Woody Allen bu kez Roma’dan bildiriyor: Roma’ya Sevgilerle – To Rome With Love

Woody Allen bu kez Roma’dan bildiriyor: Roma’ya Sevgilerle – To Rome With Love

  • romaya sevgilerleYönetmen: Woody Allen
  • Yapım: 2011, ABD, İspanya, İtalya
  • Süre: 111 dk
  • Oyuncular:  Woody Allen, Alec Baldwin, Roberto Benigni, Penelope Cruz, Judy Davis, Jesse Eisenberg, Greta Gerwig, Ellen Page 

Woody Allen Avrupa turunun Roma durağı olan To Rome with Love’da, seyircisini ölümsüz bir şehir olan Roma da birbirinden farklı karakterlerin birbirinden farklı hikayelerinin içine sokarak, bazen şehrin herhangi bir sakini bazen de yazın gelen herhangi bir turistin hayatına girerek romantik ve macera dolu bir geziye çıkarıyor. Film İtalya da bir grup Amerikalı ve İtalyan ın başlarından geçen romantik anlar ve maceraları konu alıyor.

Woody Allen sineması, tarzı, görselliği diye bir şey var. İşte o filmlerden biri daha karşımızda.

Londra, Barcelona ve Paris’ten sonra olayların merkezine bu kez Roma’yı alan yönetmen, 4 farklı hikayeyi  anlatıyor.

Hikayelerin hepsinin kendine has bir sevimliliği var, fakat özellikle Woody Allen’ın da dahil olduğu hikaye oldukça komikti. Oynadığı rol ile müthiş bir iş çıkaran ve kendine hayran bıraktıran Allen (ki kendisi 78 yaşında oldu), film ile tüm izleyicilerde Roma’ya gitme hissi uyandırıyor.

Filmin verdiği birden fazla mesaj var. Allen, yarattığı her karakter ile bir şeyler anlatmak istemiş ve bunları iyice gözümüze de soktu. Fakat kendisinin farkı bu noktada ortaya çıktı: hiç sıkılmadan, iki saat boyunca izlenebilen, güldüren bir romantik komedi film izledik.

Her yerde bu filmin, Woody Allen’ın bir önceki filmi “Midnight in Paris / Paris’te Gece yarısı” ile karşılaştırmalarını okuyorum. Açıkçası bu karşılaştırmaların iki filme de haksızlık olacağını düşünüyorum. Zira Paris’te geçen filmin senaryosu inanılmaz bir yaratıcılıktaydı. Roma’daki bu film ise yine Allen yaratıcılığından nasiplenmiş olsa da, romantizmi,aşkı ve seksi daha çok merkez alan bir romantik-komedi.

İzlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Televizyonda Ne İzlesek? #1

Televizyonda Ne İzlesek? #1

tvSıkça karşılaştığım sorulardan biri: Televizyon’da ne izliyorsun?

İzlediğim bir çok program ve dizi var. Hepsini ayrı ayrı ele almak biraz zor geldi. Ben de o yüzden tek bir yazıda tavsiyelerimi toparlayıp bitireyim istedim. Yeni dizilere başlarsam ayrı bir yazıyla yine duyururum.

Türk televizyonlarında birebir takip ettiğim, hiç kaçırmadığım çok az dizi var. Genelde arkada ses olsun diye televizyon açanlardan olduğumdan, her program hakkında fikrim oluyor. Ama büyük takipçisi olduğum ve önümüzdeki sezonda devam edecek işler de var:

Öncelikle, Okan Bayülgen – Kraliyet Ailesi programları vazgeçilmezlerim. Gece Kuşu’ndan beri izlediğim Okan Bayülgen’in bir iki senedir devam ettirdiği tematik programlarını, eğlence programlarından daha çok sever oldum. Hatta bu yaz, boş kaldıkça merak ettiğim konulardaki programların tekrarlarını izliyorum. Seçilen konu üzerine çağırılan akademisyen ve profesyonellerden oluşan konukları Okan Bayülgen’in muzip yönetiminde izlemek hem sıkıcı olmuyor, hem de öğretici oluyor.

Dizilerden ise iki sezondur favorim Behzat Ç.. Hemen her bölümünü  kaçırmadan izlemeye gayret ediyorum. Ve muhalif duruşunu, samimiyetini, dram ve komedi ayarını çok beğeniyorum.

Yalan Dünya, geç keşfetmiş olsam da Leyla ile Mecnun (aynı ayarda Üsküdar’a Giderken diye bir dizi vardı ama erkenden bitirdiler. ) ve Bir Erkek-Bir Kadın ise denk geldiğimde izlemekten keyif aldığım diğer diziler.

Bu sezon hiç izlemediğim fakat izlemek istediğim diziler de var. Birincisi Suskunlar. Diğeri ise İşler Güçler. Etraftan çok övgü dolu söz duydum bu iki diziyle ilgili, deneyeceğim.

Konu yabancı dizilere geldiğinde ise iş biraz daha karışık. Tüm bölümlerini izlediğim ve takipçisi olduğum yabancı dizilerin sayısı bir hayli fazla. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise sürelerinin kısa olması. Haliyle hızla izlenebiliyorlar. Çoğu reklamsız 20-30 dk’da bitiyor. (Yerli Dizi Yersiz Uzun!)

En sevdiğim dizilerin başında 3 farklı (ama akraba olan) ailenin hikayesini anlatan, Emmy ve Altın Küre ödüllü Modern Family geliyor. Onu, bilime meraklı dört ev arkadaşının maceralarını anlatan Emmy ödüllü The Big Bang Theory ve yakın arkadaşların ilişkilerini komik bir biçimde ele alan How I Met Your Mother izliyor.

Bunlar dışında, biri zengin diğeri kenar mahallede yaşayan iki kadının beraber yaşamaya ve iş kurmaya başlama hikayesi  2 Broke Girls, benzer şekilde iki farklı karakterin ev arkadaşlığını konu alan Apartment 23, Manhattan sosyetesinin skandallarla dolu hayatını anlatan Gossip Girl,  bir lise öğrencisinin moda dünyasında yer edinmeye çalışmasını anlatan Jane By Design ve doğumda karışan iki kızın hayatlarını anlatan Switched at Birth takip ettiğim diziler.

Dizilerin çoğu komedi. Genelde işten eve geldiğimde yemek yerken veya uyumadan önce rahatlamak için dizi izliyorum. Bu nedenle komedi dizilerini daha çok tercih ediyorum.

Ayrıca ara ara Family Guy, Hot in Cleveland, The Simpsons ve Southpark‘ın eski bölümlerinden izliyorum. Bazen  biriktirip 3-4 bölümü arka arkaya izliyorum. Bazen hafta hafta takip ediyorum. Bu aralar tüm diziler sezon arasında olduğundan yeni dizi arayışına da girmiş durumdayım.

Girls ve Pretty Little Liars‘ı deneyeceğim. Beğenirsem onları da ikinci yazıda yazarım.

İyi seyirler,

 

Not: Yukarda bahsi geçen dizilerin yeni sezon başlangıç tarihleri:

  • Kraliyet ailesi ve Okan Bayülgen, bu dönem h.içi her akşam saat 20.00 de yarışma programlarıyla TV8 ekranlarında olacakmış…
  • Behzat Ç., 21 Eylül’de Star TV’de 3.dönemine başlayacak.
  • Leyla ile Mecnun TRT’de başladı.
  • 1 Erkek -1 Kadın‘ın 5.sezonu ise 22 Eylül Cumartesi günü Star TV’de başlayacak.
  • İşler Güçler ara vermeden sezona devam ediyor.
  • Modern Family, 26 Eylül Çarşamba(4.sezon prömiyeri), ABC
  • The Big Bang Theory, 27 Eylül Perşembe (6.sezon prömiyeri), CBS
  • How I Met Your Mother, 24 Eylül Pazartesi(8.sezon prömiyeri), CBS
  • 2 Broke Girls, 24 Eylül Pazartesi(2.sezon prömiyeri, yeni zaman dilimi), CBS
  • Apartment 23, 23 Ekim Salı(2.sezon prömiyeri), ABC
  • Gossip Girl, 08 Ekim Pazartesi (6.sezon prömiyeri), The CW
  • Family Guy, 30 Eylül Pazar, Fox
  • Hot in Cleveland, 28 Kasım Çarşamba,(4.sezon prömiyeri) / TV Land
  • The Simpsons, 30 Eylül Pazar,Fox
Marina Abramoviç: Sanatçı Aramızda

Marina Abramoviç: Sanatçı Aramızda

marina

Film festivalini bu yüzden seviyorum! Yine şimdiye kadar adını duymadığım ama tüm dünyada müthiş bir üne sahip bir sanatçı ile tanıştım: Marina Abramoviç!

İnanılmaz bir kadın, inanılmaz bir beden, inanılmaz bir oto kontrol, inanılmaz bir iş aşkı, inanılmaz bir sanat anlayışı… Bu kadınla ilgili her şey inanılmaz!

Bir kere yanda gördüğünüz fotoğraftaki bu kadın 66 yaşında. Yüzünün genç görünmesini geçtim, filmde çıplaktı ve vücudunu gördüm. Taş çatlasın 35 gösteriyor! İ-na-nıl-maz!

Anlatacaklarım ve Marina’nın performanslarından göstermek istediklerim çok. O nedenle açık kalan ağzımı kapatarak, dilim döndüğünce size de onu anlatmak ve tanımayanlarla tanıştırmak isterim.

——————————————————————

Öncelikle filmin bilgilerini ileteyim:

  • Film adı: Marina Abramoviç:  Sanatçı Aramızda / The Artist is Present
  • Yönetmen: Matthew Akers
  • Yapım:  ABD / 2011 
  • Süre: 105dk

2012 Berlin Panorama İzleyici Ödülü
Marina Abramovic yaklaşık kırk yıldır sanatı yeniden tanımlıyor ve kendi bedenini bir araç olarak kullanıp, meydan okuyan, şok eden ve düşündüren performanslar sergiliyor. 1995 İstanbul Bienali’nin de katılımcılarından biri olan sanatçı, günümüzün en etkili ve tartışmalı sanatçıları arasında yer alıyor. Bu belgeselde Marina’nın, New York’taki Modern Sanatlar Müzesi’nde (MoMA) gerçekleştirilecek retrospektifine hazırlanma sürecini izlerken, MoMA’da bir sandalyede hareketsiz olarak 736 saat boyunca oturduğu performansının da dahil olduğu gösterisinin üç aylık dönemine de şahit oluyoruz.

 ——————————————————————

Marina Abramoviç, 1946 yılında Yugoslavya’da doğmuş. Annesi de babası da II.Dünya savaşında orduda olan sanatçının babası, evi 1965 senesinde terk etmiş. Bu zamandan sonra evin tüm kontrolü, askeri disiplini evde de uygulayan annesine geçmiş. Sanatçı bir röportajında 29 yaşına kadar eve saat 10’dan geç gelmediğini anlatmış.

1965-70 yılları arasında Belgrad’da Academy of Fine Arts, 1972 yılında Zagreb’de Academy of Fine Arts’ta yüksek lisansı ve 1973-75 yılları arasında ise Novi-Sad’daki Academy of Fine Arts bölümünde eğitim görmüş ve sonrasında solo performanslarına başlamış.

1971-76 yılları arasında Nesa Paripoviç ile evli kalan sanatçı, 1976’da Yugoslavya’yı terk etmiş ve Amsterdam’a taşınmış.

Marina’nın 1973 yılında gerçekleştirdiği “Rhythm 10” adlı performansında, 20 bıçağı sırayla ritmik bir şekilde parmaklarının arasına  saplayarak, meşhur Rus oyununu oynamıştır. Bıçak, parmağına her denk gelişinde bıçak değiştirmiş ve tüm bu olanları kaydetmiştir. Kendini 20 kere kestikten sonra, kaseti çalıştırıp sesleri dinleyip, seslere göre aynı hareketleri tekrar yaparak geçmişle şimdiyi bütünleştirmeye çalışmıştır. Fiziksel ve zihinsel sınırları zorlamaya çalıştığı performasında, yaşadığı acı ile geçmiş ve şimdinin seslerinin çakışması durumunu inceleyen sanatçı, performansı yapanın bilinç durumunu incelemiştir.

Marina Abramovic «Rhythm 5»1974 yılında ise Rhythm 5 adlı performansını gerçekleştiren sanatçı ahşaptan yapılmış büyük bir yıldızın içine 100 kilo kadar petrolü koyup yakmıştır. Daha sonra yıldızın içinden çıkıp el, ayak tırnaklarını ve saçlarını kesip ateşe atan sanatçı, daha sonra da yıldızın içine uzanıp yatmış. Fakat performansı sırasında oksijen azlığından bilincini kaybeden sanatçının fenalaştığını anlamayan izleyiciler, ancak bacağına sıçrayan ateşe tepki vermemesinden kötüleştiğini farketmiş. Daha sonrasında sanatçı bu performansı ile ilgili sinirli olduğunu çünkü fiziksel bir sınır olduğunu ve bilinç kaybolduğunda performansın mümkün olmadığını söylemiştir.

 Yine 1974 yılındaki Rhythm 2 adlı performansında bu sefer bilinçsizliği performansına dahil etmeye çalışmıştır. Bu çalışmasını iki bölüme ayıran sanatçı, birinci bölümde katoni hastaları için verilen ve vücut kaslarının kontrolünü yitimesine neden olan, fakat zihnini berrak tutan bir ilaç almış, 10 dakika sonraki ikinci bölümde ise depresif kişilere verilen ilaçlardan kullanmış ve zihinsel olarak tamamen dağılmıştır. (Hatta bu bölümü sonradan hatırlamaz). Sanatçı bu performansı ile zihinsel ve fiziksel bağları keşfetmeye çalışmıştır.

Aynı yıl yapmış olduğu Rhythm 0 adlı performansında ise performansı yapan kişi ile seyirciler arasında bir ilişki kurmak istemiştir. İçlerinde gül, tüy, makas, tabanca ve mermi dahil 72 objeyi etrafa bırakan ve seyircilere, bu objelerle sanatçıya istedikleri her şeyi yapma özgürlüğü veren bu performansın başlangıcında, seyirciler oldukça tutukmuş. Zaman ilerledikçe tamamiyle hareketsiz bulunan sanatçıya davranışları değişen seyirciler, altı saatlik performans boyunca gittikçe artan şiddet eğilimi göstermişler. Bir seyirci Marina’nın elbiselerini keserken, bir diğeri karnına dikenli gülü batırmış, birisi kafasına silahı dayamış, bir diğeri ise onu durdurmuş. 6 saat sona erdiğinde Marina performansını bitirdiğinde, performans sırasında ona dokunan herkes göz göze gelmemek için kaçışmış. Performans sonrası Marina, “Öğrendim ki, seyircilere izin verirseniz, sizi öldürebilirler!” şeklinde yorum yapmış.

1976 yılında Amsterdam’a taşındıktan sonra Alman sanatçı Ulay ile tanışmış ve beraber çalışmalara başlamıştır. Birlikte yaptıkları performansları oldukça ses getiren iki sanatçı, beraber olmaya başlamış. Marina, en büyük problemlerini “sanatçı egosu” olarak belirtirken, birbirlerini dengelemeye çalıştıklarını anlatmıştır.

Birlikte performe ettikleri “Death Self” adlı performansta, ağızlarını tamamen yapıştırarak birbirlerinin verdiği nefesi almışlardır. On yedi dakika sonra oksijen tamamen tükendiğinden ve ciğerleri karbondioksitten zehirlendiğinden ikisi de fenalaşmıştır.

Amacı bir kişinin yaşamını elinden alırken, kendininkini de yok ettiğini deneyimlemek olan performanslarından sonra 1977 yılında “Imponderabilia” adlı performanslarını gerçekleştirmişlerdir. İkisi de çırılçıplak, aralarında çok az bir mesafe bırakarak bir geçitte durmuşlar ve insanların bu geçitten, ikisinden birinin yüzüne doğru dönerek, geçmesi şartmış.

httpv://www.youtube.com/watch?v=QgeF7tOks4s

Bu ve benzeri bir çok çalışmadan sonra 1988 yılında Ulay ve Marina, ilişkilerini biterecek olan ruhsal bir yolculuğa çıkmak istemişler. Çin Seddi’nin bir ucuna Ulay, diğer ucuna Marina geçmiş ve birbirlerine doğru romantik bir yürüyüşe başlamışlar. Her biri 2500 km yol katettikten sonra ağlayarak buluşmuş ve birbirlerine elveda demişler.

2005 Kasım’ında başlamak üzere, Marina New York Guggenhaim Müzesi’nde “Seven Easy Pieces” adlı çalışmaları  performe etmiştir. 5i başka sanatçıların, ikisi kendi performansı olmak üzere yedi çalışmayı sunduğu bu sergi oldukça ilgi görmüş.

14 Mart – 31 Mayıs 2010 tarihleri arasında Museum of Modern Art (MoMa)’da hayatının en büyük sergisi açılmıştır. Sergide sanatçının önemli performansları başka sanatçılar tarafından canlandırılırken, sanatçı da “The Artist is Present” adlı performansını sergilemiştir.

httpv://www.youtube.com/watch?v=2GD5PBK_Bto

Kendisi için hazırlanan bir masa ve iki sandalyeden oluşan sahnede, sandalyeye oturan ve bunu hergün sabahtan akşama kadar hiçbir şey yemeden ve tuvalete gitmeden, toplamda 736 saat boyunca yapan sanatçı yaşına rağmen inanılmaz bir performans sergilemiştir. MoMa’da günlerce kuyruk oluşmasına neden olan performansında, sanatçı sandalyede otururken karşısına seyirci gelmektedir ve Marina başını kaldırıp karşısındakilerin direk gözlerine bakmıştır. Diledikleri kadar oturmakta serbest olan seyircilerin oldukça etkilendiği performans, çoğu zaman seyircilerin ağlamasıyla son bulmuştur. Aradan bir süre geçtikten sonra masanın da kaldırılmasını isteyen Marina, seyircilerin direk karşısına oturmasını, aralarında masanın  olmamasını istemiştir.

httpv://www.youtube.com/watch?v=jY3VwmiT3j4

Aralarında, yukarıda bahsi geçenlerin dışında sesi kısılana kadar bağırdığı, tamamen çıplak olarak hareketli kolonları vücudunu vurarak ilerlettiği (Expanding in Space), bilincini kaybedene kadar ezber yaptığı, kendini kırbaçladığı performansları dahil birçok çalışması olan sanatçı. Vücudunu sanata dahil ettiği, fiziksel ve zihinsel olarak sınırları zorladığı çalışmaları ile “performans sanat”ını çok başka konumlara taşımıştır.

httpv://www.youtube.com/watch?v=HEQUC0-AlUo&feature=related

Festivalde izlemiş olduğum belgeselindeki tavırlarından oldukça muzip, şakacı ve enerji dolu bir insan olduğu görünen Marina’nın, kendisinden gençlere verdiği dersler ve öğretileri çok etkileyiciydi. Ayrıca yıllar sonra Umay’ın MoMa’daki sergi ve belgesel çekimleri için gelmesi ve karşılaşmaları oldukça romantikti.

Sanatçıyı günün birinde canlı olarak izlemeyi umuyorum.

İyi seyirler,

Dilsiz Bir Hayat – Una Vida Sin Palabras

Dilsiz Bir Hayat – Una Vida Sin Palabras

dilsiz bir hayat

  • Yönetmen: Adam Isenberg
  • Yapım: Türkiye-Nikaragua 2011
  • Süre: 71 dk
  • Katılanlar: Aurora del Rosaria Rodríguez Salgado, Dulce Maria Rodríguez Merlo, Jose Francisco Rodríguez Merlo 

Nikaragua?nın ücra bir köyünde yaşayan Dulce Maria ile erkek kardeşi Francisco, sağır doğmuş ve hiçbir dil öğrenememişlerdir. Ne sözlü-yazılı bir dil, ne de işaret dili… Öyle ki, bu abla kardeş kendi isimlerini, hatta bir isimleri olduğunu bile bilmezler. Ta ki onlara ilk kelimelerini öğretmeye kararlı, kendisi de doğuştan sağır, işaret dili öğretmeni Tomasa köye gelene kadar. Dilsiz Bir Hayat, 2006 yılından bu yana İstanbul?da yaşayan, TRT Televizyonu için Adem?in Seyir Defteri isimli belgesel gezi programının yönetmenliğini yapan Adam Isenberg?in ilk uzun metrajlı çalışması.

Bu cümleyi kaç kere kurdum bilmiyorum ama : Film festivalinin belgesel bölümüne bayılıyorum! Bu sene izlediğim belgeseller içinde beni oldukça etkileyenlerden biri Dilsiz Bir Hayat’tı. Yönetmeni, yapımcısı ve ses miksajcısı filmin sonunda soruları yanıtladılar.

Ellerinde bir kamera ile konuk oldukları ailedeki sağır dilsiz kardeşleri, hiç para kullanmadan sürdürdükleri yaşamalarını (ekip biçtiklerini yiyiyorlar)8 hafta boyunca tek kamera ile görüntülemişler. Tek kamera kullanmalarının nedeni ailenin en doğal halini yakalayabilmek için en az dikkati çekmekmiş.

Belgeselde en çok görülen Dulce Maria, kameraları oldukça sevmiş fakat erkek kardeşleri aynı şekilde değilmiş. Erkek kardeşler kameraları görünce doğallıktan daha çok uzaklaştıklarından, belgeselde Dulce Maria’ya daha çok yer verilmiş.

Öğretmen Tomasa’nın onlara tek bir kelimenin işaretini öğretebilmek için verdiği çaba çok etkileyiciydi. Ve tabii bu öğrenme sürecini izlerken, öğretmen tekrar tekrar aynı kelimelerin üzerinden geçtiğinden biz seyirciler de 20ye yakın işaret dili kelimesi öğrenmiş olduk.

Benzer çalışmaları Türkiye’de de yapmak istediğini söyleyen yönetmen Adam Isenberg’in yeni işlerini merakla bekliyorum.

İyi seyirler,

New York’ta 2 Gün

New York’ta 2 Gün

  • 2-Days-in-New-YorkYönetmen: Julie Delpy
  • Yapım: 2011 Fransa 
  • Süre: 91 dk
  • Oyuncular: Julie Delpy, Chris Rock, Albert Delpy

“Julie Delpy?nin bağımsız romantik komedisi Paris?te 2 Gün?de Marion ve Jack, ilişkilerini canlandırmak için iki günlüğüne Paris?e gidiyorlardı. Bu 2007?deydi. Yıllar sonra, günümüzde, Marion ile Jack ayrılmıştır. Marion, New York?ta Mingus?la mutlu mesut (hatta biraz fazla mesut), kedileri ve önceki beraberliklerinden çocuklarıyla yaşamaktadır. Ne var ki, Marion?un (Delpy?nin gerçek babasının canlandırdığı) fazla neşeli babası, her daim azgın kız kardeşi ve onun rezil erkek arkadaşı aniden ziyarete gelir. Marion?la Mingus?un ilişkileri iki gün boyunca akıl almaz sınavlardan geçecektir, çünkü bu üç Fransızın ırkçı yaklaşımları, cinsellik konusundaki rahatlıkları sınır tanımamaktadır.”

Paris’te 2 Gün filmini izlememiştim. Devam filmi olan New York’ta 2 Günü ise festivalde izleme şansı buldum. Komedi filmlerinden aşina olduğumuz Chris Rock ile filmin aynı zamanda yönetmeni olan Julie Delpy’nin başrollerinde olduğu bence absürd komedi olan filmi pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim.

Öncelikle filmin çoğu sahnesi ufak bir apartmanda geçtiğinden, sıkıcıydı. Sonra espriler bence bir hayli yavandı. Fakat baştan sona bir hikayesi olması ve kurgusu güzeldi.

İzlenebilir ama iddialı bir romantik komedi olduğunu söyleyemeyeceğim.

Yine de iyi seyirler,

Büyük Derbi – SuperClasico

Büyük Derbi – SuperClasico

büyük derbi

  • Yönetmen: Ole Christian Madsen
  • Yapım: Danimarka / 2011  
  • Süre: 99?dk
  • Oyuncular: Anders W. Berthelsen, Paprika Steen, Jamie Morton 

Christian bitmiş bir adam. Karısı Anna onu terk edip Buenos Aires?e taşınmış, genç oğlu Oscar ona hepten yabancı, üstelik şarap dükkânı batıyor. Depresyondaki bir adam artan şarapları içmekten başka ne yapabilir? Karısıyla işleri yoluna sokmak için oğlunu yanına alıp önceden haber vermeksizin Arjantin?e gitmek de iyi bir fikir gibi gelir Christian?a. Fakat her yıl düzenlenen büyük futbol turnuvası ?Superclasico?nun olduğu döneme denk gelmişlerdir. Anna futbolculara menajerlik yapmakta ve bir yıldız oyuncunun villasında kalmaktadır. Belli ki Buenos Aires?te futbol, şarap, tutku, tango ve Latin kanı tam gaz yaşanacaktır! Ole Christian Madsen?in egzotik bir ortamda geçen bu yeni filmi, Oscar yarışında ilk dokuz film arasındaydı.

Bu seneki film festivaline, eğlenceli bir Danimarka yapımı olan Büyük Derbi ile başladım. Dramı ve eğlencesi oldukça dozunda olan film, doğru oyuncu seçimi ve başarılı görüntü yönetimi ile göz doldurdu. Antidepresan kategorisindeki filmi, tüm salonu dolduran kalabalıkla, kahkalarla izlemek çok keyifliydi.

Geçen sene izlediğim yoğun Rio filmlerinden sonra Rio’ya gitmek için yanıp tutuşur olmuştum. Bu filmle de Buenos Aires’i görme isteği kapladı içimi. Müthiş müzikler eşliğinde futbol tutkusu ile birlikte filmin fonunu oluşturan Buenos Aires görüntüleri çok iyiydi.

Oscar aday adayı olan filmi izlemenizi tavsiye ediyorum ve filmden bir cümle ile bitiriyorum.

“İyi bir şaka firsatini asla kaçırmayan Tanrı, bazen, ayrılanları tekrar bir araya getirir.”

İyi seyirler,

84.Oscar Töreni Adayları ( Tam Liste) ve Yorumlar

84.Oscar Töreni Adayları ( Tam Liste) ve Yorumlar

 

Geçen sene Oscar öncesi hallerimi hatırladım listeyi görünce. Yine 26 Şubat’taki törene kadar uykusuz geceler, sinema dolu günler ve tabi ki tahminler bizi bekler. İşte bugün açıklanan tam liste ve yorumlarım…

Not: Ödül alması muhtemel filmleri değil, kendi beğenilerime göre adayları sıraladım.

Not2 : Akademiyle tahminlerim hiç uyumlu değil her zamanki gibi… 10/24

EN İYİ FİLM (Best Picture)

Herkesin nefesini tuttuğu an, bu kategorinin açıklanacağı an olacak sanırım. War Horse ve ELIC’un bu 9 aday içinde en vasat olanlar olduklarını düşünüyorum. The Artist sadece siyah beyaz ve sessiz olduğu için, The Descendant ise zıtlıkları sakinlikle anlatan yapısıyla takdire şayan fakat başka artıları yok. Moneyball ve The Help senaryo ve oyunculuklarıyla göz doldurucu fakat The Tree Of Life buna ilave olarak müthiş bir görselliğe de sahip. Hugo bunların tamamına bir de hikayeyi masalsı ele alışı ve tekniğini ekliyor. Midnight in Paris ise sırf o mükemmel senaryosu için bile bu ödülü almalı. İşte bu nedenleri sıralayınca ortaya aşağıdaki gibi bir sıralama çıkıyor benim gözümden. İzleyip göreceğiz.

  1. Hugo; Graham King ve Martin Scorsese
  2. Midnight in Paris; Letty Aronson ve Stephen Tenenbaum
  3. The Tree of Life; Terrence Mallick
  4. The Help; Brunson Green, Chris Columbus ve Michael Barnathan 
  5. Moneyball; Michael De Luca, Rachael Horovitz ve Brad Pitt
  6. The Descendants; Jim Burke, Alexander Payne ve Jim Taylor  (24 Şubat’ta vizyonda)
  7. The Artist; Thomas Langmann (kazanan)
  8. Extremely Loud and Incredibly Close; Scott Rudin
  9. War Horse; Steven Spielberg ve Kathleen Kennedy

EN İYİ YÖNETMEN (Directing)

Sanıyorum karar vermesi en zor dallardan biri bu. Bu dalı senaryo, kurgu ,görüntü gibi dallarından bağımsız düşünebilmek için kendimi zorluyorum. Açıkcası Alexander Payne ve Woody Allen’ın yönetmenlik adına daha az şansının olduğunu düşünüyorum. Michel Hazanavicius’un filmi siyah-beyaz ve sessiz film olduğundan bu kadar dikkat çekti, aynı filmi renkli ve sesli çekseydi şansı sıfır olurdu bence.

Martin Scorsese ve Terrence Malick’e gelirsek… Hugo görsel bir şölendi malum. Ve müthiş başarılıydı. Öte yandan Mallick’in filmi bu senenin en özgün işiydi. Kulislerde ödül için The Artist’in adı daha çok konuşulsa da yukarıdaki fikilerime göre sıralamam aşağıdaki gibi.

  1. Terrence Malick, The Tree of Life
  2. Martin Scorsese, Hugo
  3. Michel Hazanavicius, The Artist (kazanan)
  4. Woody Allen, Midnight in Paris
  5. Alexander Payne,The Descendants

EN İYİ ERKEK OYUNCU (Actor In a Leading Role)

 

 

 

 

  1. Gary Oldman, Tinker Tailor Soldier Spy 
  2. Brad Pitt, Moneyball
  3. Demian Bichir, A Better Life
  4. George Clooney,The Descendants
  5. Jean Dujardin, The Artist (kazanan)

EN İYİ KADIN OYUNCU (Actress In a Leading Role)

Rooney Mara’nın bu adaylar arasında ne işi var bilmiyorum ama en vasatı olduğunu söyleyebilirim. Gleen Close ve Meryl Streep iyiydi fakat biraz tutuk geldi bana. Viola Davis ve Michelle Williams ise çok çok iyiydi. Fakat gerçek bir Michelle Williams hayranı olduğumdan mıdır bilmiyorum ama kendisinin bu ödülü almasını çok çok istiyorum.

  1. Michelle Williams, My Week with Marilyn
  2. Viola Davis, The Help
  3. Meryl Streep, The Iron Lady (kazanan)
  4. Glenn Close, Albert Nobbs
  5. Rooney Mara, The Girl with the Dragon Tattoo

EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU (Actor In a Supporting Role)

 

 

 

 

  1. Max von Sydow, Extremely Loud and Incredibly Close
  2. Jonah Hill, Moneyball
  3. Nick Nolte, Warrior
  4. Christopher Plummer, Beginners  (kazanan)
  5. Kenneth Branagh, My Week with Marilyn

EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU (Actress In a Supporting Role)

Bu dalın kazananını tahmin etmek gerçekten çok zor. Adayların tamamı kendilerinden bekleneni fazlasıyla başarmışlardı. Fakat Octavia Spencer ve Melissa McCarthy’nin bir puan önde olduğunu söylebilirim. Sonucunu heyecanla bekleyeceğim dallardan biri bu olacak sanırım.

  1. Octavia Spencer, The Help (kazanan)
  2. Melissa McCarthy, Bridesmaids
  3. Janet McTeer, Albert Nobbs
  4. Jessica Chastain, The Help
  5. Berenice Bejo, The Artist

EN İYİ UYARLAMA SENARYO ( Writing (Adapted Screenplay))

  1. Tinker Tailor Soldier Spy ; Bridget O?Connor ve Peter Straughan
  2. Hugo; John Logan
  3. Moneyball; Steven Zaillian, Aaron Sorkin ve Stan Chervin
  4. The Ides of March; George Clooney, Grant Heslov ve Beau Willimon
  5. The Descendants; Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash (kazanan)

EN İYİ ÖZGÜN SENARYO (Writing (Original Screenplay))

  1. Midnight in Paris; Woody Allen (kazanan)
  2. Bridesmaids; Annie Mumolo ve Kristen Wiig
  3. A Separation; Asghar Farhadi
  4. Margin Call; J.C. Chandor
  5. The Artist; Michel Hazanavicius

EN İYİ KURGU (Film Editing)

Genelde en iyi film tahminleriyle beraber değerlendirilen en iyi kurgu bölümünde adayların beşinde de büyük bir başarı göremedim. Fakat bu beş film arasında farklı karakterleri ve mekanları kurgulayarak hikayesini anlatan tek film The Girl with the Dragon Tatoo olduğundan, ödül alması çok zor olsa da ilk sıraya koyuyorum.

Filmin sonuna doğru tırmanan bir heyecan yaşatan Hugo ve Moneyball’ı ardarda sıralayıp, The Descendants’ı 4. sıraya koyup, hiç bir belirti görmediğim The Artist’i en sona bırakarak tutması imkansız bir tahminde bulunuyorum =)

  1. The Girl with the Dragon Tattoo; Kirk Baxter ve Angus Wall (kazanan)
  2. Hugo; Thelma Schoonmaker
  3. Moneyball; Christopher Tellefsen
  4. The Descendants; Kevin Tent
  5. The Artist; Anne-Sophie Bion ve Michel Hazanavicius

EN İYİ SANAT YÖNETİMİ (Art Direction)

Bu dalda iki adayın diğerlerinden oldukça ayrıldığını görebiliyoruz. Hugo ve Harry Potter seyirciyi masal dünyasına sokmak konusunda inanılmaz başarılıydı. Birinci ve ikinci konusunda oldukça kararsız kaldım ama sanıyorum Harry Potter tüm sahneleri ile seyirciyi götürdüğü sahneler açısından bu ödülün sahibi olacak. The Artist ve Midnight in Paris ‘in niye  aday olduklarını bile anlayamadım. Öte yandan War Horse  sadece kapanış sahnesi için aday olmuş gibi. Tercihlerim bu yönde:

  1. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II; Stuart Craig ve Stephenie McMillan
  2. Hugo; Dante Ferretti ve Francesca Lo Schiavo (kazanan)
  3. War Horse; Rick Carter ve Lee Sandales
  4. Midnight in Paris; Anne Seibel ve Hélène Dubreuil
  5. The Artist; Laurence Bennett ve Robert Gould

EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETİMİ (Cinematography)

Görüntü yönetimi denince bu senenin tek galibi olmalı bence: The Tree Of Life. Hugo ve War Horse ‘da belli bir başarı seviyesinin üzerindeydi fakat Emmanuel Lubezki kendini kelimenin tam anlamıyla aşmıştı. The Artist’i genel anlamıyla abartıldığı kadar çok beğenmediğimden bu dalda şansı olmadığını düşünüyorum, keza çok sevdiğim serinin Fincher versiyonu olan The Girl with Dragon Tattoo da öyle.

  1. The Tree of Life; Emmanuel Lubezki
  2. Hugo; Robert Richardson (kazanan)
  3. War Horse; Janusz Kaminski
  4. The Girl with the Dragon Tattoo; Jeff Cronenweth
  5. The Artist; Guillaume Schiffman

EN İYİ KOSTÜM TASARIMI (Costume Design)

  1. The Artist; Mark Bridges (kazanan)
  2. Hugo; Sandy Powell
  3. Anonymous; Lisy Christl
  4. Jane Eyre; Michael O?Connor
  5. W.E.; Arianne Phillips

EN İYİ MAKYAJ (Makeup)

Gleen Close ve Meryl Streep’in makyajları gerçekten güzeldi fakat sadece Voldemort makyajı için bile bu ödül artık Harry Potter’a gitmeli.

  1. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II; Nick Dudman, Amanda Knight ve Lisa Tomblin
  2. The Iron Lady; Mark Couiler ve J. Roy Helland (kazanan)
  3. Albert Nobbs; Martial Corneville, Lynn Johnston ve Matthew W. Mungle

EN İYİ ÖZGÜN MÜZİK (Music (Original Score))

  1. The Artist; Ludovic Bource (kazanan)
  2. Tinker Tailor Soldier Spy ; Alberto Iglesias
  3. Hugo; Howard Shore
  4. The Adventures of Tintin; John Williams
  5. War Horse; John Williams

EN İYİ ÖZGÜN ŞARKI (Music (Original Song))

  1. ?Man or Muppet?, The Muppets ? Bret McKenzie (söz ve müzik) (kazanan)
  2. ?Real in Rio?, Rio ? Sergio Mendes, Carlinhos Brown (müzik) ve Siedah Garrett (söz)

EN İYİ SES KURGUSU (Sound Editing)

  1. Drive; Lon Bender ve Victor Ray Ennis
  2. Transformers: Dark of the Moon; Ethan Van der Ryn ve Erik Aadahl
  3. War Horse; Richard Hymns ve Gary Rydstrom
  4. Hugo; Philip Stockton ve Eugene Gearty (kazanan)
  5. The Girl with the Dragon Tattoo; Ren Klyce

EN İYİ SES MİKSAJI (Sound Mixing)

  1. Hugo; Tom Fleischmann ve John Midgley (kazanan)
  2. Transformers: Dark of the Moon; Greg P. Russell, Gary Summers, Jeffrey J. Haboush ve Peter J. Devlin
  3. War Horse; Gary Rydstrom, Andy Nelson, Tom Johnson ve Stuart Wilson
  4. The Girl with the Dragon Tattoo ; David Parker, Michael Semanick, Ren Klyce ve Bo Persson
  5. Moneyball; Deb Adair, Ron Bochar ve Dave Giammarco ve Ed Novick

EN İYİ GÖRSEL EFEKT (Visual Effects)

  1. Harry Potter and the Deathly Hallows: Part II ; Tim Burke, David Vickery, Greg Butler ve John Richardson
  2. Rise of the Planet of the Apes; Joe Letteri, Dan Lemmon, R. Christopher White ve Daniel Barrett
  3. Hugo; Rob Legato, Joss Williams, Ben Grossman ve Alex Henning (kazanan)
  4. Transformers: Dark of the Moon; Scott Farrar, Scott Benza, Matthew Butler ve John Frazier
  5. Real Steel; Erik Nash, John Rosengrant, Dan Taylor ve Swen Gillberg

YABANCI DİLDE EN İYİ FİLM (Foreign Language Film)

  1. A Separation (İran) (kazanan)
  2. Bullhead (Belçika)
  3. Footnote (İsrail)
  4. In Darkness (Polonya)
  5. Monsieur Lazhar (Kanada)

EN İYİ ANİMASYON (Animated Feature Film)

2011 senesi herkesin dile getirdiği üzere animasyonlar açısından pek sönük geçti. Bu yokluk içinde seçilen 5 filmin de kendi içinde artı-eksileri vardı. Chico&Rita dramatik hikayesi ve tekniğiyle göz dolduruyordu. Kung Fu Panda 2 ve Puss in Boots ise maceraları ve karakterlerinin sevimliliğiyle, komedi ve dram sahneleri, arkadaşlık, aile gibi konularıyla güzellerdi. A Cat in Paris bu kategorinin en zayıf halkasıydı.

Rango ise benim ödül için adayım. Zira hem yarattığı karakterler, hem hikaye örgüsü, hem müzikleri ve görselliğiyle film diğerlerinden bir iki beden iyiydi. Akademi Chico&Ritaya ödül vererek marjinal bir çıkış yapmassa, Rango’nun ödülle eve döneceğini düşünüyorum.

  1. Rango; Gore Verbinski  (kazanan)
  2. Chico & Rita; Fernando Trueba ve Javier Mariscal
  3. Kung Fu Panda 2; Jennifer Yuh Nelson
  4. Puss in Boots; Chris Miller
  5. A Cat in Paris ; Alain Gagnol ve Jean-Loup Felicioli

EN İYİ BELGESEL (Documentary Feature)

  1. Pina; Wim Wenders ve Gian-Piero Ringel
  2. Paradise Lost 3: Purgatory; Joe Berlinger ve Bruce Sinofsky
  3. If a Tree Falls: A Story of the Earth Liberation Front; Marshall Curry ve Sam Cullman
  4. Undefeated; TJ Martin, Dan Lindsay ve Richard Middlemas  (kazanan)
  5. Hell and Back Again; Danfung Dennis ve Mike Lerner

EN İYİ KISA BELGESEL (Documentary Short)

  • The Barber of Birmingham: Foot Soldier of the Civil Rights Movement; Robin Fryday ve Gail Dolgin
  • God is the Bigger Elvis; Rebecca Cammisa ve Julie Anderson
  • Incident in New Baghdad; James Spione
  • Saving Face; Daniel Junge ve Sharmeen Obaid-Chinoy (kazanan)
  • The Tsunami and the Cherry Blossom; Lucy Walker ve Kira Carstensen

EN İYİ KISA ANİMASYON (Short Film (Animated))

  1. The Fantastic Flying Book of Mr. Morris Lessmore ; William Joyce ve Brandon Oldenburg (kazanan)
  2. Dimanche / Sunday; Patrick Doyon
  3. La Luna; Enrico Casarosa
  4. A Morning Stroll; Grant Orchard ve Sue Goffe
  5. Wild Life; Amanda Forbis ve Wendy Tilby

EN İYİ KISA FİLM (Short Film (Live Action))

  • Pentecost; Peter McDonald ve Eimear O?Kane
  • Raju; Max Zähle ve Stefan Gieren
  • The Shore; Terry George ve Oorlagh George (kazanan)
  • Time Freak; Andrew Bowler ve Gigi Causey
  • Tuba Atlantic; Halvar Witzø

kaynak: sineport.com, oscar.go.com,

Yılın En İyilerinden: Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy)

Yılın En İyilerinden: Köstebek (Tinker Tailor Soldier Spy)

  • Tinker Tailor Soldier SpyTür: Casusluk, Gerilim, Gizem
  • Yönetmen: Tomas Alfredson
  • Yapım: 2011, Fransa, Almanya, İngiltere, Türkiye
  • Süre: 127 dk
  • Oyuncular:  Gary Oldman, Mark Strong, John Hurt, Toby Jones, David Dencik, Ciarán Hinds, Colin Firth, Benedict Cumberbatch, Stephen Graham, Simon McBurney, Tom Hardy

“Birimin başındaki isim olan Control’ün sağ koluyken, görevden uzaklaştırılan İngiliz casusu George Smiley (Gary Oldman), hükumet tarafından gizlice tekrar kiralanır. Zira, İngiliz Gizli İstihbarat Servisi, Sirk’in içinde Sovyetler Birliği için çalışan ‘köstebek’ bir ajan olduğu şüphesi tüm örgütü sarmıştır… Smiley şimdi gözden çıkartılan kafatası avcılarını himayesine alma pahasına Budapşte’den İstanbul’a uzanan bir ihanet hikayesini çözerek itibarını geri kazanmaya çalışacaktır… 

Klasikler arasına girmiş aynı adlı romanın uyarlaması ve televizyon için çekilen dizinin yeniden çevrimi olan yapım 1950’li yıllarda yaşanan soğuk savaş döneminin en keskin günlerine odaklanıyor.

İzlediğim yüzlerce filmden sonra casusluk hikayelerine bayıldığıma kesin olarak emin oldum. Köstebek, hayatımda izlediğim en sakin casus filmiydi sanırım. O sakinlik içinde köstebeği bulmaya giden yolda ağır ama emin adımlarla ilerleyen bir kurgusu vardı.

Aslında başa dönmek gerekirse, filme girmeden elimize bir broşür verilmesi ve İngiliz Gizli İstihbarat Servisi Sirk’in organizasyon şemasını ve karakterlerini filme girmeden çalışmak değişik bir deneyimdi. Filmde gececek belli başlı tanımlamaları (örneğin Sirk, İngiliz Gizli İstihbarat Servisinin genel merkezi …gibi) açıklayan bu broşürü çok sevdim.

Sonra film öyle detaylı bir şekilde olayları incelemeye başladı ki, ara verilene kadar çoktan soğuk savaş dönemine girmiştik. Sirk’in olduğu bina müthişti. O dönemin atmosferi çok başarılı yaratılmıştı. Tüm karakterler çok derin ve incelikliydi. Kurgu, diyaloglar,müzikler ve ışıklar çok başarılıydı. Gary Oldman çok çok etkileyici bir performansa sahipti. İstanbul ve Budapeşte’de çekilmiş sahneler çok iyiydi.

Filmin bahsedebileceğim tek eksi yanı, en önemli karakteri, çok tahmin edilebilir bir oyuncuya oynatmalarıydı. Bunun dışında her şey çok çok iyiydi. Benim için bu senenin başarılı filmlerindendi.

İzlemenizi tavsiye ederim.

Not1: Kitabın/filmin adı bir İngiliz çocuk tekerlemesinden geliyor.

“tinker, tailor,

soldier, sailor,

rich man, poor man,

beggar man, thief”

Not2: Filmin Budapeşte sahnelerinde uzak çekimler çokça varken, İstanbul’da maalesef böyle çekimler yapılamamış. Çünkü silüetimiz 70li yıllardan beri çok değişmiş.

Spielberg’in Oscar Adayı: Savaş Atı (War Horse)

Spielberg’in Oscar Adayı: Savaş Atı (War Horse)

  • Tür: Dram, Tarihi, Savaş
  • Yönetmen: Steven Spielberg
  • Süre: 140 dk
  • Yapım: 2011, ABD
  • Oyuncular:  Jeremy Irvine, Emily Watson, Peter Mullan,

İngiltere kırsalı ve Avrupa’da geçen film, I. Dünya Savaşı sırasında Jeremy Irvine’ın canlandırdığı Albert’ın ve onun çok sevdiği atı Joey’in öyküsünü anlatıyor. Evcilleştirip eğittiği atının satılıp, savaşta sipere gönderilmesi iki dostu ayırsa da, yaşadıkları olaylar pek çok hayatı değiştirecek epik bir maceraya dönüşecektir. Arka planda savaşın olduğu bu dostluk öyküsü, aslında serüven dolu uzun bir yol filmi…

Senaryosunu, Michael Morpurgo’nun tiyatroya da uyarlanan aynı isimli 1982 tarihli çocuk romanından Richard Curtis ve Lee Hall’un uyarladığı filmin başrollerinde Jeremy Irvine, Emily Watson, Toby Kebbell, Benedict Cumberbatch, David Thewlis, Tom Hiddleston, Eddie Marsan, David Kross, Peter Mullan gibi isimler rol alıyor. Yönetmen koltuğunda ise Steven Spielberg usta oturuyor…

Spielberg birçokları gibi hayranı olduğum bir yönetmen değil. Kendisinin hemen tüm filmlerini izlemişliğim vardır fakat E.T. dışında, o da çocukluk dönemime denk geldiğinden olsa gerek, beni etkileyen bir filmi olmadı. War Horse’da bu sıradan Spielberg filmlerinden biri.

Konuyu fazlasıyla abartılı işlemesi nedeniyle sonunu bile zorla getirdiğim filme tek dayanma nedenim o müthiş atlardı.

Atları çok seviyorsanız keyif alabileceğiniz, onun dışında bir de çok başarılı görüntü yönetmenliği ile muazzam hale getirilmiş olan final sahnesi dışında bir masaldan farksız olan filmi, bunları düşünerek izlemeye başlamanızı tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Brad Pitt’ten Kazanma Sanatı (Moneyball)

Brad Pitt’ten Kazanma Sanatı (Moneyball)

  • Tür: Dram,
  • Yönetmen: Bennett Miller
  • Süre: 126 dk
  • Yapım: 2011 ABD
  • Oyuncular: Brad Pitt, Jonah Hill, Philip Seymour Hoffman

“‘Oakland A’ beysbol takımının başındaki isim olan Billy Beane (Brad Pitt) , kısıtlı bir bütçe ile resmen yoktan bir takım var ederek zengin kuluplere meydan okuyor. Fakat bunu yaparken de beysbol sporunun temel inançlarını baştan aşağıya sarsıyor. Onun yöntemleri kabul görmese, hatta delilik diye nitelendirilse de, Beane inancını ve azmini yitirmeden bildiği yönde ilerlemeye devam ediyor….

Michael Lewis’in “Moneyball: The Art of Winning an Unfair Game” adlı eserinden Steven Zaillian ve Aaron Sorkin tarafından uyarlanan ve gerçek bir hikaye dayanan filmin başrollerini Brad Pitt, Robin Wright ve Jonah Hill paylaşıyor. 

Moneyball, 2005 yılında çektiği ilk filmi Capote ile aynı sene En İyi Yönetmen Oscarı’na aday gösterilen Bennett Miller’ın ikinci uzun metraj çalışması. Dünya prömiyeri Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen filme yurt dışından şimdiye kadar gelen eleştiriler ve puanlar da oldukça yüksek.

Capote filminin yönetmeni Bennett Miller’ın 84. Oscar ödüllerinde en iyi film, en iyi erkek oyuncu (Brad Pitt), en iyi yardımcı erkek oyuncu (Jonah hill), en iyi uyarlama senaryo, en iyi kurgu ve en iyi ses miksaj dallarında yarışan yeni filmi Moneyball, beysbol dünyasına yeni bir bakış açısı getiren bir menajerin hikayesini anlatıyor.

Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak yazılmış bir kitaptan senaryolaştırılan filmin neredeyse tamamını başroldeki Brad Pitt götürüyor. Bu sene The Tree Of Life‘daki rolüyle beraber kariyerinin en derin karakterlerini büyük bir başarıyla yaratan Pitt, Oscar’a oldukça yakın duruyor.

Klasik sporla ilgili filmlerden daha farklı bir noktada olan Moneyball, beysboldan hiç anlamayanların bile izleyebileceği bir film olmuş. Her zaman izlediğimiz başarı hikayelerinden sıkılanlar için iyi bir adres olan filmi izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler.

Not: Brad Pitt yaşlanmış evet. Artık yakışıklı sıfatına pek uymuyor da olabilir ama kesinlikle çok karizmatik ve çekici…=)

Türk Sinemasında “Güzel Günler Göreceğiz”

Türk Sinemasında “Güzel Günler Göreceğiz”

güzel günler göreceğiz

  • Tür: Dram,
  • Yönetmen: Hasan Tolga Pulat
  • Süre: 112 dk
  • Yapım: 2011 Türkiye
  • Oyuncular: Buğra Gürsoy, Feride Çetin, Barış Atay Mengüllü, Uğur Polat, Nesrin Cevadzade 

Hasan Tolga Pulat’ın yönettiği paralel hikayeler draması Güzel Günler Göreceğiz, bir gün içinde ve İstanbul?da geçiyor. Hikaye, beş farklı karakterin – Cumali, Ali, Figen, İzzet ve Anna- kesişen yollarını anlatıyor ama hiç kimse bir diğerinin farkında değil, dolayısıyla da birbirlerinin hayatlarına müdahaleleri yok. Günün sonunda ise aslında insanların müdahale ettiği hayat ortaya çıkıyor. Filmin oyuncu kadrosunda Uğur Polat, Buğra Gülsoy, Nesrin Cevadzade, Feride Çetin ve Barış Atay Mengüllü isimleri öne çıkıyor… 

48. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yarışan yapım En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ödüllerine layık görülmüştü.

Filmden çıktığımda gögsüm kabardı. Çünkü genç sinemacıların yaptığına hayranım. Çünkü yaptıkları ileride yapabileceklerinin göstergesi. Çünkü bunca sabit fikirli insana rağmen bildiklerinden şaşmıyorlar. Çünkü kolaya kaçmıyorlar.

Yaptıkları işte devamlılık hataları da var, kurgusal boşluklar da, gereksiz sahneler de var, yer yer uzatılmış bölümler de… Ama bunları çok aramak lazım çok. Aramaz, olaya daha geniş çerçeveden ve iyi yanından bakmaya çalışırsak, bu azimli sinemacıları yormamış oluruz.

Ortada Türk senaristlerde görmeye alışkın olmadığımız bir hikaye ve kurgu çalışması var. Hikaye klişe diyenlere şaşırıyorum.  “Aşk” da klişe bir konu. O zaman bundan sonra hiçbir filmde aşk işlenmesin mi? Hoş bu “klişe” iddialarına “çözümlenmemiş hiç bir sorun klişe değildir” diye cevap verdiler ama yine de saçma buluyorum.

Ayrıca bir filmde  hem töre, hem kaçakçılık, hem hayat kadınları gibi birden çok konu olmamalı fikrine de katılmıyorum. Tüm bunlar senaryoda o kadar güzel işlenmişti ki, konuların çokluğu azlığı hiç rahatsız etmedi.

Oyuncular, hikaye, kurgu, senaryo ve müzikler çok iyiydi. Toygar Işıklı dizilerde yaptığı çalışmalarla adından sıkça söz ettirmiş, hatta daha sonra bir albüm yapmıştı. Filmde o kadar yerinde ve o kadar destekleyici müzikler yaratmıştı ki, hayran oldum. Bence albümü ve şarkıcılığı boş verip filmlere ağırlık vermeli.

Oyuncular ayrı ayrı çok iyiydi ama Altın Portakal’dan en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü de kapan Nesrin Cevadzade gerçekten çok iyiydi.

Hikayenin örgüsü, karakterlerin kesişimi ve son çok başarılıydı. Tahmin edilebilir bir son diyenlere, tahmin etmeye çalışmadan izlemenin daha keyifli olduğunu söyleyebilirim.

Velhasıl aylardır tartışmalarını dinlediğim filmi nihayet izledim. Ve tüm o tartışmaların ne kadar boş olduğunu anladım. İyi bir senaryo ve iyi oyunculuklarla, son yılların en iyi Türk filmlerinden birini izlemek isterseniz, halen şansınız varken salonlara gidin derim. Türk sineması güzel günler görecek.

İyi seyirler,

2012’de Bir Sessiz Film… The Artist

2012’de Bir Sessiz Film… The Artist

  • the artistTür: Romantik, Dram, Komedi
  • Yönetmen: Michel Hazanavicius
  • Süre: 100 dk
  • Yapım: 2011
  • Oyuncular:  Jean Dujardin, Bérénice Bejo, John Goodman, James Cromwell

1920’li yılların sonunda Hollywood sinema sektörünü kökünden değiştirecek ‘teknolojik’ bir devrim yaşandı. Ses, “henüz hiçbir şey duymadınız” repliği ile film pelikülüne bir daha hiç ayrılmamak üzere girdi. Fakat sinema sektöründe yaşanan bu devrim boyutundaki bu değişim pek çok insanın mesleğini ve kariyerini de derinden sarstı. 

Dönemin en karizmatik aktörleri arasında yer alan George Valentin (Jean Dujardin) de sesin beklenmedik biçimde sinema perdesine yansımasından payına düşeni alıyor. yanı başında boy gösteren taze ve güzel oyuncu Peppy Miller’ın ise aklı fikri şöhrette. 

2011 Cannes Film Festivali’nin en gözde yapımlarından olan The Artist, başrol oyuncusu Jean Dujardin’e George Valentin performansı ile “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazandırdı. Film sinema sanatının sessiz dönemine bir saygı duruşu niteliğinde diyalogsuz, sessiz, siyah-beyaz ve saniyede 22 kare ile çekildi. Altın Palmiye adayları arasında da olan filmin yazarlığını ve yönetmenliğini ise Michel Hazanavicius üstleniyor.”

Film için bilet alırken, gişedeki görevli uyardı: “Film siyah beyaz ve sessizdir.”

Filmin yarısında çıkıp parasını geri isteyenler oluyormuş… İngiltere’de baya bir olay olmuş hatta… Bir filme gitmeden, hakkında bir şeyler okumayı geçtim ama fragmanını bile izlemez mi insan yahu? Garip…

İşte filmle ilgili notlarım:

  • Film siyah beyaz ve sessiz ama bana en değişik gelen 4:3 görüntü oranı oldu.  İlk 3-4 dakika hem bu orana hem siyah beyaza alışmakla geçti ama alıştıktan sonra film çok akıcı bir şekilde devam etti.
  • Yönetmen Michel Hazanavicius’un filmle ilgili en büyük başarısı, 2011 yılında 1920lere gönderme yapan bir sessiz film ile tüm festivallere ve ödüllere damgasını vurmak olsa gerek. Zira hikayede herhangi bir orjinallik yoktu, hatta 2000lerde çekilmiş bir 1920 filmin taklidi gibiydi.
  • Hayatımda ilk defa bir siyah beyaz ve sessiz filmi sinema salonunda izledim. Bu açıdan güzel bir deneyimdi.
  • Müzikler çok çok iyiydi.
  • Başroldeki Jean Dujardin ve Berenice Bejo fazlasıyla Ayhan Işık ve Hülya Koçyiğit’ti benim için. Sessiz filmde daha da öne çıkan mimik kullanımı ve danslarıyla başarılılardı. Fakat Berenice Bejo bir basamak öndeydi.
  • Yan rolde bu senenin en iyilerinden olan köpek müthişti.
  • Filmdeki iki sahne bana göre çok iyiydi. Kabus sahnesi ve askılıktaki ceketle Peppy Miller’ın sahnesi. Film, tamamında bu ikisi gibi sahneleri biraz daha fazlalaştırabilseydi, bambaşka bir yerde olabilirdi.
  • Filmin sonu klasik, ama tüm bu yapılan selamlara uygun şekildeydi.
  • Film, En iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek oyuncu, en iyi yardımcı (?) kadın oyuncu, en iyi özgün senaryo, en iyi kurgu, en iyi sanat yönetimi ,en iyi görüntü yönetimi, en iyi kostüm yönetimi ve  en iyi özgün müzik dallarında aday. Bana göre bu adaylıklardan 1-2 sinden ancak ödül alabilir ama görünüşe göre en iyi film dahil bir çok ödülü toplayacak.

Filmin nostalji yaratmak dışında bir başarısı olduğunu düşünmüyorum. Fakat Holywood’a selam niteliğinde olduğundan Oscar şansının yüksek olduğu kanaatindeyim. Eğer bu şansı gerçeğe dönüşürse , Oscar tarihinin 2.ci en iyi film ödülü alan sessiz filmi olacak.

Sırf bu adaylıklar için, Oscar gecesi bir fikriniz olsun diye izleyin derim.

İyi seyiler,

Mallick’ten Kült Olacak Bir Film: The Tree Of Life (Hayat Ağacı)

Mallick’ten Kült Olacak Bir Film: The Tree Of Life (Hayat Ağacı)

the tree of life

  • Tür: Dram
  • Yönetmen: Terrence Mallick
  • Yapım: 2011 ABD
  • Süre: 138 dk
  • Oyuncular: Brad Pitt, Sean Pean, Jessica Chastain, Hunter McCracken, Laramie Eppler, Tye Sheridan

1950?li yıllarda, Orta Batılı bir aileyi merkezine alan film ailenin en büyük oğlu Jack?in, çocukluk masumiyetinin kaybolmasından başlayarak buruk bir yetişkinlik evresine geçişini konu alıyor. Tam bu geçiş sürecinde de babası (Brad Pitt) ile yaşadığı çalkantılı baba-oğul ilişkisi, öykünün merkezine oturuyor. Jack’in olgunluk hali (Sean Penn) artık modern çağda yolunu yitirmiş bir bireydir. Kaderin varlığını ve çıkmazlarını sorgularken, diğer yandan yaşamın anlamını bulmaya çalışır… 

Terrence Malick’in 2011 Cannes Film Festivali’nde eleştirmenleri ikiye bölen son filmi Hayat Ağacı, yönetmenin baştan aşağıya imzasını taşıyan bir yapıt. Başrollerde Brad Pitt, Sean Penn ve Jessica Chastain yer alırken, filmin teknik ekibi de özellikle göze çarpıyor.

4 kez Oscar adayı olan görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki, başka bir Brad Pitt filmi olan benjamin Button’ın Tuhaf Hikayesi’ndeki kostüm çalışmasıyla Oscar adaylığı olan Jacqueline West ve yaptığı film müzikleriyle 3 ayrı filmle (The Curious Case Of Benjamın Button, The Queen ve The King?s Speech) Oscar adaylığı olan Alexandre Desplat yapım ekibinde göz çarpan isimler…

Filmi ilk izleme girişimim 20.dakikada dayanamayarak kapatmamla son buldu. Anladım ki, alalade bir zamanda, izlemiş olmak için izleyemeyeceğim bu filmi. Daha uygun bir zamanda tekrar bastım play tuşuna.. Ve sahne Mallick’in…

İzlemesi zor bir film yapmış Mallick. Kendinizi iki saatten fazla bir zaman evren, varoluş-ölüm, acımasızlık-kabulleniş kavramlarını sorgulayan, hiçbir görüntü olmasa bile tek başına ağlatabilecek yoğunlukta müzikler eşliğinde, 40 dakika süren, arada bir fısıltı olarak sorular duyduğunuz bir “varoluş” sekansını da içinde bulunduran bir ağır  ve değişik deneyimin içinde buluyorsunuz.

Filmde herkesin kendi varoluşunu, kendi anne baba ve kardeşlerini sorgulayacağını düşünüyorum. O nedenle herkeste farklı bir tat bırakacaktır.  Brad Pitt, jessica Chastain ve Hunter McCracken’in (yaşına rağmen) çok başarılı oyunculuklar çıkardığını, Sean Pean’in rolünü çok abartılı bulduğumu, müzikler ve görüntü yönetiminin müthiş olduğunu söylemeliyim.

İzlerken çok uzun ve yorucu gelse de, üstünden biraz zaman geçince fazlalık hiçbir sahnenin olmadığını düşündüren bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

 

Altın Küre’nin En İyisi: The Descendants (Senden Bana Kalan)

Altın Küre’nin En İyisi: The Descendants (Senden Bana Kalan)

  • Tür: Dram, Aile
  • Yönetmen: Alexander Payne
  • Süre: 115 dk
  • Yapım: 2011, ABD
  • Oyuncular: George Clooney, Amara Miller, Patricia Hastie, Kim Gennaula, Karen Kuioka Hironaga

Hawaii’li zengin toprak sahibi Matt King (Clooney), eşi Elizabeth ciddi bir tekne kazası geçirip yaşam ünitesine girdikten sonra tüm hayatını yeniden gözden geçirmeye karar verir. İki genç kız babası olan Matt, kızlarını alıp Kauai’ya bir tatile götürür. Geçmişini ve geleceğini yeniden değerlendiren Matt, ailesinden kalan büyük mal varlığını satma kararı alır… 

2005 yılında En iyi Uyarlama senaryo dalında Oscar alan yol ve şarap öyküsü Sideways filminin yazar ve yönetmeni Alexander Payne’nin son filmi The Descendants Hawaii’de geçen mizahi ve yer yer trajik bir öykü sunuyor. George Clooney’i başrolde seyrettiğimiz yapım bu sene Hollywood Film Festival’inde usta oyuncuya yılın aktörü ödülünü de getirdi… 

George Clooney’i en son The American filmindeki inanılmaz performansıyla izlemiş, beğenimi dile getirmiştim. Clooney kariyerine yükselen performansıyla devam ediyor…  The Descendants filmindeki Matt rolü de bunlardan biri…

Yönetmen ve senarist olarak  About Schmidt  filmine imza atan yönetmen Alexander Payne, senaristliğini de üstlendiği The Descendants filminde, bir ailenin hayatındaki 2-3 günlük kesite götürüyor bizleri.

Konusu aslında çok dramatik olan filmde, gerek yan rollerle gerek müziklerle öyle bir atmosfer yaratılmış ki, normalde ağlayacağım birçok sahne ve sinirleneceğim 1-2 karakter olmasına rağmen, hepsine anlayışla bakmamı sağladı. Bu anlamda filmin duygu sömürüsü sınırına yaklaşmadan bu dramı anlatmaya çalıştığını söyleyebilirim. Bir dramı normalleştiren film, benzer şekilde zevk ve eğlencenin mekanı Hawaii’yi de normalleştirmiş.

Az sayıda oyuncuyla, kısa bir zaman dilimini anlatsa da sıkılmadan izlenen film, 2012 Oscarlarına En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kurgu ile aday oldu. Kaui Hart Hemmings’in romanından senaryolaştırılan film, en iyi uyarlama senaryo  dalında iyi adaylardan biri gibi görünüyor olsa da, Altın Küre’de aldığı En İyi Film ödülünün rüzgarıyla sadece adaylıkla kalır diye düşünüyorum. George Clooney’in abartısız  ama çok derin ve başarılı oyunculuğu Brad Pitt ile yarışabilir mi? Onu da Oscar gecesi göreceğiz artık…

İyi seyirler,

2011’in En İyi Animasyonlarından Biri: Rango

2011’in En İyi Animasyonlarından Biri: Rango

  • Tür: Animasyon, Macera,
  • Yönetmen: Gore Verbinski,
  • Süre: 115 dk
  • Yapım: 2011, ABD

“‘Kişilik problemi yaşayan oyuncu bir bukalemun’un başrolde olduğu bu eğlenceli animasyon, tatsız ve kötü şeylerden hep sakınan ve sıradan bir evcil hayvan hayatı yaşayan bukalemun Rango’nun başından geçen dönüşüm hikayesini anlatıyor.

“Sonuçta hayattaki tek amacınız kalabalığa uyum sağlamaksa hedefiniz ne kadar yüksekte olabilir ki?” sloganıyla tanıtılan filmde Rango, kendini birden gözüpek kanunsuzların ve eşkıyaların olduğu, sakinlerini çölün en üçkağıtçı ve sahteler yaratıklarının oluşturduğu Toprak kasabasında bulunca, cesur diyemeyeceğimiz bu bukalemun dikkat çektiğini fark eder. Kasabanın yıllardır heyecanla beklediği umudu olarak sevinçle karşınan Şerif Rango, yeni rolüne uyum sağlamaya mecbur kalır. Fakat kendini aksiyon dolu durumlarla, ürkütücü karakterlerle yüzyüze bulması uzun sürmez. Eskiden numarasını yaparken şimdi kahraman olmaya başlayan Rango, kendini ve zamanla da kasabayı kurtaran bilindik klasik yabancı western efsanesine heyecan verici yeni bir boyut katıyor…

Bir hikayeyi gerçek karakterlerle, makyaj, ışık ve kurulan setlerde filmleştirmeyip, animasyon yapıyorsanız bir nedeni ve farklılığı olmalı diye düşünüyorum. Örneğin sanal karakterleriniz varsa ya da hikayeniz yalnız sanal olarak yaratılabilecek bir mekanda geçiyorsa veya animasyon ya da çizim tekniğiniz çok çok iyiyse ve hikayeniz bu şekilde daha iyi anlatılacaksa bu seçeneği seçersiniz.

Animasyon filmler bu üç nedenden en az birini karşılamıyorsa, bana pek zevk vermiyor.

Rango, çok başarılı karakterlerin yaratıldığı bir film. Hikayesi “bir takım talihsizlikler sonucu kendini “kahraman” ilan edilmiş olarak bulan” başrol karakteri Rango’nun başından geçenleri konu alan film, bu klasik konuyu klasikleşmiş western filmlere bol bol selam çakarak anlatıyor.

Hans Zimmer’in her zamanki gibi müthiş müzikleriyle desteklediği film, Karayip Korsanları filmleriyle tanınan yönetmen Gore Verbinki’nin ilk animasyon denemesi olmasına rağmen oldukça başarılı. Özellikle golf sahalarında kullanılan sularla ilgili verdiği önemli mesajla  takdiri hakeden filmi, büyük küçük herkesin izlemesini tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Yine Paris’te Bir Hikaye: A Cat In Paris (Une Vie De Cat)

Yine Paris’te Bir Hikaye: A Cat In Paris (Une Vie De Cat)

a cat in paris

  • Tür: Animasyon, Macera, Suç, Dram
  • Yönetmen: Alain Gagnol, Jean-Loup Felicioli,
  • Süre: 70 dk
  • Yapım: 2010, Fransa

Pembe Panter çizgi filmlerine selam çakan sımsıcak, kahkaha dolu bir animasyon, Le Monde gazetesine göre “bir müzik ve renk senfonisi”.

Filmin kahramanı, ikili bir hayat sürdüren kedi Dino. Gündüzleri, annesi polis olan sahibi Zoé’nin yanında, geceleriyse Paris’in karanlık arka sokaklarında meşhur hırsız Nico’yla takılır. Fakat Dino’nun birbirinden apayrı bu iki dünyası bir gün kesişecektir. Sahibi Zoé bir gece Dino’yla birlikte dışarı çıkmaya karar verince tehlikeli kabadayı Victor Costa’yla burun buruna gelirler. Paris çatılarında amansız bir takip başlayacaktır şimdi! Kara filmlerden esinlenen bu hareketli filmin ilk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapıldı

Bir dram ve suç hikayesi olan “A Cat in Paris”‘,  bu sene hikayesi Paris’te geçen birçok filmden biri. Woody Allen’ın Midnight in Paris’i ve Martin Scorsese’nin Hugo’sundan sonra yine Paris sokaklarındayız. Bu kez küçük bir kız çocuğu ve kedinin başrolünü oynadığı bir polisiye hikayenin mekanı olan Paris, her zamanki gibi tüm ihtişamıyla var oluyor.

Bir kısa filme göre uzun, uzun bir filme göre de kısa bir hikayesi var. Dolayısıyla filmin başlamasıyla bitmesi bir oluyor ve sanki eksik birşeyler varmış gibi geliyor. Oysa eksik hikayenin çok çabuk bitivermesi…

Normalde animasyonların komedi amacıyla yapılanlarında bu kadar detaya girmem. Amaç görsellik ve gülmekti deyip geçebilirim. Fakat derdi bir dram ve suç karışımı hikayeyi anlatmak olan bir filmde, hele ki bir de Oscar adayı olan bir filmde, karakterlerin daha derinlikli işlenmesini beklerdim. Üstelik bunun için filme ekleyebilecekleri en az 20 dakikaları daha varken…

Oscar ihtimalinin sıfıra yakın olduğunu düşündüğüm, hatta sadece tekniği sayesinde aday olduğunu düşündüğüm filmi, animasyona özel bir merakınız varsa izlemenizi tavsiye edebilirim. Aksi halde sadece zaman kaybı olduğunu düşünüyorum.

İyi seyirler,

Kung Fu Panda 2

Kung Fu Panda 2

kung fu panda

  • Tür: Animasyon
  • Yönetmen: Jennifer Yuh
  • Süre: 95 dk
  • Yapım: 2011, ABD

İlk filmin sonunda Ejder Savaşçısı olarak hedefine ulaşan Po, şimdi Kung Fu ustaları ve kadim arkadaşları Kaplan, Turna, Mantis, Engerek ve Maymun ile beraber Barış Vadisi’ni koruyor. Fakat sevimli pandamızın bu taze hayatı ve Kung Fu geleceği Çin’i ele geçirmek ve Kung Fu’yu ortadan kaldırmak için çok tehlikeli bir silah tasarlayan kötü adamların tehdidi altındadır. 
Po ve ekibi Öfkeli Beşli şimdi bütün Çin’i dolaşarak bu çok tehlikeli adamı ve silahını bulmak, harekete geçmesini engellemek zorundadır. Peki ama nasıl? 

“Şrek”, “Madagaskar” gibi gişe rekortmeni filmlere imza atan Dreamworks Animation stüdyolarının 3D teknoloji ile süslediği devam filmi ?Kung Fu Panda 2’nin yönetmenliğini ilk filmin senaristleri arasında da yer alan Jennifer Yuh üstleniyor…Filmin orijinal seslendirme kadorusunda ise pandamız Po’ya hayat veren Jack Black’in yanısıra Angelina Jolie,Dustin Hoffman, Gary Oldman gibi yıldız isimler göze çarpıyor…

Kung Fu Panda’nın ilk filmini izlememiştim. İkincisi Oscar adayı olunca izleyeyim dedim ve izlediğime çok mutlu oldum. Zira hem  komik, hem duygusal, hem macera dolu bir hikayesi olan ve görsel olarakta göz dolduran bir film izlemiş oldum.

Yönetmen, ilk filmi olmasına rağmen, Dreamworks’un desteğiyle çok başarılı bir iş çıkarmış. Film başlangıcından sonuna kadar gözünüzü kırpmadan seyretmenizi sağlıyor ve tüm bu maceranın yanında hem güldürüyor hem de neredeyse ağlatıyor. Çocukların izlemesi için biraz karanlık bir film olduğunu düşünsem de, 7 yaşından büyük çocukların keyif alabileceğini söyleyebilirim.

Serinin bir sonraki filmine de göz kırparak kapanışı yapan bu filmi izlemenizi tavsiye ederim. Ben vakit kaybetmeden birincisini de izleyeceğim.

İyi seyirler,

Shrek’ten Sonra Çizmeli Kedi’nin Macerası: Puss in Boots

Shrek’ten Sonra Çizmeli Kedi’nin Macerası: Puss in Boots

çizmeli kedi

  • Tür: Animasyon, Macera, Komedi
  • Yönetmen: Chris Miller
  • Süre: 132 dk
  • Yapım: 2011 ABD

O Avrupa halk masallarının en cingöz, en iş bitirici ve en insansı kedisi. Asalet ve güç sembolü olan sarı çizmeleri içerisinde Çizmeli Kedi aslında zenginlik ve ün peşinde koşan oldukça zeki bir canlı. Sinema perdesindeki yolculuğu ise meşhur Altın Yumurtlayan Kazı çalma macerası çevresinde şekilleniyor.

Zeka küpü Humpy Dumpty ve sokakların kraliçesi Kitty Softpaws’u bu kendi hırsızlık planına dahil eden dokuz canlı Çizmeli Kedi, arkadaşlarıyla cesaret isteyen ama bir o kadar da komedi dolu bir maceraya atılıyor…

Shrek üçlemesinin her filminde farklı karakterlere sesiyle hayat veren ve senaryoda da parmağı olan Chris Miller’ın Şrek 3 ‘ten sonraki ikinci uzun metrajlı yönetmenlik çalışması olan Çizmeli Kedi’nin orijinal seslendirme kadrosunda Kedi’ye Antonio Banderas,
Humpy Dumpty’ye perde gördüğümüz anda gülmeye başladığımız Zach Galifianikis ve Yumuşak Pati Kitty’ye Salma Hayek sesleriyle hayat veriyor.

Shrek filmlerinin çok sıkı bir takipçisi olduğumu söyleyemem. Fakat tüm seriyi izledim. Shrek spin-offu (bir film yada dizideki yan karakterin, başrol olduğu başka bir film/dizi yapılması)  olan Çizmeli Kedi karakterinin macera filmi aynı serinin devamı gibiydi.

Bir başrol karakter olarak oldukça başarılı olan Çizmeli Kedi, Shrek filmleri kadar olmasa da heyecanlı bir hikayeye sahipti. Fakat Shrek ile benzer yanları çoktu. Örneğin inanılmaz başarılı sahneler vardı. Tüm kasaba müthiş bir tasvirdi. Ve bu başarılı görsellik sayesinde bir animasyona göre uzun olan süresine rağmen rahatlıkla izleniyordu.

Artık 3Dye alıştığımızdan mıdır bilmiyorum ama üçüncü boyut bana pek cazip gelmedi. Bir de Capitol Spectrum’un üç boyutlu gözlükleri o kadar ağır ki, 15. dakikadan sonra burnum sızlamaya başladı her zamanki gibi!

Yine de animasyon teknolojisinin geldiği noktayı  görmek, hikayesi, kurgusu ve ses-müzik kullanımıyla basite alınmaması gerektiğini anlamak için önemli bir örnekti diye düşünüyorum.

Büyük küçük herkesin keyifli bir zaman geçirmek için izlemesini tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Müzik ve Aşkın Hikayesi: Chico&Rita

Müzik ve Aşkın Hikayesi: Chico&Rita

  • chico and ritaTür: Animasyon, Dram
  • Yönetmen: Fernando Trueba, Javier Mariscal, Tono Errando
  • Yapım: 2010 İspanya-İngiltere
  • Süre: 95 dk

Rita egzotik danslar yapan güzel bir şarkıcı, Chico da yetenekli ve kıskanç bir piyanisttir. Chico ile Rita?nın 1948?de Havana?da tanışmalarından günümüz New York?una sıçrayan film, arada Las Vegas ve Paris?e de uğrayan bir aşk hikâyesini anlatıyor. Üstelik ?caz hakkında çekilmiş en iyi kurmaca filmlerden biri? olarak.

John Coltrane, Nat King Cole, Tito Puente ve piyano ilahı Bebo Valdes gibi Amerikalı ve Kübalı efsanelerden parçalar içeren film müzikleri muhteşem. Küba müziklerinin ve sokakları, barları, kulüpleri ve arabalarıyla Havana?nın keyfine varmak için eşsiz bir fırsat.

Geçen sene Oscar ödüllerinde animasyon dalında aday olan The Illusionist ‘ten sonra, benzer tadda bir animasyon film olan Chico ve Rita ‘da ödüle aday.

Küba’dan Amerika’ya uzanan ve yıllar süren bir aşkı anlatan, klişe bir konuya sahip film, 1940ların tekniğiyle elle çizilmiş olması ve mekan tasvirleriyle göz dolduruyor.

Filmin tüm bunların ötesinde inanılmaz müzikleri var. Yakında soundtrack albümünün çıkacağını düşündüğüm müziklerin başrolde olduğu bu sıcak filmi izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Okuyucuların Çok Seveceği Kısa Animasyon Film Oscar Adayı: The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore

Okuyucuların Çok Seveceği Kısa Animasyon Film Oscar Adayı: The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore

the fantastic flying

  • Tür: Animasyon, Macera,
  • Yönetmen: William Joyce, Brandon Oldenburg
  • Yapım: 2011 ABD
  • Süre: 15 dk

Fantastic Flying Books of Mr.Morris Lessmore, balkonunda kitapları arasında oturan bir yazarın,  çıkan fırtınayla kitapların diyarına geçmesini anlatıyor.

Günümüz bilgisayar teknolojisi ile animasyon ve geleneksel el çizimini birleştiren ve stop motion stilde hazırlanan film, ödüllü yazar ve illüstratör William Joyce ve Brandon Oldenburg tarafından hayata geçirilmiş.

Çok etkili müzik kullanımı olan ve 2011 Oscar’ına en iyi kısa animasyon film dalında aday olan bu sessiz film, kitaplarla okuyucuların ilişkilerini mecazi dilde anlatıyor.

İzlemenizi tavsiye ederim.