Eylül’de Mubi’de Neler İzledim?

Eylül’de Mubi’de Neler İzledim?

Malum evlerdeyiz. Yani en azından ben evdeyim. =) Şahsen Mart ayında kapandığım evden, evden çalıştığım ve pandemi yüzünden panik atağımsı bir halde olduğum için oldukça sınırlı dışarı çıkıyorum. Ne tiyatroya ne sinemaya aylardır gidemiyorum ve çok fena özledim, ağlayacak kadar!

O yüzden bu ihtiyacımı mümkün mertebe güzel filmleri bulup izleyip ruhumu doyurarak gidermeye çalışıyorum. Mubi’ye çok eskiden üye olmuştum ama fırsat bulamıyordum izlemeye, şimdi ise hakkını veriyorum diyebiliriz..

İşte bu ay izlediğim filmler:

Sivas –  Kaan Müjdeci – 2014

“Anadolu’nun kasvetli bir köyünde yaşayan Aslan, acımasız bir dövüş sonrası ölüme terk edilen Sivas isimli yaralı bir çoban köpeğini kurtarır. Sınıf arkadaşlarını ve özellikle de hoşlandığı kızı etkilemek için Sivas’ı kullanan Aslan, başka bir çocuğun köpeğiyle amatör bir dövüş bile düzenler.”

Venedik film festivali ödüllü filmi zamanında bir sürü yerde yapılan gösterimlerinde kaçırmayı başarmıştım. Amerika’yı yeniden keşfediyor ve müthiş şaşırtıcı bir açıklama yapıyor gibi olmayayım ama gerçekten çok etkileyici bir filmmiş.

Final sahnesindeki diyalogdan sonra vicdansızlığın öğretilen bir şey olduğunu, saf çocuk hislerimizin büyürken içinde bulunduğumuz toplum tarafından nasıl yok edildiğini ve düzenin olduğumuz kişi olmamızda nasıl da etkili olduğunu günlerce düşündüm. 

Evet köpeklerin dövüş sahnelerini izlemek çok zor ve rahatsız edici ama beni asıl rahatsız eden o benimsenmiş kültür ve öğrenilen acımasızlığı insanların yüzlerinde görmek oldu. Ve Sivas’ın bakışları…. Neden köpeğin başrolde oynadığı film dediklerini de anladım. Ve son olarak da Aslan rolündeki Doğan İzci… 

Yakın dönem Türkiye sinemasının en etkili filmlerinden biri Sivas, şimdiye kadar izlememiş herkes listesine almalı. 

Run Lola Run – Tom Tykwer – 1998

“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”

Gençliğim ve aklımın başıma gelmesi 2000leri bulduğundan, o yıllardan önceki filmlerden sadece kült olan bazılarını biliyorum. Zaman zaman duyduğum tavsiyelerle not aldığım eski filmler oluyor, bu film onlardan biriydi. Yorum olarak “biraz saçma ama çok güzel” yazmışlar, bu yorumu çok tuttum. Gerçekten izlemesi kolay ve zevkli, temposu oldukça üst seviyede. Güzel vakti geçirmek istediğiniz bir zaman izlemenizi tavsiye ederim. 

Deniz Seviyesi – Esra Saydam, Nisa Dağ – 2014

Damla, yakın zamanda evlendiği Kevin’la birlikte New York’ta yaşar. Damla Kevin’ı da alarak Türkiye’deki ailesini ziyarete gider. Kevin burada onun ilk aşkı Burak’la tanışacaktır. Burak’ın varlığı, Damla’nın elde etmek için çok çabaladığı konforlu Amerikan yaşamını sorgulamasına sebep olur.

Ah çok ağladım,… Pişmanlık çok ağır, konuşulmayanlar ağır, özlem başka ağır, bir çocuğun sorumluluğu daha başka ağır… Damla’nın içindeki o ağırlıklar izlerken benim omuzlarıma çöktü sanki. Damla Sönmez’in mükemmel oyunculuğu ve müthiş sinematografisiyle film beni içine aldı yuttu. Gerçekten çok çok beğendim, hatta iddialı konuşmak gerekirse, uzun zamandır izlediğim en iyi dram-gerilim filmiydi.

Son Çıkış – Ramin Matin – 2018

İstanbul’da bir mimarlık ofisinde çalışan Tahsin, eski bir arkadaşıyla karşılaşınca tüm hayatını değiştirmeye karar verir. Buradaki tekdüze hayatını geride bırakarak, güney sahillerinde kendini keşfedeceği bir yolculuğa çıkmaya kararlıdır. Oysa önce İstanbul’u terk etmesi gerekecektir.

Öncelikle: Tahsin, I hear you kardeşim! Ah bu inşaat sektörünün içi biz içindekileri, dışı da geri kalan herkesi ayrı ayrı yakar! Ah bu İstanbul’un keşmekeşini bırakması ayrı dert, özlemesi ayrı. Filmi biraz uzun ve sönük buldum ama Fikirtepe’deki o korkunçluğu kayıt altına aldığı için çok sevindim. Gün gelecek tüm Dünya’da okullarda kentsel dönüşüm nasıl yapılmaz diye okutulacak çünkü. 

İstanbul’dan kaçmayı düşünenler, İstanbul’dan mı yoksa kendi mutsuzluğunuzdan mı kaçıyorsunuz belki onu sorgulatabilir bu film, bir göz atın derim.

RGB – Betsy West, Julie Cohen – 2018

Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin efsanevi figürlerinden Ruth Bader Ginsburg’un gündelik yaşamına ve sıradışı kariyerine odaklanan belgeselde, hiç beklenmedik şekilde bir pop kültür ikonuna dönüşen Ginsburg’un verdiği hukuk mücadelesinin dünyayı kadınlar için nasıl değiştirdiğini izliyoruz.

Bu ay kaybettiğimiz Ruth Bader Ginsburg’u maalesef ölümü vesilesiyle tanıyıp, hakkında bu yazıyı yazmıştım.

Sundance Film Festivali’nde premier yapan RGB adlı belgesel, Ginsburg’u hem kendi ağzından hem iş arkadaşları ve ailelerinin ağzından dinleme imkanını sunuyor. 2019 yılı Oscarlarında en iyi belgesel dalında aday olan ve başka yarışmalarda bir çok ödül sahibi belgeselde her özelliğiyle gerçekten müthiş bir RGB portresi sunuluyor.

Tekrar İzlediklerim

Tahran Taksi – Jafar Panahi – 2015

“Berlin’in yeraltı dünyasından Manni, patronuna emaneti teslim etmek üzereyken her şey ters gider ve para kaybolur. Durumu telafi etmek için sadece 20 dakikası olan Manni kız arkadaşı Lola’yı arar. O da Manni başını belaya sokmadan yetişmek için şehrin içinde yıldırım hızıyla koşmaya başlar.”

2015 yılında festivalde izlediğim Tahran Taksi, Jafar Panahi’nin yasaklı olduğu, hapis yattığı İran’da inatla yapmaya çalıştığı sanatının izlediğim son filmi sanıyorum. İran’ı merak edenlere mutlaka tavsiye ederim. 

 Moonrise Kingdom  – Wes Anderson – 2012

1965 yılının yaz aylarında, iki mektup arkadaşı buluşup New England’daki evlerinden kaçınca aileleri ve bir grup izci peşlerine düşer.

Alışık olduğumuz Wes Anderson dünyasının en tatlı hikayesi buydu sanırım. Çocuk oyuncular, müzikler, ve müthiş bir yolculuk… Tekrar izlerken yine aynı keyfi aldım, tavsiye ederim.

The Artist – Michel Hazanavicius – 2011

George Valentin sessiz filmlerin süper starıdır. Sesli filmin gelişimi onun kariyeri için ölüm çanının ve unutulmanın habercisidir. Sonradan ortaya çıkan genç Peppy Miller içinse yapılacakların sınırı yoktur ve beklemeye geçer. The Artist birbirine bağlanmış kaderlerin hikayesini anlatıyor.

 Bu filmi izlediğim yılı ve neler düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum. ( Çünkü bloga yazmışım.)  Nostaljik etkisi dışında sessiz ve siyah beyaz olması tercihini anlamsız bulmuştum. Bir daha izleyip düşüncelerim değişti mi diye görmek istedim. Değişmemiş. Eski yazıyı okuyabilirsiniz efenim. =)

Captain Fantastic – Mat Ross – 2015

Kuzeybatı Pasifik ormanlarının derinliklerinde yaşayan fedakâr bir baba, altı çocuğunu toplumdan uzakta yetiştirmektedir. Beklenmedik bir trajedi sonucu, kendi yarattıkları cennetten ayrılmak zorunda kalırlar. Dış dünyaya adım atınca, babanın da ebeveynliğe dair fikirleri sarsılacaktır.

İzlenmesi gereken filmler listemde bulunan filmi bir kere daha izlemek istedim. İçinde çok güzel oyunculuklar ve müthiş göndermeler var. Özellikle anne babalar ebeveynlik, eğitim sistemi, şehir-medeni hayat konularında düşünecek çok şey bulacaklar. Bir de sonunda bir cenaze uğurlaması var ki ağlar mısın güler misin, çok acayip.

Vicky Christinae Barcelona – Woody Allen – 2008

Vicky ve Cristina adındaki iki kız arkadaşla ilgili bir trajikomedi. Barselona’da bir yaz tatilinde karizmatik bir adam olan Juan Antonio’yla onun hiddetli eski eşi Maria Elena’nın da içine karıştığı bir dizi romantik karmaşa yaşarlar.

Woody Allen’ın sinemasını seviyoruz, kendisine ise büyük nefretimiz var. Bu eser-sanatçı durumlarını nasıl yapacağız bilmiyorum ama düşünmemeye çalışarak bu filmi bir kere daha izleyeyim istedim. İlk izlediğimde daha mı etkilenmiştim ne?  

FilmEkimi’nde Neler İzleyeceğim?

FilmEkimi’nde Neler İzleyeceğim?

Geldik bir etkinlikten öbürüne koşturacağımız aylara. Bu sene maddi durumum yerlerde, o yüzden baya bir ince eleyip sık dokuyacağım malesef. Özellikle de sinema konusunda. Perdede izlemenin ve hatta festival seyircisiyle izlemenin keyfi bambaşka tabi ki ama alternatif ulaşma yöntemlerini bulabildiğimiz alan sinema olunca, film festivali bilet sayımdan feragat edeceğim üzülerek.

Film Ekimi listeleri açıklandı malumunuz. Her festivalde olduğu gibi önce tek tek filmleri inceledim. Kendimce kırmızı , sarı ve yeşil filmler seçiyorum her festival, seçimlerimi yaptım. Kırmızılar; mutlaka festivalde görmek istediklerim. Eğer sayıları 2-3 ten fazlaysa sabah gidip kuyruğa girilecek demektir. Değilse Biletix’e içimden “sevgi dolu” sözler söyleyerek komisyonumu verip internetten alıveririm. Sarılar; izlemeyi istediğim ama kırmızılar kadar tutkulu yaklaşmadığım filmler. Yeşiller ise yakında vizyona gelecekse festival listemden eleyebileceğim, iki kırmızı filmimin arasındaki bir seansta boşluk varsa doldurmak için izleyebileceğim filmler anlamına geliyor. Ve ne hikmetse her festivalde bu pek umutsuz yaklaştığım yeşil filmler arasından mükemmel bir keşif bulmuş, hayran kaldığım bir yapım izlemiş oluyorum.

Nasıl seçtiğimi anlattıktan sonra sıra geldi seçtiğim filmlere ve kısa notlarıma:

boyhoodKırmızı Liste:

  • İngiliz ressam Turner’ın hayatının son 25 yılı ele alan film Mr.Turner / Bay Turner uzun süredir konuşulan filmlerden. Özellikle başrol oyuncusu Timothy Spall’ın Cannes ödülü ve Oscar’a aday olacağı söylentileri merakımı iyice arttırdı. Ayrıca sanatçıların hayatlarını konu alan filmlere özel bir ilgim var.
  • Bu festivalin “izlemezsem çatlarım” kategorisindeki filmi Boyhood / Çocukluk. 12 yıl boyunca aynı oyuncuları izleyen ve onlarla birlikte gelişen film Berlin’den Richard Linklater’e En İyi Yönetmen ödülü ile döndü.
  • Festivaller yüzünden ilk bulduğum fırsatta Rio’ya gideceğim. Hiç görmediğim şehre resmen filmlerle aşık oldum ve bu aşkımı pekiştirecek yeni film I Love You serisinin üçüncüsü Rio, I Love You / Seni Seviyorum Rio.

jersey_boysSarı Liste:

  • Ha geldi ha gelecek diye beklediğimiz Clint Eastwood filmi Jersey Boys efsane rock?n?roll grubu Frankie Valli and the Four Seasons?ın yükseliş öyküsünü sinemaya aktarıyor.
  • Sene başından beri merakla izlemeyi beklediğim, eleştirmenlerin övgüyle bahsettiği Leviathan, Cannes’dan da ödülü kapınca artık izlemek farz oldu.

the_searchYeşil Liste:

  • Hatırlayanlar vardır belki, herkesin pek beğendiği, yerlere göklere koyamadığı ve nihayetinde Oscarlara boğulan film Artist‘i pek beğenmemiştim. Artist’in yönetmeni Michel Hazanavicius’un yeni filmi The Search / Arayış uzun zamandır kulislerde konuşuluyor. Altın Palmiye için de yarışınca ve müthiş fragmanını da izleyince epey dikkatimi çekmişti.
  • Acayip bir kadın Björk’ün iki yıllık turnesini ve özellikle son konserini konu alan Björk – Biophilia Live belgeseli, bi ince aklımı cezbediyor. Film kötü bile olsa müziğe doyarız kategorisinden…
  • Şeriat geldikten sonra dağılan aileleri anlatan Timbuktu

İyi seyirler…

Türk Sinemasında Mimari

Türk Sinemasında Mimari

Mimari ve Sinema

Mimarlık ve sinema, mekanı kullanarak insanları etkileme, hatta onların yaşamlarını değiştirme gücüne sahip sanat dallarıdır. Bu iki sanat dalından sinema için  yıllar önce bir sinema düşünürü, ana iki ögesinin mekan ve zaman olduğunu söylemiş.

Sinemanın ve televizyonun  insan hayatını büyük oranda etkileme gücü ile mimarinin hayatımızdaki önemi düşünülecek olursa,  bu ögelerin bir arada, duyguyu ve olayları yansıtmada kullanılmasının  doğru bir seçim olduğu yadsınamaz. Zaten 1800 lerin sonlarından beri bir çok örnekte mimari kullanımının en etkili silahlardan biri olduğunu görebiliyoruz.

Sinema ve mimarlık disiplinlerinin ortak paydası fikirleri yoktan var etmeleri ve kurguyla harmanlanmış olmalarıdır. Tiyatroda sahnede ortaya konan kurgu dekorla desteklenirken, sinema da mimari mekanlar kullanılarak desteklenir. Kimi zaman hangi yıllarda yaşadığımızı mimari mekanların stilinden anlarız, kimi zamansa yaratılan mimari mekanların bizde bıraktığı hislerden karakterin analizini yaparız. Böyle birçok amaç için mimariyi oldukça etkili kullanan yönetmenlerden ve filmlerden bazılarını tarihsel süreç içerisinde ele almaya, örneklemeye çalıştım.

Türk Sinemasında Mimari Kullanımı

Türk sinemasında mimari kullanımı ülkemizdeki mimari mirasın çeşitliliği ve  fazlalığı nedeniyle çok etkin olmalı diye düşünüyorum. Çünkü film platosu olacak kasabalar kurmadan mevcutları rahatlıkla kullanma ?lüksü?nün olduğu yegane ülkelerdeniz.

İsteyenler tarihi bir yalıda, ya da konakta  haftanın 3-4 günü çekim yapabiliyorlar? Yıpranma ve tahribatlarla ömrünü oldukça kısalttıkları mimari miraslar bu dizilerin reytinginden daha az önemli çünkü? Çünkü artık önemli olan tüketicilerin neyin daha çok istediği?

1-türk-sinemasında-mimari-gümüş-150x1501-türk-sinemasında-mimari-gümüş2-150x150 En yakınlarda aklıma gelen örnek Gümüş dizisiydi. Özel bir TV kanalında geçen yayın döneminde gösterilen bu dizide Boğaz?daki Abut Efendi Yalısı dizi seti olarak kullanılmıştı. Ailenin tüm yaşamı bu yalıda geçiyordu. Dizi çekilirken yalıda meydana gelen tahribatlar haber konusu olmuştu fakat aynı gazetede o günün en çok izlenen dizisinin de bu dizi olduğu haberi mevcuttu. Yine bir çok TV dizisinin aynı sorumsuz davranışı sergilediğini her yayın dönemi görebiliyoruz.

Kültürel mirası tahrip eden örneklerde mekan sahiplerini ve  dizi ve film yapımcılarını eleştirsem de  ,mekan ve mimari kullanımını tabi ki her zaman böyle kötü olaylarla sonuçlanmıyor.

1-türk-sinemasında-mimari-3

Kent görüntüsünün etkisini, yönetmenlerimizden Nuri Bilge Ceylan ?Uzak? filmindeki İstanbul manzaralarında, helikopter çekimleriyle büyüleyen bir İstanbul izlediğimiz Yılmaz Erdoğan?ın ?Organize İşler? filminde      ( hatta film için ?Başrolünde İstanbul olan film? ifadesi bile kullanılmıştı bu çekimler sayesinde) görmüştük. Yine aynı filmde sadece İstanbul?un güzel manzarası  değil, araba kaçakçılığı yapılan arka sokakları da mekan olarak kullanılır.

4-eşkiya-150x150

Örneklere, Yavuz Turgul?dan ?Eşkıya? (özellikle Şener Şen?in sular altında kalan evleri gördüğü sahnevle, final sahnesi), Serdar Akar?ın ?Gemide? filmi, Atıf Yılmaz?ın ?Ahh Güzel İstanbul? filmi eklenebilir?

6-anayurt-oteli-150x150

Ömer Vardar?ın ?Anayurt Oteli? filmi de Türk sinemasındaki mekan kullanımına iyi bir örnektir diye düşünüyorum. Yusuf Atılgan?ın romanından uyarlanan filmde karanlık, boş ve tavanı yüksek otel odaları gerilime oldukça kasvetli bir hava yaratarak katkıda bulunur.

Kaynakça:

  • http://www.yapi.com.tr/turkce/Haber_Detay.asp?NewsID=49477
  • http://mimarlikdevrimi.blogspot.com/2007/08/sizce-mimarlk-ve-sinemann-ne-tip-ortak.html
  • http://forum.arkitera.com/mimarlik/14105-mimarlik-utopya-ve-sinema.html
  • http://www.bursamimar.org.tr/htm/mimar_babam.htm
  • http://www.ytumimarlik.com/sf-announces-of-YTu_Mimarlik_Fakultesi_Sinema_Mimarlik_Haftasi-anid-11-cp-456.htm
  • http://www.netkitap.com/kitap/65879/sinemada_mimari_acilimlar_halit_refig_filmleri.htm
  • http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=15661
  • http://www.yapikitabevi.com/kitap_detay.asp?kitap=9789758716401
Mimarların Yasamları Sinemada

Mimarların Yasamları Sinemada

mimarların-yaşamları1-235x300Nathaniel Kahn , ?My Architecht? isimli filminde, 11 yaşındayken kaybettiği babasının hikayesini arar ve bu arayış yolculuğunu anlatır. Dolayısıyla da kendi hikayesini?

Filmin açılış sahnesi olan Mimar Luis Kahn?ın ölümüne ilişkin bilgilerin anlatıldığı ve mekanların gösterildiği bölümde, metronun o ince uzun, doğal ışık almayan koridorlarıdır mekan?Ve başrol oyuncusu yoktur, sadece anlatıcı vardır.

Sonraki bir çok sahnede anlatıcı Nathaniel Kahn ya gezdiği mekanların, sokakların şehirlerin ya da eski kayıtların üzerinden konuşur.

mimarların-yaşamları2-150x150

Özellikle benim en çok etkilediğim sahne California?daki ?Salk Institute for Biological Studies? yapısının sert zemin olan avlusundaki çocuk ve binaların müthiş bir perspektif sergilediği sahnelerdir. Paten kayarken, sanki bina babanın modeli olur ve onunla oyun oynar gibidir?.

 

mimarların-yaşamları3-214x300

Yönetmenliğini Sydney Pollack?un yaptığı ?Sketches of Frank Gehry?, Mimar Frank Gehry?nin eskizlerinden yola çıkıp binalarının oluşum aşamaları (bilgisayarda modellenmesi, maketi, inşası) incelenir.

Mimarın oldukça esnek ve dikkat çekici tasarımları yönetmenin mekan problemini ortadan kaldırır. Çünkü filmde kullanılan tüm binalar yönetmenin mekan kullanım başarısından daha çok Frank Gehry?nin kurgu başarısını ve tasarım çılgınlığını ön plana çıkarır. Bu film, mimari kullanarak sinema yapılması değil de, mimarinin kendini göstermek için sinemayı kullanması gibidir.

Sinema ve Mimarlık: Tarihsel Süreçteki Kesişimler

Sinema ve Mimarlık: Tarihsel Süreçteki Kesişimler

Mimarlık ve sinema, mekanı kullanarak insanları etkileme hatta onların yaşamlarını değiştirme gücüne sahip sanat dallarıdır. Bu iki sanat dalından sinema için, yıllar önce bir sinema düşünürü ana iki öğesinin “mekan ve zaman” olduğunu söylemiş.

Sinemanın ve televizyonun  insan hayatını büyük oranda etkileme gücü ile mimarinin hayatımızdaki önemi düşünülecek olursa, bu öğelerin bir arada, duyguyu ve olayları yansıtmada kullanılmasının  doğru bir seçim olduğu yadsınamaz. Zaten 1800lerin sonlarından beri bir çok örnekte mimari kullanımının en etkili silahlardan biri olduğunu görebiliyoruz.

Sinema ve mimarlık disiplinlerinin ortak paydası, fikirleri yoktan var etmeleri ve kurguyla harmanlanmış olmalarıdır. Tiyatro sahnesinde ortaya konan kurgu dekorla desteklenirken, sinemada mekanlar kullanılarak desteklenir. Kimi zaman hangi yıllarda yaşadığımızı mekanların stilinden anlarız, kimi zamansa yaratılan mekanların bizde bıraktığı hislerden karakterin analizini yaparız. Böyle birçok amaç için mimariyi oldukça etkili kullanan yönetmenlerden ve filmlerden bazılarını tarihsel süreç içerisinde ele almaya, örneklemeye çalıştım.

1920ler

Dziga Vertov?un ?Film Kameralı Adam?(1929) filmi için ?geçen yüzyılın modern kentleri için sözsüz bir güzelleme” tanımlaması yapılır.

?Sinema-göz? kuramının yaratıcısı olan Dziga Vertov, diyalog ve açıklama imgelerinin olmadığı bu sessiz filminde sosyalist kentin yaşamını, o yılların kentsel mekanlarını kullanarak anlatır. Filmde anlatıcı çoğu zaman içindeki insanlara kurduğu yaşamlarla kentin ta kendisidir…

Fritz Lang?in 1927 yapımı Alman dışavurumcu, bilimkurgu filmi ?Metropolis? ise gelecekte ikiye ayrılan insan türünü, mükemmel şehir tasviriyle seyirciye aktarır. Makinelerin dünyası, başlangıç sahnelerinde müthiş ışıkları ve ezici büyüklükleriyle görünen binalar, çok yükseklerden giden yollar ve benzeri birçok tasvir filme olağanüstü bir mekan anlayışı getirir.

Robert Wiene’ın Alman dışavurumcu, 1920 yapımı filmi ?The Cabinet of Dr. Caligari? korku filmlerinin ilk örneği olarak gösterilir. Bir uyurgezere Dr.Caligari tarafından işletilen cinayetleri konu alan filmde açılı duran duvarlar, açılı vuran gölgeler tasvir edilen mekan dönemin içinde bulunduğu durumu ve filmdeki kasveti yansıtır. Özellikle devlet yapılarındaki (hemen hemen filmdeki tüm yapılardaki) çarpıklıklar birer göndermedir.

1940lar

1941 yapımı ?Citizen Kane? filminin yönetmeni Orson Welles, açılışı can sıkıcı bir mekan olan (ki Kane?in dudaklarından Rosebud kelimesi dökülerek öldüğü sahneye hazırlıktır) şatoyu, uzak bir çekimle güç simgesi halinde göstermeye çalışarak yansıtır. Welles tüm film boyunca, hava çekimleri ve alttan çekimlerle o iktidarı vurgular, mekan ve açıları oldukça başarılı kullanır.

1949 yapımı olan, yönetmenliğini King Vidar?ın yaptığı ?The Fountainhead? adlı film Ayn Rand?in aynı isimli romanından yola çıkarak çekilmiştir. Düzenin aksine kendi doğrularından yola çıkarak binalar tasarlayan, bu nedenle de mimarlık bölümünden kovulan Howard Roark?ın ve onun tam tersi düşüncelere sahip başka mimarların, hem mesleki yaşamlarını hem de aşkları konu alan film, baştan sona mimari anlatılara ve görselliklere dayandırılmıştır.

1948 yapımı ?Germany Year Zero? filminin yönetmeni Roberto Rossellini ilk sahnelerde bize savaştan sonra Almanya?nın içinde bulunduğu durumu şehrin yıkık dökük görüntüleriyle verir, oldukça etkileyici olan bu sahneler savaşın sonuçlarını, yaşamların nasıl etkilendiğini binaların tasvirleriyle gösterir. İnsanlarda binalar gibi yıkık döküktür. Kent gibi aileler de paramparçadır..

1960lar

1965 yapımı Jean-Luc Godard?ın yönetmenliğini yaptığı Fransız yeni dalgasının önemli filmlerinden olan ?Alphaville? bir bilimkurgu filmidir.

Uzaydaki bir gezegende bulunan Alphaville şehri, tüm tasvirlerde Paris?i oldukça andırır. Kim bilir belki yönetmen çok uzak gelebilecek olan başka bir gezegeni, aslında tanıdık olana benzetmeye çalışıp mekana alışmamızı sağlamaya çalışmıştır?.

1980ler

1987 yapımı ?Der Himmel über Berlin? filmi yönetmen Wim Wenders?in bölünmüş Berlin?den insan ve yapı manzaralarını bolca kullandığı bir çok ödüle layık görülen yapıtıdır. Filmde, Berlin?in, meleklerin izledikleri hayatlara arka plan oluşturduğunu görürüz.

Ridley Scott?ın yönetmenliğini üstlendiği ?Blade Runner? filminin konusu ise 2019 yılında geçer. Yine konusu gelecekte geçen birçok bilimkurgu filminde olduğu gibi, gelecekte olduğumuzu uçan arabalar, devasa binalar ve güneş gözlüğü takmış robot adamlardan anlarız.

1990lar

Andrew Niccol?ün 1997 yapımı bilim kurgu filmi  ?Gattaca? insanoğlunun milenyum hakkındaki düşüncelerinden yola çıkar ve ileriki yüzyılda daha çok önem kazanılacağı düşünülen ?gen? ve kusursuz insan kavramlarını irdeler.

Filmin büyük çoğunluğu, ünlü mimar Frank LLoyd Wright? ın tasarladığı en büyük binalardan olan Marin County Civic Center?da geçer. Mimarın ustalıkla tasarladığı birçok detay filmdeki birçok sahnede oldukça etkileyici bir biçimde kullanılmıştır.

2000ler

Steven Spielberg?ün 2045 yılında geçen bilimkurgu filmi ?Minority Report?(2002) bize geleceğin Washington?unun mekanlarını animasyon kullanarak yansıtır. Dikine yol alan arabalar, inanılmaz hızla giden taşıtlar, büyük oranını yolların kapladığı metropol zihnimizde geleceğin mega kentleri hakkında bir hayal dünyası çizer. Filmin gelecekte geçtiğiyle ilgili ipuçlarının neredeyse tümünü bu mekan kurgusundan alırız.

Kátia Lund ve Fernando Meirelles imzalı, 2002 yapımı ?Cidade de Deus (Tanrı kent)? filminde ise başrol oyuncusu olarak Brezilya?daki Tanrı kent isimli sosyal konutlar öne çıkar. Yaşanmış olaylardan yola çıkarak çocukların bile ellerine silah alıp insan öldürdüğü yaşamları anlatan filmde, oyuncular da mekanlar da gerçektir ve oldukça fakir ve korkunç bir yaşantının sürdüğü bu konutlar filmin içine girebilmemizde önemli rol oynar.

Yönetmenliğini Wolfgang Becker?in yaptığı ?Good bye Lenin? filminde, 1990ların Almanya?sında,  Berlin duvarının yıkılmasıyla Doğu Almanya?nın geçirdiği değişimi ve bu değişimi sosyalist annesinden saklamaya çalışan bir çocuğu izliyoruz. Başrolde tüm bu yaşananları anlatan Berlin kenti ve sokaklarının olduğu film 2003 yapımıdır.

Kaynakça:

  • http://www.yapi.com.tr/turkce/Haber_Detay.asp?NewsID=49477
  • http://mimarlikdevrimi.blogspot.com/2007/08/sizce-mimarlk-ve-sinemann-ne-tip-ortak.html
  • http://forum.arkitera.com/mimarlik/14105-mimarlik-utopya-ve-sinema.html
  • http://www.bursamimar.org.tr/htm/mimar_babam.htm
  • http://www.ytumimarlik.com/sf-announces-of-YTu_Mimarlik_Fakultesi_Sinema_Mimarlik_Haftasi-anid-11-cp-456.htm
  • http://www.netkitap.com/kitap/65879/sinemada_mimari_acilimlar_halit_refig_filmleri.htm
  • http://www.arkitera.com/news.php?action=displayNewsItem&ID=15661
  • http://www.yapikitabevi.com/kitap_detay.asp?kitap=9789758716401