25 f 2012 | Sinema
- Tür: Macera, Dram, Aile
- Yönetmen: Martin Scorsese
- Süre: 127 dk
- Yapım: 2011 ABD
- Oyuncular: Asa Butterfield, Jude Law, Richard Griffiths, Frances de la Tour, Christopher Lee, Helen McCrory, Chloe Moretz,
“Brian Selznick?in “The Invention of Hugo Cabret” adlı çocuk romanından uyarlanmış olan film, Paris tren istasyonunun duvarları arasında yaşayan ve saatlerden sorumlu olan kimsesiz bir çocuğun, bir gün saati tamir etmeye çalışmasıyla yaşadığı gizemli macerayı konu ediyor. 3 boyutlu bir macera filmi olan Hugo, usta yönetmen Martin Scorsese’nin de ilk 3D denemesi.
2007’de yayınlanmış olan tarihi-kurgusal kitabın ise yarısı fotoğraflardan oluşuyor. Görsellerin kelimelerden daha fazla şey anlattığı bu ilginç kitap, 2008 Caldecott Madalyasına layık görüldü. Kitabın ilk ilham kaynağı, Georges Méliés filmleri ve yönetmenin mekanik figür koleksiyonları imiş.“
Bu sene sanatçılara selam çakan filmlerin içinde Artist ve Midnight in Paris’ten sonra en büyük görsel şölen sunan film Hugo. Çocuk filmi gibi gözüken afişi ve fragmanının aksine ciddi bir “büyük” işi. Hatta sinema tarihine meraklıların daha çok ilgisini çekecek bir film.
İlk yarısının neredeyse tamamına yakını bir tren istasyonunda geçen Hugo, en büyük artıyı yarattığı atmosferle kazanıyor bence. Müthiş bir Paris manzarasından sonra, müthiş bir istasyon, istasyonun içindeki saatler, dükkanlar… Tüm detaylarıyla yaratılan mekanlar muhteşem! Ve bu görsel başarıdan sonra filmin ağır yükünü sırtlanan Asa Butterfield adlı çocuk oyuncu çok çok iyi, tüm oyuncular gibi…
Üç boyutu kullanmış olmak için kullanmayan (gerekli yerlerde ve yeterince 3d var ), oyunculukları ve mekanlarıyla seyirciyi içine çekmeyi başaran film, uzun sayılabilecek süresine rağmen sıkılmadan izleniyor. Gerçi çoğu kimseden filmden çok sıkıldığını ve sonlara doğru dayanamayıp çıktığını duydum ama bunu Georges Melies ve filmleri hakkındaki bilgisizliklerine bağlıyorum. Üniversitede aldığım müthiş sinema dersinin bana en büyük katkısı sinema tarihi hakkında bilgi sahibi olmamı sağlamasıydı sanıyorum. Derste, filmde bahsi geçen ve görüntüleri bulunan Melies filmi ‘A Trip to the Moon’ filmini izlemiş ve yönetmenin sinema dünyası için önemi hakkında sohbet etmiştik.
httpv://www.youtube.com/watch?v=oYRemE9Oeso&feature=fvst
Kült film Taxi Driver’ın yönetmeni Martin Scorsese’nin ilk 3d denemesi olan bu filmi, yönetmen Georges Melies hakkında bilgisi olmayanların biraz araştırma yapmasını hatırlatarak, izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
24 f 2012 | Sinema
- Tür: Gizem, Komedi, Macera
- Yönetmen: Guy Ritchie
- Süre: 128 dk
- Yapım: 2011 ABD
- Oyuncular: Robert Downey Jr., Jude Law, Rachel McAdams, Kelly Reilly, Noomi Rapace, Stephen Fry, Gilles Lellouche, Jared Harris
“Dünyanın en ünlü ve zeki dedektiflerinden Sherlock Holmes (Robert Downey Jr.) ve ‘ortağı’ Dr. Watson (Jude Law) bu sefer Londra?nın dışına çıkarak Fransa, Almanya ve İsviçre?ye yol alacakları yeni ve tehlikeli bir maceraya sürükleniyorlar. Onlardan hep bir adım önde olan kurnaz ve vicdansız Profesör Moriarty (Jared Harris) ise -ki Holmes en zeki olma unvanını ona kaptırmak üzere- büyük bir laneti değiştirecek planların peşindedir. Kahramanlarımız ise ne olursa olsun Moriarty durdurmaya kararlı…
Yönetmen koltuğunda ilk filmde olduğu gibi gene Guy Ritchie yer alırken senaryoyu ilk filmden farklı olarak Kieran ve Michele Mulroney çifti kaleme aldı. İlhamını Sherlock Holmes’un yaratıcısı Arthur Conan Doyle’dan alan filmde Robert Downey Jr. ve Jude Law başrollerinin yanı sıra ilk filmdeki rolleriyle kadroya tekrar dahil olan oyuncular ise Eddie Marsan ( müfettiş Lestrade), Rachel McAdams (Irene Adler), Kelly Reilly ve Geraldine James olarak yer alıyorlar. Film kostümlerini ilk yapımda olduğu gibi gene Jenny Beavan tasarlarken ve müzikler ise kendisini her filmde mutlaka belli eden Hans Zimmer’a ait… “
Guy Richie her sene Sherlock Holmes filmi çeksin, ben de her sene izleyeyim istiyorum! Bunun Robert Downey Jr’ın müthiş sempatik oyunculuğuyla, Jude Law’ın yakışıklılığıyla, Sherlock ve abisi Mycrof Holmes’ün zekasına ve çılgınlıklarına hayranlığımla, Guy Richie’nin yavaşlatılmış sahneleri şiir gibi işlemesiyle, yaratılan tüm sahnelerin mükemmel bir görsel şölen sunmasıyla, Hans Zimmer’in müzikleriyle, inanılmaz hınzır, sempatik, güldüren finaliyle ve daha bir sürü şeyle alakası var.
Sherlock Holmes serisini o kadar çok seviyorum ki, filmdeki kurgu ve mantık hatalarını ve Robert Downey’in kariyerindeki giderek kötüleşen performansını görsem de “görmek” istemiyorum.
Dilerim Guy Ritchie yeni bir film için kolları sıvamıştır ve yakında bu ekibi yeni maceralarıyla yine izleriz.
İyi seyirler,
24 f 2012 | Sinema
- Tür: Komedi, Dram
- Yönetmen: Paul Feig
- Süre: 125 dk
- Yapım: 2011 ABD
- Oyuncular: Kirsten Wiig, Rose Byrne, Maya Rudolph, Melissa McCarthy,
“Kadınların ilişkide dertleri asla bitmez. Hatta nişanlansalar ve düğün arifesinde dahi olsalar! Annie (Kristen Wiig) hayatı karman çorman giden, erkeklerle ilişkilerinde dikiş tutturamayan bir kadındır. Bir gün en yakın arkadaşı Lillian (Maya Rudolph)nişanlanır ve düğününde Annie?ye baş nedime olmasını teklif eder. Annie deli dolu bir kadındır ama diğer nedimelerin de, Helen (Rose Byrne), Megan (Melissa McCarthy), Rita (Wendi McLendon-Covey) ve Becca (Ellie Kemper), ondan geri kalır yanı yoktur!
Kaza Kurşunu ve Kırk Yıllık Bekar gibi romantik komedilerle tanıdığımız yönetmen Judd Apatow’un yapımcılığında kotarılan Nedimeler, Amerikalı bekarlarının bitmek bilmeyen evlilik öncesi sendromuna ve bu sendromun en iyi arkadaşlar üzerindeki travmalarına komedi çerçevesinden yaklaşıyor.
Yönetmenliğini Nurse Jackie, The Office gizi dizilerin de bazı bölümlerini çeken Paul Feig’in üstlendiği filmin senaristleri ise Annie Mumolo ile başrolde seyrettiğimiz Kristen Wiig. Amerika’da 2011 Mayısında vizyona giren film seyircilerden ve eleştirmenlerden aldığı yüksek puanlarla da dikkat çekiyor…”
Açık söylemek gerekirse Oscar kulislerinde ismini duyana kadar hiç dikkatimi çekmemişti film. Klasik Hollywood romantik komedilerinden biri deyip geçmiştim. Fakat izleyince, o kadar da basite alınmaması gerektiğini anladım.
