24 f 2020 | Tiyatro
Geçen gün şunu düşündüm: Bir sürü sevdiğim tiyatro ekibi var ama Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?
— Bu noktada sadece oyunla ilgili yorum okumak isteyenleri aşağıya alalım, biraz kişisel geçmişimden ve deneyimimden bahsedeceğim çünkü şu an anılarını anlatan 90 yaşında bir dede ruhu var üzerimde —
Ne diyordum, Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?
Birden fazla verdiğim cevaptan ilki ve en önemlisi, sanırım benim gibi işi “mekan” olan biri için, her seferinde oyundan önce mekanı deneyimleme fırsatı sunmaları olacak. Tiyatrolarda genelde deneyimlenen tek mekan sahne oluyor. Bazı tiyatrolar için fuayesi, çok nadirleri için kafesini de işin içine katabiliriz. Ama Dot’un mekanlarında hem onlardan hem benim kişisel bakışım ve yaşanmışlıklarımdan kaynaklı bazı vurgular var ve beni çok etkileyip mekanları içselleştirmemi sağlıyor.
İkincisi ise oyunların tokat etkisi. Dot Tiyatro’nun tam 15 oyununu izlemişim şimdiye kadar, bu 16. oldu. Hepsinde de oyun boyunca beni içine aldı ama esas önemlisi çıkışta ve sonraki günlerde de etkisi devam etti, üzerine konuştuk, tartıştık.
Üçüncü ve sonuncusu ise benim gibi yerleşiklik, kişisel mekânsal hafızasına düşkünlük ve mekânsal devamlılık seven birini bile her seferinde heyecanlandıracak ve yeni mekanı ve deneyimini hızla benimsetecek bir değişiklik yapıyor olmaları.
2008 yılında henüz hala mimarlık öğrencisiyken, bir öğrenciye göre bile pahalıydı o dönem özel tiyatrolar, duyduklarımızdan çok meraklanıp bilet almıştık. In-your-face diye bir akım var, yüzüne tiyatro, gerçek gibi, çok etkileyici diye laflar dolaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla o dönem bu tarz oyunlar Türkiye’de Dot dışında yoktu.
Neyse telefondan bilet almışız, heyecanlıyız, gençliğimiz var (!), İstiklal Caddesi’nde Mısır Aparmanı‘nı bulduk. 1910 yılında inşa edilmiş binanın mermer merdivenlerden çıka çıka doğru katı da bulduk. Tarihi bir binanın içinde bir daire katında tiyatro nasıl olacak derken gerçekten butik bir sahne çıktı karşımıza. Siyah kutuda bir evin odası dekor. Odanın hemen dibinde sandalyeler. (Şimdi normalimiz bu ama ben ilk defa sahnenin bu kadar dibinde, salonlarda olan koltuklara değil de açılır kapanır sandalyeye oturulan bir düzen görüyordum.) Mekanın sahibi gibi en ön en ortaya kurulduk.
Karatavuk. On iki yaşındayken cinsel tacize uğradığı adamla on beş yıl sonra tekrar karşı karşıya gelen genç bir kadının adamla yüzleşmesi. İstiklal Caddesi’nde bir aparman dairesinde bir avuç insanız, karşımızda o anlar konuşuldu, o kıza tekrar tecavüz edildi, kavga ettiler sandalyeler sular havada uçuştu, üstümüz başımız ıslak, o pislik adam tam önümüzde…
Oyun bitti, az önce neye şahit olduğumuzdan emin olamadan İstiklal’in kalabalığında yürürken önce sessizlik sonra konuşmaya başladık. Günlerce etkisinden çıkamadım, günlerce etrafıma anlattım.
Sonra Maçka G-Mall‘a taşındılar. İş çıkışı gidip önce kutsal mekanım D&R’da bir tur, sonra NumNum’da makarna yada Dot’un Pop-Up kafesinde bir atıştırma, sonra oyun, yine o kara kutuda yüzümüze vurulan gerçekler, oyun çıkışı Dot’un kafesinde kendi aramızda, diğer seyircilerle, bazen oyuncularla tiyatronun sahipleriyle oyunun kritiği…
Sonra Kanyon.
