- Tür: Dram /
- Yönetmenler: Béla Tarr & Ágnes Hranitzky /
- Yapım: Macaristan, Fransa, Almanya, İsviçre, ABD, 2010 /
- Süre: 146dk /
- Oyuncular: Erika Bók, János Derzsi, Mihály Krmos /
“2011 Berlin Jüri Büyük Ödülü
Yapıtları ve yaklaşımıyla çağdaş bağımsız sinemacıları etkileyen Bela Tarr?ın on yıl aradan sonra çektiği bu ilk film, Alman düşünür Friedrich Nietzsche?nin 1889?da Torino?da kırbaçlanan bir atı boynuna sarılarak kurtarmaya çabalamasıyla başlıyor. Bu mücadelesi Nietzsche?yi öldüğü güne kadar yatağa bağlayacak, dilsiz bırakacak, çaresi bulunmayan bir akıl hastalığına götürecektir. Ancak filmin kahramanı, çiftçi sahibine ayak uydurmaya çalışan yaşlı attır.”
Filmi izlemeden okuduğum yorumlar o kadar birbirinden farklıydı ki. Ne hissedeceğimi kestiremeden girdim salona. Çok sevdiğim Yekta Kopan filme bayılmış, bu yazıyı kaleme almıştı. Bir başka beğendiğim yazar Ece Temelkuran ise, filmi neden yarıda bıraktığını bu yazıda anlatmıştı. İyice kafası karışmış ben üzerine bir sürü kötü yorum daha okuduktan sonra saat 21.30 seansında, en arka sıranın ortasında, iki yanımda kalıplı iki İtalyan ile ara vermeden 2 saat 36 dakika sürecek bu filmi izlemeye başladım.
Film Nietzsche’nin 89 yılında yaşadığı bir olaydan yola çıkıyor. Kırbaçlanmakta olan bir ata sarılan Nietzsche, olaydan sonra iki gün boyunca hareketsiz yatıyor ve sonrasında 10 yıl süren bir sessizliğe bürünüyor. Bu sessizlikten önceki son sözü ise: “Anne, ne aptalım!” oluyor. Bela Tarr, bu bilgileri bize siyah ekran üzerine yazı ve dış sesle verdikten sonra, bilinçli olarak hikayesi olmayan filminde bizlere atın ve arabacının sonraki 7 gününü gösteriyor.
Filmin kuvvetli ve etkileyici görselliği konusunda söylenebilecek hiçbir söz yok. Siyah beyazın müthiş etkisi dışında, açılıştaki inanılmaz éatın yürüyüşü/mücadelesi” sekansı ve kapanıştaki sekans sinema tarihindeki önemli yerini almış olmalı. Zira daha başlangıçta atla öyle bir ilişki kurdurdu ki, içimize işledi bakışları ve hayatta kalma mücadelesi.
Filmi çok fazla terk eden oldu. Onlara baktığımda “Gerçekler bu kadar mı dayanılmaz?” diye sordum kendime. Çünkü arabacı ve kızının yıllar süren “birbirinin aynı” günlerinden sadece bir haftasını, o da 2 saat içinde izlemiştik. Oysa ekrana gelen bizim hayatlarımızın 7 günü olsaydı, daha mı heyecanlı olurdu?
…
Belki de en iyisi, Reha Erdem’in salondan ağlayarak çıkmasına neden olan, insanın hayat üzerine algılarını açan ve hakikatin o acı hissini tüm hücrelerinizde hissedeceğiniz bu filmi izlemek, sonra Yekta Kopan’ın yazısını tekrar okumak, sonra düşünmek ve ağlamaktır.
İyi seyirler,
Not:Bir filmde esen rüzgar, insanı gerçekten rüzgarda kalıyormuşçasına çarpabilir mi? Çarptı.
Trackbacks/Pingbacks