Milano ve Como’da Günübirlik Geziler

Milano ve Como’da Günübirlik Geziler

Milano Merkez

 İtalya’ya hoş bulduk!

İlk İtalya seyahatimin macerası Milan Bergoma’ya inmemizle başlıyor demek isterdim ama uçağa henüz binmeden başladı. Üniversiteden arkadaşımızın Torino’daki düğünü için 6 kişi hava alanındaydık fakat 3ümüz uçabildik. Benim valizim kalan 3lüde İstanbul^da kaldı…vs.vs. 

Velhasıl sabah saatlerinde Milan’a kalanlarımız vardık ve akşam Torino’ya gidene kadar şehri turlayacak 4-5 saatimiz vardı. 

Havaalanının hemen dışından kalkan otobüslere binip (7 Euro) yarım saatte tren istasyonuna (A) vardık. Bagajlarımızı istasyondaki KiPoint emanetçisine bıraktık. Bu servis tüm tren istasyonlarında var ve her bagaj parçası için 5 saati sabit 6 Euro, ilave her saat için de artı 1 Euro alıyorlar. 

Ülkenin 2. büyük merkezi ve modanın başkenti olarak anılan şehri keşfetmek için tren istasyonundan yola çıkıp ünlü markalarıyla meşhur alışveriş caddesi Via Montenapoleone‘ye (B) doğru yürüdük. Caddeyi birbirinden değişik vitrinlerine baka baka ve tabi ki asla hiç birinin içine girmeye cesaret edemeyerek baştan aşağıya yürüdük. Cadde boyunca çok, hatta zaman zaman aşırı, şık kadınlar ve erkeklerle karşılaşıp, sırt çantalarımız ve kotlarımızla onlar değil biz dikkat çekmeyi başardık. Çünkü Milano gerçekten İtalyan şıklığının gerçek hayatta yaşandığı yermiş!

Caddenin sonundan sonra şehrin en meşhur meydanı Piazza del Duomo‘ya doğru yolumuzu çevirdik (C). Hem uçak yolcuğu hem de sıcak havada 45 dakikaya yakın yürüyüşten sonra meydana bakan restoranlardan birinde mola vermek istedik. Corso Vittorio Emanuele II üzerindeki Bar Madonnina‘da makarna ve bira molası verdik. Oldukça lezzetliydi ve meşhur Duomo Katedrali’ne bakarak dinlenme fırsatımız oldu. 

Yapımına 1386’da başlanan ve gotik tarzda tasarlanan katedral, gotik mimari modasının geçmesinden 300 yıl sonra ancak 1813’te tamamlanabiliyor.  Cephesinde yaklaşık 3500 mermer heykel bulunan bina, süslü ön cephesiyle gerçekten göz kamaştırıyor. İtalya’nın en büyük, Avrupa’nın ise 4. dünyanın ise 5. büyük katedrali olan Duomo di Milano (D), 11.700 m2lik bir alana sahip.

Çatısına asansörler veya merdivenle (250 basamak) çıkılabilen bu gotik katedrali, biz öğlen sıcağında ziyaret ettiğimiz için sadece içini gezmek istedik. Yandaki binadan alacağınız biletlerle 3 Euro’ya katedrali gezebilirsiniz.

Hala cephesindeki temizlik ve tamirat çalışmaları, dolayısıyla inşası devam eden katedralde şimdiye kadar en az 78 mimar çalışmış. Üzerinde bu kadar çok çalışılan binanın dışının görkemi gibi içi de ayrı bir güzellikte. Vitraylardan gelen renkli ışıklar, uzun sütunların gotik tarzdaki zarifliği, heykeller, süslemeler, kubbeler… Gerçekten o mermer ve etkileyici büyüklükteki ön cepheden sonra içerideki o koyu gri hava ve estetik ve ince gotik sütunlar insanı çok etkiliyor.