( Burada yine bir parantez açmalıyım, bugün hatıralar tekneme bindim çok açıldım ama Kanyon’daki Cinebonus sinema salonu benim gibi harçlığı kısıtlı öğrenciler için büyük nimetti o dönem. Turkcell ile bir kampanyaları vardı, haftanın belli bir günü gündüz seansları bilet fiyatları yarı yarıya olurdu, o günkü derslerimi eker hemen sinemaya koşardım. 2-3 film üstüste izlediğim olurdu. Restoranlar, mağazalar, sinema bile çok lüks görünürdü gözüme.)
Seneler sonra Dot Kanyon’a taşınınca, artık öğrencilik bitmiş iş hayatı başlamışken Kanyon’a gittiğimde. Önce kutsal mekanım D&R’ı ziyaret edip sonra restoranda bir şeyler yiyip oyun izlemek, o eski günlerimin anılarını canlandırırdı.
Velhasıl, sene 2020 oldu, Dot dedi ki biz ormandayız, açık havada sahnemiz var gelin. Haydaa! Ben apartman çocuğuyum, doğayı seven ama içinde olmaktan haz etmeyen konfor düşkünü bir şehirliyim, ne işimiz var ormanda?! Öte yandan Korona’dan deli gibi korkuyorum, 8 aydır ne tiyatro ne sinema yüzü görmedim, içim kurudu.
Tamam dedim gidelim, bakalım bu sefer nasıl bir mekanla karşılaşacağız? En kalın kışlık kabanım, ayağımda yünlü çorap, kahve termosum ve kamp sandalyemi aldım, Üsküdar’dan Kemerburgaz Kent Ormanı’na açık havada oyun izlemeye gittim. True story!
Açıkçası parka bile gidince aman sinek ısırdı, uf böcek geldi diye takılan bir tip olduğumdan, orman fikri biraz korkutucuydu fakat tiyatronun olduğu alan korktuğum kadar bakir değil. Otoparkı düzenlemişler. Tuvaletleri, güvenliği her şeyi var. Bir zaman sonra açılacak bir kafe de olacak ama şimdilik bir stand ile içecek ve atıştırmalık alabiliyorsunuz.
Ortada bir meydan, kamp sandalyelerimizde oturuyoruz, etrafta irili ufaklı ahşap binalar, ve tabi ki orman.
Murat Daltaban oyun öncesi kısa bir girizgah yaptı. Bu yeni deneyimden bahsetti, ormanın havasının tadını çıkarmaktan ve açık havanın rastlantısallığından konuştu. Ki hava o kadar durgun ve güzeldi ki, gerçekten müthiş eşlik etti.
İlaveten klasik kurallara bağlı değiliz isteyen kalksın hareket etsin dedi ki Allahtan kimse böyle bir şey yapmadı.
Daha tiyatro adabını yeni öğrendik Murat Bey’cim lütfen bozmayın dedim içimden. Bilen bilir ben telefonu çalandan, kıpırdanıp dikkatimi dağıtandan, pet şişesinden haşır huşur su içinden, sesli yorum yapandan, gereksiz gülenden bıkmış durumdayım. Oyunu izlemek istiyorum dağıtmayın dikkatimi! Ayağa kalkıp gitmek gelmek nerden çıktı, oturun oturduğunuz yerde 1 saatcik! =) Çok şükür ki sadece 1 kez telefon çaldı ve 2-3 kez şalların poşetlerini hışırdattılar, onun dışında mis gibi bir oyun izledik.
Artık oyunun konusunun etkisinden mi bilmiyorum bugün bu yazıda çenem düştü, ama kişisel tarihimin 12 yılında 16 oyununu izlediğim bir tiyatroyu ancak bu kadar özet geçebildim.
Yeni deneyimlerde görüşmek dileğiyle, buyrun oyunla ilgili yorumuma.
- Limon, Limon, Limon, Limon, Limon
- Yazan: Sam Steiner
- Yöneten: Mert Öner
- Oynayanlar: Gizem Güçlü, Serhat Parıl
Birbiriyle sayılı kelimeyle iletişim kurmaya çalışan bir çift, avukat bir kadın ve müzisyen bir erkek.
Kelimelere el konulmuş bir dünyada, birbirini anlamaya çabalayan bir kadın ve bir erkek.
Her akşam eve döndüklerinde kaç kelime hakları kaldığını hesaplıyor, kendilerine özel kısaltmalar yapıyorlar.
Normal şartlar altında birbirimizi ne kadar anlıyoruz, kelimeler ne kadarını karşılıyor anlatmak istediklerimizin?
