Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Geçen gün şunu düşündüm: Bir sürü sevdiğim tiyatro ekibi var ama Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

— Bu noktada sadece oyunla ilgili yorum okumak isteyenleri aşağıya alalım, biraz kişisel geçmişimden ve deneyimimden bahsedeceğim çünkü şu an anılarını anlatan 90 yaşında bir dede ruhu var üzerimde —

Ne diyordum, Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

Birden fazla verdiğim cevaptan ilki ve en önemlisi, sanırım benim gibi işi “mekan” olan biri için, her seferinde oyundan önce mekanı deneyimleme fırsatı sunmaları olacak. Tiyatrolarda genelde deneyimlenen tek mekan sahne oluyor. Bazı tiyatrolar için fuayesi, çok nadirleri için kafesini de işin içine katabiliriz. Ama Dot’un mekanlarında hem onlardan hem benim kişisel bakışım ve yaşanmışlıklarımdan kaynaklı bazı vurgular var ve beni çok etkileyip mekanları içselleştirmemi sağlıyor.

İkincisi ise oyunların tokat etkisi. Dot Tiyatro’nun tam 15 oyununu izlemişim şimdiye kadar, bu 16. oldu. Hepsinde de oyun boyunca beni içine aldı ama esas önemlisi çıkışta ve sonraki günlerde de etkisi devam etti, üzerine konuştuk, tartıştık. 

Üçüncü ve sonuncusu ise benim gibi yerleşiklik, kişisel mekânsal hafızasına düşkünlük ve mekânsal devamlılık seven birini bile her seferinde heyecanlandıracak ve yeni mekanı ve deneyimini hızla benimsetecek bir değişiklik yapıyor olmaları. 

2008 yılında henüz hala mimarlık öğrencisiyken, bir öğrenciye göre bile pahalıydı o dönem özel tiyatrolar, duyduklarımızdan çok meraklanıp bilet almıştık. In-your-face diye bir akım var, yüzüne tiyatro, gerçek gibi, çok etkileyici diye laflar dolaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla o dönem bu tarz oyunlar Türkiye’de Dot dışında yoktu.

Neyse telefondan bilet almışız, heyecanlıyız, gençliğimiz var (!), İstiklal Caddesi’nde Mısır Aparmanı‘nı bulduk. 1910 yılında inşa edilmiş binanın mermer merdivenlerden çıka çıka doğru katı da bulduk. Tarihi bir binanın içinde bir daire katında tiyatro nasıl olacak derken gerçekten butik bir sahne çıktı karşımıza. Siyah kutuda bir evin odası dekor. Odanın hemen dibinde sandalyeler. (Şimdi normalimiz bu ama ben ilk defa sahnenin bu kadar dibinde, salonlarda olan koltuklara değil de açılır kapanır sandalyeye oturulan bir düzen görüyordum.) Mekanın sahibi gibi en ön en ortaya kurulduk. 

Karatavuk. On iki yaşındayken cinsel tacize uğradığı adamla on beş yıl sonra tekrar karşı karşıya gelen genç bir kadının adamla yüzleşmesi. İstiklal Caddesi’nde bir aparman dairesinde bir avuç insanız, karşımızda o anlar konuşuldu, o kıza tekrar tecavüz edildi, kavga ettiler sandalyeler sular havada uçuştu, üstümüz başımız ıslak, o pislik adam tam önümüzde…

Oyun bitti, az önce neye şahit olduğumuzdan emin olamadan İstiklal’in kalabalığında yürürken önce sessizlik sonra konuşmaya başladık. Günlerce etkisinden çıkamadım, günlerce etrafıma anlattım. 

Sonra Maçka G-Mall‘a taşındılar. İş çıkışı gidip önce kutsal mekanım D&R’da bir tur, sonra NumNum’da makarna yada Dot’un Pop-Up kafesinde bir atıştırma, sonra oyun, yine o kara kutuda yüzümüze vurulan gerçekler, oyun çıkışı Dot’un kafesinde kendi aramızda, diğer seyircilerle, bazen oyuncularla tiyatronun sahipleriyle oyunun kritiği…

Sonra Kanyon.

( Burada yine bir parantez açmalıyım, bugün hatıralar tekneme bindim çok açıldım ama Kanyon’daki Cinebonus sinema salonu benim gibi harçlığı kısıtlı öğrenciler için büyük nimetti o dönem. Turkcell ile bir kampanyaları vardı, haftanın belli bir günü gündüz seansları bilet fiyatları yarı yarıya olurdu, o günkü derslerimi eker hemen sinemaya koşardım. 2-3 film üstüste izlediğim olurdu. Restoranlar, mağazalar, sinema bile çok lüks görünürdü gözüme.)