Ayrıca katedralin içinde bulunan, 1562 yılında heykeltraş Marco d’Agrate tarafından yapılmış olan Aziz Bartholomew Heykeli oldukça dikkat çekici. Rehbersiz gezenler için (ki bu katedral mutlaka rehberli gezilmeliymiş, biz hata yaptık) anlatmak isterim:  Elinde tuttuğu bıçağıyla derisini tamamen sıyırıp üstüne bir örtü gibi almış olan bu aziz, Hristiyan inancı için şehit olan 12 havariden biriymiş. Hindistan’daki görevinde, insanları Hristiyanlığa çektiği için cezalandırılmış, canlı olarak öldürülürken tüm cildi acı çekişini izlemiş. Bu olayı mermer bir heykelde inanılmaz bir biçimde anlatan sanatçı, gerçekten taşın içinden o hisleri size geçirip tüylerinizi diken diken ediyor.

Oldukça etkilendiğimiz katedralden sonra bir başka etkileyici yapı olan Galleria Vittorio Emanuele‘ye geçiyoruz. (E) Günümüz alışveriş merkezlerinin ilk örneği sayılan bu artı biçimindeki arkadlı, cam ve çelik çatılı yapının içinde bir çok ünlü mağaza var. Duomo Meydanı’ndan buraya giriş yaptığınızda diğer karşı ucu meşhur Teatro alla Scala’nın ve Leonardo da Vinci’nin heykelinin bulunduğu Piazza della Scala‘ya çıkıyor. 

Bizim çok vaktimiz olmadığından binalara giremedik ancak meydanı şöyle bir görüp tekrar ana meydana döndük ve metro ile tren istasyonuna döndük. Hızlı Milano turumuz böylece sona erdi.  

Como Gölü

Talihsizliklerin peşini bırakmadığı bu ekip Pazar günü Torino’daki düğün sonrası erkenden, koşa koşa trene yetişip Milano’ya geçtik. (hızlı tren 20 Euro) Planımız hemen Como biletimizi alıp Como’ya geçmekti fakat olmadı çünkü önce bilet almak istediğimiz hızlı trenin biletleri bitti, sonra biz yeni bileti almaya çalışırken treni kaçırdık derken derken… Como’da geçirecek hepi topu 3-4 saatimiz olabildi. 

Milano’dan kişi başı 4,80 Euro’ya şehir içi trene bilet aldık ve Como’ya gittik. Como merkezde (A) hiçbir yeri gezemeden hemen iskeleye gidip göl turlarından birine katılmak istedik ama maalesef istediğimiz turlarda yer kalmamıştı.  Yapacak bir şey yoktu, Como’da bize karada hayat yoktu. =) Biz de uzunca süren (bütün koylara tek tek uğrayan) bir vapura bilet aldık (12 Euro) ve yaklaşık 2 saat boyunca gölün keyfini çıkardık. Yanaştığımız her durakta gördüğümüz inanılmaz lüks villalara, malikanelere, otellere iç geçire geçire, zenginin malı züğürdün çenesi dolaştık…

Como Gölü gerçekten oldukça büyük bir göl. Tatlı suyu olan bu gölde yüzmeye girilen bir çok plaj da mevcut. Biz Eylül’de gezdiğimiz halde hava çok güzeldi ve plajlar doluydu. 

İnsanın görene kadar fotoğraflardan çok da anlamadığı bir güzelliği var. Dağlarla çevrili bir göl, müthiş bir yeşillik, jetskiler, zenginlik, renkler, mis gibi doğa… İnsana 360 derecelik bir görsel tatmin yaşatıyor burası…

Uzun yolculuk sonrası Varenna‘da (C) indiğimizde göl kenarındaki yerleşimleri karada gezemenin de ne kadar güzel olduğunu farkettik. O güzel evler, güzel bahçeler ve göl manzarası müthiş iç açıcıydı fakat vaktimiz yoktu ve direkt Varenna’daki tren istasyonuna geçtik. 6,70 Euro’ya aldığımız Milano biletimiz ile trene bindik fakat tren tıka basa doluydu ve oksijensiz bir kabinde 1 saat yolculuk yaptık. Allahtan keyfimiz çok yerindeydi de bu oksijensizlik başımıza gülme krizleri olarak vurdu. =)