Melissa McCarthy’e En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve senaristlerine En Özgün Senaryo dallarında Oscar adaylığı getiren film, hem arkadaşlıklara, hem evlilik ve ilişkilere bakış açısıyla benzerlerinden ayrılıyor. Başrol oyuncularından Kirsten Wiig ve Rose Bryne’ın derinlikli oyunculukları ve yönetmenin bu rolleri, filmi uzatmak pahasına, bütünüyle anlatma çabası filmi çok daha gerçek kılıyor.
Dram ve komediyi uçlarda ve başarılı bir şekilde hissettiren film, kurgudaki bazı sıkıntılar ve çok kısa bitirilmiş final dışında kadınlar için izlemesi keyifli bir yapım.
İyi seyirler,
18 f 2012 | Sinema
- Tür: Dramatik komedi
- Yönetmen: Yusuf Pirhasan
- Yapım: 2011, Türkiye
- Süre: 106 dk
- Oyuncular: Belçim Bilgin, Demet Akbağ, Nihal Yalçın, Damla Sönmez, Asuman Dabak, Ayten Soykök, Mete Horozoğlu, Yavuz Bingöl, Ahmet Mümtaz Taylan, Hüseyin Soysalan
“Psikolog Eylem (Belçim Bilgin) yakın zamanda evlilik hazırlıkları yapan, beraber olduğu sevgilisini çok seven bir kadındır. Fakat nişanlısı Okan ile beraber oturmak için Kurtuluş semtinde aldıkları eve sürpriz biçimde yalnız başına taşınır; zira Okan evlilik hazır olmadığını söyleyerek Eylem’den ayrılır. Eylem yeni taşındığı Saadet apartmanında aşk acısı ile depresyona girer. Apartmanda sıradan hayatlar yaşıyor gibi görünen 5 komşusu Eylem’e yardımcı olmaya çalışırken, kendi hayatlarını çok baştan aşağıya değiştirecek olaylar yaşayacaklardır…
Ömrü boyu yatalak babasına bakmış olan Vartanuş (Demet Akbağ); mafya babası sevgilisinin kendisini sürekli oyladığını fark eden Goncagül (Nihal Yalçın); çocukları için kendisini koca dayağına iyice alıştırmış olan Gülnur (Ayten Soykök) ve onunla aynı acıyı çeken kızı Tülay ( Damla Sönmez) ve bütün bunların içerisinde hayata pembe gözlüklerle bakmaya çalışan kuafor Füsun (Asuman Dabak), psikolojisini toplamaya çalışan Eylem’i Kurtuluş son durakta bulacaktır…Şiddettin ister psikolojik, ister fiziksel her türlüsüne karşı olan bu kadınlar beraber daha da güçlü olduklarını keşfedeceklerdir….”
Film her yerde reklam edilerek gözümüze sokulunca merakıma yenik düşerek seyretmeye gittim. “Ademin Trenleri” gibi Türk sineması için ortalamanın üstünde sayabileceğim bir senaryonun yazarı Barış Pirhasan’ın yazdığı, oğlu Yusuf Pirhasan’ın yönettiği “Kurtuluş Son Durak”, Kurtuluş’ta bir apartmanda yolları kesişen kadınların hikayesini anlatıyor.
Kara komedinin hakkıyla işlenmesine tiyatrodan aşikar olan bünyem, bu filmden ağır bir dram bekliyordu fakat öyle olmadı. Hatta tam tersi bir şekilde, izleyemeye doyum olmayan bir kara komedi çıkmıştı ortaya.
Filmin konuya mizah penceresinden bakmasını destekleyen en önemli unsur görselliğiydi. Neredeyse tamamına yakını bir apartmanda geçen film için tüm mekanlar öyle güzel ve renkli hazırlanmıştı ki, ilk sahnelerden itibaren inandırıcılığı sağladı ve filmin içine girmemiz kolay oldu. Belçim Bilgin’in kötü bir oyuncu olduğuna artık emin olduğum filmde, kendisinin kötü performansına rağmen inandırıcılık başarıyla sağlanmıştı.
Bu konuyu özellikle önemsedim, çünkü kara komedi yapmaya çalışırken ortaya tamamen absürd bir şey çıkmaması için çok ince bir denge kurulması gerekiyor bana kalırsa. Filmin bu dengeyi tutturması çok önemliydi. Nedeni ise konunun absürd bir şekilde ele alınamayacak kadar gerçek ve acılı olması. Ve bu acı dolu gerçekliği, duygu sömürüsü yapmadan anlatabilmek adına kara komedi yapmak çok doğru bir seçim.
Belçim Bilgin’in kötü oyunculuğunu saymassak tüm oyuncular müthişti. Demet Akbağ her oynadığı karakterde kendini bir nokta daha üste taşımayı başarıyor malum. Geçenlerde bir televizyon programında Türkiye’nin Meryl Streep’i dediler kendisi için, ki çok doğruydu. Ve Demet Akbağ’dan sonra Ahmet Mümtaz Taylan… Çok çok başarılıydı. Benzer şekilde Asuman Dabak, Nihal Yalçın, Hüseyin Soysalan başta olmak üzere kalan tüm oyuncular görevlerini en iyi şekilde yerine getirmişti.
Kimi zaman sahne geçişleri kopuktu ve ilk yarı gereğinden uzun tutulmuştu fakat mizah unsurunun bol olması sıkmadan izlettirdi. Bir de son olarak filmin sonu, tüm filmdeki senaryo oyunlarına benzer şekilde daha oyuncaklı ve alengirli bitse, sanki daha çok yakışırdı.
İyi seyirler,
18 f 2012 | Sinema
- Orinal Film: The Girl with The Dragon Tattoo
- Tür: Polisiye, Gerilim, Suç, Gizem,
- Yönetmen: David Fincher
- Yapım: 2011, ABD
- Süre: 155 dk
- Oyuncular: Daniel Craig, Alexandra Daddario, Robin Wright Penn, Stellan Skarsgard, Christopher Plumber,
“Asılsız bir iddia ile suçlanan Mikael Blomkvist (Daniel Craig), adını temize çıkartmak için elinden geleni yapmaya and içer. İsveç?in zengin endüstri patronları arasında yer alan Henrik Vanger ise, çok sevdiği ve uzun zamandır kayıp olan yeğeni Harriet?ın ortadan kaybolmasının ardındaki gerçeği aydınlatması için gazeteci Blomkvist’i görevlendirir. Başı zaten dertte olan gazeteci, yeğenin ölümünden muhtemelen sorumlu olan ailenin malikanesine doğru yol alır.
Bu sırada, Milton Güvenlik adına çalışan sıra dışı “hacker” Lisbeth Salander (Rooney Mara) da Blomkvist?in geçmişini araştırmakla görevlendirilir. Yolları kesişen ikili geçmişten bugüne uzanan bir cinayetler zincirini çözmeye çalışırken, aralarında hassas bir güven köprüsü de oluşacaktır…
Stieg Larsson’un aynı adlı romanından Niels Arden Oplev tarafından sinemaya uyarlanan “Män som hatar kvinnor” , sadece ülkesi İsveç’te değil bir çok ülkede oldukça ses getirince yeniden çevrimi farz yapımlar arasına girdi. Orijinal versiyonu binlerce hayrana sahip serinin Amerikan versiyonunda en güçlü koz ise şüphesiz yönetmen David Fincher.
Orijinal filmde Michael Nyqvist ve Noomi Rapace’in canlandırdığı karakterlerin yerini bu versiyonda Daniel Craig ve Rooney Mara alıyor. İkiliye Christopher Plummer, Stellan Skarsgård, Steven Berkoff, Robin Wright, Yorick van Wageningen ve Joely Richardson gibi isimler eşlik ediyor.”
Son olarak Sosyal Ağ (The Social Network) ve Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi (The Curious Case of Benjamin Button) ile izlediğimiz ve filmografisinde sinemaseverlerin en beğendikleri arasında olan Dövüş Klubü (Fight Club), Yedi (Seven) ve Oyun (The Game) filmleri olan yönetmen David Fincher, İsveçli yazar Stieg Larsson’un romanından uyarlanan Ejderha Dövmeli Kız filmi ile sinemalarda.
