DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

DasDas’ın Yeni Sahnesinde Timsah

  • Yazan: Tom Basden
  • Yöneten: Mert Fırat , Volkan Yosunlu
  • Oynayanlar: Erkan Avcı, Ferit Aktuğ, Özgün Aydın, Hazal Türesan

DasDas, İngiliz mizah yazarı Tom Basden’la ikinci randevularında bu kez çağın hastalıklarından birine mizahi bir bakış atıyor. Basden’ın Dostoyevski’nin aynı adlı öyküsünden esinle yazdığı oyun, gösteri toplumunun sistemle el sıkışmayı seçen aktörleriyle, bir timsahın karnından “hesaplaşıyor.” Oyun, en az hayatta şahit olduklarımız kadar “tuhaf ama gerçek..”

Bu sezon kendi çapımda bir rekora koşuyorum. Ayda ortalama 6-10 adet oyun izliyorum ve özel tiyatroların yaşadığı bu altın çağdan, hem salon hem de oyun adedi olarak, çok memnunum. Fakat, konuya bir fakat ile başlamak istemezdim ama, salon çokluğu nicelikte iyi olsa da nitelikte bazen yetersiz oluyor.

Timsah oyununu ilk kez gittiğim DasDas‘ın Metropol İstanbul Alışveriş Merkezi içinde açılan salonunda izledim. Salonun kapısından içeri henüz adım atmıştım ki yanımdakine dönüp “inşallah mikrofonla oynarlar” dedim. Zira artık profesyonel sanatseverlik mertebesinde olduğumdan ve işim gereği bazı sıkıntıları öngörebiliyorum. 

Sahne kocaman, tribünler çok güzel ama akustiğin bir sorun olduğu daha girer girmez belliydi. Ve maalesef yan tribünlerden birinde oturmak durumunda kaldık kalabalıktan. Ve yine maalesef akustik tahmin ettiğim gibi sorun oldu, oyuncular mikrofonsuz oynadıkları için biraz arkalarını döner gibi veya açılarını değiştirir gibi olduğunda sesi duyamaz olduk. 

Çözülemez bir sorun değil tabi ki… Böyle güzel fuayeli, kocaman bir sahneyi yapanların, akustiğe kısa sürede bir çözüm bulacağınıa eminim.

Oyuna gelecek olursam, Dostoyevski’nin daha önce okumuş olduğum ve çok sevdiğim bir hikayesi Timsah. Tom Basden‘in hikayeyi ele alışını da oldukça akıcı ve güzel buldum. Oyunda yaşanan bazı şeyler çok tuhaf ve gerçekdışı gibi görünse de olmaz dediğimiz her şeyi yaşadığımız günlerde çok çok manidar olduğu kesin.

Erkan Avcı ve Ferit Aktuğ’un oyunculuk deneyimlerini konuşturarak sırtlandığı oyunda, Özgün Aydın ve Hazal Türesan’ın performanslarını biraz fazla karikatürize bulduğumu söylemeliyim. Fakat oyununun tamamına baktığımızda, ve biz ilk oyunlardan birini izledik, iyi bir grup performansı çıkardıklarını söyleyebilirim çünkü hepsinin enerjisi ve heyecanı çok yüksekti ve oyun sonu alkışlarına bakarsak seyirciye oldukça geçtiği belliydi. Eminim birlikte sahne aldıkça oyun çok daha iyi bir noktaya gelecektir.

Sahne tasarımında daha çağdaş ve enteresan işlere imkan sağlayabilecek bir oyunken, renkli küp gibi sıradan bir öge ile farklı şapkaları tutan ayaklı askılık gibi birr başka klasik tiyatro dekorunun kullanılmasını bir tavır olarak kabul etsem de, yine de bu genç kadronun çok daha fiziksel ve çağdaş bir performansı sergileyebilecekleri bir sahne yaratılabilirdi diye düşünüyorum. Yine muhtemelen ilk oyunlardan olduğu için bir hayli yavaş gelişen, küpleri sürekli taşıyıp renklerini değiştirmekle uğraşmalarının oyuna katkısını çok anlamlı bulamadım.

İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yepyeni bir sahnede izlediğimiz oyunun tamamına baktığımda, hem komedi düzeyi, hem eleştirel metni, hem de başarılı oyuncu performansları ile kalabalık grupların gidip izleyebileceği, herkese hitap edecek bir oyun olduğunu söyleyebilirim.

Keyifle izlemeniz dileğiyle… 

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

Gece Sempozyumu Bize Ne Anlatıyor?

  • Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
  • Yazan: Eric De Volder 
  • Sahne Tasarımı: Lawrence Malstaf & Meryem Bayram 
  • Yönetmen: Mesut Arslan
  • Oynayanlar: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül / Gökhan Girginol, Pervin Bağdat 

Eric De Volder’in oyunundan sahneye uyarlanan, yönetmenliğini Mesut Arslan’ın üstlendiği performans, sahne tasarımı, seyirciyle kurduğu ilişki ve anlatısıyla öne çıkıyor. Bir anne, üç oğlu ve ortalıkta olmayan bir baba, Lawrence Malstaf ve Meryem Bayram’ın tasarladığı kusursuz arenada bir topaç ile birlikte hareket ederek iletişimin sınırlarını keşfediyor. 

Mesut Arslan, metnin çizgiselliğine koşut olarak duygu ve sezginin daireselliği ekseninde seyirci için izleme ve dinlemenin ötesine geçen evrensel bir anlam yaratıyor. Bir aile trajedisini, günlük bir ritüele dönüştürüyor ve şöyle diyor: “Oyun, öykünün sonunda ortaya çıkan, ailesini demir pençesinde tutan kayıp bir babanın çevresinde gelişiyor. Oyunu okuyan herhangi biri, o anda babanın dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünür. Ben duruma farklı bakıyorum. Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.””

Nasılsın? İyiyim.

Her gün, nasıl olduğumuzu gerçekte hiç önemsemeyenlerin sorduğu bu soruya, çoğunlukla yalan olan bu cevabı veriyoruz. Peki gerçekten nasılız?

Bu oyunun yazısına her şeyden önce üzerine uzunca düşünülebilecek ve konuşulabilecek bir iş çıkarmış olmalarını alkışlayarak başlamak istiyorum. Zira İstanbul Tiyatro festivalini aklım yettiğinden beri takip etmeye çalışan biri olarak, ağzımı açık bırakan, kafamı allak bullak eden oyunları bizimle buluşturmalarına alışık bünyem son senelerde oldukça sarsıldı. Hele bu sene yaşadığım “Pss Pss” tramvasından sonra, bu oyun tekrar hayata dönmeme sebep oldu bile diyebilirim.

3 erkek çocuk, bir baba ve bir anneden oluşan bir çekirdek ailenin yapısındaki arızaları, tek tek tüm bireylerin maruz kaldığı/katlandığı bir çok konuyu su üstüne çıkaran bir hesaplaşmayla bizlerle paylaşan oyun, 80 dakika boyunca bu hesaplaşmanın tam ortasına bırakıyor seyirciyi.

İyi-kötünün ayrımına varılamayan, her insanın egosal çıkarı doğrultusunda hem aile içindeki bireysel ilişkilerinde hem toplumla ve sistemle olan ilişkisinde dönüştüğü halleri ve sınırlarını göz önüne seren oyuna tüm bu karmaşayı anlatması için sahne tasarımı hizmet ediyor. Ve çağdaş tiyatroda oldukça aşina olduğumuz şekilde sahnesini seyirciyle paylaşan ve seyirciyi”seyir eden”den olayın bizzat içinde “tanık olan”a evrilten tasarım, aslında bir metafor yağmuruna da ev sahipliği yapmış oluyor.

İyi, kötü, saf, temiz, canice tüm duygularımızı gömdüğümüz bir kutudan, domuzlarla dolu b.klu bir çukura kadar bir çok şey olan sahnede, tüm bu iç dünya karmaşası yönü-hızı belli olmayan topaçlarla deneyimleniyor. Ne yöne gittiği belli olmayan, kimi zaman hızlandıkça hızlanan, kimi zaman aniden duran, istenildiğinde kontrol edilebilen fakat korunmadığında can yakan bu güçlü topaçlar bir şekilde oyunun en kuvvetli oyuncusu olmayı başarıyor. 