Susmak mı zor, yoksa susturulmak mı?
Oyun, bir avukat ve bir müzisyenin kedi mezarlığında tanışmaları ile başlayan ilişkilerini ve zamanla ilişkinin geçtiği aşamaları, İngiltere’de yürürlüğe giren ve konuşmayı günde 140 kelime ile kısıtlayan yasayı odağına alarak irdeliyor.
İkili ilişkiler penceresinden yasakları ve özgürlüğü, konuşmayı, doğru ifadeyi ve susmayı irdeleyen Limon, Limon… İngiltere’de distopik bir kurgusal zamanda geçiyor ve tıpkı kitapların yasaklandığı Fahrenheit 451’deki gibi bir dünya yaratıyor.
Yasadan önce ve yasadan sonrasını oldukça karışık bir sıra ve dinamik bir kurguyla bize anlatarak hikayede, bu karmaşa ilk 5 dakika kafa karıştırıcı olsa da sonrasında oldukça heyecanlı bir akıcılığa dönüşüyor. 2 tabure dışında dekoru olmayan sahnede 1 saat boyunca nefes almaksızın oynayan Gizem Güçlü ve Serhat Parıl, performanslarıyla parlıyorlar. 360 derece bir sahnede iki kişi döne döne her saniye oynayarak her yerdeki seyirciyi kopmadan oyunda tutmayı başardılar.
140 kelime sınırının, 140 karakterle sınırlı Twitter’a atıf yapıyor olma ihtimali özellikle adalet aradığımız konularda sesimizi duyurabildiğimiz tek mecra haline gelmesiyle denk düşünce kafalardaki sorular artıyor.
Ayrıca bölünmüşlüğün dibine vurduğumuz bu günleri düşününce, iktidar sahiplerinin bir yasa ile iki sevgilinin arasında bile problem çıkarmayı başarması, bölüp yönetme çabasına güçlü bir gönderme gibi.
Öte yandan oyun tüm bu politik göndermelerin dışında konuşmayla ilgili bir çok soruyu da düşündürüyor: Her şey sözcüklerden mi ibaret, ifade etmek önemli ama tavır ? Davranış? Çok konuşmak çok fazla doğru şeyi söylemek mi? Mutluluğa giden yol az konuşarak da inşa edilir mi? İletişime/geçinmeye gönlü olan başka yollar da bulur/yaratır mı?
İşte bütün bu sorularla güzel bir Ekim akşamında ormandan ayrıldım. Aylar sonra tiyatro seyrettim ve tadı damağımda kaldı.
Daha güzel günlerde daha bir çok oyunda kafalarımızın karışması, sorularla dolması dileğiyle…
8 f 2014 | Kısa Kısa, Tiyatro
MimarcaSanat’ta artık yeni bir yazı dizisi var. Her gittiğim etkinlikle ilgili minik de olsa notlar alıyorum, fakat hepsini ayrı birer yazıya dönüştürmeye zamanım olmuyor. Ayrıca bazı etkinliklerle ilgili söyleyecek sözüm kısa oluyor. Hal böyle olunca bu tip konularda “Kısa Kısa” başlığı altında yazılar yazmaya karar verdim. Söz konusu yazılar birden fazla eseri, etkinliği ve/ya sanatçıyı içeriyor olabilir, dikkat!
Uyarımı yaptıktan sonra ilk yazının ilk konusuna geleyim: Dot Tiyatro’nun izlediğim son üç oyunu. Artık bildiğiniz üzere Karatavuk ile başlayan Dot maceram hız kesmeden devam ediyor. O oyundan bu yana hemen her oyunlarını izledim. Aşağıda bahsedeceğim üç oyunu da muhtelif zamanlarda izledim ve sonrasında yazılarımı yazmıştım fakat derleyip yayınlamak bugüne kısmetmiş.
