İstanbul Modern’e Kavuştuk!

İstanbul Modern’e Kavuştuk!

Nihayet, “Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi” İstanbul Modern’imiz -kent suçu Galataport’un içinde olsa da- kapılarını açtı. 

Her zaman seçkisini sevdiğim ve mutlaka her gittiğimde bir yeni sanatçıyla beni tanıştıran müzemize maalesef artık bir değil iki güvenlikten geçerek, herhalde dünyada bir ilk olarak ‘duvarlarla çevirili bir meydan’dan giriyoruz.

Artık üzerine çok konuşulduğu için aynı şeyleri uzun uzun söylemeyeceğim ama; müzenin yine boğaz kenarında olması, eski antrepo günlerine referanslı seçimlerin (malzeme, form… vb.) olması, içinde ücretsiz ve müzenin açık olduğu her gün kullanılabilen küçük de olsa bir kütüphanesinin olması, sergi alanlarının sadeliği, mekansal boyutlar ve yansıma havuzlarıyla terası olumlu bulduğum şeyler.

Emre Erbirer’in tanımıyla ‘lüks ve vasatın Orta Doğu estetiğinde bir araya geldiği karma bir kompleks’ olan Galataport’un içinde olması, kamusal bir mekana iki güvenlikten geçerek giriyor olmamız, girişte kilitli dolaplı (locker) bir sistemin olmaması ve onun yerine alt kattaki vestiyere gitmek durumunda olunması, alt katın (sanıyorum konferans salonu nedeniyle) asma kat anlamına gelen mezzanine kat olarak anılması, müze mağazasının ultra aşırı çok pahalı olması (bir bez çanta 1.ooo TL – 37 USD! civarında), restoranın müzenin göbeğinde kalması (eski müzede yeri çok daha uygundu) ve tanımsız (ama bizi ihtimallere açan bir tanımsızlık değil!) alanların çokluğu ise ilk bakışta gözüme çarpan olumsuzluklar.

Mimariyi bir yana bırakıp serginin içeriğine gelecek olursak, kalıcı sergide bildiğimiz eserler vardı. Eski dostları yeniden görmek gibi oldu bazı buluşmalar. Bir de belki yeni olmasa da bu sefer çok ilgimi çekenler oldu. Bu yazıda biraz onlardan bahsetmek isterim.

Nezahat Ekici‘yi ben bu zamana kadar nasıl hiç keşfetmedim bilmiyorum! Blind adlı 2007’den bu yana sergilediği performansının bir videosu vardı sergide. Pek değerli performans sanatçısı Marina Abromoviç‘in öğrencisi olduğu her halinden belli olan, izleyenleri rahatsız eden ama bir yandan da bir kurtuluş hikayesine dahil eden bu performans etkileyiciydi. Sanatçının başka işleri de sergi kapsamında görülebiliyor.

Taner Ceylan‘ın ve Sarkis’in eserlerini görmek her zamanki gibi güzel bir deneyimdi. (Sarkis’in Arter koleksiyonundaki işleri Şubat 2024’e kadar Arter’de yeni bir sergi ile sergileniyor!)

Alidja Kwade‘nin Hypothetical Figure III isimli yapıtı, uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayan yollar olabileceğini öne süren Solucan Deliği teorsini çıkış noktası olarak alıyor ve borular içinde zamanda yolculuk yapan sert granit un ufak oluyor. Zamanın geçiciliği ve her şeyin birbiriyle görünmez bağları olduğunu vurgulamayı amaçlayan yapıt boyutu ve konumuyla müzede oldukça dikkat çekiyor.

