Eylül’de Mubi’de Neler İzledim?
Malum evlerdeyiz. Yani en azından ben evdeyim. =) Şahsen Mart ayında kapandığım evden, evden çalıştığım ve pandemi yüzünden panik atağımsı bir halde olduğum için oldukça sınırlı dışarı çıkıyorum. Ne tiyatroya ne sinemaya aylardır gidemiyorum ve çok fena özledim, ağlayacak kadar!
O yüzden bu ihtiyacımı mümkün mertebe güzel filmleri bulup izleyip ruhumu doyurarak gidermeye çalışıyorum. Mubi’ye çok eskiden üye olmuştum ama fırsat bulamıyordum izlemeye, şimdi ise hakkını veriyorum diyebiliriz..
İşte bu ay izlediğim filmler:
Sivas – Kaan Müjdeci – 2014
“Anadolu’nun kasvetli bir köyünde yaşayan Aslan, acımasız bir dövüş sonrası ölüme terk edilen Sivas isimli yaralı bir çoban köpeğini kurtarır. Sınıf arkadaşlarını ve özellikle de hoşlandığı kızı etkilemek için Sivas’ı kullanan Aslan, başka bir çocuğun köpeğiyle amatör bir dövüş bile düzenler.”
Venedik film festivali ödüllü filmi zamanında bir sürü yerde yapılan gösterimlerinde kaçırmayı başarmıştım. Amerika’yı yeniden keşfediyor ve müthiş şaşırtıcı bir açıklama yapıyor gibi olmayayım ama gerçekten çok etkileyici bir filmmiş.
Final sahnesindeki diyalogdan sonra vicdansızlığın öğretilen bir şey olduğunu, saf çocuk hislerimizin büyürken içinde bulunduğumuz toplum tarafından nasıl yok edildiğini ve düzenin olduğumuz kişi olmamızda nasıl da etkili olduğunu günlerce düşündüm.
Evet köpeklerin dövüş sahnelerini izlemek çok zor ve rahatsız edici ama beni asıl rahatsız eden o benimsenmiş kültür ve öğrenilen acımasızlığı insanların yüzlerinde görmek oldu. Ve Sivas’ın bakışları…. Neden köpeğin başrolde oynadığı film dediklerini de anladım. Ve son olarak da Aslan rolündeki Doğan İzci…
Yakın dönem Türkiye sinemasının en etkili filmlerinden biri Sivas, şimdiye kadar izlememiş herkes listesine almalı.
Run Lola Run – Tom Tykwer – 1998
“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”
Gençliğim ve aklımın başıma gelmesi 2000leri bulduğundan, o yıllardan önceki filmlerden sadece kült olan bazılarını biliyorum. Zaman zaman duyduğum tavsiyelerle not aldığım eski filmler oluyor, bu film onlardan biriydi. Yorum olarak “biraz saçma ama çok güzel” yazmışlar, bu yorumu çok tuttum. Gerçekten izlemesi kolay ve zevkli, temposu oldukça üst seviyede. Güzel vakti geçirmek istediğiniz bir zaman izlemenizi tavsiye ederim.
Deniz Seviyesi – Esra Saydam, Nisa Dağ – 2014
Damla, yakın zamanda evlendiği Kevin’la birlikte New York’ta yaşar. Damla Kevin’ı da alarak Türkiye’deki ailesini ziyarete gider. Kevin burada onun ilk aşkı Burak’la tanışacaktır. Burak’ın varlığı, Damla’nın elde etmek için çok çabaladığı konforlu Amerikan yaşamını sorgulamasına sebep olur.
Ah çok ağladım,… Pişmanlık çok ağır, konuşulmayanlar ağır, özlem başka ağır, bir çocuğun sorumluluğu daha başka ağır… Damla’nın içindeki o ağırlıklar izlerken benim omuzlarıma çöktü sanki. Damla Sönmez’in mükemmel oyunculuğu ve müthiş sinematografisiyle film beni içine aldı yuttu. Gerçekten çok çok beğendim, hatta iddialı konuşmak gerekirse, uzun zamandır izlediğim en iyi dram-gerilim filmiydi.
Son Çıkış – Ramin Matin – 2018
İstanbul’da bir mimarlık ofisinde çalışan Tahsin, eski bir arkadaşıyla karşılaşınca tüm hayatını değiştirmeye karar verir. Buradaki tekdüze hayatını geride bırakarak, güney sahillerinde kendini keşfedeceği bir yolculuğa çıkmaya kararlıdır. Oysa önce İstanbul’u terk etmesi gerekecektir.
