Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

Yeni Sanat Mekanımız “Artİstanbul Feshane”

İBB Miras’ın 2022-2023 yılları arasında arasında gerçekleştirdiği restorasyon ve yeniden işlevlendirme çalışmalarının ardından İstanbul’un önemli endüstri mirası yapılarından Feshane-i Amire “Artİstanbul Feshane” adıyla açılmıştı. Henüz açılışındaki fotoğraflardan bile ilgimi çeken mekana gidebilmek ise”Ortadan Başlamak” adlı serginin 15 Ekim’e uzatılan kapanış tarihinden önce kısmet oldu. 

Açıkça söylemem gerekirse; değerli Renzo Piano’muzun uzuuun uzuun anlattığı süreçler ve yaklaşımlarla tasarladığı, Perşembeleri hariç öğrenciler için 120 TL giriş ücreti olan, mekansal organizasyonunu bir hayli tanımsız bulduğum İstanbul Modern’den hemen bir hafta sonra girişi ücretsiz olan bir belediye restorasyonunda bu kaliteyi görmek beni çok şaşırttı.

Öncelikle tramvay durağından, sahil araç yolundan veya iskeleden yaklaşımlar ve girişler, henüz bitmemiş olsa bile çok kolay ulaşılabilir, tanımlı ve işlevsel. Giriş ve yanındaki şık dükkanı, çok işlevli (ve bir hayli kullanıcısı da vardı) ve oldukça büyük kütüphanesi ve biraz karanlık bulsam da kafetaryası gerçekten iyi düzenlenmiş. Sergi mekanları ferah ve kapasitesi oldukça geniş. Alçıpanel blokların şimdiden oldukça yıpranmış hallerine bakılırsa bu sergi için olan düzenin geçici veya deneme olduğunu söyleyebiliriz. Alanın her sergide farklı ihtimallere açık olabilecek daha esnek mekanlar yaratmak için de potansiyeli oldukça fazla. Ayrıca Haliç kıyısı tarafında kalan meydan ise sanıyorum zamanla oturacaktır.

Emeği geçen tüm İBB Miras ekibini canı gönülden tebrik edip kutlamak lazım. İstanbullulara gayet çağdaş ve dünya standartlarında bir alan kazandırmışlar.

Genelde her şey gerçekten ideal kalitade fakat yetkililere ulaşmasını istediğim bir kaç şikayetim/önerim olacak. Birincisi, bu kadar kapsamlı ve kalabalık bir sergiye ait bir katalog ve/ya broşürü, dijital veya basılı bulamıyor oluşumuz. Ben hem gitmeden hem de gittikten sonra ilgimi çeken şeyleri tekrar okumayı, bazı eserlerin bilgilerine tekrar bakmayı severim. Sergideki halihazırda olan bilgileri içeren basit bir web sitesi bile iş görecektir diye düşünüyorum.

İkincisi, sergideki eser künyelerinin öncelikle çok kalitesiz oluşu, sonra çoğunlukla gelişigüzel ve hatta kötü seçilmiş yerlerde bulunmaları (her yer kolon doluyken yere koymak neden?) ve son olarak hiç bir standardının olmaması (kimin malzeme bilgisi yok, kiminde yıl, kiminde eser adı…) serginin deneyim zevkini bir hayli kısıtlıyor.

Son olarak bazı sanatçılara ayrılmış bölümlerde o sanatçılara ait kısa özgeçmiş ve eser bilgileri yer alırken, bazılarında sadece isim yazılıp geçilmesi gibi yine gelişigüzel bazı uygulamalar kafa karıştırıcıydı.

 Tüm bunların sonraki sergide toparlanacağını umarak bu sergide keşfettiğim ve beğendiğim bazı sanatçılardan bahsetmek isterim.

Sergide Sezai Özdemir‘in 8-9 eserinin sergilendiği bir kısım vardı. Ben mutlaka kendisinin eserleriyle karşılaşmışımdır ama ilk defa bu kadar ilgimi çekti. 1990 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim Bölümü’nden mezun olan sanatçı, neredeyse vefat ettiği 2018 yılına kadar üretmiş. Çok şaşırtıcı bir biçimde internette eserlerinin çok az bir kısmı bulunabiliyor. Genelde online bulabildiğim için sergilerde hızlıca hatırlamak için resim ve künyeleri çekerim. Bu sefer iyi ki bolca çekmişim dedim. Neden eserlerinin sergilenmediğini merak ettim açıkçası. Kendine has bir dili olan sanatçının hem kompozisyonları hem yarattığı ortam hem de ışık kullanımında insanı içine çeken, baktıkça sorgulatan bir yan var.

Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim ayrı bi sayfaya bu söyleşiyi kopyaladım. Çektiğim resimleri ve internette bulabildiklerimi de orada paylaştım. Okumak isteyenler tıklayabilir.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Zeycan Alkış – Hokkabaz – 150×200 cm – canvas üzerine karışık teknik

Eserlerini etkileyici bulduğum bir başka sanatçı ise Zeycan Alkış oldu. Resim bölümü mezunu olduğuna emin gibiydim fakat tekstil ve fotoğraf bölümlerinden mezunmuş. Tabi ki farklı sanatçıların atölyelerinde eğitimler de almış. Siyah beyaz ve incelikli desen çalışmaları gerçekten göz alıcıydı.

Ressam Mahir Güven‘in kırmızı ve mavi renkler ağırlıklı yaptığı kompozisyonların geçirgenliği, hem sergide hem internetteki web sitesinde incelediğim diğer eserlerini pek beğenemesem de “The Mountain at Night” adındaki eserindeki derinlikli mavi-yeşil-pembe renklerine baya sağlam vurulduğum Ahmet Merey ve 15x18cm gibi küçük boyutlu olmasına rağmen etkileyici nakış işleriyle Peyda Altaş diğer aklımda kalan isimler.

Vurucu renkleriyle sergide hemen dikkati çeken çalışmalardan bir diğeri ise Murat İrtem‘in Tepetaklak adlı çalışmasıydı. Yün liflerini yağlı boya resimlerindeki fırça gibi kullanarak yaptığı keçe çalışmalarında, kent yaşamını yükseklerden bizlere sunuyor. “Yüksek İrtifa” adını verdiği seriden eserlerde, farklı yüksekliklerdeki deneyimcilerin bulunuyor. Arka planda ise kent manzarası… 

Ayrıca sergide, araştırmalarımdan iç mimar olduğunu öğrendiğim Sonay Demirhan Demir ‘in “Bastırılmış Çığlık” adlı yağlı boya çalışmalarını da çok beğendim. Fakat şu internet çağında bu eserler ve sahipleri hakkında bu kadar bilgisiz kalmak gerçekten çok acayip. Maalesef kendisinin çalışmaları, yaklaşımı ile ilgili de pek bir şey öğrenemedim.

Bu noktada eserin kendisinden ne anladığımızın önemli olduğu düşünülebilir fakat ben o kadarla sınırlı kalmayı doğru bulmuyorum. “Sanatçı burada ne demek istemiş?” sorusunun cevabını da, sanatçının gelişimini de öğrenmeyi istiyorum. Ancak o zaman bir eseri içselleştirme yolculuğum tamamlanıyor sanki. Aksi durumda eserle karşılaştığım 10-15 dakika ve aklımda kaldığı bir kaç gün kadar etkisi oluyor.

—- —- –

15 Ekim’e kadar gidebilen herkese keyifli bir ziyaret dilerim. 

Yeni sergileri iple çekiyorum. 

Murat İrtem – Tepetaklak – 2015 – 121x97cm – Keçe

Mimarca Detay #10 – Sezai Özdemir’i Tanımak

Mimarca Detay #10 – Sezai Özdemir’i Tanımak

Sezai Özdemir – Felsefe Taşını Arayan Adam 1, (yılını bulamadım)

“Ah kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”
Gülten Akın

Uzun zamandır yıllar evvel the Magger’da yayınlanan Mimarca Detay serisindekiler gibi bir yazı yazmamıştım. Fakat hayat böyle işte, yarım saatliğine Artistanbul Feshane’deki sergiyi yazmak için bilgisayar başına oturmuşken son 5 saattir bir ressamın hayat hikayesinin içine düştüm.

Sergiyi, ortaokul ve lise boyunca resim öğretmenim olan, bana atölye kokusunu, kültürünü iyi ki bulaştırmış olan sevgili Günay Öğretmenimle birlikte gezme şansımız oldu. Çok mutlu ve keyifli olduğum bir günde, yanımda çok sevgili öğretmenimle sergiye giriş yapar yapmaz hemen sağ bölümde adını daha önce duymadığım Sezai Özdemir’in sanıyorum 9 eserinin olduğu bölüme girdik. Önce hızlı bir bakış atarken, birden resimlerdeki ışıklar, seçilen sahneler, renk tercihleri bizi çekmeye başladı ve üzerine konuşmaya başladık. Başta anlamadık ama resimleri inceledikçe bozulmuş perspektiflerin, bile isteye seçilmiş ışıkların bir nedeni olabileceğini anladık ve içlerine girdik. 

Sanatçıyı daha detaylı araştırmak için künyelerden birini ve resimlerden bir kaçını kabaca fotoğrafladım, zira internette çokça kaynak bulabileceğimi düşündüm. Yanılmışım. Maalesef ne sanatçının eserlerinin kaliteli görselleri ne de hayat hikayesinin detayları yoktu. 

Sergide ismini not edip internette hakkında çok bilgi bulamayınca kutsal bilgi kaynağımıza yöneldim ve yıllar evvel karsi.com adresinde yapılmış bir söyleşinin linki gördüm. Sözlük yazarı, ileri görüşlü “selim isik”, sağolsun linkin bir zaman sonra çalışmayabileceğini ön görerek söyleşiyi kopyalamış. Oldukça uzun ve sözlükte büyük-küçük harfi olmadığından biraz okuması zor, o yüzden üşenmedim elimden geldiğince söyleşiyi toparladım.

Maalesef söyleyişi kimin yaptığını bilemiyorum ama böyle enteresan bir hayat hikayesinin tarihe not olarak kalmasını istedim. İnternetten de bulabildiğim kadarıyla sanatçının resimlerini bulmaya çalıştım. 

Keyifli okumalar,

Sezai Özdemir ile Söyleşi

1954 yılında Ankara Kalecik’te doğmuşum. Tipik bir köy çocuğuydum. Annemin ikinci çocuğuyum. Birinci çocuğu ağabeyim, babamın ağabeyindenmiş. Annem, ağabeyime altı aylık hamileyken, Rıfat amcam ölüyor. Ondan sonra dedem anneme “Kızım senden çok memnunum, babanın evine gitme,” diyor ve diğer oğlu Yusuf ile evlendiriyor. Ben dünyaya geliyorum. Biz beş kardeşiz. Annem çok güzel bir kadındı. İlkokul dörde kadar köyde mutlu bir şekilde yaşıyordum. Küçük yaşlardan beri resim yapıyordum. Köydeki günlerimi hep resimlerime aktardım.

Ankara yenidoğan o zamanlar varoş. Babam oradan bir gecekondu aldı. Annem de o sırada hastalandı ve öldü. O mutlu günler bitti. Taşındık. Kardeşlerim çok küçüktü. Onlarla ilgilenmek zorundaydım. Babam Ankara’da Sağlık Bakanlığı’nda marangoz olarak işe başladı. Beni de yanında işe götürüyordu.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir – Kalecik (Eskiköy Dereden Bakış) – 2013 – 150x200cm – tuval üzeri yağlı boya

Sonra okul tatillerinde çalışmaya başladım. Boyacılık, terzilik, simitçilik yaptım. Babam annemin ölümünden sonra öz annem kadar sevdiğim Zehra Hanım’la evlendi. Ondan da bir çocuğu oldu. Biz tabii köy çocuğuyuz, pek laftan da anlamıyoruz. Zehra annem bizi intizama sokmaya çalışıyordu.

Baskıya dayanamadım orta okulun ikinci sınıfında evden kaçtım. Simit fırınında yatıp kalkarak orta okulu bitirdim. Simit işini iyice öğrendim. Bir yandan da resim yapıyordum. Tuval yapmayı bilmediğim için mukavvaların üzerine resim yapıyordum. O sıralarda, ihmalkarlıktan liseye kaydımı yaptıramadım.

Benimle aynı yaşlarda büyük amcamın oğlu Hüseyin vardı; o Kuleli’ye girdi. O da resim yapardı. Tatillerde birlikte resimler yapardık. Yıllar sonra Akademi’ye birlikte girdik. Birimiz birinci, birimiz ikinci olarak. Tabii bütün bunları anlatmak kolay ama, yaşamak zor.

Yine amcamın oğlu bir yaz geldi, “Oğlum, ne bunlar ya? Niye renk yok?” Dedi. O zamanlar bu kadar çeşitli güzel boyalar yok. Bir iki marka var. Boyayı sürüyorsun ertesi gün solup gidiyor. Bana ilk Hüseyin öğretti tuval diye bir şeyin olduğunu ve nasıl yapılacağını.

O dönem yaptığınız resimler duruyor mu?

Yozgatlı bir Hüseyin Ağabey (Tatar Hüseyin) vardı. O bana boya alırdı, mukavva verirdi. Resim yapmamı teşvik ederdi. Ben de boyuna resim yapardım. Sonra Hüseyin Ağabey onları çerçeveletip evine asardı. Şimdi o resimleri merak ediyorum; çünkü hayal meyal hatırlıyorum. Hüseyin Ağabey öldü ama Ankara’ya bir gittiğimde eşini ziyaret edip resimleri görmek istiyorum.

O dönem bilinçsiz bir şekilde resim yaptım. Fırında, askerde, cezaevinde resim yaptım. İrrasyonel bir şekilde resim yaptım diyelim. (Yoksa içgüdüsel mi?) 

CCC

Fotoğraf: MimarcaSanat | Artİstanbul Feshane Sergisi’nden

Naiflik ve yerlilik durumu bu herhalde.

Yerlilik, evet ya da köylülük diyelim. Ne derseniz deyin. Böyle bir çalışma içindeyken bir yaz yine amcamın oğlu Hacı Ahmet ve benim Rıfat Ağabeyim fırına geldiler ve beni eve babamla barıştırmaya götürdüler. Tabii fırında çok kötü şartlarda yaşıyordum ve kendime çok iyi bakamıyordum. Bütün o günlere ve fırına resimlerimde yer verdim. Her neyse, kalkıp eve gittik. Bizimkilerle barıştım. Akşam yemekten sonra kardeşlerimi bana emanet edip babam ve Zehra annem bir yere gittiler. Sonra eve döndüklerinde babam yelek cebinden bir alyans çıkardı: “Al, sana kızı verdiler,” dedi. “Ne kızı?” dedim. İşte dedi Deli Aşık’ın kızını.

Benim kayınpederin namı Deli Aşık’tı. Bolulu bir adam. Anıtkabir’in yapımında çalışmış, soğuk demirci, hani derler ya “hayat mektebi okumuş” yol yordam bilen kalender bir adam. Kuran okuyor, Atatürkçü, gazete takip ediyor filan. Böyle bir adam Deli Aşık.

Deli aşık kızını verdi.

Evet. Kızı bir kere görmüştüm. Babamla Zehra anne evlenirken. Rabia Özdemir çocuklarımın annesi. Evlendik. Simitçilik yapıyordum o zamanlar. O kadar çalışırdım ki bileklerim şişerdi hamur yoğurmaktan. İspirto, alkol sürerdik fayda etmezdi. Çok ağır bir iştir simit yapmak.

Üç ay sonra hanımı babamın evine bırakıp İzmir’e kaçtım. Alsancak’ta bir simit fırınında çalıştım. Sonra, Bursa’ya geldim ve oradan da İstanbul’a.

Askerlik ne oldu o arada?

Askere gitmemiştim o sırada, askerliği de anlatacağım. İstanbul’a geldiğimde iş bulamadım. Damatlık elbisemin ceketini Kadıköy’de yirmi liraya sattım ve Ankara’ya döndüm. Eve gidemedim tabii. Evden ayrılıp aradan dört, beş ay geçince karımın ailesi gelip onu almışlar. Hatta hanımı daha önce isteyen Mengenli bir aşçı varmış, ona vermeye kalkmışlar.

Ankara’da yine simit fırınına döndüm. Hanımın evi de fırına çok yakındı. Duymuş benim döndüğümü, bir gün fırına geldi. Tekrar birlikte yaşamaya başladık. Kayınpeder de beni affetti. Fırında çalıştım, seyyar satıcılık yaptım, erik, mısır, kuru yemiş sattım. Ailemi geçindirmeye çalıştım.

İlk evlendiğimizde evlilik nedir bilmiyordum ki. Çocuktuk daha. Hatta yaşımı bir yaş büyütmüşlerdi resmi nikah için. Bir süre sonra yine üç arkadaşımla çalışmak için İstanbul’a geldim. Ama bu sefer daha hazırlıklıydık. Bir handa kalacak yer bulduk. Çağlayan’da, Boğazkesen’de, Zeytinburnu’nda, Kumkapı’da çeşitli fırınlarda çalıştım. Sonra Mart 1972 de askere gittim. Askerde de resim yaptım. Atatürk resimleri yaptım, fotoğraflardan bakıp resimler yaptım. Adım ressama çıktı. Ressam aşağı ressam yukarı.

Askerlikte olmadık işler geldi başıma. Adam vurdum, kendimi vurdum. Cezaevine girdim. 1974 Kasım, zor bitti askerlik. Lümpenlik de kolay değil.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | Sezai Özdemir — Salacak Balıkçı Barınağo 2 – Çilingir Sofrasında Meşk (yılını not almamışım)

Askerlik dönüşü?

Ankara’ya geldim dönüşte; ama bu sefer fırıncılık yapmamaya kararlıydım. Dışkapı semtinde sekiz ay bir benzincide pompacılık yaptım. Bir gün bir haber geldi. Benim eskiden çalıştığım fırının sahibi Tatar Hüseyin ölmüş, benim kalfam Zekeriya Usta askerden gelmiş ve maşallah simit fırınını işletmek istiyormuş, bana da haber göndermiş.

Ben fırına bir gittim ki Zekeriya Usta beş yüz kilo odun, beş çuval un, iki kilo susam iki kilo şeker almış. “Şeker yakmak dediğim” resmim de anlattım o dönemi. Şeker yakmanın ne olduğunu anlatayım kısaca. Fırında iş aradığında sana çok soru sormadan yani “nerede çalıştın? ustan kim?” gibi, sorular sormadan hemen iki kilo toz şeker, bir teneke bir de gaz ocağı verirler. “Usta, şerbet kalmamış şunu bir yakıver” derler. Eğer sen o şekeri iyi yakarsan, bu işi biliyorsun diye işe alınırsın. Onu resmettim.

Zekeriya Usta ile sıfırdan işe başladık. İşte günde 1 çuval, 2 çuval işliyorduk. 1976 yılına kadar hemen hemen sekiz ay da orada çalıştım. 8-9 çuvala kadar da çıktı günlük işleme. Sıhhıye’deki, Ulus’daki simit camekanlarına kafamda simit taşıyordum. Her neyse biz böyle çalışırken, amcamın oğlu Hüseyin 1975 yılında mezun oldu, Personel Teğmen olarak çıktı. Tabii Kara Harp Okulu’nda diploma merasimine gittik.

Merasimden sonra, Hüseyin, “Gel Sezai seninle bir yere gideceğiz,” dedi. Gittik. Bana bir dilekçe yazdırtıp bıraktı. Kara Kuvvetleri’ymiş meğer. Aradan altı ay geçti, bir baktım bana bir mektup geldi, Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne hademe olarak tayinim çıkmış. 1976 Mayıs’ında ben işlemlerimi yaptım ve işe başladım.

O zaman lisenin Personel Şube Müdürü, Yüzbaşı Süleyman Demiröz’dü. O benimle konuştu, sorular sordu filan ve sonunda hademelik yerine kütüphaneye memur yaptı. Nasıl sevindim. Zaten ben klasiklerin yarısını askerde ve cezaevinde okumuştum, geri kalanlarını da kütüphanede okudum. Lisenin kütüphanesi çok zengindi. Jack London’ın Martin Eden’ini keşfettim, o çok önemlidir benim hayatımda. İşte Madam Bovary’leri şunları bunları…

Ne iş yaparsam o işi çok benimserim, severim o işi, işime sevgi katarım, yaptığım iş sevilerek yapıldığını gösterir. Bu yetenek maniyerizmi gösterisi değildir. Hiçbir işi yapmış olmak için yapmam. Kimse anasının karnında öğrenmiyor, bilmediğim işi öğrenmeye çalışırım. Kütüphane memuru olunca da o işi öğrenmeye çalıştım. Dewey sistemini yani kitapların sınıflanmasını, raflarda nasıl yer alacağını, kayıtlarının nasıl tutulacağını, zimmet işlemlerini vs. Hepsini yaptım.

1978’e kadar kütüphanede çalıştım. Sonra yine askeriyede Avans Mutemedi oldum, bu yeni iş terfi gibi bir şeydi benim için. Bu arada, Işıklar Askeri Lisesi’ne başladığım sırada yarım kalan eğitimime de devam ettim, akşam lisesine yazıldım. Bir yandan memuriyet bir yandan öğrencilik ve tabii resim.

Ek gelir olarak, askerlerin fotoğraflarından resimler yapıyordum. Bir gün hiç unutmuyorum, unutmamak ne kelime resimle ilgimin dönüm noktası olan bir anekdotu anlatacağım. Alaylı bir ressam olarak yaşıyorum, Işıklar Askeri Lisesi’nde alım satım yapmak için devlet malzeme ofisi var Bursa’nın dışında, Mesken diye bir semt, Işıklar’a uzak bir yerde. Arkamda cemse, ben önde bir jipte gidiyoruz. Öğrencilere kırtasiye, araç gereç, alıyorum. Bunları avans mutemedi olduğum için ben organize ediyorum. Bir baktım bir adam elinde bir resimle yoldan geçiyor. Resimde zenci bir çiftin düğün resmi var. Resme bakakaldım. Şoförü durdurdum. Adamın yanına gittim. Adı Hüseyin Çetin. O da böyle askerden, jandarmadan, polisten tırsan biriymiş. Şaşırdı bana bakıyor. Resmi kimin yaptığını sordum; o yapmış. Resim beni çok etkilemişti. Ustanın kim olduğunu, ne iş yaptığını filan sordum. “Tabelacıyım,” dedi. “E dedim bu resim?” Kendisinin alaylı bir ressam olduğunu söyledi.

Dükkanının yerini öğrendim, işimi bitirince yanına gittim. Dükkândan bir içeri girdim. O Bursa sokakları, o İstanbul peyzajları, ışıklar, gölgeler… Adeta Hoca Ali Rıza gibi resim yapıyor. Bir portre yapıyor, fırçayı, rengi öyle bir kullanıyor ki sanki adam yeni tıraş olmuş. Yani bunlar sizin için ne anlam ifade eder bilmem ama, bir ressam için bunlar önemli şeylerdir. Çok usta birisi. Hüseyin Usta ile tanışıklığım böyle başladı.

Sonra ben her hafta sonu sabah çocuklarımla kahvaltı yapıp, hemen onun yanına gidip çalışmaya başlıyordum. Bir tür çıraklığını yapıyordum. İşte, bulaşığını yıkıyorum, ortalığı topluyorum, boyasını karıyordum. Benim yanımda kesinlikle çalışmıyor, işlerim bitince “Hadi Sezai ben çalışacağım,” diyor beni kibarca kovuyordu. Ben de anlıyordum. Ketumdu. Meğer beni deniyormuş, gerçekten resim yapmak benim için bir tutku mu? Yoksa gelip geçici bir heves mi?

Aradan bir iki sene geçti. Bir gün bana “Gel, otur” dedi. Hemen duvara şöyle bir iki çıtadan ters v şövale yaptı, hiç unutmam. Bana Alparslan Türkeş’in bir fotoğrafını getirdi. İşte o yıllar sağ-sol davası biliyorsunuz. Bursa İl Teşkilatı için ısmarlamışlar resmi. Ben oturdum o resmi yaptım. Baktı, bazı yerleri düzelttirdi, yüreklendirici eleştiriler yaptı. Biz böyle başladık. Ben portreyi, gerçek anlamda ondan öğrendim.

Biz 1980 Ağustos’una kadar usta-çırak ilişkisi içinde çalıştık. Bir şey daha var, şimdi ben memurum. Memurum ama, kadrom hademe. Eğer ben bir vukuat yapsam hiç iyi olmaz. Askeriye disiplinli yer. Hiç olmazsa liseyi bitirmeye karar verdim. O zamanlarda eğitim enstitüleri vardı. Üç ayda öğretmen yetiştiriyorlardı. Ben de bundan istifade etmeye niyetliydim, Işıklar Askeri Lisesi’ne resim öğretmeni olurum diye düşünüyordum.

İşte 31 ağustos 1980, 12 Eylül’e on iki gün kala Hüseyin Çetin öldü. Hüseyin Çetin’i vurdular, sağcı lümpenler. Mahvoldum. Ondan sonra da zaten 12 Eylül oldu ve benim hayallerim bitti. Eğitim enstitüleri kapatıldı; fakat bu arada ben boş durmadım, akşam lisesini bitirdim. İrfan Önürmen diye bir arkadaşım var, şimdi o da ressam, akşam lisesini birlikte bitirdik. O sonra akademiye girdi, biz görüşmeyi sürdürüyorduk. Bu arada ben de kültürle, sanat tarihiyle bağımı kurup artık evrensel nitelikteki birtakım değerlerin farkına varınca, resim yapmanın da nasıl bir şey olduğunu daha iyi anlamaya başladım. Resim yapmanın sadece bir insanın portresini çizmek ya da peyzaj, natürmort yapmak olmadığını anladığımda, yıl 1983’tü ve istifa ettim. Artık yeter devlete çalıştığım, bundan sonra kendime çalışacağım dedim.

Bu arada 1981 yılında eşimin üzerine bir dükkân açmıştık. Bu dükkânda çok iyi para kazandım. Bursa’da bir ev almıştık. Ev taksitlerini ödeyebilmek için harcı alem resimler yaptım. Sanat tarihçileri ne der bilmiyorum?

Bu arada, Bursa’daki Ressamlar Sokağı?

Evet, onlara da değinmek lazım. Fen İşleri Müdürü vardı, Basri Sönmez Bey, hatta Osmangazi Belediye Başkanlığı da yaptı bir ara. O bize olanak sağlamış, Tophane-Muradiye girişinde kömür satılan bir yeri, biraz düzelttirip Ressamlar Sokağı diye bir yer kurmuştu. İstifa ettikten sonra bizzat Ressamlar Sokağı’nın sözcülüğünü yapmaya başladım. 10-15 arası resimle uğraşan kimisi profesyonel kimisi amatör arkadaş vardı. Tecimsel bir yerdi. 1989’da kapandı orası. Yazları ben Mimar Sinan Üniversitesi tatile girdiği zaman Ressamlar Sokağı’nda ticari resimler yapıyordum. Turistik resimler diyelim. İşte Bursa sokakları, İstanbul sokakları, peyzajları. Yazları ne kadar para biriktirirsem kışları okula hazırlık. Bir süre böyle geçti.

Peki, akademiye giriş nasıl oldu?

1986 yılında desen eğitimi vererek akademi sınavlarına hazırladığım üç tane öğrencim vardı. Biraz para biriktirip dershaneye yazılmak ve üniversite sınavlarına hazırlanmak niyetindeydim. Öğrencilerimden biri müjdeyi verdi. YÖK bir karar almış lise mezunları yetenek sınavıyla akademiye girebileceklermiş. Bu imkândan faydalandım, sınava girdim. Bu arada amcamın oğlu Hüseyin Yüzbaşı olmuştu. O da yıllık izinlerinde Bursa’ya geliyordu, biz birlikte açık havada oturup izlenimci sokak resimleri yapardık. Hüseyin’in hocası da şimdi Emekli Albay Feridun Saraçoğlu’ydu, Hikmet Onat’ın öğrencisi. Akademik anlamda birçok şeyi ben Hüseyin’den öğrendim. Biz akademiye girmeden birçok tekniği öğrenmiştik.

Sınavlarda Hüseyin birinci, ben üçüncü, bir de çok yetenekli Ufuk diye bir çocuk da ikinci oldu. Ufuk’la yetenek notlarımız aynıydı ama onun üniversite puanı vardı, o eklenince ikinci oldu. Biz böylece akademiye girdik. Tabii ben okula başlayıp, dükkândan ayrılınca hanım orayı işletemedi. Kira veriyoruz, hiçbir gelirim yok, satış yok. En son 87’de büyük bir borsa çalkalanması olunca dükkânı kapattık. Parasız pulsuz kaldık.

Ben akademinin ilk yılı Hüseyin’de, Darphane’deki lojmanda kaldım. Hüseyin evli, çoluğu çocuğu var, ben orada rahat edemedim. Böyle birçok zorluklar içinde okudum. Şişli Belediyesi’nden izin alıp Teşvikiye Camisi’nin önündeki parmaklıklara resimler asardık, ufak tefek satış oluyordu. Okulu böyle tamamladım. Okul olduğu zaman, sabahleyin 9.30’da atölye başlar, saat 12:30’da biterdi. Atölye bittikten sonra ben, doğru Teşvikiye Camisi’nin oraya gidip resimleri asardım. Hüseyin ve diğer bazı arkadaşlarım da teori derslerinin notlarını tutardı, ben onlardan alır çalışırdım; ama resim atölyesini hiç ihmal etmedim, atölye çok önemliydi.

Neşe erdok Atölyesi’nde?

Evet, Neşe Erdok atölyesinde.

Onunla ilişkiniz nasıldı bu arada?

Hocayı akademiye girmeden önce tanıyordum. İrfan önürmen sayesinde ve basından. Neşe Hanım, takip ettiğim, izlediğim bir ustadır. Bursa seyahatleri sırasında bir grup öğrenciyle Ressamlar Sokağı’na gelmişti. Orada tanışmıştık. Beni Don Kişot’a benzetirdi. İstifa hikayemi de çoluk çocuk durumumu da biliyordu. Sanata balıklama atlamamı sempatiyle karşılıyordu. Neşe Erdok’un atölyesinde sadece bir dönem okuyabildim. İdeal bağlantım o gün bu gün devam eder. O sırada, malumunuz, soyut – somut çatışması vardı. Bence çok saçma sapan bir şey. Neşe hanım, figüratif grubuyla grafik bölümüne gitmek zorunda kaldı. Atölyenin başına, geçenlerde kaybettik, Asım İşler, geldi. Bana, figüratif resim yaptığım için çok eziyet yaptı. “Git evinde resim yap, arkadaşlarına kötü örnek oluyorsun” derdi. Ben de inadına otururdum atölyede, hatta bazen Teşvikiye Camisi’ne bile çıkmazdım. Asım Bey bir öğretim üyesi mübadelesiyle bir iki yıllığına Paris’e gidince Güngör Taner ve Zekai Ormancı hocam oldular. Şimdi, bir avantajım vardı, diğer öğrenciler benden küçük ve entelektüel birikimleri olmamalarına rağmen hepsi soyut resme yöneldiler, zorlandılar demek daha doğru. Ben biraz kemikleşmiştim herhalde, psikolojik baskıya rağmen, oturdum istediğim resmi yaptım. Kendimi ancak figüratif resimle ifade edebileceğimi düşünüyordum. Zaten resimlerimdeki tema da bendim. Bence, sanatta en son çözümleme insanın kendisinin kendine bir bakışıdır, bunu beğenirsin veya beğenmezsin. O doğrultuda devam ettim.

Akademiyi yüksek bir ortalama ile dört yılda bitirdim. Bitirmek mecburiyetindeydim; çünkü o sıralarda çocuklar da artık, ortaokulu bitiriyordu. Liseye gidecekler. Bursa’ya 1991’de döndüm. Bu arada eşimle aramda benden kaynaklanan bir sorun baş gösterdi. Gönül muhabbeti deyip geçiyorum izninizle. Çekirge’de bir atölye-daire tuttum. Akademiye hazırlık öğrenci kurslarıyla ve kendi resim çalışmalarımla uğraştım. Birtakım ödüller aldım.

Mezun olduğum zaman ilk kişisel sergimi 1991 Nisan’ında Ramko Sanat Galerisi’nde açmıştım; çünkü o galerinin açtığı çağdaş resim yarışmasında mansiyon kazanmıştım. Tabii sergide resim satamadım. Bunun sebeplerinden biri de Birinci Körfez Savaşıydı. Resim satabilseydim, İstanbul’da kalacaktım. Mecburen Bursa’ya döndüm. Çekirge’deki atölyemde çalışmaya başladım. Birçok bursa peyzajları yaptım. Atölyemin penceresinden yaptığım resimlerdir onlar. Yarım kalan okumalarım vardı, onları gerçekleştirdim.

Bu arada amcamın oğlu Hüseyin, mezun olunca Kuleli’ye resim öğretmeni olarak atandı, sonra o da istifa edip İstanbul’da atölye açtı. Oraya gidip gelmeye başladım. Sergiler oluyor, gidiyorum, birkaç gün kalıyorum filan. Yine bir sergi vesilesiyle gitmiştim, Bursa’ya dönüşte resimlerimi taşıyamayıp bir öğrencime vermiştim. O öğrencim kirasını mı ödeyememiş bir şey olmuş, rehin kaldı benim resimler. Yeri öğrendim, gittim. Gümüşsuyu Caddesi’nde bir apartman. Öğrenci de ortada yok. Kapıcıyla konuştum. “Beyefendi, o öğrencinizin elektrik borcu var, onu ödeyeceksiniz resimleri o zaman alırsınız,” dedi. Resim yapan, güzel şiirler yazan bir polis tanıdığım vardı. Polis olduğu için yol yordam bilir diye düşündüm. O beni resim almak isteyen bir arkadaşıyla tanıştırdı. O adam iki resmimi satın aldı. Gerçek fiyatının altında gitti resimler ama diğer resimleri kurtarabilmem için o resimleri satmam gerekiyordu. Nitekim biz kurtardık o resimleri, çok berbat durumdaydı resimler, bakımlarını yaptım. Resimleri kurtardıktan sonra toplam 38 resmi de aynı adam satın aldı. Resimler oldukça ucuza gitti ama mecburdum. Kızım Zeynep liseye başlayacaktı. Oğlum Bora sanat eğitimi almak istiyordu. Onu da diğer öğrencilerimle birlikte Bursa’da çalıştırıyordum. Kısacası bunlar okulu kazanırsa kira ödeyemezdik. Hiçbir gelirimiz yoktu, muhakkak ev almamız lazımdı.

1993 Mart’ında burayı satın aldım. Ondan sonra Zeynep, Güzel Sanatlar Lisesi’ni, Bora da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık Bölümü’nü kazandı. Resim bölümünü de kazanmıştı ama “Baba, ben de senin gibi sürünemem,” dedi. “Ben resim yapacağım ama kendime göre bir plan uygulayacağım,” dedi. “İyi oğlum, resim sanatı seni bekler,” dedim. O şimdi mimar.

Zeynep benim gibi ressam, ablası Elif’de resim öğretmeni oldu. İstanbul’da burayı alınca büyük bir rehavete girdim. Bu arada gönül meselesi zaten bende bir travma oluşturmuştu. İçkiyi arttırdım. Performansım düştü.

Sezai Özdemir - Hastanede (otoportre)

Sezai Özdemir – Hastanede (otoportre)

Sezai Özdemir - Bursa'da Buluşma

Sezai Özdemir – Bursa’da Buluşma

Bir şey soracağım. Mehmet Ergüven’in de dikkatini çekmiş, benim de dikkatimi çekti. Bu, “bir şizofrenin hatıra defteri serisi” resimler ne zaman başlıyor?

Sevgilim beni terk ettikten sonra. O da kendine göre haklıydı. Çocuklarımı bırakamam, ona bir şey vaat edemem; ama elimden gelen her yardımı yaptım ona, resim çalışmalarını destekledim. Jack London’ın Martin Eden’i gibi bir hayatım var. Bunu ben istemedim. Şartlar bunu bana dayattı.

Askerlikten sonra bende içgüdünün yerini artık akıl aldı. Hiçbir şeyi enine boyuna tartışmadan düşünmeden yapmadım. Bu benim çok işimi kolaylaştırdı. O kadar kolaylaştırdı ki hayatımın genel toplamı içerisinde rasyonel olmak, batılı gibi düşünmek ve bu düşünceyi hayata geçirmek. (Aşk hariç!). Sonra baktım ki akıla akıl gerek. Yani akıl da tek başına tehlikeli, akıl insanın her şeyini anlatmıyor. Akıl içgüdüyü engelliyor. Çünkü içgüdü, daima ister, ister. Materyalizm de madde de “hayır,” der, direnir. Materyal ve beşerî dünyanın içinde yaşıyorsun, ihtiyaçlar sorunlar hep materyalist. Bir de öbür tarafta, senin canlılığından gelen-vitalite arzu ve isteklerinden kaynaklanan bir istem var.

Iştah.

Evet, iştah diyelim. (Friedrich Nietzsche, iç istenç-iç gereksinim diyor) onu durdurmamız lazım. Neyle durdurursun onu? Akılla durdurursun. Peki akla gereken ikinci akıl? Onu açacağım.

Nedir sanat?

Sanatta hakikatin, hakiki olmanın peşindeyiz. Sunduğun eser, kabul edilir edilmez, benimsenir benimsenmez. Bilim yapmıyoruz, sanat yapıyoruz. Bu hakiki olmanın ölçüsünü eğer sen o akıl dediğimiz rasyonel kartezyen düşünceyle ortaya koyuyorsan, aklınla sanatına zarar vermesini sağlıyorsan bu paradoks. O zaman o ikinci akıl dediğim aşkınlık hali ortaya çıkar. Akıla da akıl lazım dediğim nokta o.

Aşkın ego gibi bir şey.

Evet, aşkın ego, çünkü bu durum otomatik işler ve bilinçdışıdır. Şöyle ki, kültür ne? Kültür, insanın unuttuğudur. Ne demek unuttuğu? Kültürü öyle bir özümsüyorsun ki artık yeni bir bilgi gibi algılamıyorsun. Nasıl kalbin tıkır tıkır otomatiğe bağlamışsa kültür de aynı şekilde otomatik artık, onu bilgi olarak hatırlamana usa vurmaya gerek yok. İşte sanat da sanatçı için öyle olmalı. Mesela bakıyorsun resme oranlarda sorun var. Adam geliyor diyor ki “Sezai eli bozuk görmüyor musun?” Ya kardeşim iyi de resimde o elin küçük veya büyük olmasından ziyade, başka şeyler de var. Resmin başka değerlerine bakın. Ben bakmıyor muyum, ben de bakıyorum. O el orada küçük veya büyük ama resmin diğer öğelerine baktığında o devede kulak kalıyor. Onu ister büyütür ister küçültürsün. Buna biz, resimde kendiliğinden deformasyon diyoruz. Bunlar önemli değil. Önemli olan ne? Biçim ve içerik ilişkisi, bu ilişkinin birbirine bengü –sonsuz- dönüşüdür.

Bir tuvaldeki resmin her santimetre karesinden sorumlusun, evet, ama o eni boyu olan resim düzlemi içerisinde o tür bir iki maddi hata senin hakiki olmana engel teşkil etmez ki. Orhan Gencebay diyor ya “Hatasız kul olmaz”. Mükemmel diye bir şey yoktur beşerî dünyada. Mükemmel olan ide ve ideal olanlardır. İstediğin sanat eserine bak, istersen maddi hata bulursun. Mesela Tiziano’nun bir nü eseri var. Önde yatan bir kadın, arkada bir hizmetçi, sandık, köpek vs. Çok güzel bir resimdir. Nü’nün kolunda acayip bir deformasyon vardır. Şimdi bu Tiziano resmi yapamamış mı demek? Yapamamışsa iyi ki yapamamış. Bir sanat eserinin tümüne bakması gerekiyor insanların. Başka bir şekilde söylersek, başarılı ve başarısızlıkları arasındaki uyuma, ahenge bakılmalıdır. Dolayısıyla tüm bunlar kafamda netleştiği için o tür eleştirilere aldırmıyorum. Yoluma devam ettim, ediyorum da.

Peki Mehmet Ergüven’le tanışmanız?

1993 yılında ben bir yarışmaya resim göndermiştim. Bursa’daydım o zaman. Ödül kazandım. Mehmet Ergüven bana resimlerimi beğendiğini söyleyen bir mektup gönderdi. Çok sevindim. Bursa’ya geldi, tanıştık, uzun uzun konuştuk, resimlerimi inceledi. O da ilginç buldu hayatımı, resimlerimi. Bir kitap yazdı benimle ilgili. Sonra ne oldu bilmiyorum, yazdığı kitaplar künyesinden çıkardı benim kitabı. Günümüzde eleştirmenler sanatçıların burunlarına, ayıların burunlarına takılan halkalardan takmak istiyorlar. O halkalara takılı 8-10 metrelik “özgürlük” adını verdikleri zincirler de ellerinde. Daha fazlasına gerek yok… Bizim Keskin’li Hacı Taşan bir türküsünde şöyle der “Sana diyeceğim çok amma, çok kalabalık yerdesin” misali.

Bir yandan yarışmalara katılmayı bir yandan da sergiler açmayı sürdürdüm. 1997 yılında benim için çok önemli bir şey oldu. Hüseyin, amcamın oğlu, yine bu içki yüzünden arabasının altında kalarak, trafik kazasında öldü. O sırada yeni bir resme başlamıştım. Ankara’daki Maşallah Simit Fırını’nın resmini yapıyordum. 1997’de başladım, 2001’de zor bitirdim o resmi. Hüseyin, benim için çok önemliydi. Pek geçinemezdik ama o, akrabam olmanın ötesinde kader birliği yaptığım bir arkadaşımdı. Onu kaybedince, mahvoldum, kendimi birkaç yıl tamamen bıraktım. Sonra oğlum Bora duruma el koydu. Çok içiyordum, iyice zayıflamıştım. Resim yapamıyordum. Balıklı Rum Hastanesi’ne yattım. Zeynep kızım, evladım yanımda refakatçı oldu. Toparlandım. İki buçuk yıl içki içmedim. Tekrar rasyonel dünyaya döndüm. Hastanedeki günlerimle ilgili resimler yaptım.

Resim piyasası hakkında ne düşünüyorsunuz?

Şimdi diyorlar ki piyasa önemli. Piyasa dediği şey nedir ki? Sensin, benim. Bugün Türkiye’de nasıl, ne şekilde insanların para kazandığını, nasıl ahlaki değerleri yozlaştıran bir şekilde iş yaptıklarını görüyorum. Piyasaya sahte resimler sokarak, jeeplerde dolaşıyorlar. Bildiklerim var, isimleri bende saklı. Bunlara resim vermeyeceğim kimse bana bulaşmasın yeter. Artık ihtiyaç durumu ortadan kalktı. Çocuklar büyüdü, iş sahibi oldular. Sonra benim başka bir zenginliğim var, fakirlikten, fırın köşelerinden geldim. Param olsa da olmasa da ben tek bir şeyden korkarım; hastalıktan. Eğer beden ve ruh sağlığım yerindeyse, ben zerre kadar hiçbir şeyden korkmam. Parasızlıktan korkmam, çünkü parasızlık nedir biliyorum. Çocuklarım da kendiliğinden alıştı. Yokluk nedir bilirler. Benim maceramda hep bana destek oldular.

Peki, sergi işleri?

2003 yılında Karşı Sanat’da sergi açmıştım. Bir anekdot… Bir gün sergiye Mehmet Güleryüz geldi. Ben de ordaydım. Dolaştı, baktı. Beni ve resmimi tanıyormuş, bizim sokaktan. Serginin ne zaman kapandığını sordu. Bir hafta vardı serginin kapanmasına. “Bu sergi çok önemli, birdenbire yapılamayacak bir sergi, mutlaka tanıtalım, eleştirmenleri toplayıp bir panel düzenleyelim” dedi. Basınla ilgili çalışmalar yapıldı, ilanlar verildi, bildiriler yayımlandı. Panele gitmedim, CD’den izledim. Mehmet Bey paneli yönetmiş. Usta bir ressam, hakikaten usta birisi. Resim okumayı çok iyi bilen biri. İsmini duyuyorum Fulya Erdemci diye bir bayan vardı, hem kel hem hoduldu. Panel’e dersini çalışmadan gelmiş, beni devamlı aşağılıyordu. Önce kızdım sonra değmez diye düşündüm, boş verdim.

Sezai Özdemir – Hastanede 2 (otoportre)

Yeni katalogda Seneca 1 ve 2 diye resimler var; Seneca ile bağlantıları nedir?

Seneca’nın çok beğendiğim iki aforizması var. Birincisi, “Nereye gideceğini bilmeyen geminin, hiçbir rüzgar işine yaramaz.” İkincisiyse, “Gerçek bir idealist dört duvar arasında dünyanın tüm maceralarını yaşayabilir.” Benim gibi bir tembelin felsefesine uyan sözler.

Ne tembellikleriniz var?

Kendimi tembel olarak nitelendirmem aslında. Yaşlandıkça insan tembelleşiyor. Mesela, arkadaşlarım “Sezai, Fındıklı’ya git deniz kenarına, iyot kokusunu al,” derler; ben de “Hakikaten Fındıklı çok güzel bir yer; ama ben bir idealistim, o yüzden bu bahçeyi aldım. Atölyenin bahçesinde dünyanın çeşitli maceralarını yaşayabiliyorum” derim. Bahçeyle de ilgili resimlerim var. Hatta sürrealist resimler de yaptım.

Sezai Özdemir – Şeker Ahmet Sezai Paşa 1

Peki buradan nereye gidiyorsunuz?

Şimdi, köye dönüyorum. Zaten çocukluğum köyde geçti. Köyde o kadar mutluydum ki… Bana göre şehir hayatı varoş bir hayat, lümpence. Bugün 53 yaşındayım ve diyorum ki 1950’den bu yana, bu ülkeyi kim yönettiyse kötü yönetmiştir. Bugün nüfusun büyük bölümünün fakirliğinin de vebali onlarındır, bilinen bilinmeyen trajedilerin yaşanmasının sebebi de kötü yönetimdir. Eğitimin hali perişan, eğitimin amacı kafası karışık nesil yetiştirmek mi? Bana gelen genç çocukları görüyorum, içim kan ağlıyor, yeteneklerini keşfetmeden ölüyorlar. Bu mudur devletin toplum mühendisliği… Yazık kardeşim! Her zaman kızlarıma “Kızım, buradan fazla uzağa gitme. Çağlayan’a git, 29 yaşında bir kadın, üç tane çocuğu var dördüncüye de gebe. Dördüncüye gebe olan bu kadıncağız, kendisinin bir trajedi yaşadığını, trajik bir yaşam sürdüğünü bilmiyor, bilincinde değil. O yüzden çıldırmıyor. Ben size yaşadığımız bütün parasızlıklara rağmen, bugünlere gelmenizi sağlayan ideal bir ortam sağladım. Size iyi kötü bir bilinç aşıladım, yani birer aydın adayı oldunuz.” Onlar da zaten bunu görüyorlar. Çocuklarımla ciddi anlamda herhangi bir sorunum olmadı. Benim kendime göre izlediğim bir yol var. Yaşadığım şehre, yaşadığım olaylara bakarım ve kendimi değerlendiririm. Kapıcı, sütçü gelir her gün servis yapar ve deftere bir çentik atar ya, sonra ay başında da “Şu kadar borcunuz var,” der. Aynı şekilde kendime, beynime bir sütçü gibi çentik atarım. O çentiklerden bir tane çekerim yeri ve zamanı geldikçe, bir tuval bittikçe… Şimdi iki tane İstanbul, bir tane nü, bir tane adı Şeker Ahmet Sezai Paşa 2 olacak bir oto portre yapıyorum. Bir de yine benim doğduğum köyü, hatta şimdi olmayan, doğduğum evin avlusunu resmediyorum. Görmek ister misiniz?

Buraya kadar okuyanlar için bonus bölüm!

İnternetteki kısıtlı bilgilerin içinde bir de karşıma  Erkan Doğanay’ın Atölyealtı adlı Facebook grubunda “Sezai Özdemir’in anısına” ön yazısıyla 2020’de paylaştığı bu yazı çıktı. Yukarıdaki resmi de açıklayan bu güzel yazıyı da bu derlemede paylaşmak isterim.

” Bu triptik (üç parça) resim gerçek bir trajediyi anlatır. Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz Ressam Sezai Özdemir’in kendi trajik yaşamından yola çıkarak ikonlaştırdığı görsel bir ağıttır “Hüseyin’e Mersiye”. Sözcük olarak; “ölenin iyiliklerini anıp ağlamak, onun hakkında ağıt söylemek” anlamında Arapça bir kelimedir mersiye. Genellikle Hz. Hüseyin’in Muharrem ayında Ebi Vakkas’ın askerleri tarafından Kerbela’da öldürülmesi ile bilinir ve bu olayın anlatıldığı şiirler “Hüseyin’e Mersiye” adıyla kayıtlara geçmiştir. İnsanoğlunun ilk söylediği şiirinde adıdır mersiye. Bilinen en eski mersiyenin de Kābil’in Hâbil’i öldürmesi üzerine Hz. Âdem tarafından söylendiğini yazar bazı kaynaklar.

Klasik mersiyede üç ana bölüm vardır. Bunlar ölen kişinin yitirilmesinden duyulan acı ve üzüntünün dile getirildiği ağlama bölümü, erdemlerinin anlatıldığı övgü bölümü ve duyulan acılara katlanmanın tavsiye edildiği bölüm, sabır bölümüdür.

Sezai Özdemir’in çocukluğundan itibaren hayatındaki en yakın arkadaşı, sırdaşı kuzeni Hüseyin olmuştur. Ankara’dan Bursa’ya ve oradan İstanbul’a o’nu sürükleyen hayat koşulları oldukça sancılı geçer. Hüseyin, Askeri Okulu kazanmış ve yüzbaşılığa kadar terfi etmiş olsa da o’da Sezai gibi resim yapmaktan hiç vazgeçmemiştir. 1986 yılında, Akademi sınavlarına birlikte girerler; Hüseyin “Birincilik”, Sezai “Üçüncülük” derecesi ile kabul edilmişlerdir. Akademi sonrası her ikiside sanatlarıyla kendilerine özel bir yer edinirler.

Sezai Özdemir, kendi yaşamını konu edindiği “Günce” gibi kompozisyonlarını, karanlıktan ışığa doğru inşa ettiği “Barok” etkili figüratif yapıtlar üretir. Ta ki 1997 yılında kendisini uzunca bir süre resim yapmaktan alıkoyan acı olayın haberini alıncaya dek.

Kuzeni, en yakın arkadaşı Hüseyin bir trafik kazasında hayatını kaybetmiştir. Bu hiç beklenmeyen ölüm üzerine bu “ağıt” resme başlar, sonrasında yaşadığı ızdıraptan dolayı eli bir türlü fırçayı kavrayamayınca resim yapmaya uzunca bir süre ara verir. Hüseyin’in ölümünden iki yıl sonra tamamlanan bu resimde, sanatçı sembolik anlamlar yüklediği kompozisyonla Hüseyin’i tanıtır ve izleyici ile tanıştırır. Her ikiside ağaçtan gülümseyerek bizlere bakan yarı çıplak seyyar satıcının meyve arabasının arkasında bir şeyler anlatmaktadırlar. Hüseyin, elinde geometrik şekillerin içiçe geçtiği belirsiz bir form ya da heykeli tutmakta ve kimseyle gözgöze gelmediği tuhaf bir boşluğa bakmaktadır. Hemen arkasında ağaçtan sarkan askeri botlar o’nun asker kimliğine vurgu yaparken belki de seyyar satıcının çıplak ayaklarını mutlu edecektir. Yanındaki kadının şaşkın ve üzüntülü hali gözlerden kaçmaz, Hüseyin’in elinde tuttuğu forma bakmaktadır. Resimdeki dört figüründe baktığı yön birbirinden oldukça ayrıdır. Sağ tarafta yorgun, bitkin bir halde, saçı ve sakalı uzamış, adeta bu acı olaya müdahale etme gayretinde olan Sezai Özdemir görülür. Adeta bir şeyleri yüklenmek için eğilmiş ve ağaçtan üzerine doğru atlayan siyah kediyi tutmaya çalışırken, sanki Hüseyin’in dikkatini dağıtmak, baktığı yönden gözlerini çevirmesini ister gibidir.

Sarayburnu’nda resmedilen seyyar arabanın önünde kırmızı olarak yazılmış bir satırlık yazı dikkat çekicidir. Bu yazı iki amca çocuklarının dedelerinden sıklıkla duyduğu sözdür; “oğlum yönünü ne yana döndürürsen döndür, götün daima arkada kalır.”
Sezai Özdemir’in anısına….”

İstanbul Modern’e Kavuştuk!

İstanbul Modern’e Kavuştuk!

Nihayet, “Türkiye’nin ilk modern ve çağdaş sanat müzesi” İstanbul Modern’imiz -kent suçu Galataport’un içinde olsa da- kapılarını açtı. 

Her zaman seçkisini sevdiğim ve mutlaka her gittiğimde bir yeni sanatçıyla beni tanıştıran müzemize maalesef artık bir değil iki güvenlikten geçerek, herhalde dünyada bir ilk olarak ‘duvarlarla çevirili bir meydan’dan giriyoruz.

Artık üzerine çok konuşulduğu için aynı şeyleri uzun uzun söylemeyeceğim ama; müzenin yine boğaz kenarında olması, eski antrepo günlerine referanslı seçimlerin (malzeme, form… vb.) olması, içinde ücretsiz ve müzenin açık olduğu her gün kullanılabilen küçük de olsa bir kütüphanesinin olması, sergi alanlarının sadeliği, mekansal boyutlar ve yansıma havuzlarıyla terası olumlu bulduğum şeyler.

Emre Erbirer’in tanımıyla ‘lüks ve vasatın Orta Doğu estetiğinde bir araya geldiği karma bir kompleks’ olan Galataport’un içinde olması, kamusal bir mekana iki güvenlikten geçerek giriyor olmamız, girişte kilitli dolaplı (locker) bir sistemin olmaması ve onun yerine alt kattaki vestiyere gitmek durumunda olunması, alt katın (sanıyorum konferans salonu nedeniyle) asma kat anlamına gelen mezzanine kat olarak anılması, müze mağazasının ultra aşırı çok pahalı olması (bir bez çanta 1.ooo TL – 37 USD! civarında), restoranın müzenin göbeğinde kalması (eski müzede yeri çok daha uygundu) ve tanımsız (ama bizi ihtimallere açan bir tanımsızlık değil!) alanların çokluğu ise ilk bakışta gözüme çarpan olumsuzluklar.

Mimariyi bir yana bırakıp serginin içeriğine gelecek olursak, kalıcı sergide bildiğimiz eserler vardı. Eski dostları yeniden görmek gibi oldu bazı buluşmalar. Bir de belki yeni olmasa da bu sefer çok ilgimi çekenler oldu. Bu yazıda biraz onlardan bahsetmek isterim.

Nezahat Ekici‘yi ben bu zamana kadar nasıl hiç keşfetmedim bilmiyorum! Blind adlı 2007’den bu yana sergilediği performansının bir videosu vardı sergide. Pek değerli performans sanatçısı Marina Abromoviç‘in öğrencisi olduğu her halinden belli olan, izleyenleri rahatsız eden ama bir yandan da bir kurtuluş hikayesine dahil eden bu performans etkileyiciydi. Sanatçının başka işleri de sergi kapsamında görülebiliyor.

Taner Ceylan‘ın ve Sarkis’in eserlerini görmek her zamanki gibi güzel bir deneyimdi. (Sarkis’in Arter koleksiyonundaki işleri Şubat 2024’e kadar Arter’de yeni bir sergi ile sergileniyor!)

Alidja Kwade‘nin Hypothetical Figure III isimli yapıtı, uzay-zamanda iki farklı noktayı birbirine bağlayan yollar olabileceğini öne süren Solucan Deliği teorsini çıkış noktası olarak alıyor ve borular içinde zamanda yolculuk yapan sert granit un ufak oluyor. Zamanın geçiciliği ve her şeyin birbiriyle görünmez bağları olduğunu vurgulamayı amaçlayan yapıt boyutu ve konumuyla müzede oldukça dikkat çekiyor.

Son olarak 2002 yılında Abdülmecit Efendi Köşkü’nde düzenlenen “İsmi Lazım Değil” sergisinde Pneuma isimli çalışmasını gördüğüm sanatçı Hera Büyüktaşçıyan‘ın, İstanbul  Modern’de 4 farklı platform üzerinde sergilenen Sonsuz Takımadalar Üzerine Bir Çalışma isimli çalışması yer alıyor. Birbirinden uzak mekan ve zamanlara ait yapı parçalarını, altlarına eklediği insan ayaklarıyla ait oldukları zamandan bağlamsızlaştırıp yeni bir yolculuğa çıkarmayı hedefleyen sanatçı, istediği o “canlanmış” etkiyi fazlasıyla sağlıyor. Bir araya gelip buluşmadalar gibi duran bu ‘canlı’ ve ‘ayaklanmış’ nesneler, her an yeni hayatları için başkaldıracak gibiler.

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Fotoğraf: Mimarca Sanat | 21/09/2023

Dipnot: Cidden Galataport’un planlaması ve proje kararlarını konuşmaya başlasak sabaha kadar sürer ama bunu söylemeden geçemeyeceğim. Müzeyi bir şehir plancı ile birlikte gezip, bir noktada da meydana bakan bir cephede oturunca, meydanın tasarımı üzerine biraz konuştuk. Ana yaya akslarını yakalayamayışı, araç ve yaya yoluyla ilişkisinin olmayışı, hemen yanı başındaki Tophane Kasrı ve Nusretiye Cami ile bir duvarla ilişkisinin koparılışı, o duvarın meydanı kamusal alandan ayırması ve güvenlikle içeri giriliyor olunması gibi bir takım eleştirilerimizi sıraladık. Merak ettim, eve gelince Salt’ın arşivinden Pervititch haritalarına baktım.

İnsan üzülmeden edemiyor, bu kocaman alanı baştan yaratırken şu meydanı açamayacak kadar mı parasızdık veya paraya düşkündük! 1927’deki planda görüldüğü üzere bu alan şimdiki Meclis’i Mebusan Caddesi’nden denize kadar açık. Yani caddeden itibaren denizle ilişki kurabiliyorsunuz. Kasrın bahçesi, yanındaki denize kadar uzanan aks, iki yanındaki camiler, sancak kulesi, çeşme ile tüm alan ilişki halinde.

Bu ülkenin bu meydan beceriksizliğinin yıllar geçtikçe kötüye gidiyor olması gerçek bir inceleme konusu. Politikasıyla, değişen kültürüyle, mülkiyet konusuyla, güvenlik sorunlarıyla (korkutmasıyla!) ve ekonomisiyle çok derin bir analiz gerektiği kesin!

 

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Temmuz 2021

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Temmuz 2021

Haziran sonu itibariyle kapalı sinema salonları açıldı fakat genel bir kamuoyu yoklaması yaptım, henüz erken dediler korkuttular beni, çift aşıya kadar bekleyeceğim. Açık sinema gösterimlerine de bilet bulamadım bir türlü istediğim filmlere…

Neyse bundan sonra daha keyifle, beyaz perdede film izleyeceğim/iz günler yakındır umarım diyorum. 

Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)

Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)

Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir.  (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )

İyi seyirler,

Kaçırmayın!

Film – Sound Of Metal – Internet // İzledikten günler sonra bile etkisinden çıkamadığımız filmler vardır ya, işte onlardan biri. Duyma yetisini kaybeden bir bateristin gün gün yaşadıkları, sesin varlığının ve yokluğunun hayatına etkisi neredeyse belgesel gibi işlenmiş. Riz Ahmed’in muhtemelen hayatının rolünü inanılmaz bir gerçekçilikle oynadığı filmde ses kurgusu kusursuz. Ve final hala böğrümden kalkmadı. Mutlaka izleyin, mutlaka!

 

Baya İyi!

Dizi – Ramy – BluTV // Bazı dizilere garip bir önyargım oluyor, sonra kendime çok kızıyorum. Ramy için de bir sürü sevdiğim sinema/dizi yazarının övgüsünü duymuştum ama sevmeyeceğim gibi gelmişti. İki sezonu resmen binge watch halinde tükettim. Ana karakter Ramy’nin – bazen bıktıran – Amerika’da büyümüş muhafazakar Müslüman erkek sorunlarının ötesinde, ailenin annesi ve kız kardeşinin hatta babasının hayatına odaklandıkları bölümler çok iyi. 3.sezon onayını alan diziyi, mesela Master of None seviyorsanız, izleyin.

Belgesel – Mossville: When Great Trees Fall – Salt //  Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Louisiana’da Mossville adlı kasabanın teker teker açılan petrokimya tesisleri nedeniyle yaşanamaz hali gelişini kasabanın sakinleri ile yapılan röportajlarla anlatıyor. Adaletsizliği iliklerinize kadar hissettiren belgeselde, hem çevreyi kirletip, hem insanların sağlığını bozup hem de evlerinden eden bu büyük şirketlere karşı müthiş bir öfke ve çaresizlik duydum. İzlemenizi tavsiye ederim.

 

Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!

Kısa Film – Two Distant Strangers – Netflix // Oscar’dan en iyi kısa film ödülüyle dönen film, köpeğini almak için evden çıkan siyahi bir adamın öldürülmeden köpeğinin yanına gidemediği bir zaman döngüsünü tekrar tekrar farklı versiyonlarıyla sunuyor. Irkçılığı odağına alan bu kısa film oldukça etkili.

Belgesel – The Undamaged – Salt //  Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Balkanlarda planlanan 2700’den fazla hidroelektrik santral nedeniyle tehlike altında olan nehirlere dikkat çekmek amacıyla 23 nehri 36 günde kateden Slovenyalı kürekçi Rok Bozman tarafından kurulan gönüllü topluluğu Balkan Nehir Savunması (Balkan River Defence)nın mücadelesini takip ediyor. 

Belgesel – Samuel In The Clouds – Salt //  Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Bolivya’da And Dağlarında kayak pistinin telesiyejini işleten Samuel’in hikayesine iklim değişikliği yönünden odaklanıyor. Zira artık dağlarda kar yok, turistler sadece manzara için dağa çıkıyorlar. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde susuz kalması beklenen bölgenin artan sıcaklıklarının Samuel ve ailesinin hayatına etkisini karşıtlıklar üzerinden görmek değişikti. Tavsiye ederim.

Belgesel – Anote’s Ark – Salt //  Salt’ın “Bu Son Şansımız Mı?” adlı gösterim programında bulunan film, Pasifik Okyanusunda 100bin nüfuslu bir ada olan Kiribati’nin iklim değişikliği nedeniyle yükselen deniz suyuyla sular altında kalacak olması gerçeğine odaklanıyor. 4000 yıllık Kiribati kültürünün de bu gerçekle yok olacak olmasını ve iklim değişikliğinin önce ada ülkeleri olmak üzere bir gün herkesi etkileyecek oluşunu tüm dünyaya anlatmaya çalışan devlet başkanının çabası, yakın gelecekte hepimizin yaşaması muhtemelen sorunları göz önüne seriyor.

Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!

Film – Game Night – BluTV // O’Sinema kanalının Neydi O Film programına bayılıyorum. Bu filmin adı orada geçince not almıştım, zira 2018 yapımı bu filmi izlememiştim. Oyun akşamlarının tutkunu olan bir grup arkadaşın bir oyun akşamının oyun-gerçek / şaka-kaka dönüşümü ile başlarından geçenleri konu alan filmi izlemesi oldukça keyifli. Tavsiye ederim.

Film –  The Mitchells vs. The Machines – Netflix // Oldukça sürükleyici ve eğlenceli bir animasyon film. Son yıllarda pek etkileyici animasyonlar izleyemedim sanki, bunu da etkileyici sayamam ama en azından başından sonuna izlenebilirliği var. 

Film –  Love and Monsters – Netflix // Nedendir bilmem ama ben bu biraz ergen, biraz Marvel, biraz romantik filmi sevdim gibi. Baya keyifle izledim. Sempatik bir canavar distopyası olur mu? E oluyormuş işte.

 

İzlemesem de  Olurdu ama Pişman da Değilim!

Film – The Midnight Sky – Netflix // Yani bu filmi az sevmekle hiç sevmemek arasında bir yerdeyim. Biraz sevdim çünkü iyi kötü bir hikayesi var, biraz akış zayıf olsa da bir takım olaylar, duygu değişimleri, flashbackler filan var. Hiç sevmedim çünkü bir çok sahnesi çok fazla uzun geldi. ( O değil de George Clooney ne çok yaşlanmış yaa )

Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!

Film – Wheel Of Fortune and Fantasy – IKSV // Ya bu pandemi bana neetti!?! Berlin’de Gümüş Ayı Büyük Jüri Ödülü almış filmi izleyemedim. 3 parçada, ara vere vere zar zor bitirdim. Diyaloglara hiç konsantre olamadım. Eminim güzel bir filmdi ama asla bilgisayar ekranından izlenecek bir şey değil, asla odaklanamadım. 

 

Vakit Kaybı!

Film – Ad Astra – Mubi // Bir insan Brad Pitt’i görmekten ve duymaktan nasıl sıkılır? İşte böyle! Evet, bu da oldu, bu heykel gibi adamdan fenalıklar geldi. Bitince filmin süresine baktım, 2 saatmiş, hissiyatı en az 12 saat! Brad’in o dış sesi de eklenince 22 saat deyin siz ona. Ne anlattı, ne anladık hiç bilmiyorum. Daha vasat bir baba-oğul hikayesi duymadım, daha kötü bir uzay filmi de izlemedim. Söyleyeceklerim bu kadar. (Brad, seni yine de seviyorum canım!)

Dizi – Doğu – BluTV // Bartu Küçükçağlayan, Bartu Ben dizisiyle memlekette kendi hikayesini özgün (Master of None, Ramy vb.) bir akışta anlatmak isteyenler için bir kapı açtı. O kapıdan girenler arasında İbrahim Büyükak’ın İlginç Bazı Olaylar’ı gibi Doğu Demirkol’da Doğu adlı bir dizi ile hikayesini büyük oranda gerçeklere dayanarak anlatıyor fakat hikaye akmıyor, ilerlemiyor. Uzun sekans çekeceğim diye uzadıkça uzayan, diyalogları bir yere varmayan, kötü ses dizaynı ile fenalaştıran bu diziyi maalesef inatla bitirdim. Vakit kaybı!

Dizi – Bonkis – BluTV // Yukarıda yazdıklarımın aynısı! (Not: Tek pozitif ayrımcılığım kadın hikayesi olmasına ama 30+ yaşında evlenmemiş, çocuk yapmamış kadının “ben de böyleyim”ini anlatma telaşından da çok yıldım. Tamam böyleyiz, artık kabul görme/görmeme ezikliğimizi aşalım ya!)

Dizi – Generation 56k – Netflix // 56k modem çağında çocukken tanışan kızımız ve evladımız, yıllar sora karşılaşır. Yani 1 saatlik çerez romantik komedi yapmak yerine 8 bölüm x 30 dakikadan 4 saatlik dizi yapmışlar. Ben de oturup izledim. =(

 

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Nisan 2021

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Nisan 2021

Öyle bir noktadayım ki, şu küçük laptop ekranına bakarak 1 saniye daha bir şey izlemek istemiyorum ve sinemaların kapısına kendimi zincirlemeye çok yakınım.

Böyle desem de 1 yılı aşkın süredir 7/24 evde olan biri olarak bir şeyler tüketiyorum yine de. Ama mutlu muyum? Kim mutlu ki…

Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)

Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)

Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir.  (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )

İyi seyirler,

Kaçırmayın!

 

Baya İyi!

Dizi – Ted Lasso – İnternet // 2.ve 3.sezon onayını da alan 2020 yapımı dizinin ilk bölümünü yayınlandığında büyük bir önyargıyla (futbol koçu, eril kaba şakalar, absürtlükler… fuf! diyip) izlemeye başlayıp, hiç sevmemiştim. Neden sonra olumlu yorumları okudukça bir şans daha vereyim dedim ve tabi ki önyargılar yıkılmak içindir, bayıldım! Uzun zamandır en sevdiğim, içselleştirdiğim karakterler arasına girdi Ted, sarılasım var! Merakla yeni sezonları bekliyorum.

Film –  Nuh Tepesi – Netflix // Prömiyerini Trabeca Film Festivali’nde yapan ve Adana Film Festivali’nde en iyi film ve en iyi yönetmek ödüllerini kucaklayan film, derinlikli diyalogları, oldukça başarılı görüntü yönetimi ve hikayesiyle beni de oldukça etkiledi. Her bir diyalogda, tarafların her birine hak vererek izleyicinin kafasını karıştıran, ağır temposuna rağmen merak duygusunu yukarda tutabilen oldukça duygusal bu filmi, sadece başroldeki Ali Atay ve Haluk Bilginer’in etkileyici performansları için bile izlemenizi tavsiye ederim.

Kısa Film – The Electric House – İnternet // 1922 yılı yapımı 23 dakikalık bu kısa filmi izlerken her saniyesinde 100 yıl önce çekilmiş olduğuna hayret ettim. Müthiş eğlenceli, vizyoner ve hayranlık uyandırıcı bu filmi bulup mutlaka izleyin.

 

Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!

Film – Nasipse Adayız – Netflix // Ercan Kesal’a büyük hayranım. Özellikle Yozgat Blues’daki performansını sabahlara kadar övsemdoyamam o kadar inanılmaz ki! Nasipse Adayız, senaristliğini, yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği ilk filmi. Belediye başkanlığı aday adayı Doktor Kemal’in seçim kampanyasındaki bir gününe odaklanan filmi uzun planlarıyla, her türlü zorluğa büyük bir sakinlikle yaklaşan o darlanma halini çok iyi hissetiren oyunculukla ve senaryosuyla kalbimi kazandı. Ercan Kesal’ın kredisi o kadar yüksek ki kurguda ve tempoda yaşanan bazı akış problemleri canımı sıkmadıı bile. İzlemenizi tavsiye ederim.

Film – A Friendly Tale – İKSV // Bu filmi “boş yapsa da bari eğlendirsin” kategorisine yazarken düşündüm, aslında o kadar da boş yapmadı ve bana küçük de olsa ilham verdi diyerekten hoop buraya transfer ettim. Kendinden memnun olma, kendi kapasiteni bilme, başkalarının yeteneklerini kıskanma, arkadaşlık gibi kavramları sorgulayan Fransız yapımı filmin o hafif, dostane, eğlenceli yapısıyla hikayeyi başından sonuna büyük bir keyifle izledim.

Film – Never Rarely Sometimes Always – İnternet // Genç yaşta istenmeyen bir hamilelik yaşayan Autumn’un kuzeni ile birlikte kürtaj için Newyork’a gidişini neredeyse bir belgesel gibi anlatan film, az diyaloguna rağmen “hissettirmeyi” çok iyi başarıyor. Oyuncuların minimal yaklaşımı, yaşananların ağırlığı ama bir yandan sıradanlığı içine alıveriyor insanı. Berlin’den Jüri Özel Ödülü ile dönen bu dram, övgüleri hakediyor.

Belgesel Film – Aalto – İKSV // Modern mimarinin en ünlü isimlerinden biri olan Alvar Alto’nun yaşam hikayesinden kesitler sunan ve bazı ünlü tasarımlarında bizi gezdiren belgesel, hem geçmişe ait bazı kamera kayıtlarını hem de bazı özel mektupları da içeren ağır tempolu fakat izlettiren bir film.

Film – The White Tiger – Netflix // Hindistan’daki en zengin ve en fakirlerin kesişimi olan efendi-köle ilişkisine odaklanıp, bir köşeyi dönme hikayesini her bir karakteri (temsil ettiği sınıfı) uzunca anlatan filmi, uzayan süresi ve hikayedeki bazı anlam veremediğim detayları yok sayarak özellikle başroldeki Adarsh Gourav’ı performansı hatrına sevdiğimi söyleyebilirim. En iyi uyarlama senaryo adayı olan filmi sadece yaşanan ekonomik adaletsizliği görmek için bile izleyebilirsiniz.

Film – The Assistant – İnternet // Ozark’ta izleyip hayran olduğum Julia Garner’ın başrolünü oynadığı film, oldukça düşük temposuna rağmen insanı gerim gerim geren bir işyerinde taciz, istismar, mobbing silsilesini belgesele benzer bir formda anlatıyor. Olaylara 3.göz olmaya çalışırken biraz fazla uzaklaşmış bulsam ve artık konuşma zamanıyken bu kadar kapalı ve kaçak olmaya gerek var mı diye düşünsem de, sunduğu kesit itibariyle fena bir bağımsız değil.

Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!

Film –  Seni Buldum Ya – Mubi // Reha Erdem’in pandemi koşullarında “online” olarak çektiği filmi eleştirmenleri ikiye böldü. Ben, bu dolandırıcı hackerlar hikayesini de, oyunculukları da, filmin enerjisini de gayet beğendim. Şarkılar, danslar, başı, sonu filan derken keyifli zaman geçirtti bana. Tavsiye ederim.

Dizi – Jane The Virgin – Netflix //Resmen 100 bölüm pembe dizi izledim! Ve biraz önce şu hesabı, ağzım açık 10 kere kontrol ettim: Her bir bölüm 40dk olsa, 4000 dk yapıyor! 67 saat! Ömrümün uykuyu düş 4-5 günü! Yaklaşık 400 küsür gündür karantinada olduğumuz gerçeğini de ekleyip geçen günlerime yıllarıma bir kadeh doldururken, ben yandım siz de yanın diyerek bahsedeceğim. Evet bilen bilir böyle “soft” şeyleri gözümü dikerek değil yanda görüntü ve arkada ses olarak izlerim, daha doğrusu dinlerim. Bu diziyi de öyle tükettim ve yani o saçma pembe dizi senaryosu, sıcak aile ilişkileri, tatlış romantik aşklar filan ne yalan söyleyeyim bana iyi geldi! İhtiyacınız varsa böyle bir kafa açmaya, bence bir şans verin. Benim gibi blogda yazıp cümle aleme ilan etmenize gerek yok tabi, sır olarak saklayın, keyfinize bakın =)

Film – Thunder Force – Netflix // Oldukça bayat bir süper kahraman filmi fakat sırf Melissa McCarthy’e her filminde aşırı güldüğümden, bunda da çok eğlendim.

Dizi – WandaVision – İnternet // Disney ve Marvel bir araya gelirse ne olur? Spoiler vermemek için detay açıklayamayacağım ama Marvel severseniz zaten kaçırmayın. Süper kahramanlara bayılmıyor ama seviyorsanız da 9 bölümlük mini dizinin ilk bölümlerinde ne izliyorum ben diye şaşırıp kapatmayın, ilerleyen bölümlere mutlaka şans verin. Biraz iç içe değişik alengirli şeyler var. (Ne diyorum acaba?)

 

İzlemesem de  Olurdu ama Pişman da Değilim!

Dizi – High Fidelity – İnternet // Kusurları, yanlışları olan Rob adlı müziksever ve plak dükkanı sahibi bir kadın ve hayatıyla, ilişkileriyle, kusurları ve hatalarıyla nasıl başa çıkamadığını izlediğimiz dizi, bir roman uyarlaması. Ben izlemedim fakat yıllar evvel hikaye film olarak da seyirciyle buluşmuş. 10 bölümlük tek sezon bu diziyi arka arkaya neredeyse es vermeden izledim ama bittikten sonra bende bir iz bıraktı mı? Emin değilim. İzlerken düşündürdü ve merak ettirdi mi? Evet.

Belgesel Film – Operation Varsity Blues: The College Admissions Scandal – Netflix // Bu inanılmaz üniversiteye giriş skandalını basından sıkça takip ettiğimden yer yer kurgusal canlandırmaları da olan belgeseli izlemesem de olurdu ama yani bu parası çok olan insanların her şeye haklarının olduğunu sanmaları yüzsüzlüğünü de detaylıca gördüğüme pişman değilim!

Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!

 

Vakit Kaybı!

Film –  Soul – İnternet // 93. Oscar ödül töreninde en iyi animasyon ödülü kazanan, bir çok eleştirmenin oldukça beğendiği Pixar yapımı film, “benim dünyadaki amacım ne” problemine ruhlar aleminden yanıt arayan bir animasyon. Filmin en iyi yanı olan görsel seyir zevkini bir yana bırakırsak, bu hikayeyi anlatmak için bir uzun metraja gerek olup olmadığını sorguladım izlerken. Zira heyecan uyandıran tempolu veya eğlenceli bir hikayesi yok, şoke eden veya etkileyen bir önermesi de yok. O zaman neden bu filmi uzunnn uzunnn izledik eyyy Pixar?

Fim – Borat Subsequent Moviefilm – İnternet // Hiç uzatmayacağım. Sevenleri çok, saygım sonsuz. Ben mizahını ve göndermelerini anlıyor olmakla birlikte ne sempatik bulabiliyorum, ne adam haklı beyler oluyorum, ne gülebiliyorum. Sorry not sorry.

Film – Stowaway – Netflix // Pandeminin ruh halimi nasıl bozduğunu şuradan anlayabiliriz. Konusu, uzay gemisine kaçak binen =) veya yanlışlıkla gemide kalan =) bir mühendisin iki yıllık uzay görevini oksijen tüketmek suretiyle =) tehlikeye atması. Ciddi ciddi sonuna kadar da izledim. Of!

Film – Sen Hiç Ateşböceği Gördün Mü? – Netflix // Annemle sohbet ederken “Ecem Erkek çok iyi oyuncu, Güldür Güldür’de bayılıyorum kıza, filmi hemen izleyeyim” dedi. Şahsen kendisini daha önce izlememiştim, merak edip bu vesileyle izledim. Uzatmayayım bu filmdeki oyunculuğunu hiç beğenmedim, başka yerde bilemem. Demet Akbağ’lı eski versiyonla karşılaştırma bile yapmıyorum. İzlememiş olanlar bulup oyunun çekimini izlesin hiç bu yeni haline bakmasın bile.

Film – Yes Day – Netflix // Netflix algoritmam bir çöplüğe döndü anlaşıldığı üzere. Beni aile komedisi izleme noktasına getiren pandeminin abv!

 

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

1 Yılda Gittiğim Tek Sergi Mekanı: Arter, ve Güncel Sergiler

Kişisel eve kapanmamın üstünden tam bir yıl geçti.  Mart 2020’den Mart 2021’e kadar evden çalıştığım için bu sürede resmen sayabildiğim kadar az kere dışarı çıktım.

Fakat geçen ayın ortasında, havaların müthiş sıcak olduğu bir dönemde, evde Esra Ceyhan’ın programındaki Uçan Adam Sabri gibi krizler geçirmeye başladım.

Sanatsız kalmış, hayat damarlarımdan biri kesilmiş gibi bir haldeyken, yolculuğu hayalimde 45 kere filan canlandırıp tüm kovid risklerini hesap edip en aza indirmeye çalışarak kendimi dışarı attım.

Buyurun kısaca binayı tanıtayım ve sergilerden minik minik bahsedeyim: 

Arter Dolapdere Binası

Arter’in İstiklal Caddesindeki yerine sayısız kere gittim. 2019 yılı sonunda taşındıkları yeni yerlerini hemen görmek istemiştim zira mimari projelerini inceleme fırsatım olmuştu. Fakat bir şekilde gidemedim ve işte sonrası pandemi malum…

Şubat sonu evde fenalık geçirince hem binayı hem de sergileri görmek üzere Arter’e gitmeye karar verdim.

18bin metrekarelik bu binada sergi ve etkinlik alanları, kütüphane, kitapevi ve bistro var. Dolapdere’nin bir şekilde koruduğu o karmaşık yapısının içinde, Bilgi Üniversitesi kampüsünün hemen yakınında bulunan bu yapı, örneğini bir çok farklı Avrupa şehrinde de gördüğümüz gibi, yeri itibariyle mahallenin dönüşümü için oldukça kıymetli.

Özellikle Barcelona’da örneklerini gördüğüm, içinde bulunduğu toplumu kapsayıcı kültür merkezleri gibi geniş bir iç avlusu ve güvenliği olmayan açık bir kapısı yok belki ama en azından binanın içindeyken dışarıyı dışlamıyorsunuz, tam tersine katlardaki farklı bölümlerden dışarısı tamamen görülebiliyor. (Yandaki bu videoyu kitapçının hemen yanından arka giriş tarafından çektim.)

Sayısı ve niteliği nüfusumuza oranla oldukça az olan, özellikle/sadece kültür-sanat için tasarlanmış bu tip binalardan daha fazla olmasını ummakla birlikte, her şeyin normalde döndüğü günlerde Dolapdere halkı ile bu binanın daha bütünleşik bir hal aldığı zamanların olmasını dilerim.

Zira bina, kapısından girdiğim andan çıktığım ana kadar oldukça keyifli, kaliteli bir mimari ve sanatsal deneyim sundu bana. Ve çıkışta havayı güzel görünce, Dolapdere’den yürüyerek Taksim’e mi gitsem diye düşündüm.

En son Dolapdere’nin sokakları içinde 2000li yılların sonunda dersler için dolanmış, kaldırımda kendinden geçmiş yatanlar ve evlerine yeni dönen seks işçileri dışında, bildiğimiz arka sokaklar kirliliği ve yoksulluğu dışında bir şey görmemiştim. Bu sefer öğlen vakti sadece 2 sokak ilerleyebildim çünkü sokaklar anormal kalabalıktı. Ve o kalabalığın içindeki karmaşa biraz tedirgin ediciydi. Siyahiler, Suriyeliler, çıplak ayaklı çocuklar, pek kendinde olmayan adamlar ve kadınlardan oluşan, üst başlarından kötü durumda oldukları belli olan bu kalabalık hiç bir şey yapmadan sadece sokaklardaydı. Mimarlık öğrencisi olduğumuz yıllarda İstanbul’un bu tip yoksul semtlerine çok fazlaca girip çıktığımdan başıma geleceği az çok tahmin edebildim: cüzdandan olacak gibiydim. = ) Çok acayip bir koku ve garip bakışlar arasında, büyük bir hata yaptığımın farkında fakat bir şekilde de geri dönememiş ve  2 sokak ilerlemiştim ki tesadüfen yoldan geçen taksiyi görünce, hemen atladım.

Dolapdere’nin dönüşümü yıllardır konuşulup tartışıladursun, gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk çok daha fazla artmış.

O yüzden ilerleyen zamanlarda bu müthiş mekanda daha kapsayıcı etkinlikler yapmanın çok kıymetli olacağını düşünüyorum. Vehbi Koç Vakfı’nın ise böyle önemli bir yatırımla bölgeye bir kültür-sanat binası katarak bunun ilk adımını attığını, devamını getireceğini umut ediyorum.

KP Brehmer: The Big Picture (10/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Selen Ansen 

İlk durağım 3. ve 4. kata yayılmış olan Alman Sanatçı KP Brehmen’in esin kaynaklarını ve çalışmalarını da içeren kapsamlı sergisi oldu.

Özellikle içinde yaşadığı dönemin politik ve ekonomik durumunu verilerle ortaya koyup eserlerinde mevcut durumu ve kendi bakışıyla eleştirisini harmanlamış olan sanatçı, hayatın verilerini görsel olarak ortaya çıkarmaya uğraşmış.

Örneğin 1970lerin sonunda Bir İşçinin Ruhu ve Duyguları adlı serisinde, fabrika işçilerinin günlük ruh hallerini kayıt ederek bunları grafiklere dönüştürmüş. Uzaktan bakıldığında bir müzik partisyonu gibi görünen bu grafiklerde aslında mutludan korkuluya günbegün değişen ruh halleri görünüyordu.

Sanatçının “kendi çağının titiz bir gözlemcisi” olması gerektiğini vurgulayan KP Brehmer, günün Alman toplumunu geçmişin merceğinden bakarak eleştirir.

Sanat eseri nedir ve kayıt altına alınmış bilgilerin grafikleri sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi gibi sorular aklımda gezdim 4.katın tamamını. İlgilendiği konular ve gözlem çabası gerçekten etkileyici olsa da grafiklerin sanatsal değerini tam olarak anlayamadığımı belirtebilirim.

3. katta karşıma çıkan 1985 yılında yaptığı Paul (Klee) için Mona (Lisa) ve Yılan Beni Nasıl Görüyor – Ben Yılanı Nasıl görüyorum adlı eserlerini oldukça muzip ve yenilikçi buldum. Hatta önce eseri görüp anlam veremedim, fakat yaklaşıp alttaki metal plakada adını görünce kahkaha attım. =)

Altan Gürman (13/09/20 – 27/03/21)

Küratör: Başak Doğa Temür

Erken yaşında kaybettiğimiz Altan Gürman’ın 1965 yılından vefat ettiği 1976’ya dek yaptığı çalışmaları içeren sergide, en çok dikkatimi 1965 yılındaki eserlerinden oluşan İstatistik Serisi çekti.

İstatistik serisi, içerdiği katmanlarla Gürman yapıtının tekilleşme tarzını çok güzel örnekliyor. […]
Gravür görünümü her şeyden önce zeminle figürü birbirinden ayırmaya yarıyor. Öte yandan, bu baskı görünümü resim tarihini tuvale geri çağırıyor. Musluk gibi sıradan nesneler sanki kutsal kitapları süsleyen
baskılarmışçasına tuval yüzeyini kaplıyor. Nesne olarak varlıkları resim tarihi tarafından onanan ikonalara dönüşüyorlar.

Dinleyen Gözler İçin (10/09/20 – 02/01/22)

Küratör: Melih Fereli

2.katta ise Arter Koleksiyonundan oluşan bir grup sergisi vardı.

John Cage’in müzikte olduğu kadar tüm sanatsal üretiminde sessizlik, belirsizlik ve rastlantısallığı bir arada kullanan deneysel yaklaşımını ve Fluxus sanatçılarını referans alan sergide, ziyaretçiler galeri alanına hâkim olan sessizliğin içinde yapıtlardan yükselen “sesleri” keşfetmeye ve hayal etmeye davet ediliyor.

Serginin bu bölümündeki bir çok eseri deneyimlemek çok keyifli ve değişik bir tecrübeydi fakat özellikle iki eser dikkatimi çekti. 

1- Osman Dinç’in Ahlat Ağacına Ağıt adlı eserinde, nota sehpalarının üzerinde birer müzik eseriymişçesine ağaç fotoğrafları vardı. Bu ağaçlar 1984-2010 yılları arasında Denizli şehrinde bulunan farklı tarlalarda tek başına bırakılmış, hayvanlara ve tarlada çalışan insanlara gölgelik yapan ahlat ağaçlarıymış. Onların yalnızlığı ve sessizliği beni oldukça etkiledi.

2- Yeni medya sanatının öncülerinden biri kabul edilen Michael Snow‘un bir odanın dört duvarına yansıttığı dört farklı videoda piyano üzerinde farklı şeyler çaldığı Piyano Heykeli adlı çalışmasında videolardaki ellerin hareketi ile odaya verilen kakafonik seslerin uyuşup uyuşmadığını anlamak ve o gürültü içinde bulunmak oldukça enteresan bir deneyimdi.

Yağmur Ormanı V (varyasyon 3)  (10/09/20 – 30/01/22)

Küratör: Melih Fereli

… Bu etkileşimli yerleştirmede büyük şamandıralar, plastik fıçılar, bakır bir kazan, bir saksı ve bir badminton raketi gibi 20 buluntu ve yapılandırılmış nesne havada asılı şekilde mekâna yayılırken, farklı biçimlerde müdahale edilip birleştirilmiş nesneler önceden kaydedilmiş ses dosyalarından gelen sinyallerle titreşerek izleyicilerin keşfine açık bir biçimde gelişimini sürdüren bir ses ortamı meydana getiriyorlar.

Arter’in kara kutusu içine yerleştirilmiş ve havadan asılmış çeşitli nesnelerin her biri ayrı aydınlatılmış ve her birinden bambaşka sesler geliyordu. Mekanın içinde nesnelerin arasında dolaşırken her adımda değişen kompozisyon ve değişen ses yoğunluklarını deneyimlemek oldukça etkileyiciydi. Bu nesnelerin bulunduğu sahneden uzaklaşıp seyir platformuna geçtiğimde ise seslerin ve nesnelerin bütününü görüp dinleyerek çalışma başkalaştı. Sanıyorum yarım saatten fazla zamanı bu çalışmanın olduğu kısımda dolanarak ve oturarak geçirdim.

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Mart 2021

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri – Mart 2021

En son Ocak ortasında izlediklerimi toparlayıp listelemiştim. Aradan yaklaşık 1,5 ay geçmişken, neler izlemişim, neleri beğenmiş nelere boşa vakit harcamışım bir bakalım. 

Yine kısa kısa ve kendimce kategorilere ayırarak yazıyorum. Eğer bir platformdan izliyorsam onu da belirtiyorum ama bazıları da malum yerlerden, ask google please! =)

Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)

Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir.  (Örneğin Exxen’de “Gibi” var. Müthiş gidiyor şimdilik )

İyi seyirler,

Kaçırmayın!

Film – Nomadland – Internet // Milyonlarca kişi tarafından senenin en iyi filmi seçildikten ve onlarca ödül aldıktan sonra ben de nihayet izleyebildim. Herkes beğenmekte çok haklıymış. Filmin ana karakterinin neredeyse bedeninin içine bize sokarak hayatın acısını, sıradanlığını, değişkenliğini, zorluğunu deneyimlemekten insanın içine içine işleyen bir film. İnsan sahip olduklarının ne kadarını kaybetmeye dayanabilir, her şeyinizi kaybetseniz bile elinizde kalana ne kadar tutunabilirsiniz, ne zaman çaresiz hissederiz, ne kadar çaresizliğe dayanabiliriz, hayat her zaman, ne olursa olsun devam eder mi?? Böyle onlarca soru yumruk gibi içimde kaldı izlediğimden beri, düşünüyorum… Tavsiye ederim.

Dizi/Belgesel – Pretend It’s A City – Netflix // Komedyen/Eleştirmen Fran Lebowitz’i tanımıyordum. Dizi ve Martin Scorsese Amca sayesinde tanışmış oldum. Özellikle şehre bakış açımız yönünden ikizimi bulmuş gibiyim. Müthiş bir eleştirmen, bir çoğuna göre aşırı uç, bana göre nokta atışı söylemleri. Ba-yıl-dım!

 

Baya İyi!

Film – 200 Meters – İstanbul Modern Sinema // Mustafa’nın ailesi ile arasında 200 metre var ama istediği her an yanlarına gidemiyor. Çünkü ailesi duvarın arkasında, kendisi ise Filistin’de. Batı Şeria’da böyle bir hayata tanık oluyoruz önce. Sora oğlu kaza geçirince, o kocaman sınır duvarının 200metre ötesine geçmek için 200kmlik bir yolculuğa çıkması gerekiyor. Yani filmin büyük bölümünde bir yol hikayesi izliyoruz fakat yolculuktaki insanların her birinin hayatı bu hikayeye ekleniyor. Çok başarılı bir ilk film. Bir de bana müthiş bir müzisyen kazandırdı. Filmin müziklerinde imzası olan Faraj Suliman!!! Özellikle Arap müziği sentezli caz müzikleri beğeniyorsanız mutlaka dinleyin.

Film – Daha – Netflix // Hayatımın bir bölümünü Hakan Günday’ın işlerini deli gibi takip edip, her kitabını okuyup her oyuna çevrilen işini izleyerek filan geçirdim. Son bir kaç yıldır ise yüreğim kaldırmıyor bazı anlattığı -bir yerlerde gerçek olduğunu bildiğim- acıları. (Yaşlandım mı?) Çünkü okuyanlar bilir, hiç acımaz o gerçekleri suratınıza suratınıza gösterirken. Daha’yı da okumuştum yıllar evvel. Hikayeyi tekrar izlemek yine acıttı. Filmin sorunları var ama hikaye öyle ki..  Gerçek hikayelerle yüzleşebildiğiniz bir zaman izleyin derim.

Dizi – I Know This Much is True – BeinConnect // O kadar zor bitirdim ki diziyi. Sevmediğimden değil, yüreğime öküzü oturttu da kaldıramadım. Mark Ruffalo’nun muazzam ötesi oyunluğu (bir ikizi olduğuna emin gibiyim!), hikayenin derinliği ve karanlığı beni bitirdi. Neresini nasıl yorumlayacağımı bilemiyorum. Her anlamda müthiş, müthiş!

 

Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!

Film – Kelebekler – Mubi // Kelebekler’i Mubi’de görünce ikinci kez izleyeyim dedim. İlkinde biraz dikkatsizce izlemiştim, ikinci izleyişimde daha detaylı bakınca daha da çok sevdim. Bitmek bilmeyen “daddy issues” ve aile/toplum ilişkilerini sıkmadan ama dokunacağı yerleri de esgeçmeden anlatıyor Tolga Karaçelik.

Belgesel Film – Made You Look: A True Story About Fake Art – Netflix // New York’ta çok ünlü bir galerinin sahte Pollock ve Rothko eserleri senelerce satmasının mahkemeye taşınmış hikayesini; zamanında bu eserleri onaylayan sanat uzmanlarından, konuya dahil olan avukatlardan, davayı izleyen gazetecilerden ve davalı/davacı taraflardan dinlediğiniz bir belgesel film. Film bittiğinde acaba kaç evde daha tespit edilmemiş ve milyon dolara satılmış sanat eseri vardır, taklit ve aslı ayırt edilemeyecek kadar nasıl benzer olabilir, bir sanatçıyı taklit etmek ne denli kolaydır gibi binlerce soru kafanızda uçuşuyor. (Sanat eserinin pahasının belirlenmesi konusuna hiç değinmiyorum bile!)

Belgesel Film – Ah Gözel İstanbul – İKSV Film + Mubi // Ben bu belgeseli İKSV’de yayına girdiğinde izlemiştim ki şimdi Mubi’de de kataloga girdi. İstanbul’da bir kibrit çöpünün bile izini sürmekten keyif alabileceğim için, bu “sürekli aynı ses tonundan” yorgun düşebileceğiniz ağır aksak gibi görünen belgesel beni mest etti. Keşke bir zaman makinesi olsa… İstanbul’u farklı farklı yıllarda ziyaret edip gezmeyi öyle çok isterdim ki… 

Film – Da 5 Bloods – Netflix // Film biraz enteresan. Vakit Kaybı bölümüne mi koysam yoksa buraya mı diye düşündürdü beni resmen. Çünkü fikir ve anlatılmak istenen hiç bir şey orijinal değil ama bir şekilde sonuna kadar izleten bir hikayeler silsilesi var. Konuların içinde konular, onların içinde başka konular derken çok dallı budaklı dağınık bir senaryo ama oyunculuklar ve 12.oyuncu “doğa” izlemeye değer. Düşündüm düşündüm, o kadar da vakit kaybı değildi sanki galiba sanırım.

Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!

Dizi – The Great – Bein Connect // Hakkında pek bir şey okumadan etmeden, tavsiyeyle daldım diziye ve tahminimden çok daha fazla güldüm. Rusya’nın altın döneminde saraya yapılan, artık gönderme bile diyemeyeceğim çünkü işin ucu kaçmış oldukça, her türlü dalga geçmeyle çok eğlendim. Bir şekilde, bu kadar ucu olmayan bir komedi dizisinde akışta olan bir hikaye, giriş-gelişme ve sonuç var. Şöyle bir göz atın, 1.bölümden tarzı anlarsınız. Severseniz zaten devamı da gelir.

Dizi – 50 m2 – Netflix // Selçuk Aydemir – Burak Aksak işbirliklerini sevenlerdenim. Bu dizi çokça Netflix sosuna bulanmış olsa da özellikle Cengiz Bozkurt ve Tuncay Beyazıtlı’nın her sahnesini gülümseyerek izledim. Biraz sıkışık, akışında problemleri olan bir senaryo ama izlemeye başlayınca gidiyor bir şekilde.

 

İzlemesem de  Olurdu ama Pişman da Değilim!

Dizi – Run – Bein Connect // Acaba yazar bu başlıkta ne demek istemiş. =) Yani, kabaca hikayeyi anlatmalıyım. 15 yıl önce ayrılmış ve hiç görüşmemiş iki sevgili, yıllar evvel kendilerince bir söz veriyorlar. Biri diğerine “run” yazan mesaj atar ve diğeri de “run” yazarak cevap verirse, hayatlarından memnun değiller demektir ve birlikte kaçacaklar. Malumunuz bu olay gerçekleşiyor ve biz o 3-4 günlük kaçış macerasını izliyoruz. Ben 7 bölümü bir günde tamamladım zira insan ne olacağını merak ediyor. (Ya da ben fazla boşum!) Ve yani bir takım şeyler de oluyor tabi, final de merak ettiriyor ama 7 bölüm boyunca eskiler, eski sevgililer, gençlik filan konuşuldukça “fazla hatıra annecim!”. Bana bi bastılar! Sırf merakımdan bitirdim. Başlık da bundan işte. Artık bu bilgiyle ne yaparsınız bilmiyorum, merak eden izlesin =)

Film – Luxor – İKSV Film // Eski sevgililerin bilmem kaç yıl sonra bir araya gelmesi temalı filmleri izlemeyi bırakmam lazım. Belli ki filmler güzel olsa bile bana yaramıyor =) Başrolde Mısır’ı izlemek muazzam fakat hikaye bana zayıf geldi. Bu ikilem yüzünden bu başlık =)

  

Beyaz Perdede Ok Olabilir, Evde I-Ih!

Film – Pinocchio – İKSV Film // Sevimli Pinokyo’nun hikayesini ne ettiniz böyle?! Atmosfer güzel, olaylar biraz karanlık, Roberto Benigni yine duygusal oyunculuğunda tavan ama ben evde konsantre olamadım. Giremedim o dünyaya bir türlü. Belki salonda olsa daha çok severdim ama maalesef. =(

 

Vakit Kaybı!

Dizi – Tiger King – Netflix// Evet ancak izledim. Ve evet beğenmedim. Uzun uzun niye bu psikolojik sorunlu adamların hayatının her türlü detayını izliyoruz anlamadım. 2. bölümde pes ettim.

Film – I Care A Lot – Netflix // Bazı spekülasyonlar boş çıkmaya mahkum, tıpkı bu filme çok şaşırıp, çok beğenenlerinkiler gibi… Yani, neden vakit kaybı olduğunu yazmak bile vakit kaybı. İzlemeyin.

Belgesel – Becoming Duru – Netflix // Nükhet Duru’nun hayatını ŞokoPop’un ve 196Sekiz Youtube kanallarından izleyiniz. Bu albüm tanıtımımsı şey anlamsız.

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri

Son Zamanlarda Neler İzledim? Dizi ve Film Önerileri

Sürekli evde olma lanetindeyken, üstümüze bir dolu platform, dizi ve film attılar. Fakat samanlıkta iğne arıyor gibiyiz. Şöyle bir baktım dünya kadar diziyi, filmi tüketmişim ama tatmin seviyem düşük.

Bir de bu süreçte fark ettim ki ben sinema dışında bir yerden iyi film izlemeyi bilmiyormuşum, ya da bu küçük ekranlarda izlediklerim beni beyaz perdede izlemek kadar etkilemiyor. İkisinden biri.

Artık ne izleyeceğimi asla bulamayacak haldeydim ki OscarBoy, Kutsal Motor ve Melikşah Altuntaş hesaplarından listeler yayınladılar. Bana da gün doğdu. Hemen notlarımı aldım, onların tavsiyelerinden devam ediyorum.

Aşağıda izlediklerim hem onların listelerinden, hem benim… Neyse karışık işte… Ben şöyle kısaca izlediklerimden bahsedeyim, hangi platformda olduğunu da yazayım, kategorilere de ayırayım. Çünkü biliyorum, ne izlesek diye bakmaya geldiniz.  = )

Not: Devam eden ve izlediğim dizileri değil de yeni başlamış olanları bu yazıda paylaştım. BoJack, Ozark, The Crown gibi dizileri zaten izlemişsinizdir, söylemeye gerek yok. =)

Not2: Dizilerden de ilk sezonunun tamamını bitirdiklerimi paylaşıyorum. Zira başı iyi sonu kötü veya tam tersi olabilir. 

İyi seyirler,

 

Kaçırmayın!

Dizi/Belgesel – How to with John Wilson – Internet // Yeni bir bakış açışına hasretken müthiş geldi bu mini dizi/belgesel bana. Bazı bölümlerde sesli kahkaha attım bazı yerlerde gözlerim doldu. Ben gözümü dikip full konsantre dizi izleyebilen biri değilimdir. Bu diziyi gözümü kırpmadan izledim çünkü random görüntülerin tamamı gerçekten çok iyi seçilmiş, kurgulanmış ve her bölümün temasının anlatısı çok fırlama ve nasıl oluyorsa aynı zamanda hüzünlü. Yıllarca yaşadığı şehri videoyu almak, her gününü kaydetmek gibi deli huyları olan bu adam, sonunda bunu süper bir şeye evriltmiş.

Her bölüm üzerine uzun uzun konuşup yazılabilir ama şimdilik bıraktığı bu müthiş tadın, oluşturduğu yepyeni belgeselcilik ve melodram komedi gibi saçma tarzın keyfini çıkarıyorum. Bu yıl (2021) yayınlanacak 2.sezonu merakla bekliyorum.

Dizi – I May Destroy You – Bein Connect // Bu senenin yerli yabancı top listelerinde ilk sıralarda görünce hemen merak edip sezonu bir günde bitirdim. Cinsel istismarın sınırlarından, aile-arkadaş ilişkilerine kadar kapsamını genişleterek büyüten fakat özünde Arabella’nın hikayesine odaklanan dizi, kafamızdan geçen senaryolar ve gerçekleri yüzümüze çok derinden ve etkileyici bir şekilde vuruyor.

Dizi – The Last Dance – Netflix // Basketbol izleyicisi değilim. Kardeşimden kaynaklı bazı maçları izlemişliğim var, o kadar. Fakat bu dizi ne sadece basketbolu ne de sadece Michael Jordan’ı anlatıyor. Hırs-tavır, ün-aile, azim-başarı gibi kavramları işin içine sokarak, gerçek hayatta yaşananları müthiş bir kurgu ile yıllar arasında sürekli geçiş yaparak, benim gibi bu meşhur konuları hiç bilmeyen birinin bile ilgisini sağlam tutarak, 50şer dakikalık 10 bölümde anlatıyor.

Dizi – Bir Başkadır – Netflix // Aslında uzunca bir yazı yazmak istiyordum ama herkes çok şey yazdı hakkında hevesim kaçtı. Fakat Berkun Oya’nıın Krek nedeniyle bende yeri farklıdır. Kafasını, bakışını severim. Bir Başkadır da olmuş ötesi olmuş, artık bir de ben övmeyeyim. =) (Yalnız İslamiyetten Önce Bilardo’yu okumadıysanız, muhakkak okuyun!)

 

Baya İyi!

Film – Dick Johnson is Dead – Netflix // Film bittikten sonraki o yazıyı görünce, hüzünden dolan gözlerimden sevinç gözyaşları döküldü. Sesli bir şekilde “Aaaa” dedim. (Karantina günlükleri sayfa 29393). Babasının olası ölümünü, muhtelif şekillerde filme alan Kirsten Johnson, çok sıcak, matrak ve zaman zaman da hüzünlü bir işe imza atmış.

Mini Dizi – Unorthodox – Netflix // Cahilliğime verin ben bu ultra-Orthodoks konusunda pek bilgi sahibi değildim. 1er saatlik 4 bölümde oldukça şaşırdım ve nefessiz izledim. Biraz iç sıkıştırıcı bir özgürlük arayışı hikayesi.

Film – Sarmaşık – Mubi// Ayıp bana evet, ama vizyonda kaçırınca izlemem böyle yıllar sonrayı buluyor ne yapayım. Tolga Karaçelik imzalı film, övüldüğü kadar varmış. Denizin ortasında, günler/aylar sürecek bir yolculukta, kapalı bir alanda olma hissi ta en baştan karnımı kastı. Sonrası ise hem ta en özünden insana dair, hem de çok fazla politik ve öğretilmiş/öğrenilmiş yanlışlar. Bir de Nadir Sarıbacak… Çok özlemişim izlemeyi, müthiş, müthiş.

Çok Kafamı Açmasın ama Boş da Yapmasın!

Film – Ahlat Ağacı – Mubi // İlk defa izlediğim bir Nuri Bilge Ceylan filmini az sevdim. Yani beklentim çok çok sevmek olunca az sevmiş gibi oldum. Acaba diyaloglar azken her şey daha mı güzeldi? Bir de ikisi de müthiş oynamışlar ama Murat Cemcir, Doğu Demirkol’un babasını oynamak için fazla mı gençti? Kafamda sorular çok fakat Anadolu’daki sıkışmışlık hissini, öncekiler kadar müthiş olmasa da görüntü yönetmenliğini, baba-oğul-aile-toplum işlemelerini her şeye rağmen seviyoruz be NBC.

Film – Rocket Man – Netflix // Elton John’un çocukluğundan başlayıp gençliğindeki alkol, uyuşturucu ve seks bağımlılığının dibine vurduğu anlara kadar ki hikayesini anlatan film, sahte ve taklit bir tat yerine gerçeğe inmeyi yeğlemiş. Aileden başlayan sevgisizliğin başlattığı bu dibe gidiş hikayesi, koşulsuz sevgiyi veren bir dost sayesinde nasıl toparlanır… Ah çok hüzünlü ama sonu çok umutlu. 

Dizi – Queen’s Gambit – Netflix // Satrançla ilgili hiçbir şey bilmeden 7 saatin neredeyse tamamında satranç oynanan bu diziyi izledim. =) Bir kaç bölüm daha az olabilirdi gibi ama uzunluğu dışında tarihsel akan hikayesi ve oyunculuk performansları, yanı sıra görüntü yönetmenliğiyle de zevkli bir diziydi. Bu dizi de dahil bu sene izlediklerim sayesinde, hayatımda düşünmediğim kadar “yetenek mi? zeka mı? çok çalışmak mı? ” konularını düşündüm sanırım.

Film – Azizler – Netflix //  Çoğu insan için “vakit kaybı” kategorisinde bu film, onu bilerek baştan belirteyim. Evet kadın karakterleri yok, evet sadece erkek bakış açısı var. (Bu neden illa sorun olmalı bilemiyorum.) Evet Engin Günaydın ve Haluk Bilginer, daha önce oynadıkları herhangi bir rolü tekrar ediyor gibiler. Evet sonu başından belli. Fakat tüm bunlara rağmen yalnızlıkla baş etme halini ele alma yöntemini ben beğendim. Biraz kurgusu ve hikayesi dağınık ama bir şekilde sonuna kadar beni tuttu ve izletti. Ayrıca bir cümleye takılı kalma halini ve bunu işleme şeklini herkesin aksine ben çok fazlaca sevdim.

Film – My Octopus Teacher – Netflix //  Bir Nat Geo belgeselinden birazcık farklı çünkü değişik boyutta bir duygusal bağı çoğunlukla izleyip, bazen de röportajdan dinliyorsunuz. Bir ahtapotla bir insanın bağını izlemek, değişik bir deneyim. 

Film – Toz Ruhu – Mubi // 2014 yılı yapımı Nesimi Yetik filmi için bir yorum okumuştum. Ana karakter, günlük temizlikçi olarak çalışan ve boş zamanlarında kendince besteler yapan Metin için: “Dünyada kapladığı yerin farkında” denmişti. Filmi izleyince o cümle benim çok içime oturdu. Ah Metin, sana ne denirse densin, sen o kapladığın yeri biliyorsun ve acaba fazlasını isteyenler mutsuzken sen hepimizden mutlu musun?

Boş Yapsa da Bari Eğlendirsin!

Dizi – Aile Şirketi – Bein Connect // Nereden kopya, hangi dizinin aynısı tartışmalarına girmiyorum. Mutfakta iş yaparken açıyorum, gidiyor mu gidiyor. Gülümsetiyor mu gülümsetiyor. Bu.

 

Beyaz Perdede Ok Olabilir, Ekranda I-Ih!

Film – Mank – Netflix // Siyah beyaz filmlerden hoşlanmadığım için maalesef David Fincher’da olsa babamın oğlu da olsa -1 puandan başlıyor benim için. Fakat burada ufak bir haksızlık yapıyorum muhtemelen, zira bu filmi sinemada izlesem renksizliğine rağmen sevebilirdim fakat ekrandan 4 sefer dura kalka zor bitirdim. Üniversitede Güzel Sanatlar bölümünden aldığım sinema dersinde koskoca 1 hafta tartıştığımız kült film Citizen Kane’in senaryo yazımının hikayesini, Fincher’dan alışık olmadığımız bir politik bakışla ve Hollywood’un karanlık yönlerini ortaya koymaktan çekinmeden göz önüne seriyor bu film. Beni yoran kısım diyaloglar ve hikayenin dağınıklığı oldu sanırım. Bir de keşke siyah beyaz olmasaydı… Belki her şey normale döndüğünde bir gün sinemada yer bulur, mutlaka tekrar izlemeyi deneyeceğim. O zamana kadar, sorry not sorry.

Film – I’m Thinking Of Ending Things – Netflix // Üzerine yazılan her şeyi okudum sanırım, ve nasıl olduysa filmin herkeste bıraktığı hissiyat bambaşka. Anomalisa severlerden olarak isyanlardayım, çünkü bu filmi bol seyircili bir festival gününde izleyip çıkışta bira içerken arkadaşlarla yorumlamak vardı! Ekrandan olmuyor, izledim, yalnızdım, duvara baktım bir süre, sinir bozukluğuyla karışık uyku kaçırdı. Ne izledim bilmiyorum. “Hiçbir şey olmasa bile kesin bir şey oldu.”

 

Vakit Kaybı!

Mini Dizi – The Undoing – Bein Connect // Lost ve GOTdan beri sonuna bu kadar sinir olduğum başka bir dizi olmadı herhalde. Bir de Nichole Kidman’ın o yerlere kadar olan korkunç renkli paltosuna tutuldum. Tek sevdiğim şey her hafta yeni bölüm beklemek oldu. O kadar uzun zamandır hep oturup peş peşe bölümler şeklinde dizi izliyorum ki, bekleyerek izlemenin tadını unutmuşum. Fakat dizinin tamamı yayınlanmışken size tavsiyem, ilk 2-3 bölümü izleyin, sonrasını bırakın izlemeyin, hayal gücünüz sonunu yazsın.

Dizi – I Hate Suzie – Bein Connect // Ben de mi bir dikkat dağınıklığı var bilmiyorum ama uzun, çok uzun… İlk bölüm çok iyi, konu iyi, son bölüm de çok iyi ama aradakiler bölümler tam olarak neden vardı anlamadım. Dizi değil de keşke 1-1buçuk saatlik güzel bir film olsaymış.

Film – The Trial of Chicago 7 – Netflix // Düz, dümdüz bir film. Bu kadar değerli bir konuyu nasıl bu kadar bayat çekmişler anlamak mümkün değil.

Dizi – Lupen – Netflix // Bir övmeler bir bir şey… Güzel sanmıştım, yeni veya eski/güzel hiç bir numarası yok.

Salacak Yarışma Projelerini İnceledim!

Salacak Yarışma Projelerini İnceledim!

Okuma süresi: 15-20 dk.

Üsküdar’a gideriken aldı da bir yağmur….

Tıpkı Taksim Meydanı yarışmasında olduğu gibi, oylamaya sunulan 3 projeyi elimden geldiğince hem mimar olarak, hem de Salacak sahilini 11 yıldır aktif olarak kullanan bir Üsküdarlı olarak artıları ve eksileriyle yorumlamaya çalışacağım. Ama önce kısaca benim kişisel tarihimdeki yerinden ve bir kullanıcı olarak sahilden beklentilerimden bahsetmek isterim. 

2009 yılında Üsküdar’a taşınana kadar doğduğum yer olan Tuzla’da yaşadım. Tuzlalılar için sahil ve deniz, eski bir balıkçı/sayfiye kasabası olduğundan oldukça önemlidir. Kayalıklar, deniz kenarı yürüyüşler, deniz kenarı oturmalar sohbetler, plajlar ve yüzme hayatın önemli bir parçasıdır.

Fakat bütün Türkiye’de olduğu gibi Tuzla’da da 2000lerle birlikte işler biraz değişti. Nüfusun kalabalıklaşmasıyla Pendik ve Gebze gibi çevre ilçelerden gelen; çoğunluğu memleketinin/kırsalının özlemini duyan ve şehirdeki yeşil alanlarda nasıl zaman geçireceğini henüz kestirememiş, ve yine çoğunluğu muhafazakar bu kitlenin sahilde yoğunlaşmasından sonra, sohbet edenler deniz kenarından kafe ve restoranlara doğru kayarken, sahil çekirdek çöpleri ve mangal kokularıyla baş başa kaldı. 

Üsküdar’da ise benim taşındığım yıllardan son 1-2 yıla kadar durum bazı açılardan benzerdi. Gözlemlediğim kadarıyla son zamanlarda, yıllardır Üsküdar sahilini benimsememiş (biraz varoş biraz muhafazakar bulan, çekiciliği olmadığını düşünen) bir kitle de artık kullanıcı olarak bu alana dahil oldu. Şahsen bunu; hem Üsküdar’ın büyüyen nüfusuyla Üsküdarlıların çeşitlenmesine, hem son 3-4 yıldır sahili eldekilerle düzenlemeye iyi kötü bir gayret gösteren Hilmi Türkmen’e, hem de Ekrem İmamoğlu’nun başkan seçilip, resmi kutlamaları Üsküdar’a taşıyıp ilçeyi sevmeyen bu kitleye sevdirmesine bağlıyorum.

Burada bir paragraf açıp bu konuya değinmeliyim zira yıllarca türlü bahanelerle yapılmayan 29 Ekim’ler yaşadım burada. Bir sene kutlama bulur muyuz diye gittiğimizde koskoca Üsküdar sahilde sayısı 50 kişi bile olmayan bir fener alayı vardı sadece. Fakat geçen sene (2019) aşağıda gördüğünüz o kalabalığın içinde ben ve bir çok kişi ağlayarak kutladık cumhuriyeti. 

Ben hiç bir zaman, İstanbul’un belirli kısımlarının kalıplaşmış düşüncelerle belirli gruptan insanlara ait olduğuna inanmadım. Tıpkı insanlar arasında yaratılmaya çalışılan o kutuplaşma gibi, mahalle/semtler arasındaki bu keskin çizgileri de sevmiyorum. Neredeyse tamamı Kadıköy’de yaşayan sevgili arkadaşlarımın gözünde Üsküdar’da oturuyor olmam bile nedeni anlaşılmayan bir tercih oldu hep. Oysa Kadıköy kadar Üsküdar’da, Fatih kadar Beşiktaş’ta hepimizin. ( Hey!) 

Sahilin kullanıcıları kimler? 

Üsküdar sahili, meydandan Harem’e kadar gün içinde farklı kullanıcıları ve dinamikleri olan bir alan. Hemen her saatinde bulunduğumdan kısaca bahsetmek isterim.

* Sabah gün doğumunda: Her mevsim bu saatlerde yürüyüş yapan bir grup insan olur. Yaya trafiği azdır. Mevsim yaz ise mutlaka denize girenleri 5-10 kişi de olsa görürsünüz.

* İş giriş-çıkış saatlerinde: Bir koşturmaca. Metro-Marmaray-otobüs-minübüs-deniz ulaşım hatlarının bulunduğu ana meydana doğru bir hızlı yürüyenler ordusu olur. Ben de her gün onlardan biriydim pandemiden önce.

* Akşamlar ve haftasonları: Özellikle hava güzelse spor veya gezinmek amaçlı yürüyüşe çıkanlar, banklarda-kayalıklarda-bulunabilen minik parklarda oturup boğazı izleyenler, arabasını park edip keyif yapanlar (müziğini bize de dinletenler) dahil muazzam bir kalabalık. Özellikle meydandan Kız Kulesi’ne kadar sakince yürümek imkansız, tempolu yürüyüş zaten imkansız çünkü tempo yapacak bir boşluk olmuyor. Kız Kulesi’nden Harem’e kadar ise sahilin yürüme yolu darlaştığından bu sefer darlık nedeniyle yaya trafiği oluşuyor.

 * Her saat: Kafelerin, restoranların günün her saatinde müşterileri vardır. 

Salacak Sahili’nin Tarihçesi

Antik dönemlerde ve sonrasında derin ve korunaklı bir liman, ticaret iskeleleri ve tersanelerin bulunduğu Üsküdar, İstanbul’un fethinden sonra da önemini korumuş. 1870 yılında başlayan vapur seferleriyle ulaşımın kilit noktalarından biri haline gelen sahil, boğazın iki yakasını birbirine bağlama ve Anadolu yakasına varıştan sonra tüm Anadolu’ya ulaşımdaki önemini o yıllardan beri koruyor. 

Osmanlı döneminde deniz hamamları, Cumhuriyet döneminde ise plajın bulunduğu Salacak’ın 1989 yılında Üsküdar-Harem arasına yapılan araç sahil yolu ile denizle bağlantısı kesilmiş. Yol nedeniyle Üsküdar Meydanı ve Harem’in birer kavşağa dönüşmesi ile hem meydanlar hem sahil boyu değersizleşmiş. Son yıllarda açılan Marmaray hattı ve Avrasya tünelleri ile ihtiyaçları değişen bu alan, şimdilik ufak düzenlemelerle kullanıcılarına hizmet vermeye devam ediyor.

 Yarışma Alanı 

Yarışmaya konu alan; Üsküdar Meydanı’ndaki Şemsi Paşa Cami’sinden başlayıp Haydarpaşa Limanı’na kadar olan sahil şeridinden oluşuyor. Yakında taşınması planlanan Harem Otogarı için zorunlu bir işlev önerisi yarışma şartnamesinde belirtilmemiş, o nedenle yarışmacılar o alana serbest önerilerde bulunmuşlar. Ayrıca katılımcılardan Kadıköy-İstanbul arasına yapılması planlanan nostaljik tramvay hattını göz önünde bulundurmaları ve alanda bulunan balıkçı barınaklarını iyileştirerek korumanaları istenmiş. 

Sorunlar Neler? 

Projelerin detaylarını konuşurken aslında hangi sorunlara hangi çözümleri getirdiklerine de değineceğim fakat yine de önden bir sıralama yapıp, mevcut duruma göz atmak istedim.

1- En büyük problemin, sahildeki yaya yolunun darlığı olduğunu düşünüyorum. Her adımda farklı bir perspektiften dünyanın en keyifli manzaralarından birini izleyebildiğiniz bu yolda zik zaklarla yürümek çok tatsız. 

2- Aynı şekilde bu perspektifleri durup soluklanıp keyifle izleyebileceğimiz seyir teraslarına ihtiyaç var. Gerektiğinde kamp sandalyelerimizi alıp oturabileceğimiz, gerektiğinde kitabımızla termosumuzla vakit geçirebileceğimiz…. ( var bir hayalimiz…)

3- Kesinlikle denize girilmeli. Evet denizin durumu buna izin vermiyor ama deniz kenarı bir havuz ile su arıtılarak, çamur rengi nehri olan ülkelerdeki insanların bile yaptığı gibi mayomuzu giyip güneşleneceğimiz bir alan olmalı. 

4- Bu alan, Üsküdar’dan Pendik’e kadar (ufak kesintilerle de olsa) devam eden sahil yolunun başlangıcı. Sağlıklı bir bisiklet yoluyla öncelikli olarak Üsküdar ile Kadıköy arasındaki bisiklet ulaşımı teşvik edilebilir. Şu anda sahilin çoğunluğunda iki yaya yan yana-iki bisiklet yan yana yürünebilen kaldırım var sadece.

 

Bir Öneri! Yıllar evvel evimin de içinde bulunduğu Pervititch haritalarını incelediğimde vakti zamanında Kısıklı –  İcadiye aksına kadar muhtelif tramvay hatlarının Üsküdar’ımızın her bir yanındaki yokuşlarda hizmet verdiğini görmüştüm. Şu yokuşlara 7×24 çalışan tramvayları koyana bir sonraki seçimde helalinden bir oy benden!

Genel bir özetten sonra şimdi artık projeleri incelemeye ve yorumlarıma geçiyorum efenim. Tamamı bana ait, beni bağlayan yorumlar. Tüm ekiplerin aylarca deli gibi çalıştıklarını ve çok emek verdiklerini biliyorum. Zaten göreceksiniz, hepsinde beğendiğim fikirler var ama eleştirmek de biraz mesleğimizin doğasında var. Kararımı doğru vermek için kendimce projeleri masaya yatırdım. Buyurun bakalım:

4 nolu Proje 

Müellifler : Bünyamin DERMAN / Dilek DERMAN / Mehmet KADIOĞLU / Başak TAŞ ÖZDEMİR

Yardımcılar : Berk ÖZDEMİR / İsmail Hakkı TUNÇAY / Hasan ÖĞÜT

Salacak kıyısı boyunca araç trafiğini 3 şeride indirgeyip, tramvay-bisiklet-yaya yolu ulaşımı destekleyen proje, sahil hattı boyunca yeşil alanları arttırıp, eski Salacak iskelesini işlevlendirip, balıkçı barınağını koruyup geliştirip, beton iskeleye bir havuz ve plaj ekleyip, Harem otogarına ise bir Performans Sanatları Merkezi, liman ve park öneriyor.

Projenin Olumlu Yanları

– Şu anda 2şerden 4 şeritli olan araç yolu (ki her iki yönde de birer şerit park için kullanılıyor), tramvay hattının yoğunluğu alacağı düşünülerek 3 şeride indirilmiş. Otobüs dur-kalkları ve park eden araç beklemeleri dışında sahilde genelde trafik sorunu pek yok zaten.

– Kız Kulesine bakan açıda mevcutta da bulunan setlerin iyileştirilerek tutulması olumlu.  Ayrıca o hatta tarihi Salacak iskelesine kadar olan bölümde, yolun kara tarafında bir park aksı oluşturmak çok etkili. Şimdiden akşamları çok yoğun ve yaşayan bir park olacağını söyleyebilirim.

– Salacak iskelesini aktifleştirmek çok olumlu. 

– Balıkçı barınağının korunup güzel bir restoran ile aktifleştirilmesi çok güzel. Zevkle yemek yenebilecek, Tarihi Yarımada manzaralı müthiş bir yer olur. 

– Kıyıda bulunan mevcut beton iskelenin önüne, tam da hayal ettiğim plaj ve havuz konulmuş. Görseller çok ham ama kesinlikle bu işlevler tutularak oradaki planlama geliştirilmeli. 

– Eski liman ve tersane yapılarının kent hafızası göz önüne alınarak sergilemede tutulması fikrini sevdim. 

Projenin Olumsuz Yanları

 – Meydan için yapılan yeşillendirme ve Pervititch izleri önerisini, artık meydan yıllardır tadilatta olduğundan biraz gereksiz buluyorum. Olabildiğince soyup, tarihi ve ulaşım için gerekli yapıları bıraktılar. Bundan sonrası artık minik peyzaj müdahaleler ile tamamlanıp sonlanmalı.

 – Araç trafiğinden azaltılan şerit, tüm kıyı boyunca park eden onca araç için bir park yeri ihtiyacı oluşması demek. Bu öneriyi projede göremedim.

 – Bu kadar dar bir sahil şeridinde, şeridin denizden olan tarafına ağaçlar koymak yer kaybından başka bir şey değil. Dahası öyle bir yer yok zaten. 

– Eski Harem Otogarı alanında düşünülen Performans Sanatları Merkezi fikrinde ise çok aradayım. Şöyle ki, Anadolu yakası kültür merkezleri açısından biraz eksik, kesinlikle bir ihtiyaç. Fakat yoğun nüfus nedeniyle geniş bir yeşil alan (özellikle Üsküdar’da düzayak bir yeşil alan!) daha büyük bir ihtiyaç, o yüzden bu bina daha ufak bir performans sahnesi olarak tasarlanıp daha geniş bir yeşil alan bırakılabilirdi diye düşünüyorum.

 – Eski Harem Otogarı alanına konulan ilave bir limana ihtiyacı olup olmadığından emin değilim. 

Projeyi inceleyip, oy vermek için : https://istanbulsenin.org/meydan-oylama/salacak/4-sira-numarali-proje/

Projeyi daha detaylı incelemek için : https://konkur.istanbul/kararsenin/salacak/4/

42 nolu Proje – Falez Yeniden

Müellifler

Mükellefler: Mehmet Cemil AKTAŞ / Pınar Kesim AKTAŞ / Rümeysa KONUK / Ecem SEVİN / Şeyma KAHRAMAN / Ezgi Umut TÜRKOĞLU / Başak İNCEKARA

Yardımcılar: Lokman TURUNÇ / Okan Mutlu AKPINAR / Hüseyin Hilmi KEZER

Salacak kıyısı boyunca araç trafiğini 2 şeride indirgeyip, tramvay-bisiklet-yaya yolu ulaşımı destekleyen proje, sahil hattı boyunca teras setli seyir alanlarını arttırıp, balıkçı barınağını koruyup geliştirip, Harem otogarına ise muhtelif sergi alanları ve kent parkı öneriyor.

Projenin Olumlu Yanları

– Şu anda 2şerden 4 şeritli olan yol (ki her iki yönde de birer şerit park için kullanılıyor), 2 şeride indirilmiş. Otobüs dur-kalkları ve park eden araç beklemeleri dışında sahilde genelde trafik sorunu pek yok zaten. Otobüs ve servisler için ceplerle çözüm yaratılmış.

– Kız Kulesine bakan açıda mevcutta da bulunan setlerin iyileştirilerek tutulması olumlu. Alt kotta kalan seyir kısımlarını ağaçlarla gölgelendirilmesi, gündüz kullanımın artması için uygun olabilir. Bu setli oturma düzeni neredeyse tüm kıyıdan devam ettirilmiş, ki her noktadan ayrı bir perspektif yakalandığı için çok uygun.

– Denize bir kent sahnesi konması olumlu fakat bu yoğunlukta bir bölgede ne kadar kullanılabilir, kaç seyirci izleyebilir tahmin edemedim. Yine de orijinal buldum fikri.

 – Balıkçı barınağının korunmuş fakat kentlilerin kullanımı için de oldukça geçirgen hale getirilmiş. Bunu çok etkileyici buldum. Orası vakit geçirmek için oldukça keyifli bir yer. 

– Eski Harem Otogarı için önerilen konsept sergi alanlarını içeren kent parkını çok sevdim. Gözümü açıp kapasam ve yarın böyle olmuş olsa orası. Sabahın ilk ışıklarında kesin yürüyüşte orda olurum.!!!

Projenin Olumsuz Yanları

 – Araç trafiğinden azaltılan şerit, tüm kıyı boyunca park eden onca araç için bir park yeri ihtiyacı oluşması demek. Bu öneriyi projede göremedim.

 – Eski Harem Otogarı alanına konulan ilave bir limana ihtiyacı olup olmadığından emin değilim. 

53 nolu Proje

MükelleflerFatma Zeynep ALTINBAŞLI / Tuna Han KOÇ  / Barış EKMEKÇİ / Ayşe YIKICI

Yardımcılar:  Ayşe YIKICI / Özge TAŞPINAR

Not: Konkur sayfasında projeyi düzgün görüntüleyemedim. Kısa açıklamadaki teknik kelimelerden ne yaptıklarını çözmedim, araç yolu nerede anlayamadım. Görsellere bakınca Üsküdar’ı göremiyorum. Proje genelde çok dağınık geldi bana, o yüzden detayını inceleyemeyeceğim. İsteyenler için linkler aşağıda:

Projeyi inceleyip, oy vermek için : https://istanbulsenin.org/meydan-oylama/salacak/53-sira-numarali-proje/

Projeyi daha detaylı incelemek için: https://konkur.istanbul/kararsenin/salacak/53/

 

Bütün bu inceleme ve değerlendirmelerden sonra geldiğim nokta bu şekilde.

Projeleri elimden geldiğince 53 nolu proje hari. detaylı okumaya ve bakmaya çalıştım. Umarım atladığım önemli bir şey olmamıştır.

Şimdi üzerine düşünüp oyumu bu değerlendirmelerim ışığında vereceğim. Ama oyumu verirken projelerin direkt uygulanması ihtimalini değil de geliştirilebilme potansiyelini de göz önünde bulunduracağım.

Dilerim göz açıp kapayana kadar düzenlenmiş sahilimizden bloguma yazıyor olurum.

=)

Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Günde 140 Kelime ile Anlaşmak ve Ormanda Tiyatro

Geçen gün şunu düşündüm: Bir sürü sevdiğim tiyatro ekibi var ama Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

— Bu noktada sadece oyunla ilgili yorum okumak isteyenleri aşağıya alalım, biraz kişisel geçmişimden ve deneyimimden bahsedeceğim çünkü şu an anılarını anlatan 90 yaşında bir dede ruhu var üzerimde —

Ne diyordum, Dot’un bende yarattığı etki neden daha güçlü?

Birden fazla verdiğim cevaptan ilki ve en önemlisi, sanırım benim gibi işi “mekan” olan biri için, her seferinde oyundan önce mekanı deneyimleme fırsatı sunmaları olacak. Tiyatrolarda genelde deneyimlenen tek mekan sahne oluyor. Bazı tiyatrolar için fuayesi, çok nadirleri için kafesini de işin içine katabiliriz. Ama Dot’un mekanlarında hem onlardan hem benim kişisel bakışım ve yaşanmışlıklarımdan kaynaklı bazı vurgular var ve beni çok etkileyip mekanları içselleştirmemi sağlıyor.

İkincisi ise oyunların tokat etkisi. Dot Tiyatro’nun tam 15 oyununu izlemişim şimdiye kadar, bu 16. oldu. Hepsinde de oyun boyunca beni içine aldı ama esas önemlisi çıkışta ve sonraki günlerde de etkisi devam etti, üzerine konuştuk, tartıştık. 

Üçüncü ve sonuncusu ise benim gibi yerleşiklik, kişisel mekânsal hafızasına düşkünlük ve mekânsal devamlılık seven birini bile her seferinde heyecanlandıracak ve yeni mekanı ve deneyimini hızla benimsetecek bir değişiklik yapıyor olmaları. 

2008 yılında henüz hala mimarlık öğrencisiyken, bir öğrenciye göre bile pahalıydı o dönem özel tiyatrolar, duyduklarımızdan çok meraklanıp bilet almıştık. In-your-face diye bir akım var, yüzüne tiyatro, gerçek gibi, çok etkileyici diye laflar dolaşıyordu ve hatırladığım kadarıyla o dönem bu tarz oyunlar Türkiye’de Dot dışında yoktu.

Neyse telefondan bilet almışız, heyecanlıyız, gençliğimiz var (!), İstiklal Caddesi’nde Mısır Aparmanı‘nı bulduk. 1910 yılında inşa edilmiş binanın mermer merdivenlerden çıka çıka doğru katı da bulduk. Tarihi bir binanın içinde bir daire katında tiyatro nasıl olacak derken gerçekten butik bir sahne çıktı karşımıza. Siyah kutuda bir evin odası dekor. Odanın hemen dibinde sandalyeler. (Şimdi normalimiz bu ama ben ilk defa sahnenin bu kadar dibinde, salonlarda olan koltuklara değil de açılır kapanır sandalyeye oturulan bir düzen görüyordum.) Mekanın sahibi gibi en ön en ortaya kurulduk. 

Karatavuk. On iki yaşındayken cinsel tacize uğradığı adamla on beş yıl sonra tekrar karşı karşıya gelen genç bir kadının adamla yüzleşmesi. İstiklal Caddesi’nde bir aparman dairesinde bir avuç insanız, karşımızda o anlar konuşuldu, o kıza tekrar tecavüz edildi, kavga ettiler sandalyeler sular havada uçuştu, üstümüz başımız ıslak, o pislik adam tam önümüzde…

Oyun bitti, az önce neye şahit olduğumuzdan emin olamadan İstiklal’in kalabalığında yürürken önce sessizlik sonra konuşmaya başladık. Günlerce etkisinden çıkamadım, günlerce etrafıma anlattım. 

Sonra Maçka G-Mall‘a taşındılar. İş çıkışı gidip önce kutsal mekanım D&R’da bir tur, sonra NumNum’da makarna yada Dot’un Pop-Up kafesinde bir atıştırma, sonra oyun, yine o kara kutuda yüzümüze vurulan gerçekler, oyun çıkışı Dot’un kafesinde kendi aramızda, diğer seyircilerle, bazen oyuncularla tiyatronun sahipleriyle oyunun kritiği…

Sonra Kanyon.

( Burada yine bir parantez açmalıyım, bugün hatıralar tekneme bindim çok açıldım ama Kanyon’daki Cinebonus sinema salonu benim gibi harçlığı kısıtlı öğrenciler için büyük nimetti o dönem. Turkcell ile bir kampanyaları vardı, haftanın belli bir günü gündüz seansları bilet fiyatları yarı yarıya olurdu, o günkü derslerimi eker hemen sinemaya koşardım. 2-3 film üstüste izlediğim olurdu. Restoranlar, mağazalar, sinema bile çok lüks görünürdü gözüme.)

Seneler sonra Dot Kanyon’a taşınınca, artık öğrencilik bitmiş iş hayatı başlamışken Kanyon’a gittiğimde. Önce kutsal mekanım D&R’ı ziyaret edip sonra restoranda bir şeyler yiyip oyun izlemek, o eski günlerimin anılarını canlandırırdı. 

Velhasıl, sene 2020 oldu, Dot dedi ki biz ormandayız, açık havada sahnemiz var gelin. Haydaa! Ben apartman çocuğuyum, doğayı seven ama içinde olmaktan haz etmeyen konfor düşkünü bir şehirliyim, ne işimiz var ormanda?! Öte yandan Korona’dan deli gibi korkuyorum, 8 aydır ne tiyatro ne sinema yüzü görmedim, içim kurudu.

Tamam dedim gidelim, bakalım bu sefer nasıl bir mekanla karşılaşacağız? En kalın kışlık kabanım, ayağımda yünlü çorap, kahve termosum ve kamp sandalyemi aldım, Üsküdar’dan Kemerburgaz Kent Ormanı’na açık havada oyun izlemeye gittim. True story!

Açıkçası parka bile gidince aman sinek ısırdı, uf böcek geldi diye takılan bir tip olduğumdan, orman fikri biraz korkutucuydu fakat tiyatronun olduğu alan korktuğum kadar bakir değil. Otoparkı düzenlemişler. Tuvaletleri, güvenliği her şeyi var. Bir zaman sonra açılacak bir kafe de olacak ama şimdilik bir stand ile içecek ve atıştırmalık alabiliyorsunuz.

Ortada bir meydan, kamp sandalyelerimizde oturuyoruz, etrafta irili ufaklı ahşap binalar, ve tabi ki orman.

Murat Daltaban oyun öncesi kısa bir girizgah yaptı. Bu yeni deneyimden bahsetti, ormanın havasının tadını çıkarmaktan ve açık havanın rastlantısallığından konuştu. Ki hava o kadar durgun ve güzeldi ki, gerçekten müthiş eşlik etti.

İlaveten klasik kurallara bağlı değiliz isteyen kalksın hareket etsin dedi ki Allahtan kimse böyle bir şey yapmadı.

Daha tiyatro adabını yeni öğrendik Murat Bey’cim lütfen bozmayın dedim içimden. Bilen bilir ben telefonu çalandan, kıpırdanıp dikkatimi dağıtandan, pet şişesinden haşır huşur su içinden, sesli yorum yapandan, gereksiz gülenden bıkmış durumdayım. Oyunu izlemek istiyorum dağıtmayın dikkatimi! Ayağa kalkıp gitmek gelmek nerden çıktı, oturun oturduğunuz yerde 1 saatcik! =) Çok şükür ki sadece 1 kez telefon çaldı ve 2-3 kez şalların poşetlerini hışırdattılar, onun dışında mis gibi bir oyun izledik.

Artık oyunun konusunun etkisinden mi bilmiyorum bugün bu yazıda çenem düştü, ama kişisel tarihimin 12 yılında 16 oyununu izlediğim bir tiyatroyu ancak bu kadar özet geçebildim.

Yeni deneyimlerde görüşmek dileğiyle, buyrun oyunla ilgili yorumuma.

  • Limon, Limon, Limon, Limon, Limon
  • Yazan: Sam Steiner
  • Yöneten: Mert Öner
  • Oynayanlar: Gizem Güçlü, Serhat Parıl

Birbiriyle sayılı kelimeyle iletişim kurmaya çalışan bir çift, avukat bir kadın ve müzisyen bir erkek.

Kelimelere el konulmuş bir dünyada, birbirini anlamaya çabalayan bir kadın ve bir erkek.

Her akşam eve döndüklerinde kaç kelime hakları kaldığını hesaplıyor, kendilerine özel kısaltmalar yapıyorlar.

Normal şartlar altında birbirimizi ne kadar anlıyoruz, kelimeler ne kadarını karşılıyor anlatmak istediklerimizin?

Susmak mı zor, yoksa susturulmak mı?

Oyun, bir avukat ve bir müzisyenin kedi mezarlığında tanışmaları ile başlayan ilişkilerini ve zamanla ilişkinin geçtiği aşamaları, İngiltere’de yürürlüğe giren ve konuşmayı günde 140 kelime ile kısıtlayan yasayı odağına alarak irdeliyor.

İkili ilişkiler penceresinden yasakları ve özgürlüğü, konuşmayı, doğru ifadeyi ve susmayı irdeleyen Limon, Limon… İngiltere’de distopik bir kurgusal zamanda geçiyor ve tıpkı kitapların yasaklandığı Fahrenheit 451’deki gibi bir dünya yaratıyor.

Yasadan önce ve yasadan sonrasını oldukça karışık bir sıra ve dinamik bir kurguyla bize anlatarak hikayede, bu karmaşa ilk 5 dakika kafa karıştırıcı olsa da sonrasında oldukça heyecanlı bir akıcılığa dönüşüyor. 2 tabure dışında dekoru olmayan sahnede 1 saat boyunca nefes almaksızın oynayan Gizem Güçlü ve Serhat Parıl, performanslarıyla parlıyorlar. 360 derece bir sahnede iki kişi döne döne her saniye oynayarak her yerdeki seyirciyi kopmadan oyunda tutmayı başardılar.

140 kelime sınırının, 140 karakterle sınırlı Twitter’a atıf yapıyor olma ihtimali özellikle adalet aradığımız konularda sesimizi duyurabildiğimiz tek mecra haline gelmesiyle denk düşünce kafalardaki sorular artıyor. 

Ayrıca bölünmüşlüğün dibine vurduğumuz bu günleri düşününce, iktidar sahiplerinin bir yasa ile iki sevgilinin arasında bile problem çıkarmayı başarması, bölüp yönetme çabasına güçlü bir gönderme gibi.

Öte yandan oyun tüm bu politik göndermelerin dışında konuşmayla ilgili bir çok soruyu da düşündürüyor: Her şey sözcüklerden mi ibaret, ifade etmek önemli ama tavır ? Davranış? Çok konuşmak çok fazla doğru şeyi söylemek mi? Mutluluğa giden yol az konuşarak da inşa edilir mi? İletişime/geçinmeye gönlü olan başka yollar da bulur/yaratır mı? 

İşte bütün bu sorularla güzel bir Ekim akşamında ormandan ayrıldım. Aylar sonra tiyatro seyrettim ve tadı damağımda kaldı.

Daha güzel günlerde daha bir çok oyunda kafalarımızın karışması, sorularla dolması dileğiyle…