Üçlemenin İsveç yapımı 3 filmini de izleyip hem hikayeyi hem karakterleri hem İsveç sinemasını çok beğenmiştim. David Fincher’ın çekeceği versiyonu da büyük bir merakla vizyona girdiği ilk gün izledim. Fakat filmin giriş bölümünde isimler akarken çalan müzik ve görsel şölen dışında film, İsveç yapımı versiyonunun daha kötü oyuncularla çekilmiş bir kopyası gibiydi. Öncelikle kitaptan uyarlanan senaryo, ilk filmdeki sahnelerle birebir aynıydı. Senaryoyu bir yana bırakıyorum, sahnelerin detayları bile birebir aynıydı. Kitabı okumadım ama sahnelerin bu kadar çok betimlenebileceğini sanmıyorum.
Oyuncular ise çok çok başarısızdı. Daniel Craig (her zamanki gibi) çok tutuk ve ruhsuzdu. Oysa İsveç yapımı versiyonunda aynı roldeki Michael Nygvist müthişti. Yine filmlere adını veren Ejderha Dövmeli Kız rolünde Alexandra Daddario çok yumuşaktı, yaşadıklarını bize hissettiremedi. İsveç yapımı versiyonda rol alan Naomi Rapace ise müthiş bir iş çıkarmış ve rol sayesinde tüm dünyaya adını duyurmuştu. Filmin bu versiyonun tek iyi yanı, zaman zaman çok yüksek olsa da, ses ve müzik kullanımıydı.
Film, en iyi yönetmen ya da en iyi film ödüllerine aday gösterilebilir. Fakat bu adaylıklar Fincher için ancak geçmiş zamanki çalışmalarının bir meyvesi olabilir. Herhangi bir ödül alabileceğini zannetmiyorum.
İlk versiyonu seyretmediyseniz seyretmenizi fakat seyrettiyseniz zahmete girmemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
16 f 2012 | Sinema
- Tür: Belgesel, Dram
- Yapım: 2009-2011, Türkiye
- Süre: 110 dk
- Yönetmen: Caner Alper, Mehmet Binay,
- Oyuncular: Kerem Can, Erkan Avcı, Giovanni Arvaneh, Rüçkan Çalışkur, Tilbe Saran, Jale Arıkan, Ünal Silver
“Doğulu muhafazakâr bir ailenin çocuğu olan Ahmet, cinsel kimliğini saklamadan zennelik yapan Can ve Alman fotoğrafçı Daniel?in İstanbul’da kesişen dostluk hikayesini konu alan film, birbirinden çok farklı olmalarına rağmen hayatları kesişen 3 kişinin dramasını beyaz perdeye taşıyor.
Ülkemizin hala kanayan yaralarından biri olan cinsel kimliğini açıklama, özgürce yaşama ve yaşayamama temalarına odaklanan film, ‘erkek olmak’ ile bir tutulan askerlik tabusuna parmak basıyor.
3 sene önce bir cinayete kurban giden Ahmet Yıldız’ın yakın arkadaşları olan M.Caner Alper ve Mehmet Binay tarafından Yıldız’ın gerçek hayat hikâyesinden uyarlanan yapımın başrollerini Kerem Can (Can), Erkan Avcı (Ahmet) ve Giovanni Arvaneh?nin (Daniel) paylaşıyor. ”
Ahmet Yıldız’ın gerçek hikayesinden yola çıkan Zenne, Altın Portakal ile adını herkese duyurma şansı buldu. En İyi İlk Film, En İyi Görüntü Yönetmeni (Norayn Casper), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Tilbe Saran), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Erkan Avcı) ve Siyad En İyi Ulusal Uzun Metraj ödüllerine layık görülen filmi, festivalden sonra nihayet sinemada izleyebildim.
Filmle ilgili olumsuz düşüncelerimi bir paragrafta özetleyip geçmek istiyorum. Zira filmin bunları dikkate almadığını görüyor, mesajının tüm bunlardan daha önemli olduğunu düşünüyorum.
Kısa kısa geçmem gerekirse, filmde her karakterin aslında kendine has ve birbiriyle bir ilişkisi olmayan hikayeleri (Can’ın teyzesi, Daniel’in Afganistan hikayesi, Ahmet’in kardeşi, Can’ın abisi.. gibi) altı doldurulmadan, çok kısa, her birinden bir ders çıkartıp anlatmaya çalışma derdinin amatörlüğünde işlenmiş. Tüm bu derinliksiz karakterleri oynayan oyuncuların da, kimisi çok tutuk, kimisi çok hüzünlü bir frekansı tuturmuştu. Yani herkes kendince iyi bir oyunculuk için çabalamış ama bir araya gelince uyumsuzluk oluşmuş. (Özellikle Daniel rolündeki Giovanni Arvaneh çok çok kötüydü.) Sahne geçişleri üzerinde düşünülmemiş gibiydi. Bir duyguyu tam tadamadan sahnelerin değişmesi seyredeni yoruyordu. Yan rolleri anlatma çabasıyla süresi uzatılan ve şişen senaryo ana karakterlerle ilgili soru işaretlerini gidermiyordu. Ayrıca bence olması gereken sahneler vardı. Örneğin, filme adını veren Zenneyi canlandıran Keram Can’ın, röportajında 6 ay boyunca çalıştığını bahsettiği, dansını daha uzun ve görsel açıdan tatmin edici bir sekansta izlemek isterdim. Ayrıca eşcinsel ilişkileri açıkca anlatma cesaretini gösterdiğini iddiasındaki filmin bu ilişkileri daha cesur ortaya koymasını beklerdim. (Filmin neredeyse son bölümlerine kadar Ahmet ile Daniel’in arkadaş mı sevgili mi olduklarını anlayamadım. )
Filmin sinemasal tatmini az ama anlattığı hikayenin gerçek olduğunu bilmek çok acı. Ahmet’in ve Can’ın gıyabında Türkiye’de eşcinsel olmayı, ailelerin tutumunu ve askerlik yoklamasını oldukça düşündürtüyor.
Yakın bir zamanda Türkiye’nin en önemli üniversitelerinin birinde okuyan bir öğrenci arkadaşla sohbetimiz esnasında eşcinsellik konusunu konuşmuştuk. Henüz 21 yaşındaki bu arkadaşın “Eşcinsellerle aynı ortamda bulunamam, midemi bulandırıyorlar, çocuğumun böyle bir tercihi olsa öldürürüm!” demesi beni gerçekten çok şaşırtmıştı ve dehşete düşmüştüm.
Ülkemizin homofobiyle ilgili ciddi bir sorunu olduğu belli. Cinsel tercihi farklı olduğu için hayatlarında zorluklar çeken, bulundukları ortamlarda dışlanan, kendilerini ifade etmelerine izin verilmeyen kişilere bakış açımızı düzeltmemiz şart. Bunun için bu filme, bu film için de gencecik bir adamın ölmesine gerek kalmasaydı keşke…
Bence toplumumuzda mümkün olduğunca fazla kişinin bu filme gitmesi, Ahmet’in ve Can’ın hayatlarını görmesi, anne babalarıyla tanışması ve kendisini sorgulaması lazım.
Filmden çıktığımızda Ahmet için derin bir üzüntü içindeydik. Tek hatası belki de en yakını olan babasına dürüst olması ve kendi gerçeğini anlatması olan Ahmet için artık yapılabilecek bir şey yok. Fakat bundan sonra eşcinsellere bakış açımızı değiştirmek, belki biraz empati yapabilmek adına duyarlılığımızı geliştrimek için filmi izlememiz önemli.
Tekrar tekrar izlemenizi ve izletmenizi diliyorum.
İyi seyirler,
Not: Film sonrası bir başka konuştuğumuz konu da çürük raporu alma süreciyle ilgiliydi. Öyle sanıyorum (umuyorum) ki, artık günümüz ordusunda, filmde bahsedilen şekilde bir muayene ve fotoğraf kalmamıştır.
