Günübirlik Brugge Gezisinin Beklenmedik Süprizleri
Allah sevdiği kulunun ayağına getirirmiş sevdiği şeyleri… Brugge’a giden herkes kanalları, harika korunmuş mimariyi anlatıyor. Benim bu sevimli yerden anılarım Picasso, Dali, Miro, Matisse, Rodin dolu… Şaka değil, gerçek!
Brüksel’deki arkadaşımızın yanındaki günlerimizden birinde Ortaçağ’dan kalma mimarisiyle ün salmış şehre gidelim dedik. II.Dünya Savaşı’nda hiç zarar görmediği için korunmuş şehir aynı bir film seti gibiydi.
Sabah erkenden Brüksel’den trene binip, keyifli bir yolculuktan sonra Brugge’daki tren istasyonu(1)’na vardık. İndikten sonra bir harita edinip hemen şehrin merkezine doğru yürümeye başladık. Yukarıdaki fotoğraflarda da göreceğiniz üzere sokaklar çok güzeldi. Bir kaç poz fotoğraf çekildik. Sonra Site Oud St-Jan(2) kilisesine gittik. Dünyanın ikinci en uzun tuğla yapımı kulesine sahip 13.yy kilisesi gerçekten etkileyiciydi fakat benim dikkatimi üzerinde “EXPO Pablo Picasso” yazan tabela çekti!
Hemen tabelaya doğru koşturdum. İçeri girdim. Hakikaten bir sergi var! Arkadaşlarıma döndüm, “Gelecekmisiniz bilmem ama ben giriyorum.” dedim.
O saniye Brugge’u gezmenin pek önemi kalmadı. Zira içerideki posterde, serginin Picasso’nun 100’den fazla gravür, taşbaskı ve illüstrasyon eserlerini içerdiği yazıyordu. Arkadaşlarımı uğurladıktan sonra gişedeki kadından bir bilet istedim. “Kombine mi yoksa tek mi?” diye sordu. “Kombine derken? dedim. “Picasso sergisi 8 Euro, Markt Meydanı’ndaki galeride bulunan Dali sergisi 1o Euro. ikisine birden bilet alırsanız 15 Euro.” dedi. O esnada bayılmış olabilirim!
Aldım kombinemi, arkadaşlarımı aradım “Brüksel’e dönerken bana haber verin.” dedim ve gezmeye başladım.
Sergi bir hayli büyüktü. Önce sanat tarihinin en önemli akımlarından empresyonizm eserlerini gördüm. Jean-Baptiste Corot, Eugène Boudin, Claude Monet, Auguste Renoir, Edgard Degas, Paul Signac, Auguste Rodin ve Henri de Toulouse-Lautrec ‘a ait çizimleri, mektupları, fotoğrafları ve heykelleri inceledim. Bu bölümde özellikle Rodin’in Piyanist’in Elleri heykeline bayıldım.
Sonra Miro’ya adanmış koskoca bir koridora geçtim. Ünlü İspanyol sürrealistin pek de bilinmeyen grafik çalışmalarını görme şansım oldu. Devamında ise André Breton ve René Magritte eserlerini görüp, onları inceledim.
Şimdi bu isimleri arka arkaya yazınca bile rüya gibi geliyor ama değil! Ayrıca bitti mi? Bitmedi!
Devamında sanatçının yollarının kesiştiği Marc Chagall, Georges Braque ve Henri Matisse’in orjinal eserleri vardı. Serginin bu bölümünde 1949’da Belçikalı film yapımcısı Paul Haesaerts’in sanatçıyı Vallauris’teki atölyesinde ziyaret edip çektiği, Picasso’yu ve eserlerini anlattığı belgesel vardı. Büyük bir ilgiyle izledim. Belgeselin bir bölümünde Picasso, kamera ve kendisinin arasına konan bir cama çizimler yaptı. Picasso’nun o deli halleri ve tek fırça darbesiyle yaptığı o çizimleri içeren sahneler mükemmeldi. (Belgeselin bir bölümünü buldum, aşağıda izleyebilirsiniz.)