Makas Oyunları
- Şişman Adam / The Fat Man – Yazan: Anders Lustgarten – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncu: İbrahim Selim
- Bazı Şeyler Çok Saçma / Things That Make No Sense – Yazan: Dennis Kelly – Yöneten: Tuğrul Tülek – Oyuncular: Deniz Türkali, Pınar Töre, Enis Arıkan
- Pankart / A Bigger Banner – Yazan: Mark Ravenhill – Yöneten: Serkan Salihoğlu – Oyuncular: Elvin Aydoğdu / Ezgi Bakışkan, Su Olgaç, Tuğçe Altuğ, Can Şıkyıldız
- Hassas / Fragile – Yazan: David Greig – Yönetmen: Murat Daltaban – Oyuncular: Tuğrul Tülek
Dot’un bu sezon başladığı kısa oyunları içeren bir seri oyunun adı. 2011’de Britanya’da başlayan “Theatre Uncut” adlı kısa oyun yazma ve okuma projesinde yer alan güncel ve politik oyunları alıp, bütün sezon boyunca sıra sıra sergileyecekler. Seçkin oyun yazarları tarafından yazılan bu kısa oyunlardan Şişman Adam, Bazı Şeyler Çok Saçma, Pankar ve Hassas adlı dört tanesini içeren Makas Oyunları 1’in sanat yönetimi, Dot’un kurucularından Murat Daltaban’a ait.
15’er dakikadan oluşan oyunlardan ilki Şişman Adam (The Fat Man), pek sevdiğim Oyuncu İbrahim Selim tarafından sahnelendi. Kapitalizmi simgeleyen şişman adamın ne olduğunu, nasıl yaşadığını ve ona karşı neler yapmamız gerektiğini anlatan oyun, açılışı yaptı. Peşinden Deniz Türkali, Pınar Töre ve Enis Arıkan’ın yer aldığı, suç işlediğine dair bir kanıt olmadığı halde suçlanan bir kadını anlatan Bazı Şeyler Çok Saçma (Things That Make No Sense) geldi. Üçüncü oyun, Pankart ( A Bigger Banner), Serkan Salihoğlu yönetimindeki genç oyuncularla, 50lerdeki bir öğrenci hareketi ile günümüzü bağdaştırarak “devrim hayali” üzerine yoğunlaştı.
Bu üç oyunda da metinlerin yetersiz olduğunu düşünüyorum zira başlık olarak kapitalizm, suçsuz suçlular ve devrim hayali konuları verilse, herkesin benzer tekstleri yazabileceğini düşünüyorum. Hep konuşulan klişe cümleler ve derinliği olmayan kara mizah Dot’un bu zamana kadar sahneledikleri ile uzaktan yakından alakalı değildi. Dot oyunlarının sonunda, kafamda deli sorularla salondan ayrılmaya alışık olduğumdan, bu oyunlar bana pek yavan geldi. Ve metinlerde duyduğum bu sıkıntı, daha önce bayıla bayıla izlediğim oyuncuları da tutuklaştırmış gibi hissettim.
Dördüncü oyun ise, diğerlerine göre daha üstündü. Tuğrul Tülek’in hayat verdiği bir karakterle, genellemeden nispeten daha uzak durarak, özel bir durumu ve karakteri anlatıp empati kurmamızı sağlayan Hassas (Fragile) çok daha ilgi çekiciydi. Bütçe kesintileri nedeniyle kapanan bir kliniğin hastası olan Jack’in terapistinin evine gitmesini ve dünya düzeninde insana verilen değeri sorgulamasını anlatan oyunu baştan sona mükemmel götüren Tülek, bir bölümü seyircilere oynatarak, katılımımızı da sağladı. Doktor karakterinin konuşmalarına, hep bir ağızdan biz seyirciler can verdik. Değişik bir deneyimdi, yalnız replikleri takip edeceğim diye oyuna konsantrasyonum bozuldu ne yalan söyleyeyim.
Son oyun dışındaki oyunları pek beğenmediğim Makas Oyunları 1’in sahne tasarımı ise hoştu. Farklı yüksekliklerde ve renklerdeki platformların hem görseli güzeldi, hem de oyuncular çok verimli bir şekilde kullandıklarından işlevseldi. Ayrıca yine müzik kullanımı ve ışık düzeni başarılıydı. Artık Dot’tan beklentilerim, özellikle geçen seneki Sarı Ay (Yellow Moon)‘dan sonra, çok çok yükseldi. O nedenle başarılardan kısa, beklentilerimi karşılamayan şeylerden ise uzun bahseder oldum sanırım. Fakat görüldüğü üzere her zaman oyunlarından çok etkilendiğim Dot’ta bu sefer Hassas oyunu dışında herhangi bir etki alamadım. Bu yüzden de ikincisine gidip gitmemekte kararsızım.