11 f 2012 | Sinema
- Tür: Dram, Aile,
- Yönetmen: Çağan Irmak
- Yapım: 2011, Türkiye
- Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra Akbay, Mert Fırat, Ezgi Mola, Yiğit Özşener, Gökçe Bahadır, Zafer Algöz, Yiğit Arı, Ünal Silver, Ushan Çakır, Mehmet Ali Kaptanlar, Serkan Genç, Durukan Çelikkaya, Sacide Taşaner
“Ozan, Ege’nin sevimli ve küçük bir sahil kentinde geniş ailesiyle yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Ailesinin kökenleri şimdi Yunanistan’a bağlı olan Girit adasına dayanmaktadır ve dedesi Mehmet Bey zamanında mübadele ile Türkiye’ye göçmek durumunda kalan Giritli bir göçmendir. Bu yüzden mahallede Ozan’a arkadaşları “gavur” diye seslenmektedir. Dışlanmaktan korkan Ozan ise gavurluğu reddederek “Biz Türküz!” diye ailesine ve dedesine kafa tutar.Yaşadıkları kasabanın saygın eşrafından olan Mehmet Bey ise çevresindeki herkese el uzatan, yardımsever biriyken torununun bu hırçın haline üzülmektedir. Kendisi henüz 7 yaşında küçük bir çocukken Giritten İzmir’e göç etmek zorunda kalan Mehmet Bey, şimdi torununa atalarının geçmişini, doğduğu toprakları ve içinde sakladığı özlemi Ege’nin mavi sularına bıraktığı şişelerle anlatacaktır… “
Çağan Irmak son dönemin en başarılı yönetmenleri arasında sayılıyor. İnsan hikayelerini ve aile ilişkilerini çok kırılgan,naif duygularla anlatan yönetmen, çalıştığı oyuncuların başarısıyla beraber kendini üst sıralara taşıyor.
Dedemin insanları, kendi geçmişini araştıran Çağan Irmak’ı mübadele yıllarına götürüyor, dolayısıyla da bizi… Günümüzdeki Ozan’ı gördüğümüz sahneyle açılan film, daha sonra Ozan’ın küçüklüğüne, Ege’ye götürüyor bizi. Mahallenin göçmen tuhafiyecisi rolündeki Çetin Tekindor kariyerinin en masum , dürüst ve şık karakteriyle karşımızda. Açıkçası inanması zor iyilikte bu aile babasına pek ısınamadım.
Fakat torunu rolündeki Ozan’ın o çocuksu gelgitleri, mutsuzlukları, büyükleri anlama çabası ve tüm bunları inanılmaz bir başarıyla canlandırması takdire şayandı. Aynı şekilde Hümeyra, Zafer Algöz, Gökçe Bahadır ve Yiğit Özşener mükemmellerdi.
Fakat filmin en beğendiğim bölümleri; mübadele yıllarının anlatıldığı, Mert Fırat ve Ezgi Mola’nın inanılmaz performansları ile göz doldurduğu, çekim açıları ve sahne görsellikleriyle baştan sonra özenildiği belli olan, bir dönem dedelerimizin yaşadıklarını büyük bir çıplaklıkla ortaya koyan sahnelerdi. Sırf o sahneleri tekrar tekrar izlemek için filmin DVDsini merakla bekliyorum.
Türklerin duygusallık damarını çok iyi bilen ve bu filminde de bunu yakalayan yönetmenin, yer yer güldürdüğü, çoğunlukla hüzünlendirdiği bu aile hikayesi ve dönem filmini izlemenizi tavsiye ederim.
2 f 2011 | Sinema
- Tür: Polisiye, Suç, Macera, Dram, Komedi
- Yönetmen: Serdar Akar
- Yapım: 2011, Türkiye
- Süre: 107 dk
- Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu, Cansu Dere, Tardu Flordun, Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal, Hazal Kaya, Canan Ergüder, Ege Aydan, Hakan Boyav
“Yapılan bir ihbar üzerine Gençlik Parkı?na giden cinayet büro ekipleri, gömülü bir tabut bulurlar. Tabutun içinde yaşlı bir kadın vardır. Yapılan ilk incelemede kadının canlı canlı gömüldüğü ortaya çıkar. Hayata karşı işlenen suçlar uzmanı Behzat Ç., ilk defa böyle bir cinayet karşılaşmaktadır.Yaşlı kadının neden bu biçimde öldürülmüş olabileceğine ilk başta bir anlam verilemez. Yaşlı kadın emekli bir polisin annesidir. Behzat Ç. emekli polisi araştırmaya başladıkça bir takım engellemelerle karşılaşır. Emekli polis, teşkilat içinde Avarel Memduh olarak bilinmektedir, suçu üstlenen kişi ise kendisine Red Kit demektedir. Behzat Ç., Harun, Hayalet ve Akbaba?dan oluşan ekibiyle Ankara?yı didik didik ederek Red Kit?in suç ortakları olan Gorbaçov Hasan ve Pembo?ya ulaşmaya çalışır. Olay Yeri İnceleme Şubesi?nin genç komiserlerden Songül de bu olayda onlara yardımcı olmaktadır.Bu esnada şüpheli tavırlarıyla dikkat çeken bir görgü tanığına ulaşırlar. İsmi Süleyman olduğu halde kendisini Ahmet olarak tanıtmaktadır. Kendini Ahmet Sanan Süleyman?ın çelişkili ifadeleriyle iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alır.Behzat Ç. araştırmalarını derinleştirdikçe emniyet içinde yasa dışı yollarla faaliyet gösteren bir örgütün varlığına ulaşır. Bu örgüt 90?lı yıllarda pek çok yargısız infaz yapmıştır. O zaman alt kademelerde görev yapan bu örgüt elemanları şimdi üst mevkilere gelmiştir. Dolayısıyla bu olayın ortaya çıkmasını istememektedirler. Behzat Ç., bir yandan gizemli ve zeki bir katil olan Red Kit?e ulaşmaya çalışır, diğer yandan ise bu olayların açığa çıkmasını istemeyen gizli örgütten kendisini ve ekibini korumaya çalışmaktadır.”
Dizi başladığı zamanlar hiç izlememiştim. Nasıl olduysa yazın 1-2 bölümünü izleyeyim dedim ve kendimi 2 haftada neredeyse uyumadan Behzat Ç. izler buldum ve 39 bölümü tükettim. Türk dizi tarihinin bana kalırsa en etkileyici sezon finallerinden birine imza atan dizinin son bölümünden sonra ise ne zaman yeni bölümler gelecek beklentisi başladı.
Kasım ayında yeniden televizyon ekranlarında olacak dizi için, izleyicilerine bir ‘kıyak’ olarak filmi geldi. Artık Behzat Ç. özlemine dayanamayan bünyemin gazıyla ilk gün izledim filmi. Hayatımda ilk defa %99u erkeklerden oluşan tamamı dolu bir salon gördüm. Hatta bir ara Kurtlar Vadisi’nin filmine gittiğimi sandım.
Yaşları çoğunlukla 18- 22 arasında olan bu gençler oldukça heyecanlıydı ve film başlayınca bütün küfürlere istisnasız gülerek beni hiç şaşırtmadılar!… Her zamanki dizi bölümlerinden birini izledik. Işıkta aynıydı, kamera kullanımı da.. Çekirdek kadro da bildiğimiz kadro… Sadece saçma sapan bir şekilde senaryoya yerleştirilmiş olan, her rolünde aynı donuk bakışa sahip başarısız oyuncu Cansu Dere ve her rolünde müthiş performans gösteren başarılı oyuncu Tardu Flordun yeniydi. Aslında filmdeki cinayetlerin hikayesi Tardu Flordun’un oynadığı Red Kit karakterinin yaşadıklarından yola çıkarak oluşuyordu fakat anlatımda bu karakter için yeterince derinlere inilmemişti.
Diyaloglar müthişti. Rıza Kocaoğlu her zamanki gibi hangi oyuna, filme, diziye dahil olsa değiştirdiği havayı filmde de değiştirdi. Cinayet hikayesi onun sahnelerinde komediye dönüştü. Benzer şekilde Kolsuz Ahmet karakteriyle Hakan Boyav muhteşemdi.
Kurgu güzeldi. Hele ki Behzat Ç.yi özleyen kalabalık için film çook akıcıydı. Ara verilince tepkisini sesli veren biz Türklerden “aaaa” şeklinde üzüntüyle karışık çıkan sitem uğultusu özlemin boyutunu özetliyordu.
Performansı ile Altın Portakal En İyi Erkek Oyuncu ödülünün sahibi olan Erdal Beşikçioğlu yine zirvedeydi. Dizinin yeni sezon 1.bölümünde de hiç konuşmayarak gösterdiği performans gibi ayakta alkışlanmaya değerdi.
Müziklerde yine Pilli Bebek imzası vardı, pek yenilik yoktu. Herkesin dikkatini çeken sözde gizli araba reklamı ise beni rahatsız etmedi. Hikayeye güzel yedirilmişti.
