13 f 2015 | İF Film Festivali'14, İstanbul Film Festivali'14, Sinema
Yine Oscarlar yaklaşıyor ve ben yine izlediğim tüm filmlerin yorumlarını buraya yazmaya çalışırken helak olacağım ama yapacak bir şey yok. Neticede silah zoruyla yazdırmıyorlar, para kazandığım da yok, sırf kendi zevkime kendimle yarışıyorum. Bu sefer 2013’ten kalan 4 film ile ilgili yorumlarımı ileteceğim:
Starred Up / Yüksek Risk
- Yönetmen: David Mackenzie
- Tür: Dram
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Jack O’Connell, Rupert Friend, Ben Mendelsohn
- Süre: 105 dk
?Şiddet olaylarına karıştığı için çocuk hapishanesine düşen fakat kısa sürede şiddete duyduğu şaşırtıcı eğilim nedeniyle yetişkin bölümüne transfer edilen Oliver’ın öyküsüne odaklanan filmde, Oliver, yerleştirildiği bu yeni bölümde, babasının başına gelenler hakkında bir şeyler bilen bir kişiyle tanışır. Oliver, her adımda babasının başına gelen olayların sır perdesini aralarken, tahmin bile edemeyeceği bir öykünün öznesi haline gelecektir. ?
En iyi hapishane filmleri arasında yerini alan Starred Up, Perfect Sense ve Spread filmlerinden hatırladığım İngiliz yönetmen David Mackenzie’nin son işi. Şiddet içeren sahneleri ile gözümüze sokulan gerçeklik, Jack O’Connell’ın pek beğendiğim performansı, müziksiz ve kadınsız olması en aklımda kalanlar. İzlerken bu denli içine girdiğim, neredeyse yaşadığım film sayısının az olduğunu düşünürsek, benden büyük bir geçer not alan filmi izledikten sonra bir müddet etkisinden çıkamadım.
2013’ün izlenmesi gereken filmlerinden.
The Invisible Woman / Görünmeyen Kadın
- Yönetmen: Ralph Fiennes
- Tür: Biyografik, Romantik
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Ralph Fiennes, Felicity Jones, Kristin Scott Thomas
- Süre: 111 dk
?Kariyerinin en parlak günlerini yaşayan Charles Dickens, genç ve güzel bir kadınla tanışır. Ünlü yazara aşkla bağlı olan kadın, Dickens?ın ölümüne kadar onun gizli sevgilisi olarak kalacaktır. Yönetmenliğini Ralph Fiennes?ın üstlendiği film, Claire Tomalin?in kitabından Abi Morgan tarafından uyarlandı.”
Dönem filmlerini izlerken çoğunlukla sıkılıyorum. Her ne kadar konu büyük usta Charles Dickens olsa da, Felicity Jones dünyanın en duygulu ve aşık bakan kadınını oynamayı başarsa da, çok dikkat çekici ve güzel bir sanat yönetimi olsa da bu filmde de çok sıkıldım. Süresi uzun geldi, bitse de gitsek diye bekledim.
The Book Thief / Kitap Hırsızı
- Yönetmen: Brian Percival
- Tür: Dram
- Yapım: 2013, ABD, Almanya
- Oyuncular: Geoffrey Rush, Emily Watson, Sophie Nélisse
- Süre: 131 dk
?Liesel Meminger?in, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya?da henüz dokuz yaşındayken bir ailenin manevi kızı olur. Çok sevdiği ailesi ve evlerinde kalan sığınmacı Max sayesinde okumayı öğrenen ve çok seven Liesel kitaplarla derin bir bağ kurar. Max ve cesur Liesel için çevrelerinde dünyada yaşanan tüm kötülüklerden uzaklaşmanın tek yolu, kitapların ve kelimelerin ikisine sunduğu hayal dünyasıdır. Fakat bodrum katında saklanan Yahudi Max, sürekli diken üstündedir?”
İlk cümlede sinematografiyi ayakta alkışladığımı belirtip övgü sıramı hemen savuyorum. Zira Geoffrey Rush’ın başarılı performansına rağmen tüm Almanların mükemmel İngilizce konuşmasıyla ilk golü kendine atan, tam derinleşip filmin içine girecekken bölük pörçük kurgusuyla dikkatinizi dağıtarak ikinci golü de kendine atan film malesef beklentilerimi karşılamayan, vasat-orta bir İkinci Dünya Savaşı filmi olarak aklımda kaldı.
Night Moves / Gece Planı
- Yönetmen: Kelly Reichardt
- Tür: Dram, Gerilim
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular: Jesse Eisenberg, Dakota Fanning, Peter Sarsgaard
- Süre: 117 dk
?Üç çevre aktivisti Josh, Dena ve Harmon yaşadıkları toprakların geleceği için endişelenen ve dahası isyan eden insanlardır. Çevrelerindeki insanların umursamazlığı canlarına tak etmiştir, bir şeyler yapmak için harekete geçmek gerektiğini hissederler. Farklı toplumsal tabanlardan gelen bu üçlü dikkat çekmek amacıya beraber bir barajı havaya uçurmayı planlarlar.”
Popüler filmlerin seyircileri için oldukça yavaş ve sıkıcı sayılabilecek, fakat ben gibi bağımsız sinemaya da ucundan da olsa gönül vermiş seyircilerin ayakları yere basan ve soğukkanlı bulacağı film, son dönemin en başarılı oyuncularından Jesse Eisenberg’in ve pek beğendiğim Peter Sarsgaard’ın kendinden emin oyunculukları ve Amerikan bağımsız sinemasının önemli yönetmenleri arasında anılan Kelly Reichardt’ın yönetmenliği ve senaristliğinde senenin oldukça iyi işlerinden biri.
İzlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,
25 f 2014 | İF Film Festivali'14, Sinema
Geçen seneden kalma filmlerle ilgili kısa notlarıma devam ediyorum. Şimdi sırada dünya sinemasından izlediğim, birbirinden tamamen farklı 3 film var:
No se aceptan devoluciones / Instructions not included / Çocuk Büyütme Rehberi
- Yönetmen: Eugenio Derbez
- Tür: Dram, Komedi
- Yapım: 2013,Meksika
- Oyuncular: Eugenio Derbez, Loreto Peralta, Jessica Lindsey
- Süre: 115 dk
?Valentin, bir gün kapısında sahipsiz bir bebek bulur. Bebeğin annesinin izinden Meksika?dan Los Angeles yollarına düşer, kendisine ve yeni kızı Maggie?ye yeni bir yuva bulur. Valentin, ideallerdeki gibi bir baba olmasa da Maggie?ye 6 yıl boyunca bakar ve onu büyütür. Bu sırada kendisi de geçimlerini sağlamak için Hollywood’da dublörlük yapmaktadır. Baba-kız keyifli ve sorunsuz bir şekilde yaşayıp birbirlerini büyütürken, birden Maggie?nin annesi beklenmedik biçimde ortaya çıkar!”