1 saatlik yolculuk sonrası Milano’ya vardık ve Venedik’e gideceğimiz trenimizi beklemeye başladık. Böylece Como ve Milano’daki kısa gezilerimiz son bulmuş oldu…

Gideceklere tavsiyeler:

1-Milano’yu çok kısa gezdik ama şehir merkezi pek ufak. Alışveriş yapmayacaksanız turistik gezi için 1 gün yeterli olacaktır. Alışveriş yapmak ve sanat galerisi turlamak isteyenler +1gün daha eklemeliler.

2-Como Gölü gerçekten çok güzelmiş. Kafa dinleme tatili isteyenler burada 2-3 günü dünyadan uzaklaşıp o müthiş evlerin ve bahçelerin içinde geçirebilirler. Fakat dünya gözüyle görsem yeter derseniz sabah 1-2 saati Como merkezde sonra vapurla koylarda gezerek 1 günde etrafı keşfedebilirsiniz.

 

 

 

Fotoğraflar: MimarcaSanat / Zeynep Yılmaz

 

 

 

Günübirlik Brugge Gezisinin Beklenmedik Süprizleri

Günübirlik Brugge Gezisinin Beklenmedik Süprizleri

Allah sevdiği kulunun ayağına getirirmiş sevdiği şeyleri… Brugge’a giden herkes kanalları, harika korunmuş mimariyi anlatıyor. Benim bu sevimli yerden anılarım Picasso, Dali, Miro, Matisse, Rodin dolu… Şaka değil, gerçek!

Brüksel’deki arkadaşımızın yanındaki günlerimizden birinde Ortaçağ’dan kalma mimarisiyle ün salmış şehre gidelim dedik. II.Dünya Savaşı’nda hiç zarar görmediği için korunmuş şehir aynı bir film seti gibiydi.

657px-Roofs_of_Bruges_01
800px-BruggeKanal-200703
130325_Map_of_bruges_2013_GENUMMERD.indd
Bruges gezi rotamız

Sabah erkenden Brüksel’den trene binip, keyifli bir yolculuktan sonra Brugge’daki tren istasyonu(1)’na vardık. İndikten sonra bir harita edinip hemen şehrin merkezine doğru yürümeye başladık. Yukarıdaki fotoğraflarda da göreceğiniz üzere sokaklar çok güzeldi. Bir kaç poz fotoğraf çekildik. Sonra Site Oud St-Jan(2) kilisesine gittik. Dünyanın ikinci en uzun tuğla yapımı kulesine sahip 13.yy kilisesi gerçekten etkileyiciydi fakat benim dikkatimi üzerinde “EXPO Pablo Picasso” yazan tabela çekti!

400px-TorenOLVkerkbrugge
Site Oud St-Jan(2)

Hemen tabelaya doğru koşturdum. İçeri girdim. Hakikaten bir sergi var! Arkadaşlarıma döndüm, “Gelecekmisiniz bilmem ama ben giriyorum.” dedim.

O saniye Brugge’u gezmenin pek önemi kalmadı. Zira içerideki posterde, serginin Picasso’nun 100’den fazla gravür, taşbaskı ve illüstrasyon eserlerini içerdiği yazıyordu. Arkadaşlarımı uğurladıktan sonra gişedeki kadından bir bilet istedim. “Kombine mi yoksa tek mi?” diye sordu. “Kombine derken? dedim. “Picasso sergisi 8 Euro, Markt Meydanı’ndaki galeride bulunan Dali sergisi 1o Euro. ikisine birden bilet alırsanız 15 Euro.” dedi. O esnada bayılmış olabilirim!

