• Ortak Yapımcılar: İstanbul Tiyatro Festivali, Koninklijke Vlaamse Schouwburg-Brussel & Platform 0090 
  • Yazan: Eric De Volder 
  • Sahne Tasarımı: Lawrence Malstaf & Meryem Bayram 
  • Yönetmen: Mesut Arslan
  • Oynayanlar: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç, Mert Fırat / Ersin Umut Güler, Yaşar Bayram Gül / Gökhan Girginol, Pervin Bağdat 

Eric De Volder’in oyunundan sahneye uyarlanan, yönetmenliğini Mesut Arslan’ın üstlendiği performans, sahne tasarımı, seyirciyle kurduğu ilişki ve anlatısıyla öne çıkıyor. Bir anne, üç oğlu ve ortalıkta olmayan bir baba, Lawrence Malstaf ve Meryem Bayram’ın tasarladığı kusursuz arenada bir topaç ile birlikte hareket ederek iletişimin sınırlarını keşfediyor. 

Mesut Arslan, metnin çizgiselliğine koşut olarak duygu ve sezginin daireselliği ekseninde seyirci için izleme ve dinlemenin ötesine geçen evrensel bir anlam yaratıyor. Bir aile trajedisini, günlük bir ritüele dönüştürüyor ve şöyle diyor: “Oyun, öykünün sonunda ortaya çıkan, ailesini demir pençesinde tutan kayıp bir babanın çevresinde gelişiyor. Oyunu okuyan herhangi biri, o anda babanın dünyadaki en kötü insan olduğunu düşünür. Ben duruma farklı bakıyorum. Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.””

Nasılsın? İyiyim.

Her gün, nasıl olduğumuzu gerçekte hiç önemsemeyenlerin sorduğu bu soruya, çoğunlukla yalan olan bu cevabı veriyoruz. Peki gerçekten nasılız?

Bu oyunun yazısına her şeyden önce üzerine uzunca düşünülebilecek ve konuşulabilecek bir iş çıkarmış olmalarını alkışlayarak başlamak istiyorum. Zira İstanbul Tiyatro festivalini aklım yettiğinden beri takip etmeye çalışan biri olarak, ağzımı açık bırakan, kafamı allak bullak eden oyunları bizimle buluşturmalarına alışık bünyem son senelerde oldukça sarsıldı. Hele bu sene yaşadığım “Pss Pss” tramvasından sonra, bu oyun tekrar hayata dönmeme sebep oldu bile diyebilirim.

3 erkek çocuk, bir baba ve bir anneden oluşan bir çekirdek ailenin yapısındaki arızaları, tek tek tüm bireylerin maruz kaldığı/katlandığı bir çok konuyu su üstüne çıkaran bir hesaplaşmayla bizlerle paylaşan oyun, 80 dakika boyunca bu hesaplaşmanın tam ortasına bırakıyor seyirciyi.

İyi-kötünün ayrımına varılamayan, her insanın egosal çıkarı doğrultusunda hem aile içindeki bireysel ilişkilerinde hem toplumla ve sistemle olan ilişkisinde dönüştüğü halleri ve sınırlarını göz önüne seren oyuna tüm bu karmaşayı anlatması için sahne tasarımı hizmet ediyor. Ve çağdaş tiyatroda oldukça aşina olduğumuz şekilde sahnesini seyirciyle paylaşan ve seyirciyi”seyir eden”den olayın bizzat içinde “tanık olan”a evrilten tasarım, aslında bir metafor yağmuruna da ev sahipliği yapmış oluyor.

İyi, kötü, saf, temiz, canice tüm duygularımızı gömdüğümüz bir kutudan, domuzlarla dolu b.klu bir çukura kadar bir çok şey olan sahnede, tüm bu iç dünya karmaşası yönü-hızı belli olmayan topaçlarla deneyimleniyor. Ne yöne gittiği belli olmayan, kimi zaman hızlandıkça hızlanan, kimi zaman aniden duran, istenildiğinde kontrol edilebilen fakat korunmadığında can yakan bu güçlü topaçlar bir şekilde oyunun en kuvvetli oyuncusu olmayı başarıyor. 

Nasılsın? İyiyim!

Oyuna, damarlarında klasik tiyatro sevgisi/ilgisi ve çağdaş tiyatro temkini dolaşan annemle gitmiş olmam aslında bu eleştiri yazısını bir şekilde daha çok açıdan görerek yazmama neden oldu. Zira tüm bu sahne, topaçlar gibi metaforların içinde kalınca, bazen ben mi bazı şeylerden fazla anlam çıkartıyorum ve aslında çok mu zorluyoruz anlamak/anlatmak için diye sorgular buluyorum kendimi. O yüzden annemin yorumları bana yardımcı oldu.