Çalışırken bir yandan sıradan bir komedi izleyeyim diye seyretmeye başladığım film, başlarda tam da tahmin ettiğim gibi gitse de, ortalarda seyir değiştirmeye başladı. Ters köşe finali ise oldukça dramatikti. Özellikle minik oyuncu Loreto Peralta’nın müthiş oyunculuğuyla beklentilerimin üzerinde bir film izledim. “Baba ve kız çocuk” hikayelerini sevenlerin, mendilleri ile birlikte izleyebileceği bir yapım…
Tracks / Çöldeki İzler
- Yönetmen: John Curran
- Tür: Dram, Biyografik
- Yapım: 2013,Avustralya
- Oyuncular: Adam Driver, Mia Wasikowska , Emma Booth
- Süre: 112 dk
?1977 yılında Robyn Davidson adında genç bir kadın, Batı Avusturalya?da Brisbane’den çölün ortasındaki Alice Springs’e gitmek ister. 24 yaşında bir genç kadın olan Robyn Davidson, bu yolu yürüyerek katetmeyi ailesine ve arkadaşlarına rağmen gerçekleştirmeye kararlıdır. Öncelikle yolculuğu için gerekli ekipmanı ve yiyeceği ayarlaması gerekmektedir. Bir köpek ve dört deveyle çıkacağı 2700 km’lik yolculuk için her şeyini tamamlaması 2 yılı bulur. Vahşi hayvanlar ve susuzluk gibi faktörleri de barındıran bu uzun yürüyüşüne ona National Geographic fotoğrafçısı Rick Smolan da eşlik edecektir. Büyük yolculuktan hemen önce tanışan ikilinin uzun bir yolu, doğayla ve birbirleriyle ilgili de keşfedecek pek çok şeyi vardır.”
Avustralyalı yazar Robyn Davidson?ın kendi anılarını yazdığı otobiyografik kitabından uyarlanan filmin konusu itibariyle Into The Wild’ı hatırlatsa da, ayrıştığı noktalar çok fazla. Bu filmde Davidson’ın kendisi dahil yolculuğun neden yapıldığı veya karakterin derinliğiyle ilgili pek fikriniz olmuyor, fakat çöl yollarındaki günleri ve bir kadın olarak çıktığı macerayı izlemek pek keyifliydi.
Pek çok yerde kitabın daha anlamlı olduğunu okudum, film, amacı anlamak niyetindekiler için yetersiz kalabilir. Fakat hangi yoldan olursa olsun bu hikayenin varlığıyla tanışmak güzel. İyi seyirler,
Neposlusni / The Disobedient / Haylaz
- Yönetmen:Mina Djukic
- Tür: Dram
- Yapım: 2013,Sırbistan
- Oyuncular: Hana Selimovi?, Mladen Sovilj, Danijel Sike
- Süre: 112 dk
?Lazar, yurtdışında geçirdiği 3 yıldan sonra doğduğu topraklara geri dönmüştür. Gittiği bir cenazede de eski arkadaşı Leni’ye rastlar. Kendisi gibi 20’lerinin ortasında olan Leni depresifliğe kaçan melankolik bir yapıya sahiptir ve tıpkı Lazar gibi henüz hayatına tam olarak şekil verebilmiş değildir. Leni ya mevsimini eczacı olan babasının yanında çalışarak geçirecektir. Uzun süre sonra gerçekleşen karşılaşmaları, ikili arasında bir elektriklenme yaratır. Öyle ki bisikletlerine atlayıp on günlük bir yolculuğa çıkmaya karar verirler. Çok iyi anlaşmalarına rağmen aralarındaki bağın çocukluktan gelen masum bir dostluk mu yoksa filizlenen derin bir aşk mı olduğuyla ilgili gelgitler söz konusudur. Ancak bu belirsizliğin nereye kadr gideceğiyle ilgili başta ikisinin de bir fikri yoktur. “
Sundance film festivali dahil bir çok festivalde gösterilen filmi, İF sayesinde izledim. İlk yarısı derli toplu olsa da, tıpkı hikayenin başrolleri gibi savrulan ikinci yarı nedeniyle film bir miktar hayal kırıklığı yarattı. Çok “değişik” karakterler olmalarına karşın ilk dakikadan itibaren Leni ve Lazar’ı kabullenmemizi sağlayan oyuncular, filmdeki o hüzünlü yaz havası, görüntü yönetimi ve bisiklet sahneleri için izlemeye değer.
İyi seyirler,
26 f 2014 | İF Film Festivali'14, Sinema, Yüzey ve Hacim Sanatları
Yönetmen: Teller
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013, ABD
- Oyuncular: Tim Jenison, Penn Jillette, Martin Mull, Philip Steadman, David Hockney, Colin Blakemore
- Süre: 80 dk
“Tim Jenison post-prodüksiyon ve grafik alanındaki bilgisayar programlarıyla tanınan bir mucit. Garip hobiler edinmek için hem zamanı hem de tutkusu var. Hobilerinin en sonuncusu belki de en tuhaf olanı: Hollandalı büyük ressam Johannes Vermeer. David Hockney ve Philip Steadman?ın Vermeer hakkındaki kitaplarını okuması, Tim?i, Vermeer?in resimlerini optik bir alet yardımıyla yaptığına iyiden iyiye ikna eder. Hattâ, hemen garajında basit bir mercek ve ayna düzeneği kurup, ilk denemelere de başlar. Hayatında hiç resim yapmamış olan Tim, bu aleti kullanarak Vermeer?in ?Müzik Dersi? isimli tablosunun tıpatıp aynısını yapabilecek midir gerçekten? Tim?in yakın arkadaşları olan Penn ve Teller?in her daim komik ve eğlenceli müdahaleleriyle, Tim?in bu inanılmaz eğlenceli, icat etme tutkusunun hiç eksik olmadığı, ilham verici hikayesini adeta bir sanat dedektifliği öyküsü gibi izliyoruz.”
Şimdi ilk cümle olarak festivallerde keşfettiğim belgeselleri öveceğim ve siz bıkacaksınız ama, diğer filmleri bir şekilde(!) bulup izleme şansımız oluyor ama belgeselleri festivaller dışında izleyebilmek çok zor. O nedenle yakalamak ve izlemek için büyük çaba sarf ediyorum ve sonunda çok önemli şeyler öğrenmiş olmanın mutluluğunu yaşıyorum. Tim’s Vermeer’de bu filmlerden biri oldu.
Vermeer gündelik hayatı resmeden Hollandalı bir Barok ressam. 1632-1675 yılları arasında yaşayan, sayıca az ama detayı fazla tablolar yapan, tablolarındaki ışık kullanımı ile ün salan ressam, 1866 yılında tekrar keşfedildikten sonra ünlenir. Hollanda Altın Çağı’nın en ünlü ressamlarından kabul edilen Vermeer’in özellikle ressamlık kariyeri hakkında pek detaylı bilgi yoktur. Senede en fazla 3 eser ürettiği, yaşadığı dönemde kendi kasabası dışında tanınmadığı, kusursuz ışık ve boyutlarda resimler yapmasına karşın tablolarında hiç ön çalışma izinin olmadığı, “doğal lacivert” denilen o dönemin en pahalı boyalarından birini kullandığı ve tablolarından sadece 3 tanesine tarih attığı bildiğimiz konular.
Tim Jenison ise bir mucit. Vermeer’i araştırmayı bu kadar çok istemesinin bir çok nedeni var. Öncelikle ressamın bu denli başarılı oranlarda resmetmesi ve mükemmele yakın ışık kullanımı için eskiz yapmış olması gerektiği düşünülüyor. Fakat ne ressama ait eskizler bulunmuştur, ne de tablolarının altında bu izlere rastlanmıştır. Bu durum ressamın bir dahi olduğu ya da bir alet ile bu resimleri yapabildiğini akla getiriyor. Fakat bir alet kullanmış olacağı ihtimali daha ağır basıyor çünkü zaten çok fazla olmayan resimlerinin bir çoğunu aynı pencerenin önünde yaptığını görüyoruz. Bu yer seçiminin aletinin konumuyla alakalı olabileceğini düşündürüyor. Ayrıca film içinde izleyebileceğiniz bir çok ufak detay da Jenison’ı bu konuda araştırmaya itiyor.