Kıssadan hisse, Behzat Ç. hayranları için film eksiğiyle gediğiyle güzel bir seyirlikti. Yeni sezonu büyük bir merakla bekliyoruz.
23 f 2011 | Sinema
- Tür: Dram, Suç
- Yönetmen: Marc Forster
- Yapım: 2007, ABD
- Süre: 128 dk
- Oyuncular: Said Taghmaoui, Atossa Leoni, Khalid Abdalla, Shaun Toub, Maimoona Ghizal, Sayed Miran Farhad, Abdul Azim Wahabzada
“Kaliforniya’da yaşayan Amir, ülkeye Taliban rejiminin gelmesinden sonra Amerika’ya göç eden Kabil’li zengin bir tüccar ailenin oğludur. Yıllar sonra çocukluk arkadaşı Hassan ve karısının Taliban tarafından öldürüldüğü haberini alır. Arkadaşının başı dertte olan oğlunu bulmak ve onu kölelik yaşamından kurtarmak için Afganistan’a geri döner.”
Afgan yazar Khaled Hosseini’nin best-seller romanını okuduğum zamanı çok iyi hatırlıyorum. Gözyaşları içinde kalmış, günlerce etkisinden çıkamamıştım.
Filmini yakın zamanda televizyonda görünce izlemek istedim. Her zaman olduğu gibi kitabın lezzeti yoktu filmde. Bir de Amerikalı yapımcıların, artık fenalık geçirten “muhteşem ülke Amerika” klişesi çok sıkıcıydı. Bunun dışında filmi izledikçe kitabı hatırladığımdan, aslında çok zayıf bir şekilde geçiştirilen Taliban rejimi dahil tüm duyguları tekrar hissedebildim.
Filmde 2 şeyi çok beğendim. Birincisi oyuncuların performansları (Amir ve Hassan’ın küçüklükleri dahil), diğeri ise uçurtma yarışları sahneleri… Fakat beğenime rağmen yine de filmdense kitabı okumanızı tavsiye ederim.
İzleyecek olanlara iyi seyirler,
23 f 2011 | Sinema
- Tür: Dram, Komedi, Romantik
- Yönetmen: Lone Scherfig
- Yapım: 2011, ABD
- Süre: 108 dk
- Oyuncular: Anne Hathaway, Jim Sturgess, Romola Garai, Patricia Clarkson
“Emma (Anne Hathaway) ve Dexter (Jim Sturgess) birbirlerine tamamen zıt sosyal yapılardan gelen iki genç insandır. Emma işçi sınıfı bir aileden yetişmiş, hayata dair devrimci ruhu olan bir genç kızdır. Dexter ise baba parası ile okuyan, çapkın ve eğlenceden başka bir şeyi umursamayan biridir. İkilinin yolları üniversiteden mezun oldukları gün kesişecek ve 15 Temmuz tarihi uzun yıllar sürecek bir arkadaşlığın başladığı gün olacaktır.
Onların hayatları bazen beraber bazen uzak diyarlarda akıp giderken, her yıl 15 Temmuz’da aralarındaki ilişkinin seyrine de tanık oluruz. Mutlulukları, hüzünleri, umutlarıyla geçen 20 yılın ardından tanıştıkları mezuniyet gününün gerçek anlamını da anlayacaklardır… “
Eski oscar adayı An Education filminden hatırladığım yönetmen Lone Scherfig’in David Nicholls’un çok satan kitabından uyarladığı filmi “Bir Gün”ü Kanyon’da izledim. Öğrenciliğimde çok giderdim Kanyon’a fakat uzun zamandır gitmemiştim. Ne kadar kalabalık olduğunu da unutmuşum. Tamamı dolu bir salonda izledim filmi.
An Education’da 1960larda geçen bir aşk hikayesini konu alan yönetmeni çok başarılı bulmuştum. One Day ise onun kadar olmasa da güzel bir seyirlik. Dozunda komedisi ve romantizmi bulunan filmin, özellikle ikinci yarısı hayli dramatik. Fakat Oscar sunum faciasından sonra bu rolün altından başarıyla kalkan Anne Hathaway ve her geçen senedeki değişimleri fiziksel olarak ve oyuncu performansı ile muhteşem bir biçimde yansıtan Jim Sturgess’ın sayesinde film oldukça rahat ilerliyor.
Elinizdekilerin kıymetini fark etmenizi sağlayacak filmi izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
17 f 2011 | Sinema
- Tür: Romantik, Komedi,
- Yönetmen: Woody Allen
- Yapım: 2011
- Süre: 100 dk
- Oyuncular: Owen Wilson, Rachel McAdams, Michael Sheen, Marion Cotillard, Kathy Bates, Carla Bruni, Nina Arianda, Tom Hiddleston, Alison Pill, Lea Seydoux, Adrien Brody,
“Sonbaharda evlenecek olan Amerikalı nişanlı çift Gil ve Inez, Inez’in babasının iş gereği Paris’e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrinin yolunu tutarlar. Başta her şey eğlence dolu bir Avrupa kentini gezmekten ibaretken, özellikle damat adayın Gil’in Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçek üstü maceralar sadece onun değil tüm ailenin hayatını değiştirecektir…
Zira bu genç adam, Paris?e büyük bir aşk beslemeye başlar ve edebiyatçı kimliği ve tutkusu pekişir…
64. Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan Woody Allen yönetmenliğindeki Paris’te Gece Yarısı’nın başrollerini Owen Wilson ve Rachel McAdams paylaşırken Gil’in edebiyat dünyasında karşılaştığı yıldızları Marion Cotillard, Kathy Bates, Carla Bruni, Adrien Brody gibi zengin bir oyuncu kadrosu canlandırıyor.
Eğer siz de edebiyat ve sanatseverseniz, Woody Allen tarzı komik dokunuşlarla bezenmiş bu filmde Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway, Salvador Dali gibi büyük isimlere de rastlamaktan büyük keyif alacaksınız…”
Film başlıyor, müzik eşliğinde 4 dakika boyunca Paris’in en bilindik yerlerini izliyoruz…
Sonrasında Amerikalı bir çift ile karşılaşıyoruz. Nişanlılar. Adam bir yazar ve Pariste yaşamak istediğinden bahsediyor. Kadın ise Paris’i turistik bir yer olarak görüyor. Karşılaştıkları arkadaşları ve nişanlısının ailesinden umduğu Paris heyecanını bulamayan adam bir gece yarısı yürüyüşe çıkıyor ve olanlar oluyor: Kendisini 1920lerin Paris’in de, o dönemin ünlü sanatçıları ile buluyor…
Bir şizofreniğe dönüşsem, sanıyorum Paris’teki bu gece yarıları gibi günler geçiririm. Bir yanımda Dali, diğer yanımda Picasso, diğerinde Matisse, Degas, Gaugin… Hatta Gil ne içtiyse ondan şu anda istiyorum!
Woody Allen çok naif, eğlenceli, eleştirel ve Avrupai bir film yapmış. 100 dakika içine maksimum şeyi sığdırarak oldukça hızlı ve akıcı bir kurgu ile hazırlamış ve masalsı anlatımı ile tadından yenmez bir seyirlik olmuş.
3-4 hafta sonra hakikaten Paris sokaklarında olacağımdan mıdır bilemiyorum ama film beni büyüledi. Sizlere de tavsiyem şu soğuk günlerde, elinize bir bardak kahvenizi alıp sinema salonuna gitmeniz.
İyi seyirler,
28 f 2011 | Sinema
- Tür: Aksiyon, Komedi, Macera
- Yapım: 2011, ABD
- Süre: 142 dk
- Yönetmen: Rob Marshall
- Oyuncular: Johnny Depp, Penélope Cruz, Amanda Seyfried, Geoffrey Rush, Ian McShane, Gemma Ward
“Kaptan Jack Sparrow (Johnny Depp) tehlikeli sulardaki bol aksiyonlu macerasına dördüncü film ile geri dönüyor. Gençlik Çeşmesi’nin bulunması için İngiltere Kralı’na hizmet etmeyi reddeden Sparrow, kentte kendi adıyla gemisine mürettebat toplayan sahte bir kaptanın olduğunu öğrenir. Sahte kaptanı kovalarken, karşısındakinin aslında geçmişinden geri gelen güzeller güzeli Angelica (Penelope Cruz) olduğunu anlar. Angelica da Kral ile aynı şeyin, sonsuz yaşam sağlayan Gençlik Çeşmesi’nin peşindedir.