Altın Ejderha / Der Goldene Drache
- Yazan: Roland Schimmelpfenning
- Yöneten: Serkan Salihoğlu
- Oyuncular: Deniz Türkali, Köksal Engür, Ece Dizdar, Enis Arıkan, Saim Karakale
“Oyun bir apartmanın en alt katındaki Altın Ejderha, Çin-Thai-Vietnam lokantasında geçer? Mutfakta Uzak Doğulu aşçılar durmadan yemek pişirirler. Aralarındaki en genç çocuk orada kaçak olarak çalışmaktadır? Çocuğun diş ağrısıyla başlayan oyunda apartmanın farklı katlarında yaşayan ve tamamen farklı hayatlara sahip olan tüm komşuları tanırız? Balkondaki yaşlı adam ve torunu, Çatı katında oturan genç çift, Bir kat aşağıda; bir kadın ve erkek arkadaşı Altın Ejderha?nın yanındaki bakkal? Herkes hayatından farklı bir şey bekler, herkes başka biri olmak ister, herkes Altın Ejderha?da yemek yemeye devam eder?”
Dot Tiyatro’nun ülkemiz tiyatro tarihinde nasıl bir yere sahip olduğunun şu anda farkında mıyız? Tam emin değilim. Zira Türkiye’de yapılmayanı yapma, henüz görmediğimiz, bilmediğimiz metinleri ve tarzları bulup, kötü bir kopya değil daha da iyi ve modern bir şekle sokma konusunda her geçen zaman kendini daha da geliştiriyor.
Roland Schimmelpfenning’in yazdığı, Serkan Salihoğlu’nun yönettiği Altın Ejderha, bir apartmanın en alt katındaki Çin-Thai-Vietnam lokantasının adı. Ve oyun, o lokantada kesişen hayatları kapitalist düzen ve kaçak işçi konularının eleştirileriyle birlikte seyirciye anlatıyor.
Oynayan beş oyuncunun maksimum performans gösterdiği tek perdelik oyun, takip edilmesi zor bir hızla aktı. Fakat sürekli karakter değiştiren oyuncular, öyle güzel altından kalktılar ki bu işin, bazen hızdan yorucu olsa da derin konuları keyifli bir seyirlik haline getirdiler.
Bu sezon tekrar oynarlar mı bilmiyorum ama şansınız olursa kaçırmayın derim.
Yüksek / Overspill
- Yazan:Ali Taylor
- Yöneten: Tuğrul Tülek
- Oyuncular: Mehmetcan Mincinozlu, Onur Öztay, Aykut Akdere
“Baron, Pıt, Çakı. Üç çocukluk arkadaşı. Aynı okula gitmiş, aynı mahallede büyümüşler, aynı takımı tutuyor, aynı müzikleri dinliyor, adeta tek vücut olmuş gibi yaşıyorlar. Her Cuma gecesi birlikte dışarı çıkıp, o mekandan bu mekana geçer, kalabalığa karışır, içer, eğlenir, sarhoş olurlar?
O gece, ?hikayeleri? yine her zamanki gibi devam ederken, şehirde patlamalar başlar. Üç ?Panpa??nın gittikleri ve hatta içinde bulundukları mekanlar teker teker yok olur. Şehirde paranoya artmaktadır? Baron, Pıt ve Çakı suçlunun peşine düşer, istedikleri tek şey onu yakalamak ve hikayelerini eski haline döndürmektir. Kahramanlarımız ?hikayeyi? değiştirmeye çalıştıkça geri dönüşü olmayan bir yola girer? ?Hikaye? gittikçe büyür, ağırlaşır ve derin bir karanlığa doğru gider.”
Tuğrul Tülek elini attığı her işte bir farklılık yaratıyor ve başarısını hep bir üst kademeye taşımayı başarıyor. Yüksek’de bu başarılarından biri.
Yine bildiğimiz anlamda, tefrişli-dekorlu sahne düzenlemesi yok. Çok başarılı ışıklar ve müzikler dışında koca bir alan ve 3 oyuncu. Fakat metin o kadar iyi yazılmış ve düzenlenmiş ki, oyuncuların anlatımıyla tüm seyirciler Taksim’de hissettik kendimizi. Tülek’in cümleleriyle; “Oyun, her birimizin kendi hikayesi olduğunu fakat bizim dışımızda akan hayat içinde ne yazık ki kendimizi istediğimiz gibi yaşayamadığımızı ve anlatamadığımızı irdeliyor. “du ve bunu hepimizin bildiği sokaklar ve mekanları kullanarak yaparak, hikayenin “gerçek” hissiyatını içimize işliyordu.