Öncelikle: Tahsin, I hear you kardeşim! Ah bu inşaat sektörünün içi biz içindekileri, dışı da geri kalan herkesi ayrı ayrı yakar! Ah bu İstanbul’un keşmekeşini bırakması ayrı dert, özlemesi ayrı. Filmi biraz uzun ve sönük buldum ama Fikirtepe’deki o korkunçluğu kayıt altına aldığı için çok sevindim. Gün gelecek tüm Dünya’da okullarda kentsel dönüşüm nasıl yapılmaz diye okutulacak çünkü.
İstanbul’dan kaçmayı düşünenler, İstanbul’dan mı yoksa kendi mutsuzluğunuzdan mı kaçıyorsunuz belki onu sorgulatabilir bu film, bir göz atın derim.
RGB – Betsy West, Julie Cohen – 2018
Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin efsanevi figürlerinden Ruth Bader Ginsburg’un gündelik yaşamına ve sıradışı kariyerine odaklanan belgeselde, hiç beklenmedik şekilde bir pop kültür ikonuna dönüşen Ginsburg’un verdiği hukuk mücadelesinin dünyayı kadınlar için nasıl değiştirdiğini izliyoruz.
Bu ay kaybettiğimiz Ruth Bader Ginsburg’u maalesef ölümü vesilesiyle tanıyıp, hakkında bu yazıyı yazmıştım.
Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel, Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.
Tekrar İzlediklerim
Tahran Taksi – Jafar Panahi – 2015
“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”
2015 yılında festivalde izlediğim Tahran Taksi, Jafar Panahi’nin yasaklı olduğu, hapis yattığı İran’da inatla yapmaya çalıştığı sanatının izlediğim son filmi sanıyorum. İran’ı merak edenlere mutlaka tavsiye ederim.
Moonrise Kingdom – Wes Anderson – 2012
1965 yılının yaz aylarında, iki mektup arkadaşı buluşup New England’daki evlerinden kaçınca aileleri ve bir grup izci peşlerine düşer.
Alışık olduğumuz Wes Anderson dünyasının en tatlı hikayesi buydu sanırım. Çocuk oyuncular, müzikler, ve müthiş bir yolculuk… Tekrar izlerken yine aynı keyfi aldım, tavsiye ederim.
The Artist – Michel Hazanavicius – 2011
George Valentin sessiz filmlerin süper starıdır. Sesli filmin gelişimi onun kariyeri için ölüm çanının ve unutulmanın habercisidir. Sonradan ortaya çıkan genç Peppy Miller içinse yapılacakların sınırı yoktur ve beklemeye geçer. The Artist birbirine bağlanmış kaderlerin hikayesini anlatıyor.
Bu filmi izlediğim yılı ve neler düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. ( Çünkü bloga yazmışım.) Nostaljik etkisi dışında sessiz ve siyah beyaz olması tercihini anlamsız bulmuştum. Bir daha izleyip düşüncelerim değişti mi diye görmek istedim. Değişmemiş. Eski yazıyı okuyabilirsiniz efenim. =)
Captain Fantastic – Mat Ross – 2015
Kuzeybatı Pasifik ormanlarının derinliklerinde yaşayan fedakâr bir baba, altı çocuğunu toplumdan uzakta yetiştirmektedir. Beklenmedik bir trajedi sonucu, kendi yarattıkları cennetten ayrılmak zorunda kalırlar. Dış dünyaya adım atınca, babanın da ebeveynliğe dair fikirleri sarsılacaktır.
İzlenmesi gereken filmler listemde bulunan filmi bir kere daha izlemek istedim. İçinde çok güzel oyunculuklar ve müthiş göndermeler var. Özellikle anne babalar ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında düşünecek çok şey bulacaklar. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.
Vicky Christinae Barcelona – Woody Allen – 2008
Vicky ve Cristina adındaki iki kız arkadaşla ilgili bir trajikomedi. Barselona’da bir yaz tatilinde karizmatik bir adam olan Juan Antonio’yla onun hiddetli eski eşi Maria Elena’nın da içine karıştığı bir dizi romantik karmaşa yaşarlar.
Woody Allen’ın sinemasını seviyoruz, kendisine ise büyük nefretimiz var. Bu eser-sanatçı durumlarını nasıl yapacağız bilmiyorum ama düşünmemeye çalışarak bu filmi bir kere daha izleyeyim istedim. İlk izlediğimde daha mı etkilenmiştim ne?