İncelemelerini tamamlayan Jenison zaman içinde düşüncelerini destekleyecek aleti tasarlamaya çalışıyor. Başta basit bir mercek sistemi ile işe başlıyor ve yukarıda gördüğünüz fotoğrafı, hayatındaki ilk yağlı boya denemesinde, icat ettiği mercek sayesinde hiç taslak çizimi yapmadan birebir ölçülerde ve renklerde boyuyor.
Daha sonra yine yanda görülen kutu yöntemini mercek ile deniyor, fakat istediği sonucu alamıyor. Bir dizi denemeden sonra istediği aleti elde etmeyi başarıyor ve Vermeer’in Müzik Dersi isimli tablosunun tıpatıp aynısını yapmaya çalışıyor.
Philadelpia doğumlu, gösterileri Broadway’de sergilenen illüzyonist Teller’in yönetmenliğini yaptığı ilk uzun metraj çalışması olan Tim’s Vermeer işte bu tablonun aynısının yapılmaya çalışması ile birlikte Tim’in 6 yıllık Vermeer hikayesini anlatıyor. Bu zorlu çalışmayı izlerken bazen hayret ediyor, bazen gülümsüyorsunuz fakat belgesel bitiminde aklınızda bir çok soru oluyor. Benim aklımdakiler: Vermeer bir sanatçı mıydı, yoksa bir mucit mi? Bunu 1600lü yıllarda keşfeden Vermeer’in sırrını ancak 2000li yıllarda öğrenmemiz onu bir dahi yapar mı? Başka hangi ressamlar bu veya buna benzer yöntemler kullanmıştır?

26 f 2014 | İF Film Festivali'14, İstanbul Film Festivali'14, Sinema
Yine geçen seneden filmler var Kısa Kısa bölümünde:
Snowpiercer
Yönetmen: Joon-ho Bong
- Tür: Dram, Bilimkurgu
- Yapım: 2013, Güney Kore , Fransa , ABD , Çek Cumhuriyeti
- Oyuncular: Chris Evans, Jamie Bell, Tilda Swinton
- Süre: 126 dk
“Gelecekte başarısızlığa uğrayan bir deney büyük bir felaketle sonuçlanır ve yeryüzündeki yaşamı büyük ölçüde bitiren bir küresel ısınma olur. Dünyanın çevresinde kesintisiz bir güçle dönen bir tren hayatta kalan insanların son sığınağı olacaktır. Fakat güç bela yaşamın sürdüğü bu yeni dünyada sınıfsal farklılıklar halen en büyük silahtır…”
Snowpiercer’ın adını sene içinde bir-iki defa duymuştum fakat ne yalan söyleyeyim, pek de ilgilenmemiştim. Fakat daha sonra “distopik” ve “Uzakdoğu” anahtar kelimeleri aklımı çeldi.
Fransız bir grafik-romandan sinemaya aktarılan filmin yönetmen koltuğunda Mother ve The Host filmleriyle hatırlatıdığımız Joon-ho Bong var. Hikayesi ve yarattığı atmosferi nedeniyle ilk yarım saat kitlenip kalmanıza neden oluyor film. Neler olup bittiğini anlatmaya, karakterleri çözümlemeye çalışıyorsunuz. Sonraki bir saat de su gibi akıp geçiyor zira aksiyon dozu yüksek, enerjik sahnelerle dolu fakat son bir saatte tüm bu olup bitenin finali biraz sıkıntılı oluyor. Hem sonucun pek mutluluk verici olmaması, hem uzun diyaloglar, hem de soru işaretleri beklentinin altında bir final izlemenize neden oluyor.
Küresel ısınma, sınıf ayrımı, gıda ayrımı, devrim ve isyan gibi konuları gözümüze soka soka işleyen filmde, oyuncuların tamamını başarılı buldum. Bazı noktalarda fazla karikatürize olan karakterler olsa da, genel itibariyle çok rahatsız etmiyordu performanslar.
Filmin hikayesi, yaratılan atmosfer ve müzikleri bile izlemek için önemli nedenler bana kalırsa. O nedenle sizin de izlemenizi tavsiye ediyorum.
Enemy/Düşman
Yönetmen: Denis Villeneuve
- Tür: Gerilim
- Yapım: 2013, Kanada, İspanya
- Oyuncular: Jake Gyllenhaal, Mélanie Laurent, Sarah Gadon
- Süre: 90 dk
“José Saramago?nun bizde de yayımlanan Kopyalanmış Adam isimli romanının bir uyarlaması. Üstelik Gyllenhaal bu kez bir değil, iki karakter canlandırmakta. Tarih öğretmeni Adam, bir gün izlediği filmde kendisine tıpatıp benzeyen bir adam görür. Bu oyuncunun izini sürmeye başladıkça da gizemli ve ürkütücü bir dünyanın içine çekilir. İlk gösterimi Toronto Film Festivali?nde gerçekleşen ve özellikle atmosferiyle beğeni toplayan Düşman’ı Cronenberg, Lynch, Nolan, De Palma gibi yönetmenlerin filmleriyle karşılaştıran eleştirmenler olmuştu.”
Aynı sene içinde Prisoners filmini de izlediğimiz Denis Villeneuve, o filmde yarattığı atmosferle bir film için daha kredi yaratmıştı. Fakat aynı senaryo ve kurgu hatalarını bu filmde de görmek mümkün. Yine mükemmel bir atmosfer var, renkler, mekanlar, bayık bakışlı Jake filan harikulade bir gerilim ortamı. O kadar ki, filmin hemen başında ne olup bittiğini anlasa da insan konduramıyor bu kadar basit bir hikaye olabileceğine. Sonuna kadar inatla şaşırtacak bir şeyler olsun diye bekledik koca salon ama nafile…
Bir film yapmak için Denis Villeneuve’nin elinde oyuncular, sahneler, ışık, o bu var ama maalesef bir senaryo yok. José Saramag?un filme konu kitabı da böyle miydi bilemiyorum ama yönetmenin bendeki kredisi bitti. (eminim kahrolmuştur!). Parça parça metaforları birleştirmeye çalışıp kendi kendinize hikaye yazmak istemiyorsanız, izleyip vakit kaybetmeye gerek yok diye düşünüyorum.
The Grandmaster / Büyük Usta
Yönetmen: Kar Wai Wong
- Tür: Dövüş, aksiyon
- Yapım: 2013, Hong Kong , Çin , Fransa
- Oyuncular: Tony Leung Chiu Wai, Zhang Ziyi, Chang Chen
- Süre: 123 dk
“1930’larda Güney Çin’i tek ilgi odağı merkezi haline getiren şey dünyaya dalga dalga yayılmakta olan dövüş sanatları geleneği olur. Dövüş sanatlarına ilgi duyan insanlar, eğitim almak için bu bölgede yer alan ve profesyonel dövüşçüleriyle ünlü olan Foshan’a gelmektedir. Ünlü dövüş ustaları ve karşılaştıkları bu kişiler arasında yaşanan çeşitli çatışmalar ise tam konsantrasyon gerektirmektedir. Dövüşler sona erene kadar içeride bulunan kişilerin dışarıyla olan tüm bağı kopar ve zorlu bir süreç başlar. Son derece alçak gönüllü bir dövüş sanatçısı olan IP Man de bunlardan biridir…
Ip Man, Çin’in güneyinde Foshan’da zengin bir alenin çocuğu olarak doğup büyümüştür. Karısı Zhang Yongcheng de bir Manchu soylusudur. Wing-Chun dövüş sanatına olan tutkusuyla Ip Man, Forshan’ın Kung Fu ustalarının görüldüğü, kadınlarının da dövüş sanatlarına dair sırlarını paylaştığı elit bir genelev olarak işletilen Gold Pavillion’a sıklıkla gider.
