Rabat ve Sale’den Fas’a Giriş
İki yılı aşkın süredir Fas’ta iş dolayısıyla yaşayan kardeşimi hem ziyaret hem de imkan bulmuşken Afrika’ya bir daha adım atmak için bir gezi planladım. Biraz gazla geziye annemi ve babamı da dahil edince, 4 kişilik ailemizle keyifli ve maceralı bir tatil yapmış olduk.
Gezimiz boyunca sırasıyla Rabat-Sale, Safi, Marakeş (Marrakech-Marrackesh), Essaouira (Suveyr), Qualidia, Agadir ve Kazablanka (Casablanca) şehirlerini gezme şansı bulduk. Bundan 4 yıl önce yaptığım İspanya (Barcelona, Madrid, Valencia) ve 5 yıl önce yaptığım gezinin Brüksel ve Lüksemburg ayaklarına ait gezi notlarımı yazmış olup hala düzenleyememiş olsam da, Fas ile ilgili notlarımı taze tazeyken düzenleyip yayınlayabileceğimi umuyorum. (bu cümleyi temmuz 2017’de yazdı. yayınlanma tarihi merak konusu =))
İlk olarak Rabat ve Sale’den Fas gezimizin giriş bölümünü yazmaya başlıyorum. Buyrun bizimle gezmeye…
Haziran ortasında yaptığımızın gezimizin biletlerini, yılın başlarında satışa çıkar çıkmaz aldık. Zaten açılışı 1500TL civarında olan gidiş dönüş biletlerini kişi başı yaklaşık 1600TL ye aldık. 2017 itibariyle Fas’a direkt uçuş bir tek THY ile mevcut. Aktarmalı olarak, Almanya aktarmalı vardı genelde, gidiş dönüş 900-1000TL civarında gitmemiz de mümkündü aslında ama hem annemle babam yorulmasın istedik, hem de aktarma arası uzun olan uçuşlarda konaklamamız gerekirse aynı hesaba gelir diye düşünerek direkt THY ile uçtuk.
Sabah uçağı ile Kazablanka Muhammed V havaalanına vardık. Valizlerimizi almamız yaklaşık 30 dakika sürse de, çıkışta uzun zamandır görmediğim kardeşimle kavuştuğum için o kısımlara pek takılmadım. Havaalanından arabayla direkt olarak Rabat’a geçtik.
Rabat ve eski bir korsan şehri olan Sale’ye özel araç ile geçtik. Şehre giriş yapıp ana yoldan direkt sahil kenarına geçtik ve bir hayli kalabalık plajı ve sahili gördükten sonra Udaya Kasba‘sına geçmek için otoparka aracımızı park ettik.
Bu noktada şu bilgiyi paylaşmalıyım: Fas’ın bir bölümünü Fas’tan oldukça nefret eden sevgili kardeşimle gezdiğimizden dolayı ilk gün planladığım her yere gidemedik. “Orası tehlikeli” , “burada bir şey yok”, “ötesi kokuyor” vs. gibi argümanları var tabi yılların deneyimiyle. E biraz da aşırı korumacı. Hoş, sonraki günlerde ben çoğu istediğim yere sürükledim sevgili familyamı ama Rabat’ta tüm bunların üzerine birazda sıcak ve Ramazan olması sebebiyle bazı yerleri gezmesi ne yazık ki eksik kaldı. Ama günün kısa vaktini yine de oldukça verimli geçirdik.
İlk olarak kardeşimin de daha önce gitmediği Udaya Kasba’sına gitmek üzere yokuş yukarı çıkacakken uzaktan üzerinde Artisanat du Maroc – Maison de L’Artisan yazan binayı gördüm! Önceki yazıları okuyan bilir, gittiğim yerlerde sanatı çekerim. Hemen bizimkileri çekiştirdim binanın yanına gittik ama pek bir yaşam belirtisi yok gibiydi. Kardeşim gitti güvenlikle konuştu, bina kapalı gibi bir şey söylediler. Zanaatkar Evi veya El Sanatları Müzesi (National Craft Museum) gibi adını çevirebileceğimiz binada sonradan öğrendim ki Fas’ın kilimlerinden seramiklerine el sanatlarına ilişkin çalışmalar varmış. 1957 yılında devlet yardımı ile kurulmuş ve 1999 yılından beri oldukça aktif olarak hem zanaatkarların çalışmasına hem de ürünlerin sergilenmesine imkan veren bu binaya benzer bir yeri Allah’tan daha sonra Marakeş’te de bulduk da yüreğime su serpildi.