Son olarak 2002 yılında Abdülmecit Efendi Köşkü’nde düzenlenen “İsmi Lazım Değil” sergisinde Pneuma isimli çalışmasını gördüğüm sanatçı Hera Büyüktaşçıyan‘ın, İstanbul  Modern’de 4 farklı platform üzerinde sergilenen Sonsuz Takımadalar Üzerine Bir Çalışma isimli çalışması yer alıyor. Birbirinden uzak mekan ve zamanlara ait yapı parçalarını, altlarına eklediği insan ayaklarıyla ait oldukları zamandan bağlamsızlaştırıp yeni bir yolculuğa çıkarmayı hedefleyen sanatçı, istediği o “canlanmış” etkiyi fazlasıyla sağlıyor. Bir araya gelip buluşmadalar gibi duran bu ‘canlı’ ve ‘ayaklanmış’ nesneler, her an yeni hayatları için başkaldıracak gibiler.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Dipnot: Cidden Galataport’un planlaması ve proje kararlarını konuşmaya başlasak sabaha kadar sürer ama bunu söylemeden geçemeyeceğim. Müzeyi bir şehir plancı ile birlikte gezip, bir noktada da meydana bakan bir cephede oturunca, meydanın tasarımı üzerine biraz konuştuk. Ana yaya akslarını yakalayamayışı, araç ve yaya yoluyla ilişkisinin olmayışı, hemen yanı başındaki Tophane Kasrı ve Nusretiye Cami ile bir duvarla ilişkisinin koparılışı, o duvarın meydanı kamusal alandan ayırması ve güvenlikle içeri giriliyor olunması gibi bir takım eleştirilerimizi sıraladık. Merak ettim, eve gelince Salt’ın arşivinden Pervititch haritalarına baktım.

İnsan üzülmeden edemiyor, bu kocaman alanı baştan yaratırken şu meydanı açamayacak kadar mı parasızdık veya paraya düşkündük! 1927’deki planda görüldüğü üzere bu alan şimdiki Meclis’i Mebusan Caddesi’nden denize kadar açık. Yani caddeden itibaren denizle ilişki kurabiliyorsunuz. Kasrın bahçesi, yanındaki denize kadar uzanan aks, iki yanındaki camiler, sancak kulesi, çeşme ile tüm alan ilişki halinde.

Bu ülkenin bu meydan beceriksizliğinin yıllar geçtikçe kötüye gidiyor olması gerçek bir inceleme konusu. Politikasıyla, değişen kültürüyle, mülkiyet konusuyla, güvenlik sorunlarıyla (korkutmasıyla!) ve ekonomisiyle çok derin bir analiz gerektiği kesin!

 

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Sanal Sergi Deneyimi: İstanbul Modern Şimdinin Peşinde

Günümüz dünyasında insanlık hallerine odaklanan Şimdinin Peşinde adlı koleksiyon sergi 2018-2020 yılları arasında İstanbul Modern’in Beyoğlu’ndaki geçici mekanında ziyarete açıktı.

33 sanatçının 42 çalışmasına yer veren, insanın kentle, doğayla, fiziki çevresiyle ve kendi benliğiyle olan ilişkisini; tarihsel, toplumsal ve kişisel bağlamda irdeleyen yapıtları bir araya getiren sergi pandemi döneminde online ziyarete açıldı. 

Sanki sergiyi gerçekten geziyormuşçasına hareketlenen kamera ile belirlenen yerlerde durup, yakınlaşıp uzaklaşarak bir kamera gözünden dokusu, hissi ne kadar algılanabilirse, o kadar algılanıyor eserler. Ayrıca eser açıklamalarının kimini yazı olarak okuyabiliyorsunuz, kimini ise sanatçının sesinden kendi açıklamasıyla dinleyebiliyorsunuz. 

Ne kadar süre daha açık kalır bu online sergi bilmiyorum ama fırsatınız varken güzel bir zamanınızı ayırıp ziyaret etmenizi tavsiye ederim. Sergi linki için tıklayınız.

Sergide özellikle dikkatimi çeken bazı eserlerle ilgili bir iki kelam edeceğim. 

Yandaki bu eser Necla Rüzgar‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı ve akrilik boya ile yapılmış İç Fauna adlı 130x200cm boyutundaki bu eser aslında yurtlarından ettiğimiz hayvanlardan yola çıkan bir üst anlatıya sahip. Sanatçının kendi sesinden anlattığı yorumunda yerinden ettiğimiz hayvanlarla aramızda oluşan uçurumdan ve kimi hayvanları ise evcilleştirerek artık hayvan bile diyemeyecek hale getirişimizden bahsediyor. Eserinin temel anlatısında ise içimizde yaşayan farklı hayvanları, bunların farklılıklarından beslendiğimizi ve uykunun uyanmaya yakın evresinde geleceğe hazırlanma halimizi resmettiğini söylüyor. 