Seneler sonra Dot Kanyon’a taşınınca, artık öğrencilik bitmiş iş hayatı başlamışken Kanyon’a gittiğimde. Önce kutsal mekanım D&R’ı ziyaret edip sonra restoranda bir şeyler yiyip oyun izlemek, o eski günlerimin anılarını canlandırırdı. 

Velhasıl, sene 2020 oldu, Dot dedi ki biz ormandayız, açık havada sahnemiz var gelin. Haydaa! Ben apartman çocuğuyum, doğayı seven ama içinde olmaktan haz etmeyen konfor düşkünü bir şehirliyim, ne işimiz var ormanda?! Öte yandan Korona’dan deli gibi korkuyorum, 8 aydır ne tiyatro ne sinema yüzü görmedim, içim kurudu.

Tamam dedim gidelim, bakalım bu sefer nasıl bir mekanla karşılaşacağız? En kalın kışlık kabanım, ayağımda yünlü çorap, kahve termosum ve kamp sandalyemi aldım, Üsküdar’dan Kemerburgaz Kent Ormanı’na açık havada oyun izlemeye gittim. True story!

Açıkçası parka bile gidince aman sinek ısırdı, uf böcek geldi diye takılan bir tip olduğumdan, orman fikri biraz korkutucuydu fakat tiyatronun olduğu alan korktuğum kadar bakir değil. Otoparkı düzenlemişler. Tuvaletleri, güvenliği her şeyi var. Bir zaman sonra açılacak bir kafe de olacak ama şimdilik bir stand ile içecek ve atıştırmalık alabiliyorsunuz.

Ortada bir meydan, kamp sandalyelerimizde oturuyoruz, etrafta irili ufaklı ahşap binalar, ve tabi ki orman.

Murat Daltaban oyun öncesi kısa bir girizgah yaptı. Bu yeni deneyimden bahsetti, ormanın havasının tadını çıkarmaktan ve açık havanın rastlantısallığından konuştu. Ki hava o kadar durgun ve güzeldi ki, gerçekten müthiş eşlik etti.

İlaveten klasik kurallara bağlı değiliz isteyen kalksın hareket etsin dedi ki Allahtan kimse böyle bir şey yapmadı.

Daha tiyatro adabını yeni öğrendik Murat Bey’cim lütfen bozmayın dedim içimden. Bilen bilir ben telefonu çalandan, kıpırdanıp dikkatimi dağıtandan, pet şişesinden haşır huşur su içinden, sesli yorum yapandan, gereksiz gülenden bıkmış durumdayım. Oyunu izlemek istiyorum dağıtmayın dikkatimi! Ayağa kalkıp gitmek gelmek nerden çıktı, oturun oturduğunuz yerde 1 saatcik! =) Çok şükür ki sadece 1 kez telefon çaldı ve 2-3 kez şalların poşetlerini hışırdattılar, onun dışında mis gibi bir oyun izledik.

Artık oyunun konusunun etkisinden mi bilmiyorum bugün bu yazıda çenem düştü, ama kişisel tarihimin 12 yılında 16 oyununu izlediğim bir tiyatroyu ancak bu kadar özet geçebildim.

Yeni deneyimlerde görüşmek dileğiyle, buyrun oyunla ilgili yorumuma.

  • Limon, Limon, Limon, Limon, Limon
  • Yazan: Sam Steiner
  • Yöneten: Mert Öner
  • Oynayanlar: Gizem Güçlü, Serhat Parıl

Birbiriyle sayılı kelimeyle iletişim kurmaya çalışan bir çift, avukat bir kadın ve müzisyen bir erkek.

Kelimelere el konulmuş bir dünyada, birbirini anlamaya çabalayan bir kadın ve bir erkek.

Her akşam eve döndüklerinde kaç kelime hakları kaldığını hesaplıyor, kendilerine özel kısaltmalar yapıyorlar.

Normal şartlar altında birbirimizi ne kadar anlıyoruz, kelimeler ne kadarını karşılıyor anlatmak istediklerimizin?

Susmak mı zor, yoksa susturulmak mı?

Oyun, bir avukat ve bir müzisyenin kedi mezarlığında tanışmaları ile başlayan ilişkilerini ve zamanla ilişkinin geçtiği aşamaları, İngiltere’de yürürlüğe giren ve konuşmayı günde 140 kelime ile kısıtlayan yasayı odağına alarak irdeliyor.

