Bir Festival Böyle Geçti

Bir Festival Böyle Geçti

Festival filmleri açıklandığında başlıyor herşey. “Hangi filmleri kaçırmamalı? Hangi seansta nereye yetişilebilinir? Hangileri vizyona girecek?” gibi bir takım stratejik sorulara cevap arayıp, bulunan cevaplarla takvimi çakıştırıp seçimleri yapıyorsunuz. Arkadaşlarla, eşle dostla takvimi paylaşıp, beraber bilet alınacak günleri seçiyorsunuz. Sonra biletlerin satışa çıktığı sabah erkenden kalkıp daha once detaylıca anlattığım bilet alma işkencesi adlı kuyruğa giriyorsunuz.

Ama bu kadar sinemasever bir araya gelince o kuyruk bile zevkli oluyor. Fiziksel koşullar zorlasa da (soğuk, ayakta durmak.. vs.) herkes kitapçıkları ve takvimini açıp birbirinden fikir alıyor. ?O yönetmenin ilk filmini çok beğenmiştim,  ikincisine ondan gidiyorum.?,? Bu film zaten banko gidilecekler arasında.?,?Şu film en güzel akşam seyredilir.? gibi.

Tüm bunlardan sonra biletler alınıyor ve filmler bekleniyor.

**

İşte benim kişisel festivalim herkesin yaşadığı bu sahnelerden sonra başladı.

Nişantaşı City?s

İlk 2 filmim için adres Nişantaşı Citys Alışveriş Merkezi idi. Ve festivalin ilk şokunu ilk seansla yaşadım. Salon boştu!

Çok şaşırtıcıydı gerçekten. Önceki seneler Taksim ve Kadıköyde izlediğim her filmde salonların tamamı doluydu. (Hatta bazı seanslarda merdivenlerde oturanlar oluyordu.) Ama Nişantaşı’nda, günlerden Cumartesi ve hava yağmurluyken salonlarda çok az kişi vardı. Aklıma gelen nedenlerden birincisi, festival izleyicisinin Nişantaşı?nda bir alışveriş merkezini festival ruhuna yakıştırmamasıydı. İkincisi ise filmlerin çok ses getiren filmler olmayışıydı.Oysa oldukça beğendiğim kurgusuyla Yeni Yıl ve yönetmenin ilk filmi olması sebebiyle ilgimi çeken Japon filmi Konukseverlik çok tatmin ediciydi.

Tabi bu iki filmle beraber, bilet alma işkencesinden sonra ikinci büyük işkence olan “aynı reklamları defalarca izleme işkencesi” de başlamıştı.

Reklamlar

Artık Emre Altuğ?un gitarı çalarak yürüdüğü o iğrenç sahneye sahip yağ reklamını izleyemiyorum.  Avea reklamlarına karşı da benzer bir reaksiyona sahibim. ?Of line of? esprisi tüylerimi diken diken ediyor. Sonra çok sevdiğim yazar,şair Murathan Mungan?ın ‘Şairin Romanı’ kitabını D&R?dan alırken resmen ?viuuuvuuu? şeklindeki korkunç  sesi duydum, kitabı okuyamıyorum. Lale Kart reklamında şemsiyeyle dans eden kıza inanılmaz gıcığım, Rixos Premium?a da ömrü billah gitmemeyi planlıyorum. Sadece, aksiyon dolu sahnelere sahip, söylemesi çok zevkli olan ?Welcome to my world, the world of Redbull? cümlesine ve Redbull reklamlarına kızmadım.

Neyse reklamlar da bitti filme geçmek üzereyiz ama festivalde hiçbir şey bu kadar kolay değil.

Seyirciler

Bazı notlar almışım seyircilerle ilgili. Gittiğim seanslarda (ki haftasonları ve haftaiçi akşamları oluyor) yaş ortalaması 30-35 arası idi. Kadın erkek oranı hemen hemen eşit, zaman zaman kadınların sayısı fazlaydı. (Bir şey ifade eder mi bilmem ama bu kadar kadın içinde türbanlı olanların oranı %1 bile değildi. Yazmadan edemedim.)

Çift olarak gelenlerin yanında, tek olarak sinemaya gelenlerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. (Ah ülkemin yalnız sanatseverleri!) Reklamlar esnasında konuşanların oranı %100, Avea reklamındaki kötü espriye gülenlerin oranı %10, espriye ?ıyy? diyerek tiksinti duyanların oranı %30lardaydı. Film başlayınca susanların oranı %99, film bitiminde jeneriği beklemeden kalkıp gitmeye çalışanların oranı %85 idi. Tüm filmler boyunca hiç ceptelefonu çalma sesine şahit olmamam bir rekor, bunun yanında durup durup telefonunu çıkarıp supersonic ışıklar saçarak mesajlaşanların hala yaşıyor olması ise bir mucize idi. (Sinirleniyorum!)

Özellikle Küçük Beyaz Yalanlar filmden sonra yazdığım yazıda belirttiğim, neye güleceğini bilmeyen %30luk ve birilerinin zoruyla geldiğini ve sıkıldığını mütemadiyen belli eden, telefonuyla oynayıp dikkat dağıtan %5lik orandaki insanlardan kendinizi sıyırıp filme konsantre olabildiniz diyelim. Peki ya filmlerdeki iç sıkan gerçekler?

Rio

Bir şekilde Rio?daki favela yaşamını anlatan biri belgesel diğeri taşlama-komedi iki film seçmişim:  Rio Sex Komedisi ve Çöplük. Çöpten geri dönüşüm malzemelerini toplayarak yaşamını kazanan, gecekondu mahallelerinde yaşayan bu insanların çöplerden sanat eseri yaratma sürecini ve yaşamlarını ele alan belgesel film Çöplük çok başarılıydı. Bu filmden sonra önümüzdeki sene belgesel kuşağında daha çok film izleyeceğime söz verdim kendime. Zira bir başka belgesel olan (ilk 15 dakikadan sonra en az 20kişinin salonu terk ettiği)  Çimler Örtsün Üzerinizi de inanılmaz başarılıydı. Bu iki film sayesinde tanıştığım (mecazen!) sanatçılar Vik Muniz ve Anselm Kiefer?ın tüm çalışmalarını hemen inceledim. Sizlerinde en azından bir göz atmanızı tavsiye ederim. ?Burada kimse rol yapamaz? sloganlarıyla izlediğim belgesel filmlerle beraber, bir de gerçeklerden yola çıkarak çekilmiş filmler vardı.