1936 yılında Çin’de siyasi karışıklıklar şiddetlenmiştir ve imparatorluk dağılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Japonlar, Mançurya olarak bilinen ve Çin’in kuzeydoğusunda bulunan eyaletleri işgal altına almışlardır. Evi işgal altındaki Mançurya’da bulunan Büyük Usta Gong Baosen Foshan’a gelir. Daha önceki gelişinde kuzey ve güneyin dövüş sanatlarının birbiriyle kaynaşmasında rol oynayan Gong, bu kez emekliliğini kutlamak üzere gelmiştir. Gold Pavillion’da bir tören düzenlenecektir.
Törenin tamamlayıcı bir parçası olarak gerçekleşen kısmında, ustanın daha genç olan birisiyle mücadele etmesi ve bu yolla bildiği dövüş sanatlarını göstermesi beklenir. Bu kez Gong’un öğrencisi, Xingyi’de ustalaşmış olan Ma San bu performansı üstlenir. Gong’un kızı olan ve aynı zamanda babasının ölümcül Bagua tarzı “64 El” tekniğinin de tek mirasçısı Gong Er de babasının emeklilik dönemine geçişini izlemeye gelmiştir. Ip Man’in de orada olduğunu fark eder. Meydan okumalar ardarda gelir.
Büyük Usta Gong’un ve dolayısıyla Gong Er’in hayatları, Japon işgaliyle birlikte sarsıntıya uğrar. Yaşadıkları sonucunda Gong Er, yaşamının merkezini tamamen değiştirecek kararlar almak zorunda kalacaktır. Öte yandan Ip Man de değişen koşullarda yaşamakta ve yaşadıklarıyla başa çıkmaya çalışmaktadır. İkili yıllar sonra bambaşka bir şekilde karşı karşıya gelecektir.”
Festivalde izlediğimiz filmin büyük kısmını uyuyarak geçirdim. Görüntü yönetimi çok çok güzeldi katılıyorum ama konuyu anlamakta zorlandım baya, ondan sonra içim geçmiş zaten.
Kung Fu’dan anlamam, aslında filmi izlemeye hiç çalışmasam daha iyiydi galiba. Meraklısı olmayanlara tavsiye etmiyorum.
20 f 2014 | İF Film Festivali'14, Oscar 2014, Sinema
Yönetmen: Jehane Noujaim
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013, ABD, Mısır
- Oyuncular: Khalid Abdalla, Magdy Ashour, Aida Elkashef, Ahmed Hassan, Ragia Orman
- Süre: 99 dk
“Tahrir Meydanı?nda Mısırlı aktivistlerle tanışıyoruz. Ahmed, örneğin, enerji dolu genç bir adam, Magdy bir Müslüman Kardeşler üyesi, Khalid Abdalla ise tanınmış bir oyuncu. Meydan, duymaya alıştığımız kanlı savaş haberlerinin, seçimlerin, protestonun arkasındaki insanlara dair portreler ve kişisel hikâyeler veriyor bizlere. Son iki buçuk yıldır Mısır?ı kasıp kavuran şeyin yalnızca bir savaş değil, genç insanların haklarını geri almak ve vicdanlı bir toplum yaratmak için farklı cephelerde direnişleri olduğunu anlatıyor Meydan. Silah olarak yalnızca kameralara, sosyal medyaya, YouTube videolarına ve halklarını özgürleştirmek için sağlam bir kararlılığa sahip olan bu insanlar, aslında çok eski bir kavgayı yeni silahlarla kazanmaya çalışıyorlar. Bundan sonra ne olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz. Ama hikâyenin ruhunu anlamak için, Meydan iyi bir başlangıç.”
Fragramanı tekrar izledim ve kalakaldım. Yazmaya başlayamadım. Film bittiğinde de salonda böyle kalakalmıştım.
Bu belgeseli 28 Mayıs 2013’ten önce izlesem çok farklı düşünürdüm belki fakat Gezi Parkı’nda toplandığımız o ilk günden beri; nedensiz yere biber gazı yediğimiz, uykusuz geceler geçirdiğimiz, öldürüldüğümüz o günlerden beri aynı kişiler değiliz. Bu yüzden belgeseli izlerken Mısır’lı direnişçilerin başına gelenleri iliklerime kadar hissettim. Tıpkı şu sıralar Ukrayna’da olanları izlerken hissettiğim gibi…
Şimdiye kadar Mısır Devrimi ile ilgili sadece yazılı ve görsel basından bilgi almış olanlar olayın ruhunu ve insani boyutunu kaçırıyor olabilir. Twitter ve facebookta’da eğer görsel bir paylaşım yoksa bilgilerin doğruluğu sorgulanır oluyor. İşte bu noktada Al Midan, 2011 yılından günümüze kadar Mısır’da ve Tahrir Meydanı’nda olan biteni direk meydandan görüntüler ve meydandakilerin konuşmaları ile aktarıyor.
Belgesel 2011 yılının Ocak ayında başlıyor. Mübarek’in dikdatörlük dönemi sonrası sokağa çıkanların direnişiyle istifası ve ilk defa demokratikleşme sürecine giren Mısır, istifa sonrası gelen baskıcı askeri rejim, askeri rejim dönemi ordu ile anlaşıp meydandakileri de kullanarak iktidara gelen Müslüman Kardeşler, sonrasında cumhurbaşkanlığı seçimlerini Mursi’nin kazanması ile daha da baskıcı yönetim anlayışı ve kendi yandaşlarını kışkırtması olaylarını Haziran 2013’e kadar anlatıyor. Daha özgür ve refah içinde bir Mısır için sokaklarda direnişte olanların, gelen gideni aratıra dönüşen makus kaderleri bir yandan, birlik olmanın umudu diğer yandan hissediliyor.
Neredeyse bir iç savaşa dönüşen ve iki yılı aşkın süredir devam eden direniş zamanında önce gaz, plastik mermi, derken gerçek mermilerle karşılaşan ve bir dolu kayıp veren direnişçileri izledikçe bir üzülür, bir umutlanır oluyorsunuz. Ve yaşananların benzerlikleri insanı dehşete düşürüyor.
Bu sene Oscar’da en iyi belgesel adayı da olan, yönetmenin şeffaflıkla ele aldığı belgeseli; içinde bulunduğumuz tarihe en gerçek belgelerle tanık olmak için mutlaka izleyin.
httpv://www.youtube.com/watch?v=umlJJFVgYVI
18 f 2014 | İF Film Festivali'14, Kısa Kısa, Sinema
Bu sene İf’in açılışını “İstanbul Hayali” isimli belgeselle yapmıştım. O kadar sevdim ki, ayrı bir yazı olarak ele aldım, hatta üzerine kitaplar alıp okumalar yapacağım. Başka çok seveceğim ve/ya hakkında uzun yazmak isteyeceğim filmler olursa yine ayrıca yazarım, fakat kısa bahsetmek istediklerimi Kısa Kısa serisinde bulabilirsiniz.
Neposlusni / Haylaz
Yönetmen: Mina Djukic
- Tür: Romantik, Macera,
- Yapım: 2013, Sırbistan
- Oyuncular: Hana Selimovic, Mladen Sovilj, Daniel Sike
- Süre: 106 dk
“Sırbistan’dan gençlik isyanı ve ruh ikizliği üzerine yenilikçi bir film.