Bu çalışma vahşi hayvanları içerse de garip bir huzur ve sakinliğin yanında, resimdeki kadının gücünü ve doğayla uyumunu da insana geçiriyor. Oldukça etkilendiğim, bir çok hisler bütününü oluşturan bir eser.

Yandaki eser ise Murat Akagündüz‘e ait. 2015 yılında tual üzerine reçine ile yapılmış Soma adlı 200x300cm boyutundaki bu eseri ilk gördüğüm an, kompozisyon oldukça dikkatimi çekti. Hikayesini okumadan önce dakikalarca inceledim fakat sonra hikayesi gerçekten uzun süre aklımdan çıkmayacak şekilde beni etkiledi. 

Anadolu^da ağrıların giderilmesi için tülbent üzerine sürülerek uygulanan çam reçinesini kullanarak yaptığı eserinde Akagündüz, 2013 yılında Soma faciasında hayatını kaybedenler anısına Soma’nın Google Earth’teki harita görselini resmeder. Dünyadaki diğer madenler gibi kuşbakışı bakıldığında cerrahi bir yaraya benzeyen bu coğrafyada gelişme ve kalkınma adı altındaki hedeflere giderken insan hayatına verilen değeri sorguladığı eseri. beni anlam, amaç ve yöntemleri bakımından derinden etkiledi. Sanatçının bundan sonraki eserleri yakın takibimde olacak.

Bu eser Taner Ceylan‘a ait. 2015 yılında tual üzerine yağlı boya ile yapılmış. Beyaz Fonda Alp adlı 115x180cm boyutundaki bu eser iki an arasındaki arayı ve sonsuz olanakları resmeden, hiperrealist çalışmalarına aşina olduğumuz Ceylan’ın “an” dışında zamanı resme dahil etmeye çalıştığı bir deneme.

Bir erkeğin bir Prima Donna’ya dönüştüğü anı, içimizde bizden kaç tane olduğu sorusunu ve gerçeği/gerçekçiliği sorgulamayı hedefleyen eser, tekniği ve yarattığı etki ile oldukça değerli.

Bol Ödüllü Film: Yozgat Blues

Bol Ödüllü Film: Yozgat Blues

yozgatblues

  • Yönetmen : Mahmut Fazıl Coşkun
  • Tür: Dram, Komedi
  • Yapım: 2013, Türkiye/ Almanya
  • Oyuncular: Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak
  • Süre: 96 dk

“Yetmişli yılların popüler şarkılarını söyleyen Yavuz artık kariyerinde bir çöküş eşiğine düşmüş ve bir alışveriş merkezinin zemin katında, küçük bir ses sistemi eşliğinde, düzensiz aralıklarla müşterilere şarkılar söylemektedir. Bunun yanı sıra bir belediyenin düzenlediği ücretsiz müzik kursunda katılımcılara müzik dersleri vermektedir.

Neşe, Yavuz?un belediye kursundan öğrencisidir. Marketlerde sucuk standında müşterilere sucuk tanıtımı yapmaktadır.

Yavuz, Yozgat?ta açılan bir gazinoda şarkı söylemesi için teklif alır. Neşe, Yavuz?a kendisinin de çalışmak istediğini söyleyip, birlikte gidebilmek için teklifte bulunur.

Yavuz ve Neşe birlikte Yozgat?a giderler. İkili bir süre sonra Yozgat?ta yaşayan berberlik yapan Sabri?yle (30) tanışırlar. Sabri?nin hayatında iki amacı vardır; bir kızla evlenmek ve kendi kuaför dükkanını açmak.

Yozgat?ta, İstanbul?dan gelen iki şarkıcı ve bir berber arasında kimi zaman dramatik kimi zaman da komik olaylar gelişmeye başlar.”

İstanbul Film Festivali’nde “Uzak İhtimal” filmi ile Altın Lale En İyi Yönetmen ödülü alan Mahmut Fazıl Coşkun‘un ikinci filmi olan Yozgat Blues, sıcak ve  samimi bir hikayeyi beyaz perdeye taşıyor. İstanbul Modern’deki Biz De Varız! sinema günlerinde izlediğim film için ciddi bir kalabalığı yarmamız ve yer bulmak için koşturmamız gerekti.