İkili ilişkiler penceresinden yasakları ve özgürlüğü, konuşmayı, doğru ifadeyi ve susmayı irdeleyen Limon, Limon… İngiltere’de distopik bir kurgusal zamanda geçiyor ve tıpkı kitapların yasaklandığı Fahrenheit 451’deki gibi bir dünya yaratıyor.

Yasadan önce ve yasadan sonrasını oldukça karışık bir sıra ve dinamik bir kurguyla bize anlatarak hikayede, bu karmaşa ilk 5 dakika kafa karıştırıcı olsa da sonrasında oldukça heyecanlı bir akıcılığa dönüşüyor. 2 tabure dışında dekoru olmayan sahnede 1 saat boyunca nefes almaksızın oynayan Gizem Güçlü ve Serhat Parıl, performanslarıyla parlıyorlar. 360 derece bir sahnede iki kişi döne döne her saniye oynayarak her yerdeki seyirciyi kopmadan oyunda tutmayı başardılar.

140 kelime sınırının, 140 karakterle sınırlı Twitter’a atıf yapıyor olma ihtimali özellikle adalet aradığımız konularda sesimizi duyurabildiğimiz tek mecra haline gelmesiyle denk düşünce kafalardaki sorular artıyor. 

Ayrıca bölünmüşlüğün dibine vurduğumuz bu günleri düşününce, iktidar sahiplerinin bir yasa ile iki sevgilinin arasında bile problem çıkarmayı başarması, bölüp yönetme çabasına güçlü bir gönderme gibi.

Öte yandan oyun tüm bu politik göndermelerin dışında konuşmayla ilgili bir çok soruyu da düşündürüyor: Her şey sözcüklerden mi ibaret, ifade etmek önemli ama tavır ? Davranış? Çok konuşmak çok fazla doğru şeyi söylemek mi? Mutluluğa giden yol az konuşarak da inşa edilir mi? İletişime/geçinmeye gönlü olan başka yollar da bulur/yaratır mı? 

İşte bütün bu sorularla güzel bir Ekim akşamında ormandan ayrıldım. Aylar sonra tiyatro seyrettim ve tadı damağımda kaldı.

Daha güzel günlerde daha bir çok oyunda kafalarımızın karışması, sorularla dolması dileğiyle…

İki Kişilik Yaz

İki Kişilik Yaz

  • iki kişilik yazDot Tiyatro
  • Yazan: David Greig & Gordon McIntyre
  • Yöneten: Serkan Salihoğlu
  • Oyuncular: Gizem Erdem, Tuğrul Tülek, Özgehan Özturan

35 yaşın keskin virajını dönerken, hayatın denk getirdiği bir adam ve bir kadın. Edinburgh’da bir barda kesişiyor yolları.

Yağmur yağıyor.
Yağmur hiç durmayacakmış gibi yağıyor.
Yağmur hafta sonu boyunca bir kere bile durmayacak.

Helena, boşanma avukatı, şarap dolabının gümüş rengi kapağında yansımasına bakıyor.
İç ses: “Evet, her şeye rağmen hâlâ bu kadına evet derdim.”
Bu gece yalnız olmak istemiyor.

Bob, boşanmış, yasadışı işler peşinde, bedeni düğüm düğüm, her yerinden negatif enerji fışkırıyor, neşelenmek için Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’ını okuyor.

Bob ve Helena şu konuda hemfikir: 35, bok gibi bir yaş!
Çünkü insan artık olayın bundan ibaret olduğunu anlıyor.

Desteden sana dağıtılan el bundan başkası değil.
Hayat bize kağıtları dağıtıyor ve görünen o ki oyunu oynamıyoruz bile, sadece kağıtları çevirip elimize bakıyoruz.

Artık sıkıcı olmaya başladı biliyorum ama Dot’un oyunlarına bayılıyorum!  Tuğrul Tülek’in direkt hastasıyım!

Yok sayılabilecek bir dekorda, evden kiliseye, ordan bara, ordan oraya giden bu ikilinin hastası olmamak mümkün değil. Zira iyi oyunlara ve iyi oyunculara büyük saygı ve sevgi besliyorum. Ve Tuğrul Tülek ve Gizem Erdem bütün bu mekanlara bizi götürüp, müthiş bir hikayeyi yaşayarak/yaşatarak anlatıyorlar.

Oyun bitiminde yüzümde hem keyiften bir gülümseme, hem de 35ime az kalmışken aklıma doluşan deli sorulardan dolayı bir endişe hali vardı. Konu itibariyle günümüz kadın-erkek ilişkilerini ve ilişki klişelerinden ayrılıp değişime açık olma durumunu sorgulayan oyun hem pembe bir romantizm, hem en umutsuz yaşlarda bile umut edebileceğiniz yeni şeyler olabileceğini, olabilecek en tatlı hikayeyle ve en tatlı şekilde anlatıyor.