Gerçekler

Film festivalinin en çok konuşulan filmlerinden olan, Macar yönetmen Bela Tarr?ın başyapıtlarından Torino Atı, kimi yorumcular tarafından çok sıkıcı, kimilerince de bir “yalnızlık ve insanlık destanı”. Film esnasında salonu terkeden azınlığa karşılık, sonunda alkışlayan çoğunluğa bakılınca (?Çok şükür bitti? diyerek alkışlayan bir teyze de vardı yanımda! ) filmin sinemaseverlerin beğenisini kazandığını söyleyebilirim. Benim düşüncelerim ise bu yazıda.

Gerçeklerden yola çıkan film olan Kadının Fendi ise, yine alkışlarla son buldu. Kadınların, hakları için mücadele ettiği bu filmi, tahmin edileceği üzere en çok kadınlar alkışladı. Festivalin beklenen filmlerinden olan İçimdeki Katil ise bekleneni veremedi ve kurgusundaki boşluklar nedeniyle gerçeklikten çok uzaktı.

Beğendiğim ve beğenmediğim bütün filmlerin ise ortak bir noktası vardı:

Müzik

Festivaldeki tüm filmlerin müzikleri ve kullanılan şarkılar, hepsi çok iyiydi. Hele son izlediğim filmlerden olan Yaşamın Ritmi kulaklarımın pasını iyice sildi.( Filmdeki müziklerin nasıl olduğunu anlamak için yazıdaki kısa filmi izlemenizi tavsiye ederim.)

***

Bir festival daha iyisiyle kötüsüyle son buldu. Kaçırdığım filmlerden Pina (yer kalmamıştı), Bir Ayrılık (biletim vardı ama gidemedim), Press, Atlıkarınca gibi çok önemlileri en kısa zamanda izlemek istiyorum. Festivalin bu yılki reklamlarında belirttiği gibi ?Farkında Olmak İçin? izlediğim filmlerden, yine bir sürü şey öğrenerek, bir sürü şeyin ?farkında olarak? salonlardan ayrıldım.

Okumanız, izlemeniz, duymanız, görmeniz, anlamanız, farkında olmanız dileğiyle… Tüm sinemaseverlere Film Ekimi’ne kadar sevgiler ve iyi seyirler,

Zeynep

 

Çimler Örtsün Üzerinizi – Over Your Cities Grass Will Grow

Çimler Örtsün Üzerinizi – Over Your Cities Grass Will Grow

çimler örtsün üzerinizi, over your cities grass will grow

  • Tür: Belgesel /
  • Yönetmen: Sophie Fiennes /
  • Yapım: İngiltere-Fransa-Hollanda, 2010 /
  • Süre: 105? /

Pervert?s Guide to Cinema (2006) ile tanınan ve Peter Greenaway?le birlikte çalışmış olan İngiliz yönetmen Sophie Fiennes bu kez eserleri fenomen haline gelmiş bir isme odaklanıyor: Çağdaş Alman sanatçı Anselm Kiefer. Çimler Örtsün Üstünüzü, Kiefer?in yaratım sürecine tanıklık ediyor ve sanatçıyı Fransa?nın güneyindeki Barjac yakınlarındaki stüdyo-malikânesinde gözlemliyor. Kiefer 1993?te Almanya?dan ayrılarak La Ribaute adı verilen, yıkık dökük bir ipek fabrikasına yerleşti ve orada hem açık havada hem de galeriler şeklinde inşa ettiği yeraltı tünellerinde bir dizi karmaşık yerleştirme yapmaya başladı. Bu sinema yolculuğu, merkezine günümüzün bu önemli ve yaratıcı sanatçısının yaratım sürecini oturtuyor.”

Modern sanatın en önemli sanatçılarından Anselm Kiefer‘in 1993 yılından 2009 yılına kadar çalıştığı 35 hektarlık atölyesinde, beton, cam, demir, moloz ve bir sürü başka inşaat malzemelerini kullanarak yarattığı paralel bir evren bulunmaktadır. Amfi tiyatrolar,havuzlar, resimler, heykeller, yer altı tünelleri gibi birçok farklı çalışmayla dolu alandaki çalışmalarını tamamlayan sanatçı, bu alanı olduğu gibi bırakıp yeni  bir atölyeye taşınmış. Eserlerini öylece bıraktığı bölgede, doğanın eserlerine nasıl bir etki yapacağını, yapılarının üzerinde çimlerin nasıl büyüyeceğini görmek istemiştir. Fakat bölgeden ayrılmadan bu çalışmaları belgelemek istemiş ve “Çimler Örtsün Üzerinizi – Over Your Cities Grass Will Grow” projesini hayata geçirmiş.

Bu eserlerin yaratım sürecini ve ortaya çıkanları sessizce izleyen bir gözlemci gibi belgesel filme döken Fiennes, Kiefer’in yarattığı dünyayı gözler önüne sermek istemiş ve belgesel boyunca bu dünyada izleyicileri dolaştırmış.

İnanılmaz bir büyüyle ve zevkle izlediğim belgesel, ilk dakikalarında bir hayli seyirci kaybına uğradı maalesef. Zira sadece müzik ve eserleri gösteren kamera, oldukça yorucu ama hoş dakikalar geçirtti.Hele atölyede çalışırken Kiefer’i izlemek inanılmaz bir zevkti.

Heykellere ve resimlere ilgi duyanların izlemesini tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Çöplük – Waste Land

Çöplük – Waste Land

çöplük,waste land

  • Tür: Belgesel /
  • Yönetmen: Lucy Walker /
  • Yapım: İngiltere-Brezilya , 2010 /
  • Süre: 98?

“2010 Berlin İnsan Hakları Ödülü, Panorama?İzleyici Ödülü, 2010 Seattle En İyi Belgesel, 2010 Sundance İzleyici Ödülü

Çekimi üç yıldan fazla süren Çöplük, tanınmış sanatçı Vik Muniz?i Brooklyn?deki evinden memleketi Brezilya?da Rio de Janeiro?nın dışında yer alan dünyanın en büyük çöplüğü Jardim Gramacho?ya kadar izliyor. Muniz burada renkli bir ?catador? grubunun fotoğraflarını çekiyor: Catador?lar, geri dönüşüme uygun atıkları toplayıp onlardan sanat üretiyor. Eleştirmenler Çöplük?ü ?belgesellerin Slumdog Millonaire?i, ilham verici, dokunaklı ve herkesi memnun edecek bir film? olarak tanımlıyor.”