Biraz buruk bir halde Kasbah’a doğru yolumuza devam ederken, yine kafamı kaldırmamla bu sefer Centre de Qualification Professionnelle des Arts Traditionnels (Geleneksel Sanatlar Meslek Eğitim Merkezi) tabelasını gördüm ve daldım içeri. Bizdeki İsmek benzeri bir yer aslında fakat çok daha sanatsal çalışmalar vardı. Çaktırmadan bir kaçının fotoğrafını çektim ve hatta baya baya çok beğendim. Özellikle de bu Fas evlerini ve terliklerini (babuş) yorumlayan çalışmalar çok çok hoşuma gitti.
Yolumuza tekrar devam ettik ve nihayet Udaya Kasba‘sının ( kasba= kasbah= kasaba) ( Kasbah des Oudaias ) surlarına vardık. Fotoğrafta görünen yukarıdaki o kocaman sur kapısına gelmeden, sağda gördüğümüz büyük kapıdan içeri daldık ve o sıcağın altında adeta bir vahaya düştük.
Bu sırada Fas gezilerinde cümlelerime en çok ‘o kapıdan daldık’, ‘bu sokaktan daldık’ ile başlayacağım. Zira gitmeden anlamanız pek zor ama insan kendini keşfetmekten alıkoyamıyor. Tepenizde habire “Orası tehlikeli olabilir, girmeyelim!” diyen babanız yanınızda olsa bile!
Girdiğimiz Endülüs Bahçeleri 19.yy İngiliz ve İspanyol yapımı pirinç savaş toplarıyla dekore edilmiş; servi, limon ağaçları ve güllerle çevrili bol avlulu ve merdivenli keyifli bir bahçe. Minik havuzundan akan su sesiyle kuşların sesleri birbirine karışmış, dışarıdaki sıcak havadan en az 3-4 derece daha soğuk olan bu güzel bahçede biraz dolaştık fakat bahçeden geçilen saraya giremedik. Çünkü Ramazan! (Biz bayramı kardeşimle geçirebilmek için Ramazan’da gittik ama Fas’ı gezeceklerin tabi ki Ramazan ayı dışında bir zaman tercih etmesi çok daha mantıklı olur.)
Girdiğimiz kapıdan tekrar çıkıp bu sefer 12.yy’da Muvahhidler tarafından inşa edilen kaleye doğru devam ettik. Mağribi tarzı at nalı biçimli Bab Udaya (Udaya Kapısı) ‘dan şehrin tepesine yapılmış bu kale surlarını geçtik ve 17.yy’da içeriye kurulan bu kasabanın sokaklarında dolaşmaya başladık.
Unesco Dünya Mirasları Listesi’nde olan bu kasaba mavi-beyaz duvarları ve daracık sokaklarıyla oldukça etkileyici. Sokaklardaki mahalleli turistlere pek alışkın. İçeride günlük hayat devam ederken; çamaşırlar asılı çocuklar koştururken, bir yandan butik oteller, bir yandan da turistik eşya satan dükkanlar var.
Kimi daldığınız sokaklar bir duvarla sonlanırken, kiminde bir evin kapısına, kiminde ise tahmin edemeyeceğiniz manzaralara ulaşıyorsunuz. Biz (ben önde, arkamda sürüklenen ailemle) sokaklarda dolaşırken birden Association “Terres de Femmes” tabelalı bu kapıyı gördüm, yine hiç düşünmeden içeri daldım.
Faslı kadınların geleneksel çömlek/toprak işlerini desteklemek amacıyla kurulmuş derneğin tesadüfen kurucuları da oradaydı. Fransız bir bey ve hanımın tutkuyla tariflediği üzere bir çok Faslı kadına yaptıklarını satma imkanı sunmuşlar bu vakıfla. Türkiye’yi de daha önce ziyaret etmişler ve İstanbul’u ne kadar sevdiklerinden bahsettiler. Bu arada sıcakkanları sağolsun, annem ve babam beni ve kardeşimi özel çevirmenleri olarak kullanıp dürte dürte şunu sor bunu sor diye baya sağlam bir muhabbet çevirdiler.