Yazarın Sarı Ay oyununu da daha önce sahneleyen Dot’un, oyuncuların fiziksel performansına dayalı bu iki oyunu da mükemmele yakın çıkardığını düşünüyorum. Resmen İki Kişilik Yaz ile ilgili eleştirebileceğim tek bir nokta bile yok. Bir adam, bir kadın, aşk, müzikler, danslar… 35 yaşına umutla girmek isteyenler başta olmak üzere herkes, bu senenin en iyi oyununu kaçırmasın!

İkiKişilikYazDüğüm

Geçmiş Zaman Olur Ki: Huysuz ve Dövüş Gecesi

Geçmiş Zaman Olur Ki: Huysuz ve Dövüş Gecesi

dövüşgecesiDövüş Gecesi / Fight Night

  • Dot Tiyatro
  • Yazan: Alexander Devriendt & Lexander Devriendt & Fight Night Orjinal Prodüksiyon
  • Yöneten: Murat Daltaban
  • Oynayan: 1.Ekip: Ece Dizdar, Gizem Erdem, İbrahim Selim, Mert Öner, Pınar Töre, Serkan Altunorak, Tuğrul Tülek / 2.Ekip: Ezgi Bakışkan, Gizem Güçlü, Mert Öner, Mehmetcan Mincinozlu, Saim Karakale, Uğur Baran

Dövüş Gecesi, seyircinin oylarıyla yol alan ve yön değiştiren bir “demokratik sistem simülasyonu”.

Modern seçim sisteminin çetrefilli yapısını ve tuzaklarını keşfetmeye çalışan oyun, “Neye göre oy veririz?”, “bizi belli bir adaya oy vermeye iten şey nedir?”, “seçmen ve adaylar arasındaki ilişkinin derininde ne yatar?” gibi seçim sürecine dair kritik sorulara cevap arıyor.

Oyun, seçmenin “çoğunluk” ve “azınlık” fikirleriyle olan ilişkisini kurcalarken, çoğunluğun kurmaya meyilli olduğu tahakküme dair de söz söylüyor.

Hanımefendiler ve beyefendiler, Dövüş Gecesi başlıyor !

Tiyatro oyunu diye gidiyorsunuz, elinize bir oylama cihazı veriliyor. İçeri bir giriyorsunuz, karşınızda adaylar. Önce görünüşlerine göre, sonra söylemlerine göre adayları oylayıp bir başkan seçmeye çalışıyorsunuz.

Oyunu iki kere izledim. İkisinde de bambaşka şeyler yaşadı, çünkü gerçekten bulunan topluluğun seçimlerine göre oyun şekillendi. Örneğin ilk oyunda başkan seçilen Tuğrul Tülek, ikinci oyunda ilk elenen aday oldu. Ve bilin bakalım oyunun 10. dakikasından itibaren elenen adaylara ne oluyor? Salonu terk ettiler. Baya…

Seçim süreci ve seçimin demokrasisi üzerine uzun uzun düşündüren oyunun çıkışında gerçekten tokat yemiş gibi hissediyorsunuz. Dot oyunları her zaman insana hayatı sorgulatan oyunlar olmuştur ama Dövüş Kulübü bence içinde bulunduğumuz düzen de düşünülünce hem sorgulatan hem de acıtan oldu. Biz her oyun çıkışında en az 1 saat mekandan ayrılamayıp sohbete daldık.

huysuzHuysuz

  • Aysa Prodüksiyon Tiyatrosu
  • Yazan-Yöneten: Engin Alkan
  • Oyuncular: Engin Alkan, Büşra Pekin, Deniz Uğur, Haki Biçici, Gülhan Tekin, Umut Temizaş, Esra Akbaş

“Molière’in Huysuzu” lakaplı eski tiyatro oyuncusu Armağan Özcan’ın hafızasında kalan pek çok Molière oyunundan izler taşıyan eğlenceli, aşklı, entrikalı, danslı, müzikli rengarenk bir komedi olan Huysuz’da; Özcan’ın kendisi hastalık hastası, cimri, huysuz bir ihtiyarken, huzurevinin sakinleri, başhekimi, hemşiresi, hastabakıcısı da oyunun diğer karakterlerine dönüşür.