Film sonunda senaryoyu Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun ile birlikte yazan Tarık Tufan ve Yapımcı Halil Kardeş söyleşi için geldiler. Dolayısıyla yazıda onlardan aldığımız bilgileri de ekleyeceğim.

Film, ilk dakikasından son ana kadar izleyiciyi yakalamayı Ercan Kesal‘ın mükemmel oyunculuğuyla başarıyor. Dolayısıyla önce kendisiyle başlamalıyım. İstanbul ve Altın Koza Film Festivallerinde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü bileğinin hakkıyla alan oyuncu, filme sonraları dahil olmuş, çokta iyi olmuş. Sevdiği kıza açılamayan, hakettiğini düşündüğü değeri bulamayan, kendini zor ifade eden, yaşı ilerlemiş ve birçok şeyi kaçırmış olan adamı bu kadar iyi oynayabilirdi. Çok çok çok iyiydi.

Kesal’a başrolde eşlik eden ve aslında hikayenin ana karakteri olan Neşe’ye hayat veren Ayça Damgacı‘da benzer şekilde oyunculuğuyla göz doldurdu. Fakat bu noktada, Neşe’nin Yozgat’tan önceki hayatıyla ilgili sadece bir-iki dakikada; sucuk sattığını ve belediyenin verdiği ve Ercan Kesal’ın canlandırdığı Yavuz’un hocalık yaptığı müzik kursuna katıldığını görüyoruz. Hikayenin devamındaki tüm gelişmeler Neşe’ye bağlı olduğundan, onun geçmişiyle ilgili biraz daha bilgimiz olsa daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Çünkü ben filmin sonuna kadar Neşe’yi kafamda oturtamadım. Bir adamla aynı otel odasında kalacak kadar açık görüşlü, blues yapacak kadar müzik bilgisi var, ama Yozgat’ta evlenmeyi düşünüyor? Pek eşleştiremedim parçaları.

Bu eşleştirememeler benim fazla deşmemle ilgili, bunu da belirteyim. Zira film su gibi akıyor ve son dönemde izlediğim en iyi Türk filmlerinden ama takıldığım şeyleri de yazmam lazım değil mi? =)

Örneğin Nadir Sarıbacak‘ın oynadığı karakter. Çok güldürdü fakat bu kadar gerçek bir hikayenin içinde fazla absürd kaldı maalesef. Keşke bu derece abartılı bir mizahı olmasaydı karakterin. Biraz daha tadında bırakılabilse, çok çok güzel olacaktı eminim.

***

Geneline baktığımızda, Yozgat Blues mesaj kaygısı olmayan, durumu olduğu gibi, abartmadan anlatma derdinde olan bir film.  Bu yüzden gerçekliğine hemen alışıyorsunuz. Yönetmenin dediği gibi melankolik bir komedi. İnsan hikayeleri, taşra, gün gün kaybolan ve gerçekleşen hayaller… Hepsi çok güzel bir seyirlik yaratmıştı.

Ayrıca gerçekliği bu kadar hissetmemize yardımcı olan ışık ve mekanlardaki başarı için Görüntü Yönetmeni Barış Özbiçer‘i de kutlamalı. Sinemanın büyüsüne kapılıp abartılı ışıklar, abartılı güzellikler yapmak yerine tıpkı filmin anlatımı gibi saf gerçeği göstermeyi başarmış.

Yalnız artık kabak tadı vermeye başlayan omuz kamerası kullanımı, yine bu saf gerçeği gösterme derdine hizmet etme çabasıyla, o kadar yorucu olmaya başladı ki, başımız dönmeden film izleyemez olduk. Yani filmin içinde bir iki yerde kullanmanın bir esprisi oluyor, evet ama bu kadar çok kullanılması, titreyen görüntüler ve başı dönen seyirciler yaratmaktan başka bir işe yaramıyor. Bunu da şahsi fikrim olarak ekleyeyim.

***

Daha iyisi bulunana kadar, şu ana kadar duyduğum en iyi film isimlerinden birine sahip olan Yozgat Blues henüz vizyona girmedi. Girerse muhtemelen az salonda az kopya ile seyircisiyle buluşacaktır. Kaçırmayınız.