Leni ve Lazar, 20?li yaşlarının ortalarında, hayatlarına daha yön verememiş iki eski arkadaştır. Leni hafif depresiftir ve yaz mevsimini babasının eczanesinde çalışarak geçirecektir. Lazar 3 sene yurtdışında kaldıktan sonra kasabaya geri dönmüştür. Bir cenazede karşılaşan iki gencin aralarında bir kıvılcım çakar ve bisikletlerine atlayıp 10 günlük bir gezintiye çıkarlar. Bir yandan çok iyi anlaşıyorlardır, ama diğer yandan ilişkilerinin adını koymazlar. Arkadaşlık ve aşk, çocukluk ve yetişkinlik arasındaki buğulu bölgede gezinen Leni ve Lazar daha ne kadar böyle devam edebileceklerdir? Dünya prömiyerini Sundance Film Festivali?nde yapan Sırbistan filmi Haylaz, hikâye yerine anlara, tatlara ve hislere odaklanırken, yer yer bir müzik klibini, yer yer bir performansı, yer yer de Terrence Malick filmlerini andırıyor. Mina Djukic?in bu ilk filmi, gençlik isyanı, masumiyet ve özgürlüğe yaklaşımıyla da Çek Yeni Dalgası ve eski Yugoslav sinemasından izler taşıyor.”
Yönetmenin ilk filmi olan Haylaz, diyaloglar yerine vücut dilini ön plana çıkaran bir çocukluk aşkını Amerikan bağımsızları tadında anlatıyor. Haylaz, anı yaşayan, içlerindeki çocukla büyümüş bu ikiliye ilk dakikalarda alışıp, sonrasında yaptıkları bir çok abartı şeyi bile normal karşılayabiliyorsunuz.
İnsanın yüzünde bir gülümse bırakan yolculuk filminin, müziklerini, sinematografisini, oyunculuklarını beğendim. Senaryosu ise kendi içinde dengeliydi ama amacın bir hikayeden çok, hikayenin bir kısmını anlatmak olduğu kanısındayım. Ayrıca filmin içinde zamansız olarak beliren anlatıcıyı da çok sevdiğimi eklemeliyim.
Yönetmenin sonraki filmlerini merakla bekliyorum.
Under The Skin / Derinin Altında
Yönetmen: Jonathan Glazer
- Tür: Gerilim, Bilimkurgu
- Yapım: 2013, İngiltere
- Oyuncular: Scarlett Johansson, Antonia Campbell-Hughes, Paul Brannigan
- Süre: 107 dk
“Jonathan Glazer’ın Birth’ün devamı niteliğindeki bu nefis filminde, ?dünyaya düşen kadın’ Scarlett Johansson’ın ta kendisi.
Scarlett Johansson dünyaya erkek otostopçuları yakalamak için gönderilmiş bir uzaylıyı oynuyor. Ne kadar donuk ve buz gibi görünse de, dolgun kırmızı rujlu dudaklardan kürk mantosuna noir filmlerinden çıkma bir femme fatale?den çok farkı yok aslında. İskoçya?nın ıssız mahallelerinde araba süren bu seksi kadının neyin peşinde olduğu ya da kim olduğu hakkında bir fikrimiz yok. Kült filmleri ve videolarıyla tanıdığımız Jonathan Glazer uzun yıllar sonra gene tuhaf ve görselliğiyle zihin açıcı bir filmle karşımızda. Halüsinatif ve rüya gibi sıfatlarını sonuna kadar hak eden film, sosyal gerçekçi bir arkaplanda oldukça tensel ve duyusal bir biçimde sizi yavaş yavaş içine çekiyor. Michel Faber?in aynı adlı kült romanından uyarlanan film, insan olmaya ve hissetmeye dair bir meditasyon adeta. Yarattığı etkiyle uzun bir süre derinizin altında kalacağı kesin!”
Bu filmi sevmeyenler olarak ana akım sinema insanı, deneysel ve sanatsal işlere kapalı kişi yaftası yiyeceğimizi biliyorum ve herkesin fikrine sonsuz saygılıyım ama sırf sinematografisi güzel diye bir filmi beğenemeyeceğim. Çok sıkıldım. “İnsana dair her şeyi anlatıyor” denilen konusundan hiçbir şey anlamadım, insana dair bir çıkarım da yapamadım. Tek ilgimi çeken Johansson’un oynadığı karakterin geçirdiği değişimi izlemek oldu.
Deneysel bir şeyler izleyeceğimizi bilerek gittik tabi ki ama en azından bir senaryosu olsaydı da o güzelim görüntüler, teknik açıdan çok başarılı sahneler ve Scarlett Johansson gibi bir oyuncu anlam kazansaydı.
Siddharth

- Yönetmen: Richie Mehta
- Tür: Dram,
- Yapım: 2013, Kanada
- Oyuncular: Rajesh Tailang, Tannishtha Chatterjee, Geeta Agrawal Sharma, Naseeruddin Shah
- Süre: 96 dk
“Oğlunun peşindeki bir babanın bitmek bilmeyen arayışı, hiç gitmek istemeyeceği bir yerde mi sonlanacak?
Sokaklarda fermuar tamiri yaparak hayatını kazanmaya ve iki çocuğuyla karısına bakmaya çalışan Mahendra, kendini bir anda ülkenin öte yanında bir yerlerde, karanlık sokaklarda oğlunu ararken bulacaktır. Mahendra, evin geçimine yardım etmesi için 12 yaşındaki oğlu Siddharth?ı başka bir kasabadaki bir fabrikaya kaçak işçi olarak göndermiştir. İki hafta sonra dönmesini beklediği oğlu gelmeyince, Mahendra kendini sokaklara vurur. Siddharth belki de çocuk tacirlerinin elindedir. Ebeveynlerin çocuk sevgisinin sınırsızlığını, umutsuzluk çizgisini umuda çevirmeye çalışarak anlatan film, Hindistan?ı köşe bucak dolaşan bir babanın, gerçeği asla kabullenememe hikâyesini anlatıyor. Film, yönetmen Mehta?nın bir taksiciyle gerçekleştirdiği sohbetten esinlenerek beyazperdeye uyarladığı gerçek bir olaya dayanıyor.”
Digiturk Galaları kapsamında gösterilen filmi yönetmeni ile birlikte izledik. Film başlamadan önce “Çok kişisel bir hikaye gibi görünebilir, ama değil. Dünyaya dair bir göndermesi yok gibi gözükebilir, ama var.” diyerek ipucu veren yönetmenin ne demek istediğini, film boyunca anladık.
Hepimizin elimizden telefonunu düşürmediği bir çağda, kaybolan oğlunun bir resminin bile olmaması, oğlunu kaçırdıklarını tahmin ettiği pek bilinmeyen bir bölgeyi sora sora öğrenme çabası, çocuk işçiler, çocuk kaçırılmaları, parasızlık ve geçim sıkıntısı gibi konuları hikayenin odağına alan film, oldukça hüzünlü, bir o kadar da düşündürücü bir çalışma olmuş.
17 f 2014 | Fotoğraf, İF Film Festivali'14, Sergi, Sinema, Yüzey ve Hacim Sanatları
Yönetmen: Alastair Siddons,
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013, ABD, Fransa
- Süre: 70 dk
“2011 yılında TED ödülünü kazanan Fransız sanatçı JR dünyanın en geniş katılımlı küresel sanat projesini başlatarak yüz binlerce insana yaşadıkları sokakları fotoğraflarla yeniden sahiplenmenin yolunu açar.