İzleyeli bir hayli zaman geçti ama düşünüyorum da oyunda olmamış diyebileceğim hiçbir şey yoktu. Oyunculuklar, metin, koreografi, ışık, reji…
Tuğrul Tülek’in yeni işlerini merakla bekliyor ve takip ediyorum.
8 f 2012 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yazan: Bryony Lavery
- Yöneten: Murat Daltaban
- Oyuncular: Cemil Büyükdöğerli, Hakan Kurtaş, Berrak Kuş, Ünal Silver, Pınar Töre, Tuğrul Tülek, Emre Yeti
Dot tiyatroyu 3-4 senedir büyük bir ilgiyle takip ediyorum. In yer face (yüzüne tiyatro) akımını ilk olarak Dot’ta izleyip benimsemiştim. Mısır Apartmanındaki o siyah kutu sahnede izlediğim 2 oyun da, beklediğimin çok üstünde performanslara ev sahipliği yapıyordu.
Sonraları oynamaya başladıkları Maçka G-Mall ise benim için tarifsiz bir mekan haline geldi. Her Dot oyunundan önce mümkün olduğunca erken gidip, önce bir D&R turu, sonra Numnum’da ya da Dot’un kafesinde bir yemek ve sonra tiyatro ziyafeti. Otoparkı da var. Daha ne olsun!
Bu seferki ritüel, Bryony Lavery’nin orjinal gösteriminden sonra dünyada ilk kez oynanan ikinci versiyonu Beautiful Burnout’u izlemek içindi. Her zamanki siyah kutu salonun ortasında koca bir boks ringi duruyordu. Açıkçası Barış Dincel’in sahnenin tasarımını yaptığını öğrendiğimden beri bir hayli korkuya kapılmıştım fakat her zamanki gibi yaratıcılıktan uzak olmasına karşın, sade bir sahne tasarlamıştı. Işıktan (görünmez) iplerle çevrili sahnenin ortasında kocaman bir ışık panosu vardı, ve oyunda bu panonunun etrafından yazılar aktı. Bir hayli yüksek panodaki yazıları okumak dikkatimi dağıtsa da, oyunun güzel birçok özelliğinin yanında ufak bir kötü detaydı.
Bir grup gencin, boks tutkularıyla birlikte kurdukları hayalleri anlatan oyun Uygur Yiğit’in muazzam müzik seçimleri, Tan Temel ve Sernaz Demirel’in kareografileri ve oyuncuların müthiş boks performansları ile oldukça zirvedeydi. Tüm oyuncuların 1,5 yıl boyunca boks dersleri alarak oluşturdukları fiziksel disiplin daha önceki Dot oyunlarından aşina olduğum bu oyunculardaki değişimi fark edilir kılmıştı.
Cemil Büyükdöğerli ve Tuğrul Tülek yine üstlerine düşeni fazlasıyla yapmışlardı. Pınar Töre geçirdiği fiziksel değişim bir yana, oynadığı karaktere tamamen dönüşmüş olmasıyla ve Hakan Kurtaş salt final sahnesindeki mükemmel performansıyla alkışı hakediyordu. Ünal Silver, diğer oyuncuların hareket ve enerjisine karşın elinde taburesiyle kurduğu oyun dengesiyle ve sesiyle muhteşemdi. Berrak Kuş, bence genç anne rolüne göre fazla minyon ve cılız kalmıştı. Daha önce izlediğim performanslarında kendisini çok beğenmiş olsam da, bu oyundaki rolünün, kendisinin fiziksel durumuna yakışmadığını düşündüm. Emre Yeti ise, artık başka bir rolü oynayamacağına emin olmakla birlikte, her zamanki ezik, sesi çıkmayan ve anlaşılmayan kişi rolünde vasattı.