Gençlik yıllarında kalan aşkı ve Angelica’nın şimdiki sahtekar yönü arasında gidip gelen kaptan Jack Sparrow, bir anda kendisini korsan Karasakal?ın (Ian McShane) gemisi Kraliçe Anne?de eşir düşmüş halde bulur.
Kralın tarafında ise esir düşen mürettebatı Gibbs ve ezeli rakibi Kaptan Barbossa da ellerindeki tek haritadan yola çıkarak çeşmeye giden yolu ve ayin rituelinin yapılması için gereken diğer ‘malzemeleri’ toplama niyetindedir. Aynı hedefe giden iki farklı korsanın yolu gözyaşlarını hiçbir şey için feda etmeyen deniz kızlarını avlarken kesişecektir…”
Serinin 4.filmi olan Karayip Korsanları:Gizemli Denizlerde, 3D versiyonuyla birlikte vizyondaydı. 3 boyut konusunda başarısız olan film, Jack Sparrow karakteriyle fenomen olan Johnny Deep’in performansıyla izlenesi.
Kadrosu ünlüler geçidi gibi olan film, korsanların dünyasına bir kere daha tepeden daldırıyor. Geoffrey Rush ve Ian McShane’in müthiş performansları ile zenginleşen sahneler, deniz kızlarının katılımıyla şahlanıyor.
Jenerikten sonra gelen süpriz sahnelerle devam filmine göz kırpan bu filmi HD olarak izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
25 f 2011 | Sinema
- Tür: Dram, Psikolojik
- Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan
- Yapım: 2011, Bosna-Hersek, Türkiye
- Süre: 157 dk
- Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Fırat Tanış, Taner Birsel, Cansu Demirci, Kubilay Tunçer, Murat Kılıç, Nihan Okutucu, Muhammed Uzuner
“Yolların tek düzeliği ve kasabanın insana yeni bir şey sunmamasının sıradanlığını fona alan Bir Zamanlar Anadolu’da adıyla da klasiklere gönderme taşıyor. Bir doktor ile bir savcının 12 saatlik gerilimli öyküsünün peliküle aktarıldığı filmin başrollerinde Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan ve Taner Birsel yer alıyor. Senaryoda Ebru ve Nuri Bilge Ceylan’ın yanı sıra Ercan Kesal’ın da imzası var. “
Sinemadan yeni çıktım. Filmin tadı damağımdayken notlarımı yazayım istedim.
Öncelikle “sanat filmi” kategorisinde gösterime giren Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da Jüri Özel Ödülü alan son filmini tam dolu bir salonda izlemek çok büyük keyifti. 21.15 te başlayıp 00.15’te biten filmi koca bir salon dolusu insana izletebilmek, yalnız Ceylan’ın başarabileceği bir işti sanıyorum.
Film daha açılış sahnesinden kameranın konuşacağını gösterdi. Görüntü yönetmeni ve Nuri Bilge Ceylan hem sahnelerin fotoğraf yönetiminde, hem kamera yönetiminde inanılmaz bir iş çıkarmışlar. Neredeyse yarısından fazlası gece karanlığında geçen filmde ışık kullanımı müthişti. İtiraf etmem gerekirse gece sahneleri boyunca ters ve yanlış ışık kullanımı aradım durdum ama bulamadım.
Ses kullanımı oldukça baskındı. Zaman zaman kulağımı tırmaladı ama güzeldi. Bazı bölümlerde seslerle dudaklar uymadı ama çok üstünde durmamak lazım.
Yaklaşık 12 saat boyunca süren olaylara 2-3 saatte tanık olmamızı sağlayan kurgu ve sanki tüm bunları uzaktan izliyormuşuz gibi hissettiren çekim planları nedeniyle uzun süren filmden hiç kopmadım.
Bir cinayetin etrafında, o cinayet için çalışan polis, asker, doktor, savcı, otopsi memuru, muhtar gibi karakterleri derinine inerek anlatan hikaye, ölümün başrol olduğu olayda (dünya düzeni aslında böyle) herkesin kendi derdini, tasasını odaklıyor.
Nuri Bilge Ceylan filmleri arasında en diyaloglu, en hareketli ve en mizah sahibi film olan Bir Zamanlar Anadolu’da, sağlam bir Türkiye profili çıkarıyor. Bütün anlatımda kara mizahı başrole koymasa da, destekleyici olarak sıkça kullanıyor. Hatta bu kadar özel ve ağır bir filmde 5-6 yerde kahkaha bile attırıyor.
Oyuncuların tamamı o kadar iyi seçilmiş ki.. Sırıtan bir rol bile yok. Ama Ahmet Mümtaz, Yılmaz Erdoğan, Fırat Tanış, Taner Birsel ve Muhammed Uzuner inanılmaz başarılılardı. 3 saat gibi bir sürede cinayetin çevresindeki bu adamların hayatlarına uzandık, dertlerini dinledik ve anladık. Hepsi o kadar gerçek, içimizden ve biz gibiydi ki…
Normalde böyle çok karakterin olduğu filmlerde, kimi karakterler anlaşılmaz, havada kalır. Bu filmde ise olması gerektiği kadar bilgi ve his bize veriliyor. Devamı ise çok klas bir şekilde seyirciye bırakılıyor. Tıpkı hiç öğrenemediğimiz hikayelerden doktorun ve cinayetin hikayesi gibi..
Nuri Bilge Ceylan’ın “yalnız ve güzel ülkesi”ne inanılmaz bir bakış attığı filmi izlemenizi kesinlikle tavsiye ederim.
İyi seyirler,
24 f 2011 | Sinema
- Tür: Aksiyon, Dram, Gerilim, Gizem, Romantik
- Yönetmen: Fernando Meirelles
- Yapım: 2005 Almanya, İngiltere
- Süre: 129 dk
- Oyuncular: Rachel Weisz, Ralph Fiennes, Bill Nighy, Danny Huston, Pete Postlethwaite
“Arka Bahçe; Kenya’da vahşice öldürülen aktirist Tessa Quayle’in ölümünün ardındaki esrar perdesini kaldırmak isteyen kocası Justin Quayle’nin bireysel çabalarıyla ortaya çıkardığı büyük bir komployu anlatıyor.
Constant Gardener; henüz otuzlu yaşlarının başında iken; tüm zamanların en iyi casusluk romanı Soğuktan Gelen Casusu (The Spy Who Came In From the Cold) yazan John Le Carre’nin muhtemelen en iyi ikinci romanı. Weisz’ın ve Fiennes’in oyunculuklarıyla güçlenen Arka Bahçe; Meirelles’in sürükleyici anlatımı ve hikayesindeki sürpriz gelişmeleriyle; gerek aldığı eleştiriler, gerekse aldığı ödüller itibariyle 2005 yılının en iyi politik-roman uyarlaması“
Tanrıkent filmi ile sinemacılık tarihine adını altın harflerle kazıyan, değişik çekim tekniği ve anlattığı derin hikayesiyle yönetmenliğini tescilleyen Fernando Meirelles, Arka Bahçe’de de benzer anlatımına devam ediyor.
Uyarlama senaryo değil de belgesel izliyormuşuz gibi hissettiren film, tıpkı Tanrıkent’te olduğu gibi Afrika’yı mesken tutuyor. Sıkı bir bürokrasi ve kapitalizm eleştirisi içeren film zaman zaman yavaş işlese de kurgusuyla ve oyunculuklarıyla izlettiriyor.
Ralph Fiennes’in mükemmel oyunculuğu ile çektiği sıkıntı sizin yüreğinizi sıkıştırıyor ve yardımcı kadın oyuncu Oscar’ını filmle kucaklayan Rachel Weisz mühtiş bir performans sergiliyor. Cannes’da en iyi müzik, Bafta’da ise en iyi kurgu ödüllerine layık görülen filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
24 f 2011 | Sinema
- Tür: Animasyon, Komedi, Macera,
- Yapım: 2010, ABD
- Süre : 98 dk
- Yönetmen: Chris Sanders, Peter Hastings, Dean DeBlois
“Cressida Cowell’ın kitabına dayanan ve iri yapılı Vikingler ve vahşi ejderhalerın efsanevi dünyasında geçen bir macera komedi. Hikaye, ejderhalarla savaşmanın yaşam biçimi olduğu Berk adasında yaşayan bir Vikingli delikanlının çevresinde geçer. Kabul töreni yaklaşmaktadır, bu onun kendini kabilesine ve babasına kanıtlamak için tek şansıdır. Ancak sonradan arkadaş olacağı yaralı bir ejderhayla karşılaşınca, tüm dünyası alt üst olur.”