Şimdiden iyi seyirler,

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

Kentsel Dönüşüme Odaklanan Sergi: Musibet

  • İstanbul Tasarım Bienali
  • İstanbul Modern Sanatlar Müzesi
  • 13 Ekim – 12 Aralık 2012

Küratörlüğünü Emre Arolat’ın üstlendiği Musibet, 95 tasarımcı ve mimarın, bugünün İstanbul’unu mimari tasarım ve kentsel dönüşüm çalışmaları açışından irdeleyen ve sorgulayan 30’un üzerinde projesini bir araya getirecek. Seçilen çalışmalar ve bunların sergi alanındaki konumlandırılmasını göz önünde bulundurarak küratör tarafından bir “yerleştirme” olarak tanımlan “Musibet”, sorunlara çözüm üretmek yerine yeni soruların sorulması için bir platform yaratmayı amaçlıyor.

İstanbul Modern’de, EAA-Emre Arolat Architects tarafından özel olarak tasarlanan 1.400 metrekarelik bir mekâna yayılan sergide, maket, video, fotoğraf ve interaktif oyun gibi farklı çalışmalarla musibetin çeşitli yansımaları gösterilirken, “tasarımın gündelik hayattan uzak, değdiği her şeyi meşrulaştıran bir gücü olmadığı” fikrinin altı çizilecek.
“Dönüşüm” başlığı altında, İstanbul’da son dönemde bir tür musibet olarak gündemde olan kentsel dönüşüm yasası ve bu yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte bir mutenalaştırma -gentrification- çabası olarak ortaya konan kentsel dönüşüm projeleri sorgulanacak. Bu süreçlerin aktörlerinden biri olan TOKİ’nin gerçekleştirdiği büyük toplu konut projeleri ile son dönemde inşa edilen adalet sarayları, okullar ve bazı yönetim binaları kanalıyla devreye giren bir tür kimlik dayatması, üst üste çakıştırılarak irdelenecek.

“Anti-Bağlam” başlığında ise yenidünyanın evrensel kabulleri, yeni teknolojilerdeki değişimler, mimari ve moda tasarımı pratikleri arasındaki paralellik tartışılacak.

Emre Arolat küratörlüğündeki sergiyi İstanbul Tasarım Bienali Açılış partisi sonrasında, saat akşamın 10unda gezdim. Gezmek yaklaşık 1 saat sürdü ama bir kere daha gidip sindire sindire tekrar gezmem gerekli. Zira o akşam hayli kalabalık davetliler nedeniyle, serginin bir çok odasına yarım yamalak girebildim.

Bienalin iki ana sergisinden biri olan Musibet, adına uygun olacak bir biçimde ufak ufak sıkıcı bir mekanda sergilenen ve kentsel dönüşümü odağına alan bir çalışmalar bütününü barındırıyor. Bu çalışmalar, sergiyi izlemeye gelenlerin kafasında soru işaretleri oluşturmaya yönelik.

İkinci sefer gezdiğimde daha uzun bir yazı yazarım belki ama şimdilik en çok dikkatimi çeken çalışmalar olan; parçalardan oluşan ve tek bir noktadan bakıldığında İstanbul silüetini oluşturan 2.resimdeki çalışma, İstanbul haritası üzerinde cami,alışveriş merkezi ve cumhuriyet anıtlarını işaretleyerek gözler önüne süren çalışma, interaktif bir oyun olan ve üzerinde yeşil, TOKİ, star mimar gibi butonlara sahip bir zemin ve karşısında bir ekran içeren kent yaratma oyunu, alternatif İstanbul tarihi çalışmalarını öncelikli olmak üzere bu sergiyi mutlaka gezmenizi tavsiye ederim.

İrfan Önürmen, Tüller, Gazeteler…

İrfan Önürmen, Tüller, Gazeteler…

Sanırım bazı problemlerim var. Gecenin bir vakti durduk yere aklıma Mayıs 2010’da gittiğim sergideki bir çalışma geldi. İrfan Önürmen’in “Odada” adlı eseri. (yukarıda)(İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı katkılarıyla gerçekleşen “Gelenekten Çağdaşa” adlı serginin küratörlüğünü Levent Çalıkoğlu yapmış idi, ve İstanbul Modern Sanat Müzesi’nde idi.)