“In-yer face” akımından sonra “Fiziksel tiyatro” akımını da bizlere sunan Dot’un, oyunun geneline ve oyuncuların duygusal rolle birlikte verdikleri fiziksel çabaya bakarak oldukça başarılı olduğunu söyleyebilirim. Benim gözüme takılan olumsuzluklar ise Dot’un hep çıtayı daha yükseğe taşımasından kaynaklı…
Sahnede terlerinin son damlasına kadar oynayan oyuncuları mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
Mehmet Turgut imzalı tanıtım fotoğrafı
30 f 2010 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yazan: Hakan Günday
- Yöneten: Murat Daltaban
- Oyuncular: BERRAK KUŞ , CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, EMEL ÇÖLGEÇEN, ELVİN AYDOĞDU, İBRAHİM SELİM, MERT CAN SEVİMLİ, ONUR ÖZTAY, PINAR TÖRE, RIZA KOCAOĞLU, TUĞRUL TÜLEK
Malafa, Dot’un 17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali için hazırlanmış ve 28 Mayıs 2010’da festival kapsamında prömiyer yapmış oyunu.
Yazar Hakan Günday’ın kendisi tarafından oyunlaştırılan ‘Malafa’, “Kara Tavuk” ve “Pornografi” oyunlarında tarafımdan tam puan almış Dot Tiyatrosu’nun Mısır Apartmanındaki o müthiş ‘karakutu’ sahnesinde oynanıyor.
Gittiğim diğer iki oyunundan fevkalade zevk aldığım grup, yüzüne tiyatro anlayışını meşhur İngiliz oyunları ile yapmaktaydı. Sezon açılışında Türk bir yazarın oyunu olduğunu duyduğumda hem şaşırmış hem de büyük bir önyargı ile beklentilerimi aşağı çekmiştim. Fakat izlediğim oyun milliyetçi duygularımın kabarmasına neden oldu.
İnsanı içine çeken bu oyun başlangıcında yeni sahne düzeni ile şaşırttı. Kara kutumuzda bu sefer sahne ortadaydı ve seyircileri karşılıklı oturtacak şekilde bir düzen vardı. Ve tam bir buçuk saat boyunca kan ter içinde kalarak müthiş performans gösteren oyuncular iki seyirci grubuna birden hakim olmayı başardılar.
Murat Daltaban, Engin Alkan ile beraber benim gönlümdeki yönetmenler bölümüne bu oyunun sonunda tamamen yerleşti. Daltaban, seyirciyi nasıl oyunun içine dahil edeceğini ve nasıl büyüleyeceğini çok iyi biliyor. Dot’un izlemediğim iki oyunu “Punk Rock” ve “Alışveriş ve Sikiş”i en kısa zamanda izleyeceğim.
Oyuncular her zamanki Dot oyunlarında olduğu gibi müthiştiler. Enerjileri müthişti. Yakınlarda izlediğim ‘Başka Dilde Aşk’ filmindeki dramatik adamı ve ‘Mükemmel Çift’ dizisindeki gay rolünü oldukça başarılı bir şekilde canladıran Tuğrul Türek, Malafa’da Topaz Jewellery’nin tezgahtarlarından biri. Oyunun en enerjik oyuncusu ve bir nevi anlatıcısıydı kendisi. Ter içinde kaldı sahnede, emeğine sağlık, çok başarılıydı.
‘Pornografi’ oyununda hayran kaldığım, ‘Kavak Yelleri’ dizisi ile haklı bir üne kavuşan Cemil Büyükdöğerli, yine gözleriyle oynadı. Yine hüzünlere götürdü, yine süperdi.
Son olarak ‘Ezel’ dizisinde çizdiği psikopat portresiyle herkesi etkileyen Rıza Kocaoğlu, fiziğini rolün içine sokabilmesi ile beni benden aldı. Elleri, gözleri, hareketleri karakterine inanılmaz bir derinlik kattı.
Ve müthiş sesli adam İbrahim Selim… Oyunu yukarılardan aldı, ayaklarını yere bastırdı. Anlatılan kara komedinin gerçek olduğunu hissettirdi. Tüm ekip ve oyuncular inanılmaz başarılılardı.
‘Malafa’ beni daha önce okumadığım için su anda çok pişman olduğum yazar Hakan Günday ile tanıştırdı. Hemen kitapları alına ve okunula.
Yeni bir Dot oyununa kadar bu oyunun verdiği haz bana yeter. Herkese kesinlikle tavsiye olunur.
Konusu:
“Topaz Jewellery Center, Türkiye?nin en büyük kuyumcusudur.
Her biri yedi yüz metrekare olan dört katta, tonla mücevher alıcılarını bekler. Alıcılar, turistlerdir.