Dükkandan bir şey almadan çıktık. Zira ilerleyen günlerde gezdikçe farkedeceğimiz üzere Fas’ta seramik ve toprak ürünleri çok meşhur fakat kalite ve görsellik para verip almaya, dahası onca yol taşımaya pek değecek gibi değil.
Udaya’nın labirentlerinde dolaşırken bir noktadan sonra yukarı doğru yürümeye başladık, bir noktaya varma umuduyla ve gerçekten en tepe noktaya vardık. Minik bir kafe (kapalıydı Ramazan nedeniyle) ve müthiş bir Rabat manzarası… Aşağıya bakınca upuzun kumsalları ve denize giren büyük kalabalıkları görünce baya sağlam şaşırdık. Zira çoğunluğu Müslüman ülkelerde plaj/deniz kullanımı pek yaygın değil bildiğimiz üzere.
Manzarayı doya doya seyrettikten sonra, Fas’taki surlarla çevrili tüm kasbahlarda yaşacağımız gibi geldiğimiz yoldan dönmeye başladık. Udaya Kasbah’ından çıktıktan sonra şehir merkezi olan Medina bölüme gitmek istedim. Kardeşim çok karşı çıktı ama inatla gezmek istediğimi söyleyip daldım sokaklara. Bizdeki Kapalı Çarşı-Eminönü ara sokaklarında dolaşmış kişilerin asla yabancılık çekmeyeceği darlıktaki sokaklar ve tezgahlar, başlarında ısrarla size bir şey satmak isteyen satıcılar var. Erkekler nedense çok itici ve gerimli takıldılar ama bana cidden hiç yabancı gelmedi. Sonra yine önden önden bir sokağa girdim ama upsss bu sefer cidden ara ve izbe bir sokakmış. Başımıza bir şey gelmedi ama evet Fas’ta çokça fakir bölge var ve hırsızlık yaygın. Dolayısıyla keşfederken biraz dikkatli olmakta da yarar var.
Kardeşim ve babam söylene söylene ana caddeye çıkardılar bizi. Arabamıza gittik ve Shella/Sale‘ye yola çıktık. Şehrin biraz dışına doğru kalan 1154 yılında terk edilmiş ve 14.yy’dan itibaren mezarlık olarak kullanılan bu surlarla çevrili nekropolü maalesef ziyaret saatini kaçırdığımız için gezemedik. Ancak bu görkemli surların ve kapının önüne kadar gidebilmiş olduk.
Nekropole giremeyince kentin doğu ucuna V.Muhammed’in Anıtmezarı‘na gittik. 1960larda inşa edilmesine rağmen geleneksel Fas yapılarına benzeyen anıt mezar altın yazmalı, oymalı ahşaptan tavanları, duvar seramikleri ve bronz avizeleriyle oldukça dikkat çekici ve görkemli. Kapının yanında bulunan nöbette askerler ve koca mermer merdivenler gerçekten etkiyi arttıyor.
Anıtmezarın karşısında 12.yüzyılın sonunda yapımına başlanmış, fakat bitirilememiş caminin sütunlarının dizisi ve Hasan Kulesi olarak bilinen minare bulunuyor. Muhavvid mimarisi olarak anılan kuleden şehrin manzarası görülebiliyor. (Muhavvidler : 1146 ila 1248 yılları arasında, bugünkü İspanya topraklarının büyük bölümünün yanı sıra Kuzey Afrika’daki bazı toprakları da denetimleri altında tutmuş Berberiler. )
Güneşi bu kalıntıların içinde kapattıktan sonra hem ayağımızın tozuyla bütün gün sıcakta gezmekten yorulmuş hem de Fas’ın otantik havasına müthiş bir giriş yapmanın heyecanını yaşıyorduk. Kardeşim Türk yemeklerine hasret olduğundan iftar için bizi Rabat’ın içinde bir Türk restoranına götürdü: Çıtır Usta Döner Kebap.
Günü Türk mutfağıyla kapatıp, kardeşimin yaşadığı Safi şehrine doğru yola çıktık.