Tedavi masraflarına para dökmekten kurtulmak için kızını ille de bir doktorla evlendirmek isteyen Harpagan, evin hastabakıcısı, hizmetçisi ve belki de her şeyi olan Anjelik’in tüm uyarılarına rağmen kararından dönmez. Oysa kızı Sümbül, kalbini çoktan yakışıklı Klean’a kaptırmıştır. Ama Klean evlenme teklif etmek için cesaretini toplayamadan, budala doktor adayı Arif ve kibirli annesi Mürşide Huzurlu, Sümbül’ü istemeye gelmişlerdir bile. Anjelik, Harpagan’ın genç ve seksi karısı Madam Biju’ya mektup taşıyan Memo’dan, Madam Biju’nun çevirdiği dolapları öğrendiğinde; Sümbül’ü bu zoraki evlilikten kurtarabileceğini düşünse de, Klean ve Sümbül arasındaki yanlış anlaşılmalar işleri iyice karıştıracaktır.”

Artık senelerdir blogumu takip edenler Engin Alkan sevgimi de biliyorlar. Kimi oyunlarını birden çok kez izlemişliğim var ve son 10 yıldır yönettiği ve oynadığı bir çok oyunu izledim.

Üzülerek belirtmeliyim ki en ortalama bulduğum Huysuz oldu. Ortalama diyorum, zira kötü bir oyun çıkardığını görmedim Alkan’ın. Fakat Huysuz’da yolunda gitmeyen, akışını engelleyen bir şeyler vardı. Öncelikle şu arada rolden çıkıp bilerek unutma, laf atma, gülmesini tutamama olayı, ki Cem Davran’da sağolsun yapar, Engin Alkan oyunlarını takip eden bizler için bi tık sıkmaya başladı. (Son olarak izlediğim Şekerpare oyununda dozunu azaltmıştı). Sonrasında, diyalogların uzunluğu oyunun da uzunluğuyla birleşince izlemek oldukça zorladı.

Fakat bu olumsuzluklara rağmen dozunda komedi, iyi oyunculuklar ve keyifli bir hikaye olduğundan izlenesi bir oyundu.

Kısa Kısa #1 – Dot’tan Makas Oyunları 1, Altın Ejderha ve Yüksek

Kısa Kısa #1 – Dot’tan Makas Oyunları 1, Altın Ejderha ve Yüksek

MimarcaSanat’ta artık yeni bir yazı dizisi var. Her gittiğim etkinlikle ilgili minik de olsa notlar alıyorum, fakat hepsini ayrı birer yazıya dönüştürmeye zamanım olmuyor. Ayrıca bazı etkinliklerle ilgili söyleyecek sözüm kısa oluyor. Hal böyle olunca bu tip konularda “Kısa Kısa” başlığı altında yazılar yazmaya karar verdim. Söz konusu yazılar birden fazla eseri, etkinliği ve/ya sanatçıyı içeriyor olabilir, dikkat!

Uyarımı yaptıktan sonra ilk yazının ilk konusuna geleyim: Dot Tiyatro’nun izlediğim son üç oyunu. Artık bildiğiniz üzere Karatavuk ile başlayan Dot maceram hız kesmeden devam ediyor. O oyundan bu yana hemen her oyunlarını izledim. Aşağıda bahsedeceğim üç oyunu da muhtelif zamanlarda izledim ve sonrasında yazılarımı yazmıştım fakat derleyip yayınlamak bugüne kısmetmiş.

Makas Oyunları

makas oyunları

  • Şişman Adam / The Fat Man – Yazan: Anders Lustgarten  – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncu: İbrahim Selim
  • Bazı Şeyler Çok Saçma / Things That Make No Sense – Yazan: Dennis Kelly – Yöneten: Tuğrul Tülek – Oyuncular: Deniz Türkali, Pınar Töre, Enis Arıkan
  • Pankart / A Bigger Banner – Yazan: Mark Ravenhill – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncular: Elvin Aydoğdu / Ezgi Bakışkan, Su Olgaç, Tuğçe Altuğ, Can Şıkyıldız
  • Hassas / Fragile – Yazan: David Greig – Yönetmen: Murat Daltaban – Oyuncular: Tuğrul Tülek

Dot’un bu sezon başladığı kısa oyunları içeren bir seri oyunun adı. 2011’de Britanya’da başlayan “Theatre Uncut” adlı kısa oyun yazma ve okuma projesinde yer alan güncel ve politik oyunları alıp, bütün sezon boyunca sıra sıra sergileyecekler. Seçkin oyun yazarları tarafından yazılan bu kısa oyunlardan Şişman Adam, Bazı Şeyler Çok Saçma, Pankar ve Hassas adlı dört tanesini içeren Makas Oyunları 1’in sanat yönetimi, Dot’un kurucularından Murat Daltaban’a ait.