Dreamwork stüdyolarının Cressida Cowell’in romanlarından uyarladığı animasyon filmi “How to Train Your Dragon?” hem çocuklar hem büyüklere hitap eden bir seyirlik. Canlı renkleri, başarılı karakterleri ile başlangıcından itibaren dikkati çeken film, sıkmadan, akıcı bir kurgu ile finale götürüyor.
3 boyutlusu nasıldır bilmiyorum, zira öyle izlemedim ama hd 2d versiyonu da gayet tatmin ediciydi.
Keyifli bir anınızda, mısır patlaklarınız eşliğinde izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
18 f 2011 | Sinema
- Tür: Animasyon
-
Yapım: 2010, 2011 ~ ABD, İngiltere
-
Yönetmen: John Lasseter, Brad Lewis
Süre: 1 saat 52 dk
“Ünlü yarış arabası Şimşek McQueen ve eşsiz kurtarma aracı Mater, “Arabalar 2″de, dünyanın en hızlı arabasını belirlemek üzere Dünya Şampiyonası’nda yarışmak için deniz aşırı bir yolculuğa çıkıyor. Mater, çukurlar, sapaklar ve sürprizlerle dolu şampiyonluk yolunda, kendisini ilgi çekici bir uluslararası casusluk macerasının içinde buluyor. Bu yarışta Şimşek McQueen’e yardım etmek ve gizli bir casusluk görevinde kendinden beklenileni yapmak arasında kalıyor. Aksiyon dolu yolculuğu Mater’ı, Japonya ve Avrupa sokaklarında yaşanan heyecan dolu bir kovalamacanın içine sürüklüyor.”
Pixar – Walt Disney ortaklığının son filmi, 2006 yılında izlediğimiz Arabalar filminin devamı. Şimşek McQueen’in yeni maceralarının yer aldığı film, animasyonda gelinen son noktayı gözler önüne seriyor. Bir çok farklı şehirde geçen maceralarda inanılmaz şehir modellemeleri görüyoruz. Bu modellemeler bloglardan takip ettiğim kadarıyla “animasyon, olanı aynen bize aktarınca amacından sapar mı?” konusunu hararetle tartışmaya açmış gibi. Tabi bir de bu animasyonlara “pazar” yaratma kaygısı taşıyan kapitalist çalışmalar olarak bakanlar var. Böyle düşününce izlediğim, okuduğum hiçbir şeyden zevk alamaz olduğumdan, bunu düşünmemeye çalışarak filmlerin büyüklere güzel zaman geçirtecek bir animasyon olduğunu söyleyebilirim.
Not: Şimşek ve arkadaşını, Yekta Kopan ve Cem Yılmaz seslendiriyor. Çok başarılı olduklarını unutmadan söylemeliyim.
İyi seyirler,
17 f 2011 | Sinema
- Tür: Dram, Romantik
- Yönetmen: David Mackenzie
- Yapım: 2010 ,Almanya, Danimarka, İngiltere, İsveç
- Oyuncular: Ewan McGregor, Eva Green, Connie Nielsen, Stephen Dillane, Ewen Bremner, Adam Smith,
- Süre: 88 dk
“Michael ilişkilerde bağlanma sorunu yaşayan ama yemek pişirme konusunda usta olan bir şeftir. Soğuk görünümlü ama işinin ehl-i doktor Susan ise uzun zamandır özel hayatına kimseyi sokmadan, kendisini sadece işine vermiştir. Susan ve Michael yakınlaşırken, tüm dünyada insanların duygularını bir bir yok eden bir salgın hastalık ortaya çıkar. İnsanlar sevme yetilerini bir bir kaybederken Susan ve Michael’ın aşkı hayata tutunabilecek midir? Eva Green ve Ewan McGregor’ın baş rolleri paylaştığı dram ve hüzün dolu filmde, McGregor ile daha önce Young Adam’da çalışmış olan İngiliz yönetmen David Mackenzie’nin imzası var. Yönetmen daha önce Tutku Nehri (Young Adam) filmiyle de BAFTA’da En İyi Yönetmen ödülünü almıştı…“
Son olarak Çapkın (Spread) filmiyle izlediğim İngiliz yönetmen David Mackenzie, oldukça farklı bir tür ile sinemalarda. Hayata ve yaşamaya dair pozitif bakış açısını, bir distopyayla anlatan yönetmen, farkında olmadığımız güzelliklere dikkatimizi çekiyor. Orjinal Adı “Perfect Sense” – “Mükemmel Duyu” olan film, nedense saçma bir şekilde “Yeryüzündeki Son Aşk” adıyla ülkemizde vizyona girdi. Oysaki film, insan duyularının kaybolmasını, hiçliği ve bu kayboluşların yarattığı kaosu işliyor.
Türünü tam olarak anlayamadığım filmde başrol oyuncularından Eva Green inanılmaz bir iş çıkarıyor. Partneri ne kadar romantik komedi oynarmış gibi rolünü hafife alıyorsa, Eva Green o kadar ağır ve içi dolu bir karakter yaratıyor.
İnsanın duyularını kaybetmesinin nasıl olabileceğini, fantastik olduğunu bilseniz de gerçekmişcesine hissediyorsunuz. Filmin tek ve en başarılı olduğu nokta burası. Bir de dokunmanın önemi.. Filmden kalanlar bunlar oluyor. DVDsi izleyebilirsiniz, sinemada daha güzel alternatifler var.
İyi seyirler,
13 f 2011 | Sinema
” İlki 1968 yılında çekilen Planet of the Apes serisinin en yeni filmi olan Rise of the Planet of the Apes, safkan bir bilimkurgu/aksiyon…San Francisco’da ve günümüzde geçen hikayede genetik mühendislerinin, maymunların beyinlerini geliştirmek için yaptıkları deneyler sonucunda maymunların insanlar üzerinde üstünlük kurmak için açtıkları savaş konu ediliyor.Filmin kadrosunda geçtiğimiz yıl Oscar’a aday olan James Franco’nun yanı sıra,Freida Pinto, John Lithgow ve Brian Cox gibi isimler de var.Rupert Wyatt’ın yönettiği film, önceki orijinal filmlerin senaryosundan devam etmiyor ama onlardan bazı etmenler alarak daha da orijinal bir yeni hikaye yaratıyor. Mitolojinin bir kısmını ele alıyor diyebiliriz. Film aynı zamanda devamının çekilebilmesine yardımcı olacak öğeler de içeriyor.”
*
1968 yılında Franklin J. Schaffner tarafından ilki çekilen ve sinema tarihinin en iyi bilim kurgu filmlerinden biri olan Maymunlar Cehennemi’nin eski versiyonlarını çok önce izlemiştim. Fransız yazar Pierre Boulle’nin kitabından uyarlanarak sinemaya aktarılan serinin yeni başlangıcını bu film açıyor.
Filmin başlangıcı çok güzel. İlk sekanstan itibaren oldukça seri ve hızlı gelişiyor olaylar. Herşey dozunda ve abartılmadan, gereksiz hiç bir sahne olmadan başarıyla gidiyor. Sadece, film sırf maymunlar ve erkeklerden oluşmasın diye, Slumdog Millioner’deki rolüyle tüm dünyayı etkileyen Freida Pinto’nun dahil edilmeye zorlandığı sahneler gereksiz ama allahtan kısa olduğundan çok rahatsız etmiyor.
*
İlk yarıda maymun Ceasar’ın annesinin ölümü, yanında kaldığı aileyi korumak isterken kafese kapatılması ve Harry Potter’daki Draco Malfoy karakteriyle aklımıza kazınan ve yine oldukça kötü bir karakterle karşımızda olan Tom Felton’un tarafından işkence görmesi sahneleri çok acıklı. Bir bilim kurgu yapımından beklenmeyecek derecede duygusu olan filmin bazı sahnelerinde gözlerim yaşardı, yüreğim ağzımda izledim.