Vik Muniz ile tanışmamı sağlayan film, sanatçının Rio’daki dünyanın en büyük çöplüğüne ziyaretini ve orada yaşadıklarını, çöp toplayan catadorların hayat hikayeleriyle bezeyerek anlatıyor. Catadorlardan seçilenlerin hayatlarına dahil olup neler yaşadıklarını anlamaya çalışıyor, bir yandan onlara umut veren bu sanatçı ile yaptıkları çalışmayla değişen hayatlarına tanık oluyor, diğer yandan bu çalışma bittiğinde onlara ve onlar gibi binlerce insana neler olacağını düşünüyorsunuz. Bu düşüncelerinize cevap belgeselin sonunda geliyor. Ve gerçeklerle karşı karşıya kalıyorsunuz.

Vik Muniz‘in diğer çalışmalarından örnekleri içeren yazımı okumanızı,resimleri incelemenizi ve belgeseli en yakın zamanda izlemenizi tavsiye ediyorum.

İyi seyirler,

Rio Sex Komedisi – Rio Sex Comedy

Rio Sex Komedisi – Rio Sex Comedy

rio sex komedisi, rio sex comedy

  • Tür: Komedi /
  • Yönetmen: Jonathan Nossiter /
  • Yapım: Fransa -Brezilya, 2010 /
  • Süre: 124 dk
  • Oyuncular: Charlotte Rampling, Bill Pullman, Irene Jacob

2004 yapımı şarap belgeseli Mondovino?nun yönetmeninin son filmi, Paul Aster?in ?tamamıyla siyaseten aykırı harika bir sosyal taşlama? diye tanımladığı, şen şakrak olduğu kadar yoldan çıkmış bir cinsel, kültürel ve siyasi yanlış anlaşmalar portresi. Birkaç yabancı Rio sahillerinde zevki ve sosyal adaleti aramaktadır: Estetik cerrahiye karşı olan bir estetik cerrah, siyasi bilinci yerine libidosunu öne koyan Fransız bir antropolog, başı belada olduğu için ?favela?da saklanan bir Amerikan Büyükelçisi ve varoluşsal sorunlarına cevap arayan bir turist rehberi?

Festivalin en komik filmlerinden birisiydi Rio Sex Comedisi. Rio’da yaşayan bir grup insanın hayatından kesitleri sunan film, özellikle Amerikan Büyükelçisi’nin favela yaşamını keşfi ve insanlara fon sağlamak adına yaptığı müthiş pazarlama sahneleriyle aklımdan hiç çıkmayacak. 5-6 dakika süren toplantı sahnesinde projeyi kabul ettirmek için yaptıkları konuşma, bence politik gönderme başarısının yanında mükemmel alt metni ile de çok önemliydi.

Yukarıda bahsettiğim sahne dışında, aldatma, sınıf farklılıkları, sex komedisi gibi birçok konuya değinen film açılışı ile, özellikle biz İstanbullu seyirciler için, büyük bir süpriz yaptı. Zira Charlotte Rampling, ‘İstanbul, not Constantinople’ adlı şarkı eşliğinde dans ederek filmi açtı.

httpv://www.youtube.com/watch?v=VZfR33-m_tQ

Filmde de sıkça vurgulandığı üzere yaşlandıkça güzelleşen Charlotte Rampling, Red filmindeki performansıyla tanınan Irene Jacob  ve son olarak İçimdeki Katil filmi ile izlediğim Bill Pullman’ın güzel performansları, favela ve Rio görüntüleri için izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

Kadının Fendi – Made In Dagenham

Kadının Fendi – Made In Dagenham

kadının fendi, made in dagenham

  • Tür: Komedi, Dram
  • Yönetmen: Nigel Cole /
  • Yapım: İngiltere, 2010
  • Süre: 113 dk
  • Oyuncular: Sally Hawkins, Bob Hoskins, Miranda Richardson

Sosyal adaleti ele alan neşeli ve dokunaklı İngiliz komedisi Kadının Fendi gerçek hayattan esinlenip feminist bir ittifakı anlatırken izleyicileri kahkaha tufanına sürüklüyor. 1968 yılında, İngiltere?deki bir Ford fabrikasında geçen filmde cesur bir grup kadın güç birliği yapıp adalet için ayaklanıyor. Mücadelenin gayesi, cinsel ayrımcılığın önünü keserek erkeklerle eşit kazanç ve haklar elde etmek. Hayatları mutfakla fabrika arasında geçen, işçi sınıfına mensup sıradan kadınlar patronlarına, kocalarına ve devlete karşı durmak zorunda kalıyor, ama sonunda amaçlarına ulaşıyorlar. Calendar Girls / Takvim Kızları?nın yönetmeni Nigel Cole?un bu yeni filmi akla, ruha ve kalbe hitap eden tam bir seyirlik.”

Kişisel festival programımda dönem filmleri kategorisinde izlediğim ‘Made in Dagenham’, her şeyden önce müthiş bir görsellik vaad ediyor. Dönemin kıyafetleri, saçları, arabaları herşey süperdi. (O kadar ki annem “neden eski bir filme bilet aldın” dedi!) Gerçekten insan izleyince 2010 yapımı olduğuna inanmakta zorlanıyor (kamera kullanımından belli tabiki!)

Kadın oyuncuların tamamı birbirinden iyi işler çıkarmışlardı ve erkeklere karşı verdikleri mücadelenin anlatılışı çok yerindeydi. Akıcı bir kurgu ve filmi çok güzel destekleyen yan karakterlerle sakin olan senaryo hareketlendirilmişti. Zaman zaman duygulandıran, zaman zaman da güldüren bu filmi feminizm duyguları kabara kabara izliyor insan. Zaten filmin sonunda koca salondan kopan alkışta, duyguları çoşmuş kadınlara aitti.

Mümkünse kadınlarla (anneniz, teyzeniz, arkadaşlarınız..) cümbür cemaat izlemenizi  tavsiye ederim.