15’er dakikadan oluşan oyunlardan ilki Şişman Adam (The Fat Man), pek sevdiğim Oyuncu İbrahim Selim tarafından sahnelendi. Kapitalizmi simgeleyen şişman adamın ne olduğunu, nasıl yaşadığını ve ona karşı neler yapmamız gerektiğini anlatan oyun, açılışı yaptı. Peşinden Deniz Türkali, Pınar Töre ve Enis Arıkan’ın yer aldığı, suç işlediğine dair bir kanıt olmadığı halde suçlanan bir kadını anlatan Bazı Şeyler Çok Saçma (Things That Make No Sense) geldi. Üçüncü oyun, Pankart ( A Bigger Banner), Serkan Salihoğlu yönetimindeki genç oyuncularla, 50lerdeki bir öğrenci hareketi ile günümüzü bağdaştırarak “devrim hayali” üzerine yoğunlaştı.

Bu üç oyunda da metinlerin yetersiz olduğunu düşünüyorum zira başlık olarak kapitalizm, suçsuz suçlular ve devrim hayali konuları verilse, herkesin benzer tekstleri yazabileceğini düşünüyorum. Hep konuşulan klişe cümleler ve derinliği olmayan kara mizah Dot’un bu zamana kadar sahneledikleri ile uzaktan yakından alakalı değildi. Dot oyunlarının sonunda, kafamda deli sorularla salondan ayrılmaya alışık olduğumdan, bu oyunlar bana pek yavan geldi. Ve metinlerde duyduğum bu sıkıntı, daha önce bayıla bayıla izlediğim oyuncuları da tutuklaştırmış gibi hissettim.

makas oyunları2Dördüncü oyun ise, diğerlerine göre daha üstündü. Tuğrul Tülek’in hayat verdiği bir karakterle, genellemeden nispeten daha uzak durarak, özel bir durumu ve karakteri anlatıp empati kurmamızı sağlayan Hassas (Fragile) çok daha ilgi çekiciydi. Bütçe kesintileri nedeniyle kapanan bir kliniğin hastası olan Jack’in terapistinin evine gitmesini ve dünya düzeninde insana verilen değeri sorgulamasını anlatan oyunu baştan sona mükemmel götüren Tülek, bir bölümü seyircilere oynatarak, katılımımızı da sağladı. Doktor karakterinin konuşmalarına, hep bir ağızdan biz seyirciler can verdik. Değişik bir deneyimdi, yalnız replikleri takip edeceğim diye oyuna konsantrasyonum bozuldu ne yalan söyleyeyim.

Son oyun dışındaki oyunları pek beğenmediğim Makas Oyunları 1’in sahne tasarımı ise hoştu. Farklı yüksekliklerde ve renklerdeki platformların hem görseli güzeldi, hem de oyuncular çok verimli bir şekilde kullandıklarından işlevseldi. Ayrıca yine müzik kullanımı ve ışık düzeni başarılıydı. Artık Dot’tan beklentilerim, özellikle geçen seneki Sarı Ay (Yellow Moon)‘dan sonra, çok çok yükseldi. O nedenle başarılardan kısa, beklentilerimi karşılamayan şeylerden ise uzun bahseder oldum sanırım. Fakat görüldüğü üzere her zaman oyunlarından çok etkilendiğim Dot’ta bu sefer Hassas oyunu dışında herhangi bir etki alamadım. Bu yüzden de ikincisine gidip gitmemekte kararsızım.

Altın Ejderha / Der Goldene Drache 

altınejderha

  • Yazan: Roland Schimmelpfenning
  • Yöneten: Serkan Salihoğlu
  • Oyuncular: Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan, Saim Karakale

“Oyun bir apartmanın en alt katındaki Altın Ejderha, Çin-Thai-Vietnam lokantasında geçer? Mutfakta Uzak Doğulu aşçılar durmadan yemek pişirirler. Aralarındaki en genç çocuk orada kaçak olarak çalışmaktadır? Çocuğun diş ağrısıyla başlayan oyunda apartmanın farklı katlarında yaşayan ve tamamen farklı hayatlara sahip olan tüm komşuları tanırız? Balkondaki yaşlı adam ve torunu, Çatı katında oturan genç çift, Bir kat aşağıda; bir kadın ve erkek arkadaşı Altın Ejderha?nın yanındaki bakkal? Herkes hayatından farklı bir şey bekler, herkes başka biri olmak ister, herkes Altın Ejderha?da yemek yemeye devam eder?”