Aldım kombinemi, arkadaşlarımı aradım “Brüksel’e dönerken bana haber verin.” dedim ve gezmeye başladım.

Sergi bir hayli büyüktü. Önce sanat tarihinin en önemli akımlarından empresyonizm eserlerini gördüm. Jean-Baptiste Corot, Eugène Boudin, Claude Monet, Auguste Renoir, Edgard Degas, Paul Signac, Auguste Rodin ve Henri de Toulouse-Lautrec ‘a ait çizimleri, mektupları, fotoğrafları ve heykelleri inceledim. Bu bölümde özellikle Rodin’in Piyanist’in Elleri heykeline bayıldım.

121120111165
Rodin’in Piyanist’in Elleri heykeli

Sonra Miro’ya adanmış koskoca bir koridora geçtim. Ünlü İspanyol sürrealistin pek de bilinmeyen grafik çalışmalarını görme şansım oldu. Devamında ise André Breton ve René Magritte eserlerini görüp, onları inceledim.

121120111166

Şimdi bu isimleri arka arkaya yazınca bile rüya gibi geliyor ama değil! Ayrıca bitti mi? Bitmedi!

Devamında sanatçının yollarının kesiştiği Marc Chagall, Georges Braque ve Henri Matisse’in orjinal eserleri vardı.  Serginin bu bölümünde 1949’da Belçikalı film yapımcısı Paul Haesaerts’in sanatçıyı Vallauris’teki atölyesinde ziyaret edip çektiği, Picasso’yu ve eserlerini anlattığı belgesel vardı. Büyük bir ilgiyle izledim. Belgeselin bir bölümünde Picasso, kamera ve kendisinin arasına konan bir cama çizimler yaptı. Picasso’nun o deli halleri ve tek fırça darbesiyle yaptığı o çizimleri içeren sahneler mükemmeldi. (Belgeselin bir bölümünü buldum, aşağıda izleyebilirsiniz.)

Sergi Picasso’nun 100’den fazla eseriyle sonlandı. Bunlar arasında gravürler, taş baskılar, çizimler, seramikler vardı.  Sanatçının ilk dönem eserleri olan bu farklı teknik çalışmalarda İspanyol geleneklerini, Afrika etkisini, portre çalışmalarını, yalın çizgilerini, barış isteğini ve tabi ki kübizm ve sürrealizm etkilerini görmek mümkündü.

Ağzım kulaklarımda kiliseden çıktım. Brugge’u da biraz gezmiş olayım diye yolu birazcık uzatarak Dali sergisinin olduğu Markt  Meydanı(3)’na gittim. Kalıcı olan bu sergide Dali’nin suluboya çalışmaları, bir çok farklı teknik uyguladığı grafik çalışmaları ve bazı heykeller vardı. Ressamın en ünlü tabloları için yaptığı eskizleri görünce, hiç bir eser emeksiz ortaya çıkmıyor diye düşündüm.

Herhalde hayatımda görüp görebileceğim en renkli ve ışıklı bu sergi mekanının bir de shop kısmı vardı. Buradakinin yarı fiyatına kocaman bir sürrealizm kitabı aldım ve dışarı çıktığımda hava kararmaya başlamıştı.

Museum-Gallery_Xpo3_b
Museum-Gallery_Xpo2_b
121120111178
121120111180

Arkadaşlarımla buluşup biraz meydanda oturduk. Yaklaşık 1 hektar büyüklüğündeki bu alan şehrin kalbi olarak biliniyor. 1995 yılında bütünü yenilenen bu meydana bakan binalardan biri, giriş katında Dali sergisini barındıran Belfort Saat Kulesi idi. Şehrin sembollerinden olan 83 metre yüksekliğindeki bu bina 1240 yılı civarında yapılmış.

Kulenin solunda ise yine 12.yy da yapılmış olan Mahkeme Binası (The Provincial Court Building) vardı. Orjinali klasik tarzda olan bu bina 1878’de geçirdiği bir yangın sonrası neo-gotik tarzda yenilenmiş.