Her sene yalnızca bir kişinin layık görüldüğü prestijli TED Ödülü?nü 2011 yılında kazanan Fransız sanatçı JR?a dünyaya ilham verecek dileğinin ne olduğu sorulur. ?İnandığınız bir şey uğruna harekete geçerek küresel bir sanat projesine dahil olmanızı diliyorum. Birlikte dünyayı tersyüz edelim,? der. Kurallar basittir: kendinin veya tanıdığın birinin fotoğrafını çek, gönder, büyük boy kâğıda basılan resimleri sokaklara yapıştır ve sesini duyur. Tüm baskı masrafları JR tarafından karşılanan bu proje çok kısa sürede dünyanın her tarafında binlerce takipçi buldu. Cezayir?den Haiti?ye, Kuzey Dakota?dan Pakistan?a, insanlar organize olarak çektikleri fotoğrafları sokaklara ve binalara yapıştırmaya başladılar. Sanatı izleyen değil, sanatı icra eden oldular. Zaman geçtikçe proje de evrildi; Arap Baharı, Londra?daki ayaklanmalar, Occupy hareketi ve Haiti?deki deprem derken, doğrudan olayları yaşayan insan ve toplulukların hikâyelerine tanıklık etmeye başladı. Gözümüzün önünde küresel bir hareket doğdu; ilham arayanlar, kaçırmayın!”
Hep söylüyorum: Festivallerin belgesel bölümleri benim için en önemli olan bölüm. Çoğu zaman galalar, ödüller daha az umurumda oluyor zira her seferinde acayip insanlarla ve dünyalarla tanışıyorum. İşte onlardan biri:
JR bir sokak sanatçısı. Eserlerini galeriler yerine duvarlarda sergileyen bir sanatçı. 1983 yılında doğduğu bilinen fakat kimliğine dair bilgi sahibi olmadığımız JR, dünyanın en büyük galerisi olan sokaklara sahip olduğunu söyleyen, özgürlük, kimlik ve limitler konusunda sanat ve aksiyon yapmaya çalışan, kazandığı ödülle tüm dünyada değişimler yaratmak isteyen biri.
Önceleri sokaklarda graffiti yaparken, bir gün Paris metrosunda bir kamera bulan ve arkadaşlarını ve kendisini graffiti yaparken kayda almaya ve fotoğraflamaya başlayan JR, henüz 17 yaşındayken çektiği bu fotoğrafların kopyalarını şehrin duvarlarına asmaya başlar ve Expo 2 Rue adını verdiği açık galeriyi başlatır. Bu sergiler 2001-2004 yılları arasında devam eder.

Expo 2 Rue / 2001-2004
Avrupa’yı gezen ve galeri olarak kullandığı sokak duvarları ve bina cepheleri konusunda limitlerini sorgulamaya başlayan sanatçı, bodrum kattan çatılara kadar her yükseklikte çalışmalarını sergilemeye başlar.
2004-2006 yılları arasında Portrait of Generation adını verdiği projesini gerçekleştirir. Ayaklanmaların olduğu Fransız banliyölerinde çektiği fotoğrafları, önce illegal daha sonra legal olarak, sermayenin popüler semtlerini içeren doğu Paris’in sokaklarında sergiler.

28 Millimeters, Portrait of a Generation / Collage Ladj Ly by JR, Montfermeil, Les Bosquets / 2004
2007 yılında ise Face 2 Face adlı projesini gerçekleştirir. Arkadaşı Marco ile birlikte Ortadoğu’ya gidip 1 hafta kadar zamanı İsrail ve Filistin’de geçiren ikili, iki ülkenin insanlarının her anlamda birbirlerine çok benzediklerini ama bunun farkında olmadıklarını görürler. Bunun üzerine aynı işi yapan İsrail ve Filistinlilerin fotoğraflarını çekip, bu fotoğrafların büyük ebatlı hallerini, yan yana olacak şekilde İsrail ve Filistin’i ayıran duvarların iki tarafında (muhtelif şehirlerde) sergilerler.

28 Millimeters, Face2Face
Separation Wall, Palestinian Side In Bethlehem/ March 2007
2008 yılında ise Brezilya’da Women Are Heroes adlı projesini gerçekleştiren JR, Rio de Janerio’nun adı şiddetle özdeşleşmiş gecekondu (favela) bölgesi Moro de Providencia’ya fotoğraflar yerleştirir. Uyuşturucu satıcılarının yaşadığı, silah seslerinin susmadığı bu mahalledeki çocuk ve özellikle kadınların mahallelerine ve yaşantılarını bakışını ortaya koymaya çalışan bu proje, mahallenin ilk kez polis kovalamacası nedeniyle değil, bu serginin haberi için televizyonda görünmesini sağlar. 2011’e kadar devam eden projeyi Kamboçya, Hindistan, Kenya, Liberya, Sudan gibi bir çok farklı ülke ve coğrafyada gerçekleştirir.

28 Millimeters, Women Are Heroes
Action dans la Favela Morro da Providência, Favela de Jour, Rio de Janeiro, Brésil/ 2008

28 Millimeters, Women Are Heroes
Action in Kibera Slum, Rooftops View, Kenya / 2009
2008 yılında başladığı ve halen devam etmekte olan projelerinden The Wrinkles of the City, şehrin ya da hayatların geçirdiği değişiklikleri duvarlarda sergilemek amacıyla başlar. 2008 yılında Cartagena-İspanya’da şehrin yaşadığı iç savaş sonrasına vurgu için kentin yaşlıların fotoğraflarını, 2010’da Şangay’da kent hafızasını temsilen yaşlı kentli fotoğraflarını, 2011’de Los Angeles’ta, Hollywood’un, güzelliğin ve estetiğin şehrinde geçmişini kırışıklıklarıyla yaşatan ve yansıtan kişilerin fotoğraflarını, 2012’de Havana-Küba’da, Küba asıllı sanatçı Jose Parla ile birlikte Havana bienali için Küba devrimini yaşamış 25 kişinin fotoğraflarını ve 2013’de Berlin’de eski jenerasyondan önemini kaybetmiş gibi duran kimseleri tekrar görünür ve değerli kılmak için seçtiği kentlilerin fotoğraflarını şehirlerin/binaların duvarlarında sergiler.

The Wrinkles of the City
Los Surcos de la Ciudad, Marino Saura Oton, Night View, Cartagena, Espagne / 2008

The Wrinkles of the City
Action in Shanghai, Zhai Zhixin, Chine/ 2010

The Wrinkles of the City
La Havana, Alfonso Ramón Fontaine Batista, Cuba/ 2012

The Wrinkles of the City, Berlin / 2013
JR’ın 2010 yılından beri Marsilya-Fransa, Grottaglie-İtalya, Vevey-İsviçre ve Sao-Paulo-Brezilya’da gerçekleştirdiği bir diğer projesi olan Unframed ise şehirlerin fotoğraf albümlerinde kalmış fotoğrafları kentlilere sunmaya çalışıyor.

UNFRAMED, John Phillips revu par JR
“Workshop in Corpus Christi, 1940” Vevey, Switzerland/2010
Ve izlediğim belgeselin konusu olan, son ve en büyük çaplı projesi Inside Out. 2011 yılında TED ödülünü kazandığında açıkladığı bu projesi ile şimdiye kadarki kariyeri boyunca yaptıklarıyla paralellik gösteren biçimde, fakat tüm dünyayı kapsayan bir sanat çalışması yapmak ister. Uluslararası katılımcı bir sanat projesi olan Inside Out’un katılım süreci şöyle işliyor: Dünyanın herhangi bir yerinden katılımcılar, bir fikri, projeyi, hareketi veya deneyimi paylaşmak için portre fotoğraflarını çekip iletiyorlar. JR ve ekibi fotoğrafı duvara yapıştırılacak boyutlarda, siyah-beyaz olarak basıp katılımcıya gönderiyor. Ve katılımcı fotoğrafı duvara yapıştırarak sergiliyor.
Belgesel kapsamında bazı ülkelerdeki süreçler gösterildi. En çok aklımda yer eden Tunus’ta 50 yıldır yöneticilerin fotoğraflarının yer aldığı billboardlara ve duvarlara, devrimden sonra halkın fotoğraflarının yerleşmesini sağlayan çalışma oldu sanırım. Bir de Haiti’deki Tele-Ghetto oluşumu ayrıca belgeseli yapılacak kadar enteresandı.

INSIDE OUT PROJECT
Tunisia, Ex Ben Ali Billboard on La Goulette Road/ 2011
Mart 2011’den bu yana 108 ülkeye, 170.000’in üzerinde poster gönderen proje, hala katılıma açık. Hem gelişmeleri öğrenmek, hem hangi ülkelerde ve şehirlerde neler olmuş görmek için internet sitesini buyurun. Occupy hareketinin en etkili sanat hareketlerinden biri olan Inside Out ve JR bundan böyle sıkı takibimde, daha başka neler olacağını merak ediyorum.
kaynak: jr-art.net, .insideoutproject.net
15 f 2014 | İF Film Festivali'14, Mimarlık, Sinema
Yönetmen: Perihan Bayraktar
- Tür: Belgesel
- Yapım: 2013 Türkiye
- Süre: 98 dk
“Türkiye’nin ilk şehir plancısı Aron Angel’in (1916-2010) onurlu yaşamı çerçevesinde, yaptığı planlar, çalışmalar ve İstanbul örneği ile Türkiye’de şehircilik anlatılıyor. erken Cumhuriyet döneminden günümüze kadar şehirlerimiz, özellikle İstanbul nasıl bir değişim geçirdi. Huzurlu bir kent yaratmaya nereden başlamalı?”
Benim için festivallerin en önemli kısmı genelde belgeseller oluyor. Zira diğer filmleri bir şekilde bulup buluşturup izleme şansımız olsa da, belgeseller için sınırlı gösterim tarihlerini kovalamak gerekiyor.
Daha önce varlığından haberdar olmadığım İstanbul Hayali’ni İf’in listesinde görünce hemen biletimi aldım. Daha önce odalarda, üniversitelerde, Mimarlık ve Kent Festivali’nde, Gezi Parkı’nda ve park forumlarında gösterimleri yapılan film, tek bir seansla İf’in İstanbul ayağında yer aldı. Ve gündüz seansı olmasına rağmen dolu bir salonda izleyiciyle buluştu.
Filmi izlerken ufak ufak notlar aldım ve üzerine bir hayli fazla okuma yapmak istiyorum/ihtiyacındayım. Fakat yazıyı hemen yazmak istedim, zira sizin de henüz haberiniz yoksa ve bir şekilde bir yerlerde yeniden gösterimi olursa kaçırmanızı istemem.
İstanbul Hayali, aslında hem Aron Angel’in İstanbul şehircilik planlamasına katkısı çerçevesinde Angel Bey’in hayatını, hem de İstanbul’un cumhuriyetin kuruluşundan itibaren başına gelenleri kısa bir özet olarak sunuyor.
1916 yılında İstanbul’da doğan Aron Angel’in ailesinin İstanbul’a gelişi, ki hayli enteresan bir “dişçi” hikayesi, filmin başlangıcı. Önceleri Yeldeğirmeni’nde, sonraları ise Avrupa yakasında ikamet eden Angel Bey, Galatasaray Lisesi’nden sonra 1934-37 yıllarında Yüksek Mühendis Mektebinde mühendislik, Paris Ecole Speciale d’Architecture’da mimarlık, Institut d’Urbanisme’de şehircilik, Güzel Sanatlar Akademisinde mimarlık yüksek lisansı ve son olarak 1945 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Bizantoloji dalında doktorasını yapar.
Paris’e mimarlık okumaya gittiği yıllarda tanıştığı Henri Prost’un yönlendirmesiyle girdiği şehircilik bölümü eğitimi, Paris’de II.Dünya Savaşı yıllarında zorlu geçer. Okulları bitirip İstanbul’a döndüğü 1942 yılında, Henri Prost da Mustafa Kemal Atatürk’ün özel davetiyle İstanbul’un nazım planlarını yapmak üzere şehirdedir. Prost’un yanına giden Angel Bey kendisinin yardımcısı olarak çalışmaya başlar.
Bu çalışmalar şimdiki Unkapanı Köprüsü’nün devamındaki Atatürk Bulvarı’nın düzenlenmesi, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi ve çevresinin düzenlenmesi, hayata geçirilmeyen Karaköy ve Eminönü meydanlarının düzenlenmesi ve Galata Köprüsü’nün aksının kaydırılması, Bağdat Caddesi ve etrafının düzenlenmesi gibi önemli projeleri içerir.
Belgesel, İstanbul’un bugünkü haline gelişindeki önemli noktaları hem tarihsel bilgiler, hem akademisyenlerin ve Angel Bey’in eleştirel yaklaşımlarıyla anlatıyor. Bir çok konu başlığını daha detaylı araştırma yapmak için filmi izlerken not ettim. Notlarımı aşağıda paylaşacağım.
Filmin sonundaki söyleşide yönetmen Perihan Hanım, bundan sonraki gösterimler için “talep gelen her yerde seve seve filmimizi gösteririz” dedi. Tüm İstanbulluları ilgilendiren konular olsa da, özellikle şehircilik, mimarlık ve inşaat bölümlerinden profesyonellerin, akademisyenlerin ve öğrencilerin izlemesi dileğiyle,
İyi seyirler,
Notlar:
- 1936larda İstanbul nüfusunun yarı yarıya azalması ve yeni şehircilik planlaması ihtiyacı
- “Bakırköy sahil yolunun yaya kullanımında olması ve yolun altından giden araç yolu” şeklindeki Angel Bey’in projesi
- Prost’un İstanbul silüetini koruma çabası! (bugün hala bir silüet varsa, onun sayesinde…)
- Günümüzde yeni bir korumacılık anlayışı olarak tarihi binaların üstüne, cam cepheli katlar çıkmak!
- Erken cumhuriyet dönemi planlarında yeşile saygı.
- Angel Bey’in Levent bölgesi için önerdiği yüksek kullanım yoğunluğu olan bina alternatifi: Bodrumda otopark, girişte çarşı, üstü kreş (çalışan kadınlar için) ve üst katlarda istenilen yemeklerin sipariş de edilebileceği restoranlar. Reddedilen proje, o günün gerçekliğine hizmet etmiyor olsa da, çalışan kadın düşünülerek planlama yapması.
Angel Bey’in Hilton Oteli’ne itirazı ve istifası. (195oler)
- 1955-56 yıllarında Menderes yönetimi ve imar planları… sürekli açılan yollar ile artan kentleşme.
- Tekeli’nin açıklaması : O dönemlerde para (sermaye) yok, fakat büyüyen bir ülke ve İstanbul’da iş gücü ihtiyacı var, Anadolu’dan göç edenlerin barınma ihtiyacı var = sonuç gecekondular.
- 1961 yılında Odtü’de ülkenin ilk şehircilik bölümünün açılması.
- Dalan dönemi
- Angel Bey’in İstanbul’un bir “zone”laması olmaması üzerine eleştirisi.
- 12 Eylül ve 70ler sonrası
- Şehircilikten kopuk site (özellikle Ataşehir bölgesi gösterildi.) anlayışı ve TOKİ!
- Kentsel dönüşümün mali yükü ve olumsuz sonucu olarak sosyal eşitsizlik.
- Kent merkezlerinin boşalması, yeni kamusal alanların AVMler olması, kendi içine kapanan bir sosyal yapı kuran şehirden kopuk siteler, bu sitelerde bulunan (aslında yaşadışı olduğu söylenen) özel güvenlikler, hem lüks sitelerin hem yoksul mahallelerin gettolaşıp yalnızlaşması ve kendi içine kapanması, aradaki uçurumun artması
- David Harvey’in İstanbul’daki panelinde söylediği iki cümle:
- İstanbul’da her yerde vinçler var!
- Kredilerle yaşıyorsunuz!
Not2: İlgilenenler için H.Tarık Şengül ile İstanbul Hayali üzerine söyleşi. Tıklayın.
29 f 2014 | İF Film Festivali'14, Sinema

- Yönetmen: Destin Cretton
- Yapım: 2013, ABD
- Tür: Dram
- Oyuncular: Brie Larson, John Gallagher Jr, Kaitlyn Dever, Rami Malek, Keith Stanfield, Melora Walters
- Süre: 96 dk
“Tek katlı bahçeli bir evden yarı çıplak koşarak kaçan bir yeniyetmeyle açılıyor film. Gözetim altında tutulması gereken, risk sınırındaki gençlerin bakıldığı bir merkezdeyiz. Duygusal ve fiziksel yaralarla yaşayan bu çocuklarla ilgilenen Grace ve Mason, aynı merkezde çalışan ve birlikte yaşayan iki sevgilidir. İşlerine ve birbirlerine tutkuyla bağlı olmalarının yanında, özel hayatlarında belli belirsiz bir gerginlik yaşıyorlar. Grace, bakımevine yeni gelen bir kız çocuğuyla bağ kurar. Onun hayatını normalleştirme çabasının kendi hayatına da dokunuyor olduğunu zamanla fark eder. Sıkıntılı geçmişi, onu öngöremediği bir geleceğe taşıyacaktır. Kısa Dönem 12, Amerika?nın en büyük bağımsız film festivallerinden birini bünyesinde barındıran SXSW?de, hem Jüri Büyük Ödülü?nü hem de İzleyici Ödülü?nü aldı.”
Bu senenin bağımsızları arasında çok konuşulan film, çocuk bakım evinde çalışan Grace’i merkez alarak hem merkezdeki çocukları ve sorunlarını, hem de kadının kendi sorunlarını ele alıyor. Giriş ve kapanış sekanslarına bayıldığım filmin yönetmeni ve senaristi kısa filmleriyle ünlü Destin Cretton.
Cretton oldukça sade olan senaryosunu abartısız ve samimi bir dille anlatmış. Hayatın acı yanlarından kesitler sunan film konusu itibariyle dramaya çok yatkınken, Cretton duyguları abartmadan, olduğu gibi yansıtmayı seçmiş. Bu sadelik oyunculuklara da yansıyınca ortaya bu senenin en iyi seyirliklerinden biri çıkmış.
Filmin tamamını çok beğendim. Oyuncular, senaryo, kurgu… Hepsi iyiydi. Vizyonda şans bulamayacak gibi görünen filmi !f Film Festivali’nde kaçırmayın derim.
İyi seyirler,
- Not: Filmde Mason ve Marcus’un rap yaptığı sahne (aşağıda) ve Jayden’ın ahtapot hikayesi sahnesi çok beğendim.
- Not2: John Gallagher Jr Halil Sezai’ye çok benzemiyor mu?
httpv://www.youtube.com/watch?v=Mftc6GS1CWw
29 f 2014 | İF Film Festivali'14, Oscar 2014, Sinema
Yönetmen: Jean-Marc Vallée
- Yapım: ABD, 2013
- Tür: Biyografik, dram
- Oyuncular: Matthew McConaughey, Jennifer Garner, Jared Leto
- Süre: 117 dk
“Film, uyuşturucu bağımlısı ve HIV taşıyıcısı Ron Woodroof’un hayatından esinleniyor. Ron Woodroof’a 1986 yılında AIDS yüzünden 30 günlük ömür biçilir. Teşhiş sonrası FDA kurumundan yasal onaylı olarak kullanabileceği tek ilaç olan AZT’yi almaya başlayan Ron hızla ölümün eşiğine doğru sürüklendiğini fark eder. Çareyi ABD’de yasal olmayan ama dünyanın dört bir yanında bulunan, doğal ilaçlara başvurmakta bulur. Kendisiyle ilgilenen doktorlardan biri olan arkadaşı Eve Saks’ın da yardımıyla Ron farkıdna olmadan çevresindeki hastalar içinde bir iletişim ve satış ağı kurmuş olur. “Dallas Buyers Club” olarak bilinen bu oluşum FDA’nın tedavisi yerine alternatif tıbbı tercih edenlerin çaresi olur ve dahası hastalar üzerinde onaylı AZT’den daha çok işe yarar. Fakat durum çok geçmeden fark edilir ve ilaç firmaları ve FDA Ron’a karşı büyük bir savaş açar.
Film 30 günlük ömrü kaldı dendikten sonra kendi doğal yöntemleriyle 2191 gün daha yaşamayı başaran Ron Woodroof’un kişisel mücadelesine odaklanıyor.”
Filmografisi pek de kalabalık olmayan yönetmen Jean-Marc Vallee’nin son filmi Dallas Buyers club, AIDS olduğunu öğrenen bir adamın yaşam mücadelesini anlatıyor. Kalan 30 günlük ömrünü kendi yöntemleriyle 2191 güne çıkarıp, ilaç sektörü ve sağlık sistemini ilişkin derin eleştirilerde bulunuyor.
Gerçek bir hikayeden yola çıkan filmde, kuşkusuz en çok konuşulan konu Matthew McConaughey ve Jared Leto’nun performansları. Hali hazırda her ikisine de Oscar adaylığı getiren, hem karakter yönetimi hem de fiziksel değişimleri anlamında zirveye çıktıkları filmi bu iki oyuncunun sırtladığını söylemek yanlış olmaz. Özellikle mimiklerinden çok vücuduyla görmeye alışkın olduğumuz, yakışıklılık kategorisinden oyuncu olduğunu düşündüğümüz McConaughey’in fiziksel dönüşümü (yaklaşık 20 kilo vermiş) ve oyunculuğu hayranlık uyandırıcı. Ayrıca Leto’nun filmin başlarındaki hali ile sonlarına doğru hastalığının artmasıyla kararan ruh halini yansıtışı gerçekten iyiydi.
Filmin başlangıcı biraz uzun, sonucu ise biraz kısa tutulmuş gibi geldi fakat gelişme bölümünün oldukça iyi kotarıldığını söyleyebilirim. Kurgu olarak biraz boşluklu ve zaman zaman dram dozu çok ağırlaşıyor olsa da, izlemesi zor bir film olmamış. Orijinal senaryo, kurgu ve makyaj dallarında da Oscar adayı olan filmin, en iyi filmde bir iddiası olmasa da oyunculuk dallarında ödül alabileceğini düşünüyorum. Ayrıca hem görüntü yönetimi, hem de kostüm-makyaj seçimlerini fena bulmadım.
Vizyonda ve !f Film Festivali’nde yer bulacak filmi izlemenizi tavsiye ederim.
İyi seyirler,