Yaşasın kadınlar 🙂

İyi seyirler,

Torino Atı – The Turin Horse

Torino Atı – The Turin Horse

torino atı, the turin horse

  • Tür: Dram /
  • Yönetmenler: Béla Tarr & Ágnes Hranitzky /
  • Yapım: Macaristan, Fransa, Almanya, İsviçre, ABD, 2010 /
  • Süre: 146dk /
  • Oyuncular: Erika Bók, János Derzsi, Mihály Krmos /

“2011 Berlin Jüri Büyük Ödülü

Yapıtları ve yaklaşımıyla çağdaş bağımsız sinemacıları etkileyen Bela Tarr?ın on yıl aradan sonra çektiği bu ilk film, Alman düşünür Friedrich Nietzsche?nin 1889?da Torino?da kırbaçlanan bir atı boynuna sarılarak kurtarmaya çabalamasıyla başlıyor. Bu mücadelesi Nietzsche?yi öldüğü güne kadar yatağa bağlayacak, dilsiz bırakacak, çaresi bulunmayan bir akıl hastalığına götürecektir. Ancak filmin kahramanı, çiftçi sahibine ayak uydurmaya çalışan yaşlı attır.”

Filmi izlemeden okuduğum yorumlar o kadar birbirinden farklıydı ki. Ne hissedeceğimi kestiremeden girdim salona. Çok sevdiğim Yekta Kopan filme bayılmış, bu yazıyı kaleme almıştı. Bir başka beğendiğim yazar Ece Temelkuran ise, filmi neden yarıda bıraktığını bu yazıda anlatmıştı. İyice kafası karışmış ben üzerine bir sürü kötü yorum daha okuduktan sonra saat 21.30 seansında, en arka sıranın ortasında, iki yanımda kalıplı iki İtalyan ile ara vermeden 2 saat 36 dakika sürecek bu filmi izlemeye başladım.

Film Nietzsche’nin 89 yılında yaşadığı bir olaydan yola çıkıyor. Kırbaçlanmakta olan bir ata sarılan Nietzsche, olaydan sonra iki gün boyunca hareketsiz yatıyor ve sonrasında 10 yıl süren bir sessizliğe bürünüyor. Bu sessizlikten önceki son sözü ise: “Anne, ne aptalım!” oluyor. Bela Tarr, bu bilgileri bize siyah ekran üzerine yazı ve dış sesle verdikten sonra, bilinçli olarak hikayesi olmayan filminde bizlere atın ve arabacının sonraki 7 gününü gösteriyor.

Filmin kuvvetli ve etkileyici görselliği konusunda söylenebilecek hiçbir söz yok. Siyah beyazın müthiş etkisi dışında, açılıştaki inanılmaz éatın yürüyüşü/mücadelesi” sekansı ve kapanıştaki sekans sinema tarihindeki önemli yerini almış olmalı. Zira daha başlangıçta atla öyle bir ilişki kurdurdu ki, içimize işledi bakışları ve hayatta kalma mücadelesi.

Filmi çok fazla terk eden oldu. Onlara baktığımda “Gerçekler bu kadar mı dayanılmaz?” diye sordum kendime. Çünkü arabacı  ve kızının yıllar süren “birbirinin aynı” günlerinden sadece bir haftasını, o da 2 saat içinde izlemiştik. Oysa ekrana gelen bizim hayatlarımızın 7 günü olsaydı, daha mı heyecanlı olurdu?

Belki de en iyisi, Reha Erdem’in salondan ağlayarak çıkmasına neden olan, insanın hayat üzerine algılarını açan ve hakikatin o acı hissini tüm hücrelerinizde hissedeceğiniz bu filmi izlemek, sonra Yekta Kopan’ın yazısını tekrar okumak, sonra düşünmek ve ağlamaktır.

İyi seyirler,

Not:Bir filmde esen rüzgar, insanı gerçekten rüzgarda kalıyormuşçasına çarpabilir mi? Çarptı.

httpv://www.youtube.com/watch?v=0uYmpQ8LdzY

Mamma Gogo

Mamma Gogo

    • Tür: Dram, Komedi /
      • Yönetmen: Fridrik Thor Fridrikson /
      • Yapım: İzlanda-Norveç-İsveç-Almanya-İngiltere ,2010 /
      • Süre: 1 saat 30 dk /
      • Oyuncular: Kristbjörg Kjeld, Hilmir Snær Gudnason, Gunnar Eyjólfsson /

    “2010 Edda Ödülleri (İzlanda) En İyi Kadın Oyuncu (K. Kjeld)

    İzlanda?nın Oscar adayı olan Mamma Gógó, yönetmeni Fridriksson?a göre ?film çekmek ve Alzheimer hakkında çılgın bir komedi? olmakla birlikte, hem ülkesinin siyaset ve ekonomi dünyasıyla, hem de yönetmenin 1991?de Oscar?a aday gösterilen filmi Doğanın Çocukları?yla dalga geçmekten geri durmuyor. Öykü, Oscar adaylığını gözüne kestirmiş hırslı bir yapımcının etrafında dönüyor. Enerjik ve kıvrak zekâlı annesine bir gün Alzheimer teşhisi konmasıyla birlikte kahramanımıza kendi sorunları bir anda önemsiz görünmeye başlar; artık, karanlığa açılan yolculuğunda annesine eşlik edecek, içindeki sevgiyi göstermeye çalışacaktır.”

    Mama Gogo, yakın zamanda izlediğim Çınar Ağacı filminin çok benzer bir versiyonu. Yine bir haylazlık yapan bir anne var, yine sorunlu çocuklar, yine huzurevi var. Tek farklılık bu filmdeki İzlanda manzaraları.

    Ayrıca yönetmen Fridriksson’un söylediği gibi bir çılgın komedi yok ortada. Basbaya sıkıcı bir film var. Arada duygulandırdığı da oldu kabul ediyorum ama zayıf bir senaryo olunca dayanılması zor oluyor. Tek başarı anne rolündeki Kristbjörg Kjeld’e aitti, belirtmeden geçemeyeceğim.