Sergide üzerinde konuşulabilecek çok fazla eser vardı fakat İrfan Önürmen’in eseri beni çok etkilemişti. Kendine özgü bir kolaj tekniğiyle art arta tülleri sıralayarak üç boyutlu bir çalışma yapmıştı. İçindeki insanlar neredeyse fırlayıp yanıma gelecek kadar etkiliydi.

Bu kadar zaman sonra bu çalışmayı nereden hatırladım bilmem ama İrfan Önürmen’in diğer eserlerini inceleme fırsatı bulduğum için çok mutluyum.

1958 doğumlu ressam, 1981-87 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümünde eğitim almış. 1988’de açtığı kişisel sergisinden bu yana 20’den fazla kişisel sergi gerçekleştirmiş. Türkiye’deki çağdaş sanatın önemli isimlerinden olan Önürmen’in tüllerle oluşturduğu ve “skulptül” adını verdiği çalışmaları büyük beğeni kazanıyor. Art arda tül katmanlarıyla oluşturduğu “resim”ler hem üç boyutlu, hem de 2 boyutlu.

İtalya, Amerika, Almanya dahil bir çok yurtdışı sergide de yer alan ressamın eserlerinden en beğediklerim aşağıda. En yakın zamanda yeni çalışmalarını ve sergilerini görmek istiyorum.

zeynep

*********

  • “Panik” adlı sergisinde sanatçı, savaş temasını işliyor. Savaşı televizyon camının arkasında gördüğümüz, gerçek gibi gelmeyen görüntüler ibaret sandığımızı vurgulamak istemiş ve gazeteleri kullanarak yine üç boyut  etkili çalışmalar hazırlamış.

 

  • Pentül , Skulptül (2009)

  • Yeni Bağdat Müzesi, 2009

Yeni Bağdat Müzesi projesi, müzenin, Irak savaşı sırasında Bağdat?ın işgalinde bombalanarak talan edilmesini protesto etmek için yapıldı. İşgal kuvvetleri şehre girdiğinde müzenin duvarında tank ateşinden oluşan delikler oluşturdular. Müzedeki eserler ya yağmalanmış ya parçalanmış ya da yurt dışına kaçırılmıştı. Tarihin en acımasız kültürü ve tarihi yok etme girişimlerinden biri daha başarıya ulaşmıştı. Mezopotamya uygarlıklarına ait eserler artık yerinde değildi.
Müzelerin işlevi basit bir ifadeyle günümüzden önce var olmuş uygarlıklar ile ilgili bir döküm sunmak, olan biten ve yaşayışları hakkında bir fikir edinmemizi sağlamaktır. Bu da bir okuma şeklidir. Benim önerim işte bu noktada ortaya çıkar. Gelecek kuşaklar için  yeni bir müze önerisi olarak bu iş günümüzde olan bitenler için bir okuma önerisi olabilir. Müzeyi yeniden kurma girişimi; müzenin kaybolan eserlerinin yerine yenilerinin konması ve yeniden bir müze mantığı içinde kurgulanmasıdır..
Ben bu savaşı ne gördüm ne de barut kokusunu kokladım..benim gördüğüm televizyonda, gazete ve dergilerdeki enformasyonlardı..savaş bizim için televizyonun içinde ve gazetede gördüğüm fotoğraflardaydı…ama bilgi aktıkça çeşitlendikçe olanların acımasızlığı gerçekliğini hissettirir.
Benim toplumu ve insanı izleme yolu olarak kullandığım görsel malzeme biriktirme ve arşiv oluşturma alışkanlığım içinde bu savaşa ait materyaller de yerini buldu. Savaş, silah, korku, ölüm fotoğrafları ve bu müzenin talanına ait görseller arşivde yerlerini aldılar.
Enformasyonun sembolü olarak gazete kağıdını seçtim. Gazete kağıdı ve arşivim ile oluşturduğum objeler iki bin sene sonra geriye dönüp bakanlar için bu savaş ve bölgede kurgulanmaya çalışılan uygarlık hakkında bir fikir verecektir. Aslında değişen bir şey yok gibi. .. yine iktidara ait figürler, savaş arabaları.  askerler.. silahlar.  esirler..ve yine ölüm.”

  • Yüzler


Skulptül,2004

kaynak: tempo dergisi, istanbul modern, irfan önürmen, pi artswork