Satıcılara ise tezgâhtar denir.
Malafa, turistlerle tezgâhtarların çarpışmasını anlatır.
Bu çarpışmada havaya saçılan altın tozlarının ışığında atılan bin bir tezgâhı anlatır.
Topaz?da tezgâh, hayattır. Satmak için her şey yapılır. Şiddetten şehvete kadar, bütün yollardan gidilir.
Yol kalmayınca yenisi açılır…
Malafa, satmanın ve satın almanın öyküsüdür.
Satmak için kendilerinden vazgeçenlerin, satın almak için kendilerini kaybedenlerin öyküsü.
İnsanların değil, ancak paranın yolculuğu olan turizmin öyküsü.
Tezgâhtarların sattıkça, sattıkları mallara dönüşmeleriyle ilgili.
Turistlerin satın aldıkça, nefret ettikleri iş hayatlarından intikam almalarıyla ilgili.
Malafa, her şeye inanmak için valizini toplamış olanla, her şeye inandırmak için yatağından kalkanın karşılaşması.
Topaz adındaki dev kuyumcuda mücevherler küçük bir ayrıntı.
Önemli olan, içine her şeyin dahil olduğu ?tatil? adındaki zaman diliminde, turisti, şehvet, şiddet ve eğlenceye boğmak.
Önemli olan, gerçek hayatla turistin arasına, altından bir duvar örmek.
Önemli olan ne varsa unutmak isteyen turiste, bir tezgâhın ardından, hayatının gösterisini sunmak.
Sonra da bütün bunların bedelini ödemek için yanında para yoksa taksit yapmak.
Satmak, daima satmak.
Sattıkça delirmek.
Delirdikçe de satın almak.“
29 f 2010 | Tiyatro
- Dot Tiyatro
- Yazan: SIMON STEPHENS
- Yöneten: MURAT DALTABAN
- Oyuncular:EMEL ÇÖLGEÇEN, EMRE YETİM, BERRAK KUŞ, CEMİL BÜYÜKDÖĞERLİ, UMUT KURT, GİZEM ERDEM, HAKAN MERİÇLİLER, İPEK BİLGİN
“2 Temmuz 2005 LIVE 8 KONSERLERİ
6 Temmuz 2005 G8 TOPLANTILARI
6 Temmuz 2005 2012 OLİMPİYAT ŞEHRİ LONDRA
7 Temmuz 2005 LONDRA?da üç metro istasyonu ve bir otobüse yapılan terör saldırısı.
TEMMUZ 2005… bütün dünya BRITANYA?da yaşanan büyük olaylardan bahsediyor.
Okullarda, ofislerde, sokaklarda, parklarda, evlerde yoğun bir heyecan yaşanıyor?
havada tuhaf bir gerginlik var?Oysa kısa bir süre içinde Londra?nın merkezinde her şey değişecek…
Pornografi, 2012 Olimpiyatları?nın açıklanmasıyla yakalanan mutluluk ve umut
duygularının, bombalamaların ardından yerini ?hızla? karamsarlık ve yıkıma
bırakışını anlatır. Oyun, mutluluktan yıkıma götüren tüm bu olayları 6 günlük süre içerisinde ele alır ve 8 insanın yaşadığı deneyimleri birleştirir.”
Mısır Apartmanın’da “Karatavuk/Blackbird” oyununu izledikten sonra Dot’un oyunlarını kaçırmamak için kendime söz vermiştim. Bu yüzden yeni sezon oyunlarını duyar duymaz biletimi aldım.
Bu seferki adresimiz Maçka G-Mall idi. Açıkça söylemem gerekir ki, Taksim’deki apartman dairesindeki tiyatro salonunu daha çok sevmiştim. Zira ufak bir koridordan gidip o ufak ama değişik sahneyi bulmak benim daha çok hoşuma gitmişti. Maçka’daki salonda da kara kutumuz yine karşımızdaydı.
In-yer face (yüzüne karşı) tiyatro anlayışı bu oyunda da “Karatavuk”taki gibi devam ediyordu. Ön sırada olmanın verdiği avantajla bu anlayışın etkisini 2 kat fazla hissettim sanıyorum.
Oyunculuklar, konuyu ele alış, sahne, diyaloglar.. herşey çok güzel ve etkileyiciydi. Yeni oyunları merakla bekliyorum.