    İyi seyirler,

     

     

     

     

     

İnsan Kaynakları Müdürü – Shlihuto Shel Ha?memuneh Al Mash?abei Enosh

İnsan Kaynakları Müdürü – Shlihuto Shel Ha?memuneh Al Mash?abei Enosh

the human resources manager, insan kaynakları müdürü

  • Tür: Dram/
  • Yönetmen: Eran Riklis/
  • Yapım: İsrail-Almanya-Fransa-Romanya , 2010/
  • Süre: 1saat 43 dk/
  • Oyuncular: Mark Ivanir, Guri Alfi, Noah Silver, R. Kambus/

 

  • “2010 Locarno İzleyici Ödülü
  • 2010 Ophir Ödülleri (Kudüs) En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo, En İyi Müzik, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (R. Kambus)

Kudüs?teki bir fabrikanın insan kaynakları müdürü, bir intihar saldırısında ölen göçmen elemanının ölümünden sorumlu tutulur. Hayırlı bir iş yapmak üzere kadının geçmişini araştırırken, cenazenin Romanya?daki köyüne götürülmesi için 1950?lerden kalma bir kamyonetle yola çıkan iki diplomat ve bir gazeteciye eşlik etmeye karar verir. Limon Ağacı ve Suriyeli Gelin?in yönetmeni Eran Riklis?in bu dokunaklı trajikomedisi İsrail?in Oscar adayı oldu.”

Çok uzundu çok. Ve itiraf ediyorum bir 20dk kadar kestirdim.

Başrol oyuncusu iyiydi, görüntü yönetmeni müthiş iş çıkarmıştı, konu güzeldi, senaryo güzeldi ama çok uzundu. Yani bu konu daha kısa bir filmle kotarılabilirmiş ama durağan ve seyirciyi koparan sekanslar maalesef sıkılmamıza neden oldu.

Limon Ağacı’nı çok daha  başarılı bulduğum yönetmenin, son işi olarak izlenebilir ama sabırlı bir zamanda.

İyi seyirler.

Yaşamın Ritmi – Sound Of Noise

Yaşamın Ritmi – Sound Of Noise

yaşamın ritmi, sound of noise

  • Tür: Komedi, Suç, Müzik,  Romantik /
  • Yönetmenler: Ola Simonsson & Johannes Stjärne Nilsson/
  • Yapım: İsveç, Fransa ,2010/
  • Süre: 98 dk/
  • Oyuncular: Bengt Nilsson, Sanna Persson Halapi, Magnus Börjeson/

“2010 Cannes Altın Ray?Genç Eleştirmenler Ödülü
2010 Austin Fantastic Fest. En İyi Film (Fantastik)
2010 Sitges Mansiyon
2010 Varşova Özgür Ruh Ödülü
Polis memuru Amadeus Warnebring sonunda çılgınlığın pençesine mi düşmüştür, yoksa dünyanın geri kalanı kesin olarak delirmiş midir? Warnebring kariyerinin en zor vakasıyla, müzikal bir soruşturmayla karşı karşıyadır: Şehri orkestra olarak kullanan ve müzikal bir kıyamet ?çalan? altı eylemci davulcudan oluşan, ele avuca sığmaz bir çete. Bu vaka müzikten nefret eden kahramanımız için bir işkencedir; ancak son görevi kardeşinin konserini bu ses teröristlerinden kurtarmak olacaktır. Aşk, delilik ve gürültülü davullarla ilgili, kahkahalarla dolu, yaratıcı bir kentsel durum komedisi…”

İsveç yapımı filmler bu aralar çokça ilgimi çekmeye başladı. Film festivali kapsamında izlediğim bu film, okuldan  yaptığı enteresan müzik temsilleri  nedeniyle atılan bir kadın müzisyen ve onunla beraber 5 müzisyen adamdan oluşan bir ekibin, şehir içinde bir dizi “müzik eylemi” yapmasını konu alıyor.

9 sene önce aşağıdaki “Bir Apartman için 6 Davulcu” adlı kısa filmi çeken yönetmenler Simonsson ve Nilsson, aynı kadroyu bu kez şehirde müzik yaparken bizlere gösteriyor.  Müzik ve ritmi, müzik aletleri dışında her şeyle yaratan ekip , şehirde 4 tane eylem planlıyor ve bunları tek tek hayata geçiriyor.  Özellikle ameliyathanedeki sahnelerinde tüm salonu kırıp geçiren ekibi, insan dinlemeye doyamıyor. Hatta film bitsin istemiyorsunuz, keşke 1-2 eylem daha yapsalar diye bekliyorsunuz.

httpv://www.youtube.com/watch?v=26eyBmUwi6w

Tabi bu keyifli ve müzik dolu filmi sadece absürd komedi olarak izlememek lazım. Bu davulcular ve onların olayıyla ilgilenen müzik sevmeyen polis birer sistem karşıtılar. Sistem, düzen eleştirisini farklı bir yolla izleyiciye aktaran bu filmi izlemenizi tavsiye ederim.

İyi seyirler,

İçimdeki Katil – The Killer İnside Me

İçimdeki Katil – The Killer İnside Me

the killer inside me, içimdeki katil

  • Tür: Gerilim, Suç, Dram, Western /
  • Yönetmen: Michael Winterbottom /
  • Yapım: İngiltere – ABD , 2010 /
  • Süre: 120 dk /
  • Oyuncular: Casey Affleck, Kate Hudson, Jessica Alba, Simon Baker,  Liam Aiken,  John Goodman,  Bill Pullman, Elias Koteas,  Blake Brigham,  Brent Briscoe, Matthew Maher,  Michael Gibbons,  Noah Crawford, Rosa Pasquarella,  Tom Bower,  Zach Josse /

“Michael Winterbottom?ın Jim Thompson?ın 1952 tarihli aynı adlı ?ucuz romanı?ndan uyarladığı acımasız, gayet vahşi ve çokça tartışılan son filmi, Teksas?ta küçük bir kasabada geçiyor. Anti-kahramanımız, tatlı dilli komiser yardımcısı Lou Ford, sado-mazo cinsel ilişkilerden keyif alır. Hatta fahişelik yapan Joyce?un evine kasabadan kovmak üzere gittiğinde, cazibesine kapılıp onunla yatar. Ama Lou?nun tek sırrı bu değildir. Kadınları döve döve öldürmekten de keyif alır. Sundance, Berlin ve Tribeca film festivallerinde de gösterilen filmi, Winterbottom?a göre ?sevginin yok edilişi, şefkatin yok edilişi, mahremiyetin yok edilişi?ni anlatıyor.”