Dot Tiyatro’nun ülkemiz tiyatro tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunun şu anda farkında mıyız? Tam emin değilim. Zira Türkiye’de yapılmayanı yapma, henüz görmediğimiz, bilmediğimiz metinleri ve tarzları bulup, kötü bir kopya değil daha da iyi ve modern bir şekle sokma konusunda her geçen zaman kendini daha da geliştiriyor.

Roland Schimmelpfenning’in yazdığı, Serkan Salihoğlu’nun yönettiği Altın Ejderha, bir apartmanın en alt katındaki Çin-Thai-Vietnam lokantasının adı. Ve oyun, o lokantada kesişen hayatları kapitalist düzen ve  kaçak işçi konularının eleştirileriyle birlikte seyirciye anlatıyor.

Oynayan beş oyuncunun maksimum performans gösterdiği tek perdelik oyun, takip edilmesi zor bir hızla aktı. Fakat sürekli karakter değiştiren oyuncular, öyle güzel altından kalktılar ki bu işin, bazen hızdan yorucu olsa da derin konuları keyifli bir seyirlik haline getirdiler.

Bu sezon tekrar oynarlar mı bilmiyorum ama şansınız olursa kaçırmayın derim.

Yüksek / Overspill 

  • yüksek2Yazan:Ali Taylor
  • Yöneten: Tuğrul Tülek
  • Oyuncular: Mehmetcan Mincinozlu, Onur Öztay, Aykut Akdere

 “Baron, Pıt, Çakı. Üç çocukluk arkadaşı. Aynı okula gitmiş, aynı mahallede büyümüşler,  aynı takımı tutuyor,  aynı müzikleri dinliyor, adeta tek vücut olmuş gibi yaşıyorlar. Her Cuma gecesi birlikte dışarı çıkıp, o mekandan bu mekana geçer, kalabalığa karışır, içer, eğlenir, sarhoş olurlar?

O gece, ?hikayeleri? yine her zamanki gibi devam ederken, şehirde patlamalar başlar. Üç ?Panpa??nın gittikleri ve hatta içinde bulundukları mekanlar teker teker  yok olur.  Şehirde paranoya artmaktadır? Baron, Pıt ve Çakı suçlunun peşine düşer, istedikleri tek şey onu yakalamak ve hikayelerini eski haline döndürmektir. Kahramanlarımız ?hikayeyi? değiştirmeye çalıştıkça geri dönüşü olmayan bir yola girer? ?Hikaye? gittikçe büyür, ağırlaşır ve derin bir karanlığa doğru gider.”

Tuğrul Tülek elini attığı her işte bir farklılık yaratıyor ve başarısını hep bir üst kademeye taşımayı başarıyor. Yüksek’de bu başarılarından biri.

Yine bildiğimiz anlamda, tefrişli-dekorlu sahne düzenlemesi yok. Çok başarılı ışıklar ve müzikler dışında koca bir alan ve 3 oyuncu. Fakat metin o kadar iyi yazılmış ve düzenlenmiş ki, oyuncuların anlatımıyla tüm seyirciler Taksim’de hissettik kendimizi. Tülek’in cümleleriyle; “Oyun, her birimizin kendi hikayesi olduğunu fakat bizim dışımızda akan hayat içinde ne yazık ki kendimizi istediğimiz gibi yaşayamadığımızı ve anlatamadığımızı irdeliyor. “du ve bunu hepimizin bildiği sokaklar ve mekanları kullanarak yaparak, hikayenin “gerçek” hissiyatını içimize işliyordu.

İzleyeli bir hayli zaman geçti ama düşünüyorum da oyunda olmamış diyebileceğim hiçbir şey yoktu. Oyunculuklar, metin, koreografi, ışık, reji…

Tuğrul Tülek’in yeni işlerini merakla bekliyor ve takip ediyorum.

Dot’tan Yine Bir Fiziksel Tiyatro Oyunu: Sarı Ay

Dot’tan Yine Bir Fiziksel Tiyatro Oyunu: Sarı Ay

  • sarı ayDot Tiyatro
  • Yönetmen: Pınar Töre
  • Yazan: David Greig
  • Oyuncular: Gizem Erdem, İbrahim Selim, Kaan Turgut, Ayşecan Tatari

Sarı ay, çağdaş bir Bonnie ve Clyde masalı.

Lee Macalinden.
Lee Macalinden?in şapkası.
Bir kere adı çıkmıştı.
Başta polis olmak üzere herkes onu tanırdı.