Sergi Picasso’nun 100’den fazla eseriyle sonlandı. Bunlar arasında gravürler, taş baskılar, çizimler, seramikler vardı. Sanatçının ilk dönem eserleri olan bu farklı teknik çalışmalarda İspanyol geleneklerini, Afrika etkisini, portre çalışmalarını, yalın çizgilerini, barış isteğini ve tabi ki kübizm ve sürrealizm etkilerini görmek mümkündü.
Ağzım kulaklarımda kiliseden çıktım. Brugge’u da biraz gezmiş olayım diye yolu birazcık uzatarak Dali sergisinin olduğu Markt Meydanı(3)’na gittim. Kalıcı olan bu sergide Dali’nin suluboya çalışmaları, bir çok farklı teknik uyguladığı grafik çalışmaları ve bazı heykeller vardı. Ressamın en ünlü tabloları için yaptığı eskizleri görünce, hiç bir eser emeksiz ortaya çıkmıyor diye düşündüm.
Herhalde hayatımda görüp görebileceğim en renkli ve ışıklı bu sergi mekanının bir de shop kısmı vardı. Buradakinin yarı fiyatına kocaman bir sürrealizm kitabı aldım ve dışarı çıktığımda hava kararmaya başlamıştı.
Arkadaşlarımla buluşup biraz meydanda oturduk. Yaklaşık 1 hektar büyüklüğündeki bu alan şehrin kalbi olarak biliniyor. 1995 yılında bütünü yenilenen bu meydana bakan binalardan biri, giriş katında Dali sergisini barındıran Belfort Saat Kulesi idi. Şehrin sembollerinden olan 83 metre yüksekliğindeki bu bina 1240 yılı civarında yapılmış.
Kulenin solunda ise yine 12.yy da yapılmış olan Mahkeme Binası (The Provincial Court Building) vardı. Orjinali klasik tarzda olan bu bina 1878’de geçirdiği bir yangın sonrası neo-gotik tarzda yenilenmiş.
Meydanda dinlendikten sonra biraz acıktığımızı farkettik. Arkadaşlarımla birlikte yakınlardaki bir diğer meydan olan Burg(4)’a gittik. Avrupa mimarisinin değişik örneklerini barındıran bu meydanda neo-klasik, gotik ve barok cepheleriyle farklı tarihlerde yenilenmiş binalar vardı. Aşağıdaki resimde, sağ tarafta kalan binanın altındaki yere oturduk ve bir şeyler atıştırdık.
Buradan kalkıp tren istasyonuna doğru geri yürümeye başladığımızda hava artık tamamen kararmıştı. Brugge’un o film seti gibi sokaklarında dolaşırken St.Salvator Katedrali(5)’ni de dışarıdan gördük.
Yürüyerek devam ettiğimiz yolumuzda karşımıza aslında Brugge’da görmesi şaşırtıcı bir meydan çıktı. t Zand(6) Meydanı 1980lerin başında açılan bir yarışma sonrası yapılmış. Hem çağdaş sanat eserleri barındırıp hem de şehirden kopuk olmaması düşünülen meydanda havuz ve heykellerden var.”The Bathing Ladies” adlı heykellerdeki 4 kadın, 4 Flaman şehrini temsil ediyor. Meydanda bulunan Konser Salonu ise mimarlar Paul Robbrecht ve Hilde Daem tarafından yapılmış. Brugge’un 2002 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla birlikte açılan bir yarışma sonucu hayata geçirilen proje, iki yıl gibi kısa bir zamanda inşa edilmiş.
Meydanı da gördükten sonra Brugge ziyaretimizin başlangıç noktası olan tren istasyonuna (1) geri döndük. Hem Unesco Dünya Kültür Mirası listesinde olan böyle bir şehri görmek, hem hayranı olduğum dünyanın en ünlü sanatçılarının eserlerini incelemek benim için harikaydı.
Yolu Belçika ve civarına düşenler, 1 günlüğüne bile olsa Brugge’a gitmeyi ihmal etmesinler…