İlk kez bir filmini izlediğim yönetmen Michael Winterbottom, festivallerde gösterilen ve popüler kadrosu nedeniyle merakla beklenen filmi The Killer İnside Me ile İstanbul Film Festivalindeydi. Film hakkında söylenecek çok fazla bir şey yok aslında. Özellikle güzel filmleri arka arkaya izlediğim şu günlerde standartların üzerine çıkamamış, senaryosunda ve kurgusunda boşluklar olan bir filmdi. Sevişme sahneleri boşlukları doldurmak için bolca kullanılmıştı, öldürme sahneleri mideyi alt üst eden cinstendi ve Casey Affleck o çatallı detone sesi ve donuk bakışlarıyla çok iticiydi.

İlk yarısı germeyi başaran film, ikinci yarıdan sonra olayların çözülmesiyle sıkıcı bir hal aldı ve vasat bir finalle noktalandı. Spoiler vermek gibi olmasın bir yangın sahnesi vardı sonlarda, o efekti ben bile yaparım, o derece kötüydü.  Sonu hızlı bitirilmiş ve çok çalışılmamıştı.

Müzikler ise filmin geneliyle kıyaslanınca çok başarılıydı. Final sahnesinden sonra çalan müthiş müzik ise süperdi. Berlin’de Altın Ayı’da yarışmış bir film diye çok şey beklemeden izleyin derim.

İyi seyirler.

Not: Spoiler :::: ::: :: Bir sitede ozgurefekan adlı yorumcu “O kadar adam benzinin kokusunu nasıl almadı anlamadım.” demiş. Doğru söze ne hacet.

Küçük Beyaz Yalanlar – Les Petits Mouchoirs

Küçük Beyaz Yalanlar – Les Petits Mouchoirs

  • Tür: Dram,Komedi /
  • Yönetmen: Guillaume Canet /
  • Yapım: 2010, Fransa /
  • Süre: 154 dk. /
  • Oyuncular: François Cluzet, Marion Cotillard, Benoît Magimel /

Ünlü Fransız aktör Guillaume Canet üçüncü yönetmenlik denemesinde Fransız sinemasının büyük yıldızlarını bir araya getiriyor. Gözlemlere dayanan mizahi yaklaşımıyla duygusal bir dram yapısını izleyen film, talihsiz bir kazaya rağmen yıllık tatillerini deniz kıyısında geçirmeye karar veren Parisli burjuva bir arkadaş grubunun etrafında geçiyor. Bu insanların hepsi sırlarla ve güvensizliklerle örselenmiştir: Mutlu bir evliliği olan Vincent, Max?e âşık olur; Marie, Ludo?nun eski sevgilisidir; Eric, Lea?yı aldatmaktadır; Antoine eski kız arkadaşına kafayı takmış durumdadır? Günler geçtikçe ilişkileri, sadakatleri ve dostluk bağları sınanacaktır.

Ya hakikaten normalde sinirli bir insan değilim. Yazılırımı okuyup bana “sakin ol” maili atan sanatseverler umarım bu filmi benim izlediğim seansta izlemiştir de, birazdan çemkireceğim konularda bana hak verirler.

Şikayetlerime kız arkadaşları yada eşleri ( ya da her neyse) tarafından filmlere, oyunlara  zorla getirilen sevgili erkekler ile başlamak istiyorum. Baylar! Siz sıkıntınızı belli etmek için her bacağınızı salladığınızda tüm sıra sallanıyor, siz her telefonunuzu çıkarıp karanlıkta o süpersonik ışıkları saçtığınızda hepimizin dikkati dağılıyor, her konuşma girişiminizde ben elimi kolumu zor tutuyorum!!!! Yahu film festivali bu! Tıka basa dolu salonda yer değiştirip kaçamıyorum diye  zorla ve dip dibe 154 dakika geçirmek istemiyorum sizinle! Gelmeyin efendim gelmeyin Allah rızası için! Sevgili kadınlar, siz de zorlamayın şu erkekleri lütfen! (Nedir bu odun sevgilileri zorla sanatsever yapma telaşı onu da anlamıyorum!)

Hadi yanımdakilerin bu tavırlarından geçtim. Yerli yersiz her şeye gülen seyircilere ne demeli??!?

Filmin başlarında olan bir olayı anlatmak istiyorum (spoiler sayılmaz). Arkadaş grubundan iki erkek yemek yiyorlar. İkisi de evli ve bilmem kaç senelik dostlar. Biri diğerine onu artık arkadaşı gibi görmediğini ve ona aşık olduğunu anlatıyor. Trajik ve sarsıcı bir sahne. Adamın kendisini anlatırkenki hali, arkadaşının tepki verememesi…vs.

Ama salonu görseniz… Yerle bir oldu herkes gülmekten!

Filmin ikinci yarısından sonra iki arkadaşın bazı sahneleri, oyuncuların özellikle abarttığı bölümlerde, güldürecek kıvamdaydı ama ön sırada bir kız bu iki arkadaşın her sahnesinde resmen tepine tepine güldü! Yahu adamların ikisi de üzgün, dostlukları ve duyguları sınanıyor. Delireceğim!  Yani elimde olsa filmi dururup “Çok pardon ama neye güldüğünüzü bana da anlatır mısınız?” diye soracaktım!

Of neyse sakinleşip filme geçeyim. (Ohmmmm)

Film, gerek senaryosu, gerek mekan seçimleri, gerek müzikleri, gerek oyunculuklarıyla bir Ferzan Özpetek filmi olan  Bir Ömür Geçmez-Saturno Contro’yu çokça hatırlattı bana. Senaryosu arkadaşlık ilişkileri temelinde dostluk, güven ve sadakat başlıklarına dokunan film, uzun ve müthiş açılış sekansıyla oldukça sarsıcıydı.

Mekanlar tıpkı Ferzan Özpetek filmlerindeki gibi yemek masaları ve yazlık yerlerdi.

Oyunculuklardan ise; güzelliğiyle ve gözleriyle Marion Cottilard ve takıntılı arkadaş rolüyle François Cluzet (Dustin Hoffmanımsı?) akılda kalıcı rollerdelerdi ve çok başarılılardı.

Uzun olmasına ve yer yer sıkıyor gibi görünmesine olmasına rağmen duygusundan bir şey kaybetmeden akıp giden filmde, beni konunun gerçekçiliğinden uzaklaştıran tek konu, arkadaşları yoğun bakımdayken tatile gitme kararı alan arkadaşların, bu kararı alma sahneleriydi. Yani ben onların yerinde olsam, “Yakın arkadaşım kaza geçirmiş ve yoğun bakımdayken tatile gider miydim?” sorusunun muhakemesini bu kadar çabuk yapıp, bu kadar hızlı karar veremezdim. O nedenle benim açımdan o sahne, çok ayaküstü ve çok hızlı geldi.

Tüm bunların yanında müzikleri ve şaraplarıyla aklımda kalacak filmin geneline bakınca kalabalık arkadaş gruplarıyla izlenmesini özellikle tavsiye ediyorum.

İyi seyirler,

 

Konukseverlik – Kantai

Konukseverlik – Kantai

kantai , konukseverlik

  • Tür: Kara Komedi /
  • Yönetmen: Koji Fukada /
  • Yapım: 2010, Japonya /
  • Süre: 96 dk /
  • Oyuncular: Kanji Furutachi, Kumi Hyôdô, Tatsuya Kawamura /

Yönetmenin ilk filmi, kendi halinde bir ailenin , hayatın karmaşasında akıp giden yaşamlarının gelen konukları ile nasıl değiştiğini her dakika artan bir tempo ile seyirciye aktarıyor. Çok ince mesajların verildiği film, ikinci yarısından itibaren tam bir şölene dönüşüyor ve güldürürken düşündürmeyi başarıyor.

Oyuncuların başarısının yanında, belgeselci anlatımıyla olayların içine girmemizi kolaylaştıran filmi izlemenizi ve taze yönetmen Koji Fukada’nın gelecek filmlerini takip etmenizi tavsiye ederim.

Zynp

“Yönetmen Koji Fukada bu ilk filminde, Marx kardeşlerin Opera?da Bir Gece?sinden esinlenmiş. Film, Tokyo?da yaşayan küçük ve çalışkan bir ailenin, bir yabancının evlerine gelişiyle zorla değişmelerini anlatıyor. Kobayashi, genç eşi, önceki evliliğinden olan kızı ve boşanmış kız kardeşiyle bir arada yaşamaktadır. Yakın zamanda ailenin başına gelen en önemli olay papağanlarının kaybolmasıdır. Bir gün birdenbire, Kobayashi?ye zamanında para yardımı yapmış zengin bir ailenin oğlu olduğu iddiasıyla ortaya çıkan Kagawa da yanlarına yerleşiverir. Konukseverlik politik imaların son kertede politik sezgilere dönüştüğü olağanüstü bir kara komedi.”

Yeni Yıl – Hjem Til Jul

Yeni Yıl – Hjem Til Jul

  • Tür: Komedi / Dram /
  • Yönetmen: Bent Hamer /
  • Yapım: 2010, Norveç, Almanya, İsveç /
  • Süre: 90 dk /
  • Oyuncular: Nina Andresen Borud (Karin) , Trond Fausa Aurvaag (Paul) , Arianit Berisha (Goran) ,Joachim Calmeyer (Simon) /

2011 Film Festivali şahsi açılışımı “Yeni Yıl” filmi ile yaptım. 2010 San Sebastian- en iyi senaryo ödülünü kazanan film, birbiriyle iç içe geçmiş öyküleriyle müthiş bir duygu fırtınası yaratıyor. Samimi ve sıcak bir dilde anlatılan hikayeler kimi zaman bir yolda, kimi zaman kilisede kimi zamansa trende kesişiyor. Fakat bu kesişmeler o kadar yumuşak, o kadar zorlanmadan oluyor ki filmin o müthiş kurgusunda her şey akıp gidiyor.

Uzun zamandır izlediğim en samimi, en mesaj verirken yormayan ama duygusunu tamamen içinize işleten filmdi. Yönetmenin diğer filmlerini en yakın zamanda izlemek üzere not alıp, “Yeni Yıl” filmini mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

O?Horten ve Factotum?un yönetmeni iki yıllık aradan sonra acı-tatlı, sıcak ve duygusal hikâyelerden örülü bir dramla beyazperdeye dönüyor. Noel arifesinde küçük bir Norveç kasabasında, renkli Kuzey Işıkları?nın altında karların arasından eve dönmek için çabalayan insanları görürüz. Herkesin başka bir Noel hassasiyetiyle meşgul olduğu kasaba halkından çeşitli isimlerin (Doktor Knut, arkadaşı Paul, öğrenci Thomas, metres Karin, ayyaş Jordan) yolları mizah ve trajedi, şefkat ve çaresizlik, bağışlama ve umut, doğum ve ölümle dolu, birbiriyle iç içe geçen öykülerde kesişecektir.

Film Festivali’ne Bilet Alma İşkencesi!

Film Festivali’ne Bilet Alma İşkencesi!

Sanıyorum ömrümün sonuna kadar bunu anlamakta zorlanacağım: Bir festival için bilet almak ne kadar zor  olabilir?

Buyurun size bilet alma işinin hikayesini anlatayım:

Geçen senelerdeki deneyimlerden yararlanarak bu sene erkenden yola çıktım. Gişe açılış  saati 10 idi. Ben 9’da sinemanın önündeydim. Kuyruk çoktan oluşmuştu. 50ye yakın kişi vardı önümde. İnsanlar önceki senelerden çok deneyimli tabi. Termosunda çay getireninden, yanında okumaya kitap getirenine kadar herkes çok hazır.

Bu sene çok şanslıyız .Hafif bir yağmur çişeliyor ama en azından geçen seneki gibi sağanak yok. Hava oldukça soğuk ama olsun. Sıranın başlarında sayılırız. 2  tane gişe olacakmış. Bize 1 bilemedik 2 saate sıra gelir. En azından brunch yapabiliriz.

Biz çok şanslıyız ama bizden şanslılar da var. Lale kart sahipleri ve öğrenciler. Onlar önceden bilet alma hakkına sahiptiler. İnşallah çok bilet almamışlardır. Fısıltılar başladı. Pina’ya bilet kalmamış galiba. Tüh!

Dışarısı çok soğuk, ben ayaklarımı hissetmiyorum artık. Sizin de üstünüz inceymiş yanımda yedek bir atkı getirmiştim, şöyle omuzlarınıza alın isterseniz…

Sıra hiç ilerlemiyor sanki.Çıkanların da ellerinde deste deste biletler. Bize kalmayacak yahu?

Siz hangi filmleri seçtiniz? Ah evet geçen seneki ne hoştu değil mi? Aynı yönetmenin çok eğlenceli bir filmi var tavsiye ederim. Meslek neydi?

Çok soğuk oldu. Siz iyice üşüdünüz. Bir 3-5 dakika ısınıp gelin içerde. Siz gelince de ben giderim. Donacağız yoksa burada?

Ooo demek festivalin olduğu tarihlerde bir haftalığına iş yerinizden izin alıyorsunuz. Çok hoş! Haklısınız muhabbet olunca kuyrukta beklemesi bile eğlenceli. Sonrasında hatıra oluyor. Ama her sene daha da uzun mu sürüyor bu bekleme işi nedir?

3 saat geçti daha yarısına anca geldiler kuyruğun. Ellerim de dondu artık… Aaa nereye gidiyorsun o kadar bekledin bırakma şimdi. Peki sen bilirsin… Çok memnun oldum.

Pardon, biraz daha ilerleyebilir miyiz? En azından biz de içeri girelim, dışarısı çok soğuk.

(telefonda) Biletix’ten al madem ya lanet olsun. Burada da koltuk seçtirmiyorlar yoğunluktan. Sıra çok zor ilerliyor. 4 saattir burdayız. Bilet başına 1,25 mi? Neyse ne yapalım, al gitsin. Neee? Bir de 4lira işlem bedeli mi? Yuh. Beklemeye devam ediyorum ben.

Hanımefendi böyle saçma şey mi olur? Doğru mu anlıyorum? Siz Lale Kart satış yetkilisisiniz. Ve şu anda sırada olanlara diyorsunuz ki: 400lira verip bu kartı alın,sıranın hemen başına geçip biletlerinizi alın. Bu bekleyen insanlara saygısızlık değil mi bu hanımefendi? Kartınızı sonra satın!

Normalde Biletix’ten birden çok bilet alıp sepete atıp, tekbir kere de satın alma yapılıyor. Böylece 4Tllik hizmet bedelini bir kere veriyorsunuz. Ama geçen sene de böyle oldu. Ne hikmetse yoğun zamanlarda , maç biletlerinde de oluyor, sistem sürekli kitlendiğinden teker teker almak zorunda kalıyorsunuz. Yani sürekli 4er lira işlem bedeli vermek zorunda kalıyorsunuz. Ayıptır…

Aynı kişi yarım saattir işlem yaptırıyor! Ben bir bakıp geleceğim.

Of gişede durum vahim. Herkes çok sayıda bilet alıyor, fakat bilet basma makineleri çok yavaş. Ayrıca bazısı 30’dan az biletim var diyor ama 29 bileti çıkınca bir tane daha almak istiyor.İndirimden haberleri yok sanırım. Başta “30bilete %10 indirim” girişi yapılmadığından sistem kitleniyor.Bir de tabi 30’a tamamlamak için koca listeden film seçmeye çalışanlar var. Şaka gibi…

Ben bir çay alıp geleceğim ister misiniz? Şeker?

….

İKSV’nin bu duruma el atması lazım. Şehir tiyatroları gibi kendi satış sistemlerinden yapsalar bu işi. Bu kadar insan soğukta saatlerce beklemezdi!. Hepimiz şikayet e-maili gönderelim vakfa.

Hızlandı sanki biraz?

Siz baya bir çalışmışsınız kitapçıkta. Yıpranmış resmen. Çok meraklısınız belli. Atlas’ta yerler az kalmış diyorlar. Malum orası küçük. Ben pek seçmedim oradan zaten. İşten çıkınca 19 seansına yetişemem diye korktum.

Beyfendi siz sırada değildiniz!

Az kaldı. Başaracağız galiba. Yer olsun başka bir şey istemiyorum!

Aslında hata yapıyoruz. Kimse karşı  çıkmıyor bu sisteme. Her sene aynı şey. Bir sene örgütlenip hiç bilet almasak, bakın seneye nasıl organize ediyorlar bu işleri. Ahh ah!

Merhaba.. Size de allah kolaylık versin. Önce salon adı, sonra seans adını mı söyleyeyim? Tamam başlıyorum. 2Nisan..

Ay allah sizi de kurtarsın arkadaşlar.5 buçuk saat sonra biletlere kavuştum çok şükür. İyi beklemeler.

.

 

Not: Koyun gibiyiz. Bu kadar kabullenişçi olmamızı anlayamıyorum. Tamam sürekli arıza çıkaralım demiyorum ama biraz da hakkımızı arayalım canım. Her sene aynı şey. Lütfen bilet almakta zorlanan herkes İKSV’ye e-mail ile şikayetini belirtsin. Belirtsin ki sanatseverleri bu güzel filmlerle buluşturan organizatörler, bilet satışına da bir çözüm bulsun.

İstanbul Film Festivali başlıyor!

İstanbul Film Festivali başlıyor!

30.İstanbul Film Festivali film listesi açıklandığından beri program önümde, gün gün neleri izleyeceğimiz not ediyor, filmleri araştırıp seçmeye çalışıyorum.

Bu sene festival 2-17 Nisan tarihleri arasında 7 farklı salonda filmlerle izleyicileri buluşturacak. Özel gösterimlerden, uluslararası yarışmalara, belgesellerden galalara müthiş bir programa sahip festival sayesinde, yine 2 hafta boyunca İstanbul ve sinema içiçe olacak.

Biletler 19Marttan itibaren hem gişelerde hem de Biletix kanalı ile internette ve Biletix gişelerinde satılacak. Fakat Biletix’te bilet fiyatlarına yine işlem bedeli eklenerek (sanıyorum 1,75Tl) satılıyor. Dikkatinize!

Her sene olduğu gibi izleyemediğim filmler içimde kalarak, bilet bulabildiğim azınlığa gidebileceğim fakat yine de kesinlikle görmek istediğim filmleri sıralamak isterim.

  • Küçük Beyaz Yalanlar (gala)
  • İçimdeki Katil (gala)
  • Torino Atı
  • Çimler Örtsün Üzerinizi
  • Çöplük
  • Pina
  • Mamma Gogo
  • İnsan Kaynakları Müdürü
  • Yaşamın Ritmi

http://film.iksv.org/tr