Örneğin bence oyunun en can alıcı hikayelerinden biri olan baba ile büyük çocuğunun yumurta hikayesinden tatlı annem hiç bir şey anlamamış. Sonra, oyunun giriş bölümü olan Güven Kıraç’ın çok çok iyi bir performans çıkararak ilk saniyeden bizi bu hikayenin içine soktuğu “domuzlar” kısmını ise anlamanın yanından bile geçmemiş. Benim bakış açımla iki küçük kısım da iç sıkıştıran, derin ve yoğun bölümlerdi. Fakat işin enteresan kısmı, annem bu ve bunun gibi bir çok kısmı alıştığı anlamda anlayamamış olsa da bir şekilde duygusunu hissetmiş. Ve oyun sonrasındaki uzun sohbetimizde anladıklarımızı ve hissettiklerimizi bir araya getirince, aslında oyun bizim evin salonunda da devam ederek enteresan bir noktaya vardı.

Nasılsın? İyiyim…

Tüm bu sahne tasarımını oldukça yenilikçi ve anlamlı bulmama, hikayenin ele alınışını sevmeme, kadın oyuncular hariç tüm oyuncu performanslarını üst düzey görmemem rağmen oldukça iyi ve görülmesi bu oyunun o “vav” hissini engelleyen bir şeyler var.

Bunlardan ilki ve en önemlisi kesinlikle Derya Alabora’nın ekiple ve hikayeyle enteresan şekilde uyumsuz performansı. Öyle zannediyorum robota dönüşmüş, bildiklerine rağmen ailesini bir ara tutma görevi olan “anne/eş” figürünü değişik bir yorumla sunmaya çalıştı fakat öyle garip bir yerden oynadı ki, ne oyuna ne o aileye ne o sahneye bir türlü dahil edemedim. (Üstüne üstlük benim izlediğim oyunda mikrofonu sıkıntılıydı ve cızırdıyordu. İyice ayrık bir performans oldu.)

İkincisi topaçlar cidden çok çok iyi düşünülmüş olsa da mekanizma kablolu aletlerle çalıştırılana kadar geçen o süre kopmalara yol açtı. Keşke şarjlı bir aletle oyunun akışına uygun bir hızda topaçlar kurguya dahil olabilse ve kapı aç- kablo ve aleti getir – topacı çalıştır- kabloyu topla – kapıyı kapat şeklindeki oyundan çıkaran anlar yaşanmasaydı. Ama sanki bu öyle bir oyun ki, hem oyuncular hem seyirci oyun piştikçe, her deneyimden sonra çok daha enteresan (iyi anlamda) bir yere doğru taşıyacak hikayeyi. O nedenle mutlaka 2-3 ay sonra tekrar izlemek istiyorum.

Son olarak, her ne kadar bütün bu metafor silsilesini sevmiş olsam da bazı noktaları 80 dakikalık bir oyunun içinde zorlama buldum. Bize mimarlık eğitiminde öğretilen bir bakış vardır: Bir tasarımın içindeki bir kısım özel amaca hizmet etmiyorsa, genel tasarıma da anlamlı bir katkısı yoksa varlığını sorgularız. Bu oyunda da örneğin düzeni/otoriteyi simgelediğini sandığım o büyük boru, iç içe geçen borular gibi sahne ekipmanlarının ve hikayeleri ile kız arkadaş(lar) ve anneannenin genel anlatılana anlamlı katkısını sorguladım.  Hatta anlamlı katkısını bulamadığım gibi zaten “zor/acı ama gerçek” duygu yoğunluğu içinde bütünü bozduğunu ve seyirciyi gereksiz yorduğunu bile düşündüm.

Nasılsın? İyiyim. İyiyim. İyiyim!

Aslında bütün bu detayların içinden bir ana fikire varacak olursak, başlangıçta söylediğime dönüyor olacağım. Üzerine bunca yorumu yapabileceğimiz, konuşup kafa patlatabileceğimizi, kendimizi ve sınırlarımızı sorgulatan iyi bir deneyim bu oyun. Sırf böyle olması bile izlenmesi gerektiğini gösteriyor. 

Mutlaka ikinci bir sefer, hikayenin nereye vardığını görmek için ve bu sefer tribünden değil sahnenin hemen dibinden izliyor olacağım. 

İyi seyirler,