Billy. Lee?nin annesinin erkek arkadaşı.
Keşke Billy, Lee?nin şapkasına dokunmasaydı.

Leila Suleiman.
Sessiz bir kızdı ve konuşmaması dünyanın umurunda değildi.
Leila, o malum akşamda Lee ile süpermarkette karşılaşmasaydı, bu masalın kahramanlarından biri olmayacaktı.
Hatta Billy, Lee?nin şapkasına dokunmasaydı bu masal hiç bir zaman anlatılmayacaktı.

Şimdi, Leila ile Lee kaçıyorlar.

İskoçya?nın dağlarında, Lee?nin babasını arıyorlar.
Güçleri tükenmek üzereyken bir bekçi onları kurtarıyor.
Lee, bir an her şeyin iyi olacağına inanıyor.

Ama dünya kaçakları unutmuyor.
Lee babası hakkındaki gerçeği öğrenirken,
masalın kahramanları kendi gerçekleri ile yüzleşiyor.

 

Karatavuk ile başlayan Dot macerası bu sene de sürüyor. Sezonu açıp oyunları duyurdukları ilk an, heyecanı yaşamaya başlıyorum. Acaba bu sefer ne yaptılar?

1 saat kadar erken gittik Maçka G-Mall’a ve bir ritüel olarak NumNum’a gidiyorduk ki, kapanmış. Mecburen ikinci mekan PopUp’a gittik. Dot’a ait olan bu sempatik kafe tıka basa doluydu. Oyunu bekleyen seyirciler, oyuncular, yönetmenler…

Neyse yedik içtik, salona çıktık. Biletimi sağolsun oyundaki oyunculardan Gizem Erdem kontrol etti (!). Yerimize oturduk. Kare bir sahne vardı ve dört tarafta biz seyirciler.  Dekor olaraksa 4 pembe sandalye ve bir şapka…

Oyun öyle güzel bir tempoda başladı ve devam etti ki herhalde 1-2 saat daha devam etseler bayıla bayıla izlerdim.  5 yaşındayken babası tarafından terk edilen Lee’nin annesi ile beraber yaşayan sevgilisi Billy’i bıçaklaması ve ardından Leila ile birlikte kaçışlarını anlatan oyunda o bomboş sahne ev oldu, süpermarket oldu, orman oldu, klübe oldu, mağara oldu…

Masalsı bir anlatımı olan oyunda ışık ve ses kullanımı pek yoktu. Gerek de yoktu. Oyuncular kuşların sesini de, araba sesini de, tren sesini  de kendileri yaptılar ayrıca hem asıl karakterlerini hem yan karakterleri oynadılar, hem de zaman zaman anlatıcı oldular.

Karmaşık gibi görünen oyunun hikayesi biraz sıradan aslında. Ama Pınar Töre öyle bir anlatım yolu seçmiş ki sürüklenip gidiyorsunuz. İlk olarak Malafa‘da daha sonra ise Süpernova’da izlediğim ufacık tefecik Pınar Töre, ilk yönetmenlik denemesinde inanılmaz bir iş çıkarmış. Devamı gelir umarım.

En son  Öksüzler‘de izleyip oldukça beğendiğim oyuncu İbrahim Selim yine bekleneni veriyordu. Sadece Lee’nin üvey babasını oynadığı sahnelerde gerektiği kadar sert olamadığını düşündüm. Ama sahnede o kadar rahat ve kendine güvenli ki izlemesi çok keyifli oluyor. Gizem Erdem ise inanılmazdı. Çok motive bir şekilde sahnedeydi ve oyunun o kadar içindeydi ki beğenmemek mümkün değil. Fakat o kadar güzel, fit ve genç ki, sahnede oğlunu oynayan Kaan Turgut (27 yaşında)’un annesi rolünde kafamda oturmadı. 1978 doğumlu oyuncunun bu rol için çok genç göründüğünü düşünüyorum. (üstteki fotoğrafta en önde)

Punk Rock‘ta çok başarılı bulduğum Kaan Turgut ve genç oyuncu Ayşecan Tatari’de çok iyilerdi. (Kızcağız hikayeyi anlatırken kolundan bacağından tutup havada çeviriyorlardı ve o hikayeyi aynı sakin ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu! Ben olsam: “AAAaaAaaa!”)

Günün sonunda bin türlü sekilde anlatılabilecek bir hikayeyi bu kadar performansa dayalı bir biçimde anlatmayı tercih edip, zaten yukarıda olan çıtasını daha da yükselten Dot ekibini tebrik etmek gerekir diye düşünüyorum.

Herkese iyi seyirler,