REP0148
Belfort Saat Kulesi

Meydanda dinlendikten sonra biraz acıktığımızı farkettik.  Arkadaşlarımla birlikte yakınlardaki bir diğer meydan olan Burg(4)’a gittik. Avrupa mimarisinin değişik örneklerini barındıran bu meydanda neo-klasik, gotik ve barok cepheleriyle farklı tarihlerde yenilenmiş binalar vardı. Aşağıdaki resimde, sağ tarafta kalan binanın altındaki yere oturduk ve bir şeyler atıştırdık.

Stitched Panorama
Burg(4)

Buradan kalkıp tren istasyonuna doğru geri yürümeye başladığımızda hava artık tamamen kararmıştı. Brugge’un o film seti gibi sokaklarında dolaşırken St.Salvator Katedrali(5)’ni de dışarıdan gördük.

569px-Brügge,_Kathedrale_St._Salvator
St.Salvator Katedrali

Yürüyerek devam ettiğimiz yolumuzda karşımıza aslında Brugge’da görmesi şaşırtıcı bir meydan çıktı. t Zand(6) Meydanı 1980lerin başında açılan bir yarışma sonrası yapılmış. Hem çağdaş sanat eserleri barındırıp hem de şehirden kopuk olmaması düşünülen meydanda havuz ve heykellerden var.”The Bathing Ladies” adlı  heykellerdeki 4 kadın, 4 Flaman şehrini temsil ediyor. Meydanda bulunan Konser Salonu ise mimarlar Paul Robbrecht ve Hilde Daem tarafından yapılmış. Brugge’un 2002 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla birlikte açılan bir yarışma sonucu hayata geçirilen proje, iki yıl gibi kısa bir zamanda inşa edilmiş. 

RS830_concertgebouw_brugge_401_250903
t Zand Square (6) ve Konser Salonu

Meydanı da gördükten sonra Brugge ziyaretimizin başlangıç noktası olan tren istasyonuna (1) geri döndük. Hem Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan böyle bir şehri görmek, hem hayranı olduğum dünyanın en ünlü sanatçılarının eserlerini incelemek benim için harikaydı.

Yolu Belçika ve civarına düşenler, 1 günlüğüne bile olsa Brugge’a gitmeyi ihmal etmesinler…

Birer Günde Amsterdam – Rotterdam (Hollanda)

Birer Günde Amsterdam – Rotterdam (Hollanda)

Belçika’dan gittiğimiz iki günlük Paris macerasından sonra, bu defa yine Belçika’dan iki günlüğüne Amsterdam ve Rotterdam’a yola çıktık. Brüksel’den Amsterdam’a hızlı tren ile gittik. Oldukça erken saatte Amsterdam Merkez İstasyonu’na (1) vardık.

12.yy’da Amstel Irmağı kıyısında kurulan bir balıkçı köyüyken, şu anda Hollanda’nın başkenti ve kültürel-parasal yönden en önemli şehri Amsterdam. Çoğunluğu 17.yy’dan kalma kalma yapılarıyla Avrupa’nın en köklü kent dokularından birini barındıran şehir, iç içe geçmiş ay şeklindeki kanallarıyla ünlü.

amsterdam

İstasyondan çıktıktan sonra ilk iş olarak Amsterdam Şehir Kartı olan “I amsterdam City Card” alma noktasına gittik. Bu kart ile belirlenen sürede belirli yerlere ücretsiz girebiliyor, bazı yerlerde indirim alabiliyor ve ücretsiz ulaşım yapabiliyorsunuz.

Kartımızı aldıktan sonra, kanallarıyla meşhur şehirde hemen bir cruise gezisine katıldık. 100 Highlights Cruise adındaki tur normalde 26 Euro imiş fakat kartımız olduğu için ücretsiz katıldık. Kalkıştan (2) sonra ilk olarak Amsterdam’ın dışına, limanlara doğru hareket ettik, daha sonra tekrar Amsterdam’a giriş yaptık. Kanal gezisinde ünlü mimar Renzo Piano’nun binası Nemo Science Center ‘ı(3), Amsterdam kanallarını, kanalların kenarlarında bulunan ve yaklaşık bin adet olduğunu öğrendiğimiz kayık evleri ve ünlü binaları gördük. 

11-fresh-amsterdam
Amsterdam gezi rotası

Tur kalktığı yerde bizi bıraktı. Yürüyerek otelimiz Die Port Van Cleve(4)’e geldik. 1887’de yapılmış binada bulunan dört yıldızlı otelin konumu süperdi. Zaten hepi topu 1 gece kaldığımız ve geceliğine 2 kişilik oda için 100 Euro verdiğimiz otelin konforu çok iyiydi.

Otele eşyalarımızı bıraktıktan sonra yürüyerek Dam Meydanı(5)’na gittik. 100 metreye 200 metre genişliğindeki bu güzel meydanın batı kısmında 1655 yapımı Amsterdam Kraliyet Sarayı, ortasında ise 1956 yılında II. Dünya Savaşı’ndaki kurbanları anmak için beyaz taştan yapılmış Ulusal Anıt var.

dam amsterdam meydan
Dam Meydanı (5)

Meydanı geçtikten sonra kanalları ve köprüleriyle ünlü şehrin sokaklarında dolaştık ve Müze Meydanına ( Museumplein) (6) doğru yürüdük.

Amsterdam’ın ünlü müzeleri RijksmuseumVan Gogh Müzesi,  Stedelijk Müzesi ve Concertgebouw Konser Salonu‘nun bulunduğu bu meydana biz gittiğimiz sırada Rijksmuseum ve Stedelijk müzesi kapalıydı. O nedenle gezme şansımız olmadı.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Museumplein (6)

Van Gogh Müzesi’ni iseise tadını çıkara çıkara gezdik. Kısa ömrünün sadece 10 yılında eserler yapan sanatçıya ait en geniş koleksiyonu barındıran müzede ressamın; Patates Yiyenler, Sarı Ev, Günebakanlar tablolarını görüp inceledik. Şehir kartımız olduğu için 12,32 Euro ya gezdiğimiz sergiden sonra yine yürüyerek Müze Meydanı’na gittik.

Meşhur I Amsterdan yazısı önünde pozumuzu verdikten sonra Heineken Experience(7)’a doğru yürüdük. Kişi başı 11,25 Euro verip girdiğimiz Heineken binasında markanın hikayesini ve biranın yapılışını eğlenceli bir turla gezip öğrendik. Binanın içinde 4D film izledik, DJlik yaptık, fotoğraflar çekindik… Gerçekten eğlenceliydi. Sağolsunlar bir de iki birayı tura dahil edip ikram ediyorlardı. Bütün gün nedense aç bilaç dolaştığımız şehirde midemize ilk giren bu ikram biralar oldu. Tadı muazzamdı.

Heineken’den çıktıktan sonra tekrar Dam Meydanı(5)’na gidip meydandaki restoranlardan birinde karnımızı doyurduk. Saat geç olunca meşhur Red Light District(8)‘i görelim dedik. Hakikaten enteresan bir yer. Caddenin ışıklandırması gerçekten güzel ama insan vitrinlere bakınca feminizm damarı kabarıyor.

7_walk-the-red-light-district-at-night
Red Light District (8)

Vitrinlerde dans eden kadınlara üzülmekle, ağızları sulanarak bakan erkeklerden iğrenmek duyguları arasında gidip geldik bu sokakta. Hal böyle olunca çok fazla dolaşmadan, iyice de geç olan saat ve bastıran yorgunlukla otele döndük.

Red-Light-District.-Amsterdam-6
Red Light District (8)

Ertesi sabah erkenden kalkıp Rotterdam’a gitmek için tren istasyonuna(1) geri döndük.

Hollanda’nın güneybatısında bulunan ülkenin 2. şehri Rotterdam, Avrupa’nın en büyük limanına sahip. II.Dünya Savaşı’nda Alman hava güçleri tarafından neredeyse tamamı bombalanıp yerle bir edilen şehir, 1950’den 1970’e kadar yeniden inşa edilmiş.

rotterdam2
Rotterdam gezi rotası

Rotterdam ana tren istasyonuna(1) vardığımızda saat henüz erkendi. Açık bir yer bulup oturduk. Kahve içerek Turist Info’nun açılmasını bekledik. Kişi başı 9 Euro vererek ücretsiz ulaşım ve bazı yerlere indirimli giriş sağlayabileceğimiz 1 günlük Rotterdam Welcome Card aldık.

Daha sonra otobüs ile Rotterdam Hayvanat Bahçesi ( Blijdorp Zoo) (2)’ne gittik. 1857’de kurulmuş olan hayvanat bahçesi bir hayli büyük. İçinde envai çeşit hayvan türü, ayrıca oldukça büyük bir botanik bahçesi ve akvaryumu bulunuyor. Kişi başı 15 Euro’ya girdiğimiz bu büyük hayvanat bahçesini gezmemiz yaklaşık 3 saatimizi aldı.

blijdorp zoo
Blijdorp Zoo (2)

Daha sonra yine otobüsle merkeze döndük.  Kruisplein meydanından caddeye doğru biraz yürüyüp, bir an evvel Küp Evler (Kijk-Kubus)(3)’e gitmek istedik. Günlerdir gezdiğimizden yürümek için biraz yorgunduk, yine otobüsle gidelim dedik. Otobüse bindik fakat ring bir otobüsmüş, direk Küp Evler’e gideceğiz sandık ama yarım saatlik bir Rotterdam gezisi yaptıktan sonra ancak varabildik.

Mimar Piet Blom’un yaptığı evler, zemin seviyesinin üstünde, hatta altlarından yol geçiyor. Dışarıdan bakıldığında 45 derece eğik duran küpler , kentsel bir çatıda yaşamak prensibiyle yapılmış. Kişi başı 2 Euro’ya gezdiğimiz müze evin içi çok minik ve sıkışıktı. Fakat öğrendiğimize göre gayet yüksek kiralara alıcıları varmış.

küp evler 01
Kijk-Kubus(3)
küp evler 03
Kijk-Kubus(3)
küp evler 02
Kijk-Kubus(3)

Küp Evler’den sonra tekrar merkeze döndük, bir İtalyan lokantası bulduk ve pizza yeyip dinlendik. Yemekten sonra yürüyerek Euromast(4) adlı kuleye doğru yürüdük. Hugh Maskant tarafından tasarlanan Euromast, Rotterdam’ın en yüksek binası ve üstünde şehri seyredebileceğiniz bir seyir terası var. Aslında terasa çıkmak istiyorduk fakat sis olduğu için görebileceğimiz bir manzara yoktu, o nedenle çıkmadık.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA
Euromast (4)

Yürüyerek yolumuza devam ettik. Het Park’ın etrafından dolanırken suyun üzerinde olan New Ocean Paradise Hotel (5)’i gördük, sonra karşı kıyıdaki gökdelenleri ve Ben van Berkel tarafından tasarlanmış ünlü Erasmus Köprüsü(6)’nü görerek sahilden yürümeye devam ettik.

Rotterdam (1)
Erasmus Köprüsü(6)

Rotterdam’da sabah başlayan gezintimiz akşam tren saatimizin gelmesiyle son buldu. Zaten hafta içi olduğundan saat 5’ten sonra pek hayat kalmamıştı şehirde. Tekrar başlangıç noktamız olan tren istasyonuna(1) gittik ve Brüksel’e dönüş trenimize bindik.