*
Konu itibariyle “bir grup bilim adamı deney yapar ama sonuçları ve yan etkileri istedikleri gibi değildir” şeklindeki binlerce filmden biri gibi dursa da, hemen her sahnede verdiği mesajlar ve metaforlarla bu kategoriden ayrılan film, ciddi bir “düzen eleştirisi” bombardımanı yapıyor.
Oyunculuklar için, söylenecek sözlerin tamamını maymun Ceasar rolünü “performans yakalama” tekniği ile gerçekleştiren, deyim yerindeyse gözleriyle oynayan Andy Serkis’e söylemeli. Zira hem teknoloji anlamında, hem de oyunculuk bakımından inanılmaz bir iş çıkmış. (Aşağıda, yapılan işin önemini ve güzelliğini anlayabileceğimiz bir video mevcut.)
En son kayaların arasında sıkışmış halde 127 Saat’te, sonrasındaysa Oscar töreni sunumunda bıraktığımız James Franco ise standart bir oyunculuk performansı sergiliyor. Hiçbir gerçek hayvanın kullanılmadığı filmdeki tüm maymunlar ise inandırıcılık açısından inanılmazlar. Tüm fiziksel özelliklerin birebir maymunlarla eşit olduğu filmde, gelişmiş zekaları vurgulamak için insan gözleri kullanılmış. Filmi izleyen birçok kişi maymunlarda insan gözünün inandırıcılığı azalttığını düşünse de, benim fikrim tamamiyle tersi yönde.
*
Hemen herkesin gözüne batan, özellikle üretilen ilaçlarla ilgili bölümlerdeki mantık hatalarını, hızlı kurgusuyla unutturan film, senenin en başarılı Hollywood yapımlarından biri bence. Hem sunduğu görsel şölen, hem anlatılan hikayenin alt metnindeki mesajlar açısından herkese izlemesini tavsiye ediyorum.
İyi seyirler,
*
Not: Gece seanslarını oldukça severim. Bu sefer genelde gittiğim Capitol yerine Nautilus’ta izledim filmi. 00.00 seansına gittiğimde üstkat giriş kapatılmış, yürüyen merdivenlerse çalışmıyordu. Çıkıştaysa sadece bir otopark çıkışı açık bırakılmıştı. Hem gece seansına film koyup, salonun yarısını doldurmak, hem de düzgün yönlendirmeler yapmayıp çalışmayan merdivenlerden bir aşağı bir yukarı dolandırmak olmuyor. Nautilus-Cinebonus yöneticilerinin Capitol’e gidip bir gece seansı izlemelerini ve çıkışta nasıl yönlendirme levhaları ve bariyerlerle misafirlerini yormadan kontrol altında çıkışlara yönlendirdiklerini görmelerini tavsiye ederim.
24 f 2011 | Sinema
- Yapım: 2009 ~ ABD
- Tür: Dram, Komedi
- Süre: 1 saat 17 dk
- Yönetmen: Steven Soderbergh
- Oyuncular: Sasha Grey, Chris Santos, Jeff Grossman, Peter Zizzo, Timothy J. Cox, Timothy Davis
“Chelsea, Manhattan sosyetesi için çalışan bir eskort kızdır. Üst düzey ve zengin müşterilere hizmet veren Chelsea, saatte 2000 dolar kazandığı bu hayattan memnundur… Aslında o bu parayı hak ettiğini de düşünmektedir. Çünkü müşterilerine gerçek bir “kız arkadaş deneyimi” yaşatmaktadır.
Erkek arkadaşı Chris ile de mutlu olan Chelsea geleceğini güvence altına aldığını düşünmektedir. 2008 seçimlerinin yaşandığı o beş gün içinde Chelsea’nin hayatı değişecektir. Çünkü onun işinde kimin karşısına çıkacağı belli değildir… “
Bir spor eğitmeni adam ile eskort kızın sevgili olduğu, hayattan gerçek bir kesit sunmayı amaç edinmiş film kısa süresiyle bize bir şey anlatmak derdinde değil. Sadece insanların hayatından bir kesiti önümüze koyuyor. Bundan ders alın demiyor. Ayrıca bir eskort kızın hayatını hiç sevişme sahnesi koymadan çekmek gibi garip bir tavrıda bulunuyor.
Zaman zaman belgesel havasına bürünen film, sıkıcılıktan “zamanda atlayan kurgusuyla” sıyrılıyor. Başrolünü porno star Sasha Gray’in oynadığı filmi tavsiye edemeyeceğim. Tvde denk gelirseniz izleyebilirsiniz ama özellikle izlemek için zaman kaybetmeye gerek yok bence.
Yine de iyi seyirler,
17 f 2011 | Sinema
- Tür: Aksiyon, Macera, Gizem, Gençlik, Fantastik /
- Yönetmen: David Yates /
- Yapım: 2011, ABD, İngiltere /
- Süre: 2 saat 10 dk /
- Oyuncular: Emma Watson, Helena Bonham Carter, Daniel Radcliffe, Rupert Grint, Gary Oldman, Alan Rickman, Ralph Fiennes , Bonnie Wright, Evanna Lynch, Tom Felton, Michael Gambon /
“Harry Potter ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 2? Harry Potter film serisinin son macerası ve merakla beklenen son filmin ikinci bölümü. Destansı finalde, iyi ile kötünün mücadelesi büyücüIük dünyasını büyük bir savaşın içine sokmuştur. Tehdit hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştır ve artık hiçbir yer güvenli değildir. Bu arada, Lord Voldemort ile son karşılaşmasına gittikçe yaklaşan Harry Potter?ın en büyük fedakarlığı yapması gerekecektir. Herşey burada sona erecektir.”
Bütün bölümlere kısa kısa yorumlar yazdım. Zira tüm yorumlarımı son filme saklamıştım. Serinin 8 filminden ilk 3 ünün kitabını da okumuştum. Kitaplarla karşılaştırınca her kitapta gittikçe artan sayfa sayısı nedeniyle, filmlerle kitapları karşılaştırmak çok saçma olacak gibi. O kadar çok sayfada yazan detayın tamamını filmlerde görmemiz mümkün değil.
Kısa bir özet geçmek gerekirse, ilk iki filmi müthiş çocuk filmleri olan seri sonraki 6 filmde dozajı yavaş yavaş artan fantastik ögelere, karanlık sahnelere geçiş yaptı. Son film ise resmen savaş sahneleri ile doluydu. Bu 10 yıllık süreçte, filmlerin bu şekilde yol alması aslında çok isabetli olmuş. Çünkü düşününce ilk filmi 8 yaşında izleyenler, son filmde 18 yaşındalar. Dolayısıyla filmlerle büyüyen çocuklara uygun bir geçiş yapılmış.
David Yates’in ipleri ele almasıyla ciddi bir görsel şölene filmler, son 4 filmde en yukarılara çıkıyor. Görsel efektleri ve yaratılan dünyayı beğenmemek mümkün değil.
Oyuncuların içinden beğenmediğim bir tanesi bile yok. Başrol üçlü tüm filmlerde büyük başarı gösteriyorlar. Kariyerlerine sinema ve tiyatroda devam eden genç oyuncuların başarılarının devamlı olacağı çok belli. Helena Bonham Carter, Gary Oldman, Alan Rickman, Ralph Fiennes ve Maggie Smith deneyimli oyunculuklarıyla genç oyuncuları destekliyorlar.
Son filmde beni rahatsız edenler sahne geçişlerindeki sorunlar ve bazı sahnelerin gereğinden uzun, bazılarınınsa kısa oluşuydu. Bazı önemli ve can alıcı sahnelerin çok hızlı geçmesi ve geçişlerin akıcı olmaması zaman zaman filmin zevkini azalttı. Bunu 700 sayfalık kitabı filme sığdırmaya çalışmalarına bağlayabiliriz belki.
Filmin teknik sorunları dışında rahatsız eden bir başka konu ise “Lost”ta yaşadığım tramvadan sonra bende oluşan “son” bölüm fobisiydi. Tam olarak olmasa da finale yakışacak derecede orjinal bir son gibi gelmedi bana. Yani seyirciyi şaşırtan 1-2 şey oldu evet ama yine de daha çarpıcı olmasını beklerdim.
Tüm bunlara rağmen 10 yıllık bir efsanenin sonuna geldik. İyisiyle kötüsüyle bu macerayı izlemek çok güzeldi.
Herkese iyi seyirler,