Nasılsın? İyiyim!

Oyuna, damarlarında klasik tiyatro sevgisi/ilgisi ve çağdaş tiyatro temkini dolaşan annemle gitmiş olmam aslında bu eleştiri yazısını bir şekilde daha çok açıdan görerek yazmama neden oldu. Zira tüm bu sahne, topaçlar gibi metaforların içinde kalınca, bazen ben mi bazı şeylerden fazla anlam çıkartıyorum ve aslında çok mu zorluyoruz anlamak/anlatmak için diye sorgular buluyorum kendimi. O yüzden annemin yorumları bana yardımcı oldu.

Örneğin bence oyunun en can alıcı hikayelerinden biri olan baba ile büyük çocuğunun yumurta hikayesinden tatlı annem hiç bir şey anlamamış. Sonra, oyunun giriş bölümü olan Güven Kıraç’ın çok çok iyi bir performans çıkararak ilk saniyeden bizi bu hikayenin içine soktuğu “domuzlar” kısmını ise anlamanın yanından bile geçmemiş. Benim bakış açımla iki küçük kısım da iç sıkıştıran, derin ve yoğun bölümlerdi. Fakat işin enteresan kısmı, annem bu ve bunun gibi bir çok kısmı alıştığı anlamda anlayamamış olsa da bir şekilde duygusunu hissetmiş. Ve oyun sonrasındaki uzun sohbetimizde anladıklarımızı ve hissettiklerimizi bir araya getirince, aslında oyun bizim evin salonunda da devam ederek enteresan bir noktaya vardı.

Nasılsın? İyiyim…

Tüm bu sahne tasarımını oldukça yenilikçi ve anlamlı bulmama, hikayenin ele alınışını sevmeme, kadın oyuncular hariç tüm oyuncu performanslarını üst düzey görmemem rağmen oldukça iyi ve görülmesi bu oyunun o “vav” hissini engelleyen bir şeyler var.

Bunlardan ilki ve en önemlisi kesinlikle Derya Alabora’nın ekiple ve hikayeyle enteresan şekilde uyumsuz performansı. Öyle zannediyorum robota dönüşmüş, bildiklerine rağmen ailesini bir ara tutma görevi olan “anne/eş” figürünü değişik bir yorumla sunmaya çalıştı fakat öyle garip bir yerden oynadı ki, ne oyuna ne o aileye ne o sahneye bir türlü dahil edemedim. (Üstüne üstlük benim izlediğim oyunda mikrofonu sıkıntılıydı ve cızırdıyordu. İyice ayrık bir performans oldu.)

İkincisi topaçlar cidden çok çok iyi düşünülmüş olsa da mekanizma kablolu aletlerle çalıştırılana kadar geçen o süre kopmalara yol açtı. Keşke şarjlı bir aletle oyunun akışına uygun bir hızda topaçlar kurguya dahil olabilse ve kapı aç- kablo ve aleti getir – topacı çalıştır- kabloyu topla – kapıyı kapat şeklindeki oyundan çıkaran anlar yaşanmasaydı. Ama sanki bu öyle bir oyun ki, hem oyuncular hem seyirci oyun piştikçe, her deneyimden sonra çok daha enteresan (iyi anlamda) bir yere doğru taşıyacak hikayeyi. O nedenle mutlaka 2-3 ay sonra tekrar izlemek istiyorum.

Son olarak, her ne kadar bütün bu metafor silsilesini sevmiş olsam da bazı noktaları 80 dakikalık bir oyunun içinde zorlama buldum. Bize mimarlık eğitiminde öğretilen bir bakış vardır: Bir tasarımın içindeki bir kısım özel amaca hizmet etmiyorsa, genel tasarıma da anlamlı bir katkısı yoksa varlığını sorgularız. Bu oyunda da örneğin düzeni/otoriteyi simgelediğini sandığım o büyük boru, iç içe geçen borular gibi sahne ekipmanlarının ve hikayeleri ile kız arkadaş(lar) ve anneannenin genel anlatılana anlamlı katkısını sorguladım.  Hatta anlamlı katkısını bulamadığım gibi zaten “zor/acı ama gerçek” duygu yoğunluğu içinde bütünü bozduğunu ve seyirciyi gereksiz yorduğunu bile düşündüm.

Nasılsın? İyiyim. İyiyim. İyiyim!

Aslında bütün bu detayların içinden bir ana fikire varacak olursak, başlangıçta söylediğime dönüyor olacağım. Üzerine bunca yorumu yapabileceğimiz, konuşup kafa patlatabileceğimizi, kendimizi ve sınırlarımızı sorgulatan iyi bir deneyim bu oyun. Sırf böyle olması bile izlenmesi gerektiğini gösteriyor. 

Mutlaka ikinci bir sefer, hikayenin nereye vardığını görmek için ve bu sefer tribünden değil sahnenin hemen dibinden izliyor olacağım. 

İyi seyirler, 

Oyun Atölyesi’nden: Antonius ile Kleopatra

Oyun Atölyesi’nden: Antonius ile Kleopatra

antonius kleopatra

  • Oyun Atölyesi
  • William Shakespeare 
  • Yönetmen: Kemal Aydoğan
  • Oynayanlar: Zerrin Tekindor, Haluk Bilginer, Kevork Malikyan, Emre Karayel, Mert Fırat, Onur Ünsal, Evrim Alasya, Muharrem Özcan, Gözde Kırgız, Zeynep Alkaya, Tuğçe Karaoğlan, Mehmet Özbek

Oyun atölyesinin 26-27 Mayıs’ta Londra’daki Globe’s 2012 International Shakespeare Festivali’nde, Türkiye’yi temsil edeceği oyunu Antonius ile Kleopatra, oyuncu kadrosu ile çok şey vaad ediyor.

Shakespeare’in iktidar savaşı içinde aşkı anlattığı oyununu, klasik Shakespeare yorumu ile değil de oldukça muzip bir dille ele alan oyun, maalesef beni tatmin edemedi.

Öncelikle ağır bir dram barındıran bu hikayenin komediyle harmanlanarak anlatılmasına, tutucu bir gözle yaklaştığımdan değil, sakil durması ve oyunun içine girmeme engel olduğu için karşıyım. Zerrin Tekindor’un Kleopatra olduğu sahnelerde seyircilere kocaman kahkahalar attıran bir cinsellik konulu komedi ve abartılı karakterler varken, bir sonraki sahnede oynadığı karaktere tam anlamıyla bürünmüş, onun yaşadığı ikilemleri ve aşkı müthiş bir olgunlukla yaşatan Antonius-Haluk Bilginer beliriyor. Hal böyle olunca, seyirciler dram dolu sahnelerde oyuncu komedi mi yapıyor, dramatik mi oynuyor anlayamıyor. Sonra sahnede bağıra bağıra ağlayan oyuncuya gülen seyirciler ortaya çıkıyor.

Amacım ve isteğim oyunların basitleştirilmesinden yana değil. Tabi ki Shakespeare oyunları komediyle harmanlayarak sahneye konabilir, konmalıdır da. Ama bu oyunda ben oyuncuların harmonisini yakalayamadım maalesef. Mert Fırat, Emre Karayel, Haluk Bilginer oyunun klasik versiyonunu oynarken, Zerrin Tekindor komedi versiyonunu oynuyor gibiydi. Bu komedi ve dram öğeleri kaynaştırılamamıştı.

Ayrıca bu karmaşıklığı destekleyen diğer bir unsur, bir iki kostüm değişimi dışında oyuncuların tamamının sürekli sahnede kalmasıydı. Sahnesi biten oyuncu, sahnenin arkasına doğru konumlanmış koltuklara oturup, sahneleri izliyordu. Bu da oldukça dikkat dağıtıcıydı.

Fakat bunun dışında oldukça yoğun kullanılan müzikler etkileyici, ışık kullanımı ise bir hayli başarılıydı.

Sanıyorum bu gözüme batanlar, Testosteron gibi mükemmel bir işe imza atmış ekipten çok daha iyi işler başarmasını beklememden kaynaklanıyor. Yine de, tabi ki, ülkemizi Londra’daki festivalde en iyi şekilde temsil etmelerini diliyorum.

İyi seyirler,

Çağan Irmak’tan Dedemin İnsanları

Çağan Irmak’tan Dedemin İnsanları

dedemin insanları

  • Tür: Dram, Aile,
  • Yönetmen: Çağan Irmak
  • Yapım: 2011, Türkiye
  • Oyuncular:  Çetin Tekindor,  Hümeyra Akbay,  Mert Fırat,  Ezgi Mola,  Yiğit Özşener,  Gökçe Bahadır,  Zafer Algöz, Yiğit Arı,  Ünal Silver,  Ushan Çakır,  Mehmet Ali Kaptanlar,  Serkan Genç,  Durukan Çelikkaya,  Sacide Taşaner
Ozan, Ege’nin sevimli ve küçük bir sahil kentinde geniş ailesiyle yaşayan 10 yaşında bir çocuktur. Ailesinin kökenleri şimdi Yunanistan’a bağlı olan Girit adasına dayanmaktadır ve dedesi Mehmet Bey zamanında mübadele ile Türkiye’ye göçmek durumunda kalan Giritli bir göçmendir. Bu yüzden mahallede Ozan’a arkadaşları “gavur” diye seslenmektedir. Dışlanmaktan korkan Ozan ise gavurluğu reddederek “Biz Türküz!” diye ailesine ve dedesine kafa tutar.Yaşadıkları kasabanın saygın eşrafından olan Mehmet Bey ise çevresindeki herkese el uzatan, yardımsever biriyken torununun bu hırçın haline üzülmektedir. Kendisi henüz 7 yaşında küçük bir çocukken Giritten İzmir’e göç etmek zorunda kalan Mehmet Bey, şimdi torununa atalarının geçmişini, doğduğu toprakları ve içinde sakladığı özlemi Ege’nin mavi sularına bıraktığı şişelerle anlatacaktır… “
Çağan Irmak son dönemin en başarılı yönetmenleri arasında sayılıyor. İnsan hikayelerini ve aile ilişkilerini çok kırılgan,naif duygularla anlatan yönetmen, çalıştığı oyuncuların başarısıyla beraber kendini üst sıralara taşıyor.
Dedemin insanları, kendi geçmişini araştıran Çağan Irmak’ı mübadele yıllarına götürüyor, dolayısıyla da bizi… Günümüzdeki Ozan’ı gördüğümüz sahneyle açılan film, daha sonra Ozan’ın küçüklüğüne, Ege’ye götürüyor bizi. Mahallenin göçmen tuhafiyecisi rolündeki Çetin Tekindor kariyerinin en masum , dürüst ve şık karakteriyle karşımızda. Açıkçası inanması zor iyilikte bu aile babasına pek ısınamadım.
Fakat torunu rolündeki Ozan’ın o çocuksu gelgitleri, mutsuzlukları, büyükleri anlama çabası ve tüm bunları inanılmaz bir başarıyla canlandırması takdire şayandı. Aynı şekilde Hümeyra, Zafer Algöz, Gökçe Bahadır ve Yiğit Özşener mükemmellerdi.
Fakat filmin en beğendiğim bölümleri; mübadele yıllarının anlatıldığı, Mert Fırat ve Ezgi Mola’nın inanılmaz performansları ile göz doldurduğu, çekim açıları ve sahne görsellikleriyle baştan sonra özenildiği belli olan, bir dönem dedelerimizin yaşadıklarını büyük bir çıplaklıkla ortaya koyan sahnelerdi. Sırf o sahneleri tekrar tekrar izlemek için filmin DVDsini merakla bekliyorum.
Türklerin duygusallık damarını çok iyi bilen ve bu filminde de bunu yakalayan yönetmenin, yer yer güldürdüğü, çoğunlukla hüzünlendirdiği bu aile hikayesi ve dönem filmini izlemenizi tavsiye ederim.
Erkek Muhabbetini Yöneten Hormon: Testosteron (Oyun Atölyesi)

Erkek Muhabbetini Yöneten Hormon: Testosteron (Oyun Atölyesi)

testosteron

 

  • Oyun Atölyesi /
  • Yazan: Andrzej Saramonowicz /
  • Yöneten: Kemal Aydoğan /
  • Oyuncular: Metin Coşkun, Onur Ünsal, Emre Karayel, İnan Ulaş Torun, Mert Fırat , Timur Acar, Tuna Kırlı /
  • 2 perde, 140 dk /

“Rezervuar Köpekleri filmindeki, soygun için bir araya gelen, ama birbirlerini tanımayan beş erkeğin masanın çevresinde oturup kendilerini yöneten testosteron hormonu üzerine yaptıkları sohbet sahnesinin barkovizyon sunumuyla başlıyor oyun… Filmin bu sahnesinde karakterlerin erkeklik sorgulaması yapmasına neden olan Madonna’nın “Like a Virgin” (Bakire Gibi) adlı şarkısını dinleyerek ilk sahneyi izlemeye başlıyoruz… Hemen ardından testosteron fazlalığının şiddete yönlendirdiği Garson’la (Tuna Kırlı) tanışıyoruz ve bingo! Testosteronun bizi götüreceği ilk erkek modeli karşımızda… 

Skandal nedeniyle gerçekleşememiş bir nikah töreni sonrasındayız… Nikahın en önemli anında gelin hayır cevabını verip, davetliler arasından birini işaret ederek – ki o Gazeteci Tretyn’dir (Mert Fırat)- kalbinin başkasında olduğunu söylemiş ve kalkıp onu öpmüştür. İşte o noktadan sonra damadın çevresindeki bütün erkeklerin müstakbel gelin konumundaki kadına ne sıfatlar taktıklarını ve nasıl “erkekçe bir kapışma”nın tam ortasında kaldıklarını tahmin etmeniz zor olmasa gerek… Kavga sonrası, gerçekleşemeyen düğün yemeğinin yenileceği restorantta bir araya gelmek zorunda kalan yedi erkek, gelinin hayır demesinin nedenleri üzerine bir hesaplaşmaya girişirler… Fiziksel ve psikolojik şiddetle başlayan bu yüzleşme, genellikle ikiden fazla erkeğin bir araya geldikleri her ortamda olduğu gibi, tipik bir “erkek muhabbeti” ne dönüşür. Çapkın Baba Stavros (Metin Coşkun), Kuş Bilimci Kornel (Onur Ünsal), Gazeteci Tretyn (Mert Fırat), Müzisyen Fistach (Emre Karayel), Avukat Yanis (Timur Acar), Mikrobiyolog Robal (İnan Ulaş Torun) ve Garson Tytus (Tuna Kırlı) karakterleri, erkeğin kadına ve cinselliğe bakış açısını esprili bir açıdan dile getirirlerken, kadını elde edilebilir cinsel obje olarak görme yanılgısına düşen ve gücün kendisinde olduğunu düşünen erkeklerin aslında tamamen kadınların kontrolünde olduklarını gözler önüne seriyorlar…(Başak Sakızlıoğlu)”

Uzun zamandır görmek istediğim oyunu nihayet izleyebilmenin sevinci içindeyim. Yanda gördüğünüz Dali çalışmasından esinlenen bir sahneye yukarıda anlatıldığı şekilde bir girizgahla giren hepsi birbirenden başarılı, hepsi başrol oynayan oyuncular geliyor.  Ve oyun başlıyor. Testestoranları “erkeklikler”ini belirleyen bu adamlar başlıyorlar muhabbete. Kadınlardan bahsediyorlar aslında ama içkiler gırla.. ve kavgalar…

Çok iyi düşünülmüş bir sahnede, müthiş oyunculuklar. İnanılmaz bir metin. Süper müzikler… Gülmekten karın ağrılarıyla geçen 140 dakika…

Kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,