslında sevmediğiniz bir gösteride mükemmel bir illüstratörle ve onun işiyle göz göze gelin.

Dada Salon’un yeni sezonu Eylül ayında açılıyor, biletler şimdiden satılıyor. Ben mutlaka güzel bir başka oyunu izleyeceğim, sizlere de tavsiye ederim.

Şimdiden iyi seyirler,

Not: Bu arada bahsetmeyi unuttum, salonda oyun izlerken içkinizi içebiliyorsunuz. Çok büyük